Motivasyon (12.12.2015)

Dönem çok yoğun bir şekilde ilerliyor. Dersler, ödevler, sınavlar derken koşuşturma bitmiyor. Ofiste neredeyse tüm vaktimi dersler aldığı gibi akşamları da eve sürekli ders notları ve kitaplar taşınıp duruyor. Bu meşgale özellikle dönemin son çeyreğinde hem öğrencileri hem de bizleri iyice bunaltıyor. Aşağıdaki gibi olaylar insanı motive ediyor, verilen emeğe değiyor dedirtiyor.

27.10.2015: Pakistan'dan bir öğretim üyesi ME 305 ders notlarımı beğendiğini, derslerinde kullanmak istediği yazdı. İzin verdim.

01.12.2015: İnşaat Mühendisliği'nde yüksek lisans yapan ve benden ders almış olan eski bir öğrencim ziyaretime geldi. Sonlu Eleman Metodu dersinde paylaştığım kodlardan hala faydalandığını, İnşaat Bölümü'nde başka pek çok öğrencinin de bu kodları kullandığını söyledi.

02.12.2015: ME 310 dersi için 11 sene önce geliştirdiğim ve çok uzun zamandır kullanmadığım, atıl kalmış olan Easy Numerics programının Hindistan'da bir üniversitede aktif olarak kullanıldığını fark ettim. Web sayfasının sahibi ile yazıştım. Öğrencilerin programı sevdiklerini ve faydalandıklarını yazdı.

11.12.2015: İstanbul'da bir üniversitede bir öğretim üyesi web sayfama koyduğum ders malzemelerini çok faydalı bulduğunu, kullandığını yazdı, teşekkür etti.

Tipsiz Dergiler (03.12.2015)

Bilimsel yayınlarla ilgili birkaç şey üst üste gelince biraraya getirip yazayım dedim.

Doktorasını yeni bitirmiş çalışkan bir öğrencim özene bözene yazdığı makalesini bir türlü hakemlere beğendiremiyordu. İki kere farklı dergilerde denedi ama pek de faydalı olmayan eleştirilerle reddedildi çalışma. Yaptığımız işin hatırı sayılır bir yenilik içerdiğine inandığımız için bir kez daha üstünden geçtikten sonra üçüncü kez şansımızı denedik. Gene farklı bir dergi seçtik, çalışmamıza daha uygun olan bir tane bulmaya çalıştık. Dün öğrencim bir eposta atıp makalenin kabul edildiğini bildirdi. Sevindim, tebrik ettim. Bizim Dekanlık her sene bilimsel dergileri A-tipi ve B-tipi olarak ikiye ayırıyor. Daha önce makalemizi reddeden ve bu sefer kabul eden dergileri kendi aralarında bir karşılaştırmak için Dekanlığın yayınladığı son dergi listesine baktığımda makaleyi kabul eden derginin A-tipi listesinde olmadığını gördüm. Bizim Dekanlığa göre B-tipi dergilerdeki yayınlar atama-yükseltme işlemlerinde üvey evlat muamelesi görüyor, hatta bazı matematiksel hesaplarda tamamen çöpe atılıyor. Öğrencime sordum, dergiyi seçmeden önce kontrol ettiğini söyledi. Araştırınca anladık ki biz makaleyi dergiye 29 Eylül'de göndermişiz ve Dekanlık 1 Eylül'de yeni bir liste yayınlayıp bizim dergiyi A-tipinden B-tipine düşürmüş. Al başına belayı. Peki bu dergi dandik mi diye baktığımızda bazı dergi kalitesi ölçümlerine göre şu anda A-tipi olan dergilerden daha iyi performansı var. Son zamanlarda dergide çıkan yayınlara bakınca eli yüzü düzgün işler var görünüyor. Eee ne oldu yani şimdi, kalitesiz mi oldu bizim çalışma? Bence kıymetinden bir şey kaybetmedi, ama Dekanlık burun kıvırıyor. Ya kurban olduğum yöneticiler yapmayın Allah aşkına. Zaten peynir ekmek gibi makale yayınlıyor falan değiliz, kırk yılın başında gelen ve "Ne yazık ki" diye başlamayan müjdeli bir epostanın sevincini kursağımıza dizmeyin, hevesimizi kırmayın... Ya da düşündüm de, bildiğiniz gibi yapın.

Dün bir eposta aldım bir dergiden. Vakti zamanında o dergiye hakemlik yapmışım herhalde, o sıfatla atmışlar epostayı. Diyor ki "Sevgili hakem, artık Publons diye bir sisteme üye olduk. Böylece bize bugüne kadar karşılık beklemeden yaptığınız hakemlik işlerinin hesabını tutabileceğiz ve siz de bu hizmetinizden dolayı bir karşılık alabileceksiniz". Eğer isterseniz bu dergiye hakemlik yaptığınızda "Bu değerlendirmeyi Publons'a gönder" seçeneğini işaretliyorsunuz ve yaptığınız iş kaydediliyor. Böylece hangi dergilere, ne kadar sıklıkla, nasıl bir hakemlik yaptığınız ortaya çıkıyor. Bu sistem yazar-hakem gizliliğini koruyor, orada bir sıkıntı yok. Hizmeti veren şirketin sayfasına gittiğimizde görüyoruz ki 15,000 kadar dergi üye olmuş ve bugüne kadar 50,000 farklı hakem 240,000 yayın değerlendirmiş. Bir skor tablosu da tutuyorlar, her ay en çok kim hakemlik yapmış, kaç makale değerlendirmiş diye. Ayda 5-6 makale değerlendirmekten bahsediyor rekortmenler. Çok büyük rakam. Meslek edinmiş bazı insanlar bunu herhalde. Facebook'da kaç arkadaşın var, Twitter'da kaç takipçin var'dan sonra geldiğimiz nokta Publons'da kaç hakemliğin var. Listenin en tepesinde olanlara Amazon'dan ödül de veriyorlarmış. Bu hizmetle birlikte "Yapılan değerlendirmeler de herkese açık olarak paylaşılmalı mı?" tartışması başlamış. Olumlu bakan da var, olumsuz bakan da. Bir gün yazarlara da para veririlerse o zaman işin rengi değişir. Şu anda veren yok bildiğim kadarı ile (en azından açıktan), ama gidişat %100 oraya doğru. Publons şirketi Yeni Zelanda'da melek yatırımcıların (angel investors) 300,000 dolar semaye vermesi ile kurulmuş. İnsan merak ediyor nasıl para kazanıyor bu şirket diye. Ben bakmadım o detaya. Öğrenirseniz anlatırsınız bana da.

Son olarak bugün internette bir haber sayfasında Matters isimli yeni bir bilimsel dergiden bahsedildiğini gördüm. Derginin felsefesi şu: "Çalışmalarınızın bir hikayeyi/olayı/problemi tam olarak anlatmasına yetecek kadar olgunlaşmasını beklemeyin. En ufak bir bulgunuz bile varsa gönderin yayınlayalım". Bana mantıklı geldi ilk okuyuşta. Kurucusu L. Rajendran Zürih Üniversitesi'nde hücre biyoloğu, kendi laboratuvarını yönetiyor. Doktora sonrası araştırması sırasında bir arkadaşı diyor ki "Science dergisinde 2 makale yayınlayabilirsen akademik pozisyonun garanti olur". Dediği gibi oluyor, 2 makalesi Science'a kabul ediliyor ve işi kapıyor. Sonra görüyor ki kendi makalesindeki fikirler başkaları tarafından habersizce yeniymiş gibi kullanılıyor. Düşünmeye başlıyor "Acaba yayın yapma baskısı ile insanlar yaptıkları işi daha iyi ve daha tamam göstermeye çalışıp hileye mi başvuruyorlar? Herşeyiyle tastamam, dört dörtlük yayınlar yerine daha minik gözlemleri, fikileri basan bir dergi olsa nasıl olur? Sonuçta gerçek bilim bu minik gözlemler üstünde yükseliyor" diye. Böylece Matters dergisini kuruyor. Dergi internet çağının imkanlarından fazlasıyla faydalanıyor ve yeni nesil araştırmacılara hitap ediyor. Makale yazma ve değerlendirme sürecini kolaylaştırmaya çalışıyor. Çalışmanızın ilk nüvesi olan o ilk bulguyu yayınladıktan sonra geri gelip üzerine eklemeler yapıp zenginleştirebiliyorsunuz. Hatta başka yazarlar da sizin o ufak bulgularınızı alıp kendi yaptıkları ile birleştirip yeni işler çıkarabiliyorlar. Yayınlanan çalışmalar Creative Commons lisansı ile herkesin erişimine ücretsiz olarak açık. Üniversite ve kar amacı gütmeyen kurumlarda çalışanların ilk 500 yayını ücretsiz. Sonrasında yayın başına 150 dolar alınıyor. Yazar isterse bunun yarısı editörlere ve hakemlere gitsin diyor veya bir yardım kuruluşuna gönderilmesini tercih edebiliyor. Diğer yarsınına ne olduğunu anlayamadım. İşin içine para girince ben olaydan kopuyorum her zaman olduğu gibi ve sessizce mekandan ayrılıyorum. Derginin web sayfası da biraz fazla reklam kokuyor gibi geldi bana, "Şimdi bilim yapmaya hazırsınız, siz mükemmelsiniz, başkalarının aksini söylemesine izin vermeyin" diyor. Utanıyorum ama. Fikir güzel, pratiğe ne kadar dökülür, para pul işi ne kadar bozar bilmiyorum. Kendilerine kolaylıklar diliyorum.

Benim de niyetim bir yerden sonra yayınlarımı ücretsiz erişime açık yenilikçi dergilerde yapabilmek. Bilmiyorum o günler hiç gelecek mi, zor görünüyor. O gün gelene kadar dergileri ikiye ayırmak zorundayım. A-tipi olanlar ve tipsizler diye.

Show Time (13.10.2015)

Bu sabah 8:40'daki dersim için sınıfa gittim. Öğrenciler yavaş yavaş sınıfı doldurdular. Artık derse başlayalım deyince bir öğrenci ayağa kalktı ve dersten önce bir şey söylemek istediğini söyledi. Dersle ilgili bir soru soracak sandım ve izin verdim. Heyecanlı ve yüksek bir sesle Ankara'da birkaç gün önce olan patlamadan, olayın vehametinden, bu şartlar altında yaşantımıza sıradan bir günmüş gibi devam edemeyeceğimizden, bir bilim insanına yakışanın "Continuum, fluid, pressure" anlatmak yerine, ders yapmamak olduğundan bahsetti. Lafını bitirmesini bekledim, ama uzatmaya başladı. "Tamam", "Anlaşıldı", "Oldu" gibi kelimelerle araya girmeye çalıştım, anlamazdan geldi. Sonunda "Artık bitir ve sınıftan çık çünkü ben derse başlamak istiyorum" deyince, benim, hiçbir zaman iddia etmediğim, bilim adamlığımı sorgulamaya başladı ve kendisinin düşüncelerini küçümsediğimi söyleyerek mazlum rolüne büründü. Biraz daha konuştuktan sonra bir hışımla, kapıyı duvara çarparak sınıftan çıktı. Arkasından o ana kadar kendisini dinlemekte olan arkadaşı da kapıyı çarpıp sınıfı terk etti. O andan sonra bunlar sıradan öğrenci olmaktan çıktılar ve edepsiz, terbiyesiz oldular.

Peşlerinden yürüdüm ve sınıfın kapısını bu şekilde çarpamayacakları bağırarak kendilerine ilettim. "Yok çarpmadık, yok çarptık" şeklindeki gereksiz bağrışmalar ve itişmeler sonrası sınıfa döndüm. Derslerde yoklama almadığımı, kimseyi sınıfa zorla sokmadığımı, çıkmak isteyen olursa çıkabileceğini söyledim ve konu ile ilgili düşüncelerimi paylaştım. Bildiğim kadarı ile üniversite yönetiminin ders yapmama yönünde bir kararı olmadığını ve ders yapacağımı söyledim. Oturduk ders yaptık.

Kim bu şovmenler? Bilmiyorum adlarını. Bu derse benim grubumda kayıtlı olduklarını sanmıyorum. Ortalık karışsın diye bekleyen ve yeterince karışmadıysa karıştırmaya çalışan edepsizler bunlar. Birilerinden aldıkları akılla sabahın köründe sınıfıma gelip suyu bulandırıyorlar. Gören de sanır ki çok düşünceli, çok duyarlı insanlar. Alakası yok. Yapmak istedikleri kafaları karıştırmak, huzursuzluk çıkarmak. Akıllarınca öğrencilerin önünde beni zor duruma sokacaklar, küçük düşürecekler. Ortalık karışınca, sinirler gerilince, sesler yükselince mutlu olanlar bunlar. Bakın ne kadar duyarsız bir hoca, ne kadar mantıklı bir isteğimize nasıl olumsuz yaklaştı dedirtecekler. Bunlar daha önce başka bir olayda daha karşıma çıkmışlar ve benzer şekilde canımı sıkmışlardı. Yazmıştım o olayı da burada. Hatta o olayı kendileri de biliyorlar. Belki de bugünkü iki öğrenci idi o gün de ofisime gelip terbiyesizlik yapanlar. Çünkü bugünkü şovlarında o gün olanlara doğrudan atıf yaparak beni ilgisizlikle suçladılar.

Şovmenler amacına ulaştı mı? Ulaştı ne yazık ki. Nasıl ki o bomba kimsenin beklemediği bir anda patladığında işini görmüş oluyorsa, bunlar da ayağa kalkıp bağırmaya başladığı anda iş bitmiş oluyor. Pis bir taktik. Dur bir dinleyeyim, anlayayım, fikrimi paylaşayım denmiyor. Zaten istedikleri de bu değil. Aynı fikirde değilseniz çirkinleşiyor bunlar. Derdi derslerin yapılmaması olan bir öğrenci dersten önce hocasının yanına gider ve isteğini iletir. Ama benim dersi yapacağımı biliyorlar. Dersi başlatmak üzere olduğumu görüyorlar. Ve birden fırlayıp herkesin dikkatini çekecek şekilde yapıyorlar şovlarını. Öyle olursa etkili oluyor çünkü. Eğitimliler. Şovlarına müsaade ettik ve isteklerini dinledik. Hemfikir olmadığımızı söyledik. Şimdi siz müsaade edin ders yapalım dedik. Sonra? Söz alabildikleri için teşekkür edip insan gibi çıksalar sınıftan kimse kovalamaz bunları koridorda. Ama niyet kötü. O kapı bilerek çarpılıyor. İş uzasın diye.

Çok bile yazdık bu iki kendini bilmez hakkında. Bitirelim. Bu ülkede benzer zor zamanlar tekrar olur mu? Olabilir. Böyle fırsatçı şovmenler gene ortalığa dökülür mü? Dökülebilir. Ne yapmak lazım? Dikkatli olmak lazım.

Recent Thesis Defence (09.10.2015)

Ali Karakuş is my PhD. student and he successfully defended his thesis last week. He was an assistant in our department and I served as his co-advisor, together with Prof. Aksel. Ali's work was about the use of Discontinuous Galerkin (DG) technique for the solution of multi-phase flows. He used high-order discretizations and adaptive h-type mesh refinement on triangular and tetrahedral elements to capture the motion of the liquid-gas interface accurately and efficiently. Interface tracking is done using the Level Set formulation. Ali used the OCCA Library, which allows writing a single code that can run on different architectures, such as CPUs, GPUs (graphics cards) and Intel's Xeon Phi. In case of GPU usage, he managed to show speed-ups of more than 100 times, compared to a single core of a CPU.

The image below, taken from Ali's thesis, shows the interface motion of the Rayleigh-Taylor instability problem. Also shown is the adaptively refined 2D grid, with smaller elements near the interface.



The following image shows an instance of the wildly sloshing free surface for the dam break problem with an obstacle.


Okulun İlk Günü - 2015 (09.10.2015)

2 hafta oldu bizim kızların okulu açılalı. Değişik bir açılış oldu. Bayram sebebi ile ertelendi açılış ve çocuklar ilk defa "Hadi artık sıkıldık evde oturmaktan, açılsın şu okul" dediler. Bizimkilerin okulunun enteresan bir uygulaması olarak gene sınıflar karıldı. Hangi şubeye düşeceğiz, sınıfta iyi arkadaşlarımız olacak mı telaşı yaşandı gene. Elif geçen seneki gibi C şubesine düştüğü için ve birkaç iyi arkadaşı ile beraber olacağı için mutluydu. Zeynep J şubesine ısınmakta zorlandı ve hiç tanıdığım yok diye biraz gözleri nemlendi. Alıştılar tabii hemen. Güzel bir sene geçirirler inşallah.



Salonun masası her sene olduğu gibi bu sene de defter, kitap kaplama işine rezerve edildi bir süreliğine. Kaplama işin bahanesi, asıl maksat vakti zamanında özene bözene bizimkileri kaplayan babamı hatırlamaktı. Bu sene işimiz daha zahmetsizdi çünkü neredeyse hiç defter kaplamadık, sadece kitap. Geçen seneki defterler bitmemiş, onlara devam etme kararı aldık. Okul alışverişi sırasında yurt dışından gelen yabancı dil kitaplarına giden paralara içimiz cız etti. Neredeyse tüm para o kitaplara gidiyor. Yok mudur memlekette eşdeğer kalitede kitap yazıp, aynı albenide basıp satacak birileri acaba? Milli Eğitim Bakanlığı'nın her öğrenciye ücretsiz dağıttığı kitapları inceledim. En azından görsellik olarak hoşuma gittiler genelde. Çok emek harcandığı belli. İngilizce dersinin kitapları da bence hiç fena değildi, ama eşimle hemfikir olamadık o konuda.



Elif 8. sınıfa başladığı için ufaktan bir TEOG sınavı telaşı yaşanıyor evde. Ne menem bir sınavdır, ne kadar önemlidir, sınav sonucu ne olursa olsun aynı okulda liseye devam edilecekse bir kıymeti var mıdır, iyi puan alınırsa burslu okumak mümkünmüş, doğru mudur, vb. sorular. Bizimkilerin okulu başından beri aynı şeyi söylüyor, "Biz sınava hazırlayan okullardan değiliz". Hakkaten de öyleler. Test sorusu çözdürmek gibi bir dertleri yok. Derslerin sınavları, ev ödevleri ona yönelik değil. Biz de tamam dedik bu duruma, ama hadi hayırlısı bakalım. Evde kendi kendimize hazırlık yapıyoruz TEOG'a. Eskiden sorulmuş soruları inceledik, test kitapları aldık, çözüyoruz.

Can Sıkıntısı (11.09.2015)

Bir yıl önce kapının önünde bulup eve aldığımız Susam büyüdü kocaman oldu. Nazar değmesin tam bir kedi güzeli, hayatımda gördüğüm en tüylü kedi. Kuyruğu tilki kuyruğu gibi. Tasmayla dışarıda geziyor bu güzel günlerde. Görenler şaşırıyor tasmalı kedi mi olur diye. Lojmanlarda pek çok kedi besleyen olmasına rağmen ben de tasmayla dolaşan başka bir kedi görmedim hiç. Ya hiç evden çıkmıyorlar ya da kendi kendilerine gezip geliyorlar. Ama biz başıboş köpeklerden ve kedilerden korkup cesaret edemedik, tasma ile gezmeye alıştırdık. Zor oluyor her gün buna mesai harcamak, ama böyle şimdilik düzenimiz.



Geçenlerde yaz tatili diye ailece şehir dışına gidince 1 haftalığına komşuya emanet ettik Susam'ı. Anahtarımızı bıraktık, yemine, suyuna, kumuna baktı sağolsun. İnsanın aklı kalıyor tabii. Evde biri varsa mutlaka onun yanında olmak istiyor, nereye gidersen git peşinden geliyor. Kimse olmayınca canı çok sıkılıyor olsa gerek. Zaten sıkıntıdan hiç yapmadığı şeyler yapıyor, hiç karıştırmadığı şeyleri karıştırıyor. Bu sefer de bodrum kattaki depodan bir terlik bulmuş ve sıkıntıdan kemire kemire bu hale getirmiş. İnsanlar sıkıntıdan kurşun kalem kemirir, tırnak yer, bu da terlik bulmuş işte. Ne savaşlar verdi, evin nerelerini dolaştı o terlikle Allah bilir.



Ben masa başında çalışırken sıkıntıdan sürekli kağıtlara bir şeyler karalar dururum. Müsvedde kağıtlara, üzerlerinde hiç yer kalmayacak şekilde aklıma o anda ne gelirse, genellikle o gün olup bitenlerle ilgili veya yaptığım işle ilgili yazarım, çizerim. Büyük kızım geçenlerde ofise geldiğinde bir tane öyle karalama sayfası gördü, çok beğendi, hediye ettim, aldı götürdü.

Dün bölüm kurulu toplantısı vardı. 2.5 saat sürdü ve her konuşulanı ilginç bulup can kulağı ile dinlemek mümkün olmadığından zaman zaman sıkılmamak elde değildi. Ama geçmiş tecrübelere dayanarak tedarikli idim. 2.5 saat sonunda dolan bir boş sayfa ve iki kurşun kalem hafifletti biraz olsun sıkıntımı.



İlk ders vermeye başladığımda dersi dinlemeyip başka şeylerle uğraşan öğrencilere çok kızardım. Hatta birkaç sefer sınıftan attığım bile olmuştu. Ama yıllar geçtikçe yumuşuyor insan. Şimdi en ön sıraya oturup gözümün içine soka soka cep telefonuyla oynamıyorlarsa pek ses etmiyorum.

Grad. House, 6500 S. Main (20.08.2015)

Geçen gün evde ne yapsam diye dolanırken eşimin yatağın başucuna dizdiği kitaplar takıldı gözüme. Okuyacağımdan değil de, maksat vakit geçsin. Her zaman çok ilgimi çekmiş olan Sherlock Holmes kitaplarından bir tane buldum. Kapağını açınca ilk sayfaya yapıştırılmış küçük bir post-it. Hayatımın birkaç ayını geçirmiştim bu adreste. Post-it'teki eşimin el yazısı. Daha eşim değilken, 17 sene önce yazmış. Yıl 1998. Aramızda 10000 km ve bir Atlas Okyanusu varken.



1992 yılında girdiğim ODTÜ Makina Müh. Bölümü'nden 1996 yılında mezun oldum. Master için Amerika'da birkaç yere başvurdum, ama kabul alamadım. Bitirdiğim bölümde master yaptıktan sonra doktora için tekrar başvurular yaptım. CFD çalışmak istiyordum. Minnesota Üniversitesi'nde bu işlerde tanınmış bir Türk Hoca vardı, yakın geçmişte bir arkadaşım onun yanına çalışmaya gitmişti. O hoca ile yazıştım, kabul etti beni. Minnesota'nın kara kışı için palto, polar, eldiven, bot hazırlıkları yaparken hocadan bir eposta geldi; "Houston/Texas'ta Rice Üniversitesi'nden bölüm başkanlığı teklifi aldım ve kabul ettim. Sen hemen oraya da başvur. Ben konuşacağım ve seni kabul edecekler". Söz dinledim ve başvurdum, kabul edildim.



Texas'ın yüzölçümü hemen hemen Türkiye kadar. Houston da Texas'ın en büyük, Amerika'nın da en kalabalık 4. şehri. Rice Üniversitesi ise Houston şehir merkezinde küçük, şirin bir özel üniversite. Sevmiştim ben esasında Rice'ı. Şehrin içine sıkışmış olsa da kampüsü, mimarisi çok güzeldi. Ama ilşkimiz uzun ömürlü olmadı.



Minnesota yerine Texas'a gideceğimi öğrenince bavulda bayağı bir yer açıldı. Kışlıkların yerini yazlıklar aldı. Eşimle söz kestik, sağ ellerimize yüzük taktık ve bana tek kişilik, tek yön uçak bileti bakmaya başladık. Önce ben gidecektim, yıl sonunda evlenince o da benimle gelecekti.

Hayatımda ilk kez uçağa binip Ankara'dan İstanbul'a uçtum. Havaalanında beni uğurlayanlar ve arkamdan üzülenler çoktu. Rahmetli babamı hatırlıyorum havaalanının gri metal koltuklarında otururken. O zaman Ankara havaalanı çok dandik, küçücük bir şeydi, şimdiki terminal binaları yoktu. Körüklerden geçerek gidilmiyordu uçaklara. Beni terminal kapısından alıp uçağa götüren otobüsten inişim ve karşımdaki uçağı yakından görüşüm gözümün önünde. İstanbul'dan yanlış hatırlamıyorsam Swiss Air ile devam ettim bir Avrupa kentine. Hayatımda en güzel ikramların yapıldığı uçak yolculuğum diye kalmış aklımda. Durup durup çikolata ikram ediyorlardı.



Houston'a gündüz vakti indim. Klasik hikaye vardır ya, adam çok sıcak bir memlekete gitmiş, otobüsten inmiş, bavulunu alırken yanında beklediği otobüsün bunaltıcı sıcaklığı otobüs hareket edince de devam etmiş, meğer sıcaklık otobüsten gelmiyormuş, hava çoook sıcakmış. İşte bunu aynen yaşadım ben Houston'a vardığım ilk gün havaalanında. Çok sıcaktı. Daha önceden yazıştığım Türk Öğrenci Derneği'nden bir öğrenci karşıladı beni havaalanında. Ne güzel olurdu adını hatırlasaydım (Oğuzhan?), ama yok öyle bir isim hafızası bende. Bir tarafında yan aynası olmayan, 5. el bir öğrenci arabası ile, çok hızlı trafiğin aktığı geniş yollardan Graduate House'a getirdi beni.



Graduate House master ve doktora yapan öğrencilerin kaldığı yurt binası. Üçgen şeklindeki Rice kampüsünün tam alt köşesinde idi. 1983 senesine kadar Tidelands Motor Inn isimli havalı bir otelmiş. Üniversite yatırım amaçlı olarak burayı almış, çünkü koca şehrin merkezinde, Texas Medical Center denilen dev hastanelerin, kanser araştırma merkezlerinin yanıbaşında bir yer. Sonra lisansüstü eğitim yapan öğrenciler için bir yurda dönüştürmüş. Ben bu dönüşümü bu yazıyı yazmak için bugün interneti karıştırırken öğrendim. O vakitler "Burası ne biçim bir yurt?" der dururdum kendi kendime.



Grad. House tek kelime ile kötü bir yerdi. Ben orada 1998 yılının son birkaç ayında kaldım. Zaten 2000 senesinde yıkıldı, şu anda yerinde BioScience Research Colloborative (BRC) diye yeni bir bina var. Şimdi internetten araştırınca öğreniyorum ki 1997 yılında üniversite zaten lisansüstü öğrenciler için başka bir kalacak yer aramaya başlamış ve dolayısı ile Grad. House'a bakmayı bırakmışlar. Yani biz son demini yaşamışız. Rice Thresher gazetesinin Ağustos 2000 sayısının şu haberinde yazana göre Grad. House yıkıldıktan sonra lisansüstü öğrencilerin kalması için yapılan Grad. Apartments'ta yoğunluk çok fazla imiş ve öğrenciler kalacak yer bulamıyormuş. Bu durum üzerine bir yekili "Eski Grad. House'ın durumu iyi olmadığından çoğu öğrenci 6 ay ile 1 yıl arasında kendiliğinden çıkıp gidiyordu, sorun olmuyordu" demiş.



Ben kalırken eski, karanlık ve enternasyonel bir yerdi. Herhalde 100 küsür öğrenci kalıyordu, dünyanın dört bir yerinden gelmiş ve kalacak daha iyi bir yer bulana kadar idare eden tipler. Koridorları hep haşlanmış brokoli kokardı, geçemezdiniz ortak kullanılan mutfakların yanından. Ben bir kere bile girmedim o mutfakların içine. Ne yediğimi hatırlamaya çalışıyorum, ama aklıma sadece parlak kırmızı kutusunda gevşemiş Chips Ahoy kurabiyeleri, ılık kola ve muz geliyor.



İki kişilikti odam. İskandinav bir oda arkadaşım vardı. Orada kaldığım 4-5 aylık sürede birkaç sefer gördüm kendisini. Başka bir yerde kalıyordu genelde. Bir yatağım, bir de çalışma masam vardı. Kampüs içinde dolaşan ve Grad. House'a da uğrayan ring minibüsleri ile gider gelirdim bölüme. Ömrümde gördüğüm en uzun tırnaklara ve en tuhaf saç stillerine sahip, kilolu zenci ablalar sürerdi minibüsleri. Son durakta durup bir sonraki seferi beklerken mutlaka açıp kitaplarını okurlardı direksiyon başında. Aynı minibüsler haftada bir gün Fiesta mağazasına giderdi. Houston'da bolca bulunan hispanik nüfusun rağbet ettiği ucuz, büyük bir market. Zaten başka bir alternatifini de bilmediğim için sadece oraya giderdim. Biz alışveriş yaparken otoparkta 1 saat kadar bizi bekler sonra geri getirirdi Grad. House'a. Abur cubur, meyve, içecek alırdım. İyi, hastalanmadan geçmiş o günler. Ama 6 senelik ODTÜ yurtları tecrübesi işe yaramıştır. O 6 yıl da konserve barbunya ve ılık kola ile geçmişti. Tek bir gün yurtta yemek pişirmediğim gibi, bir gün olsun yemekhaneye akşam yemeğine de gitmemiştim. Bugün bile evde ne zaman barbunya pişse, yanında kola içerim, başka hiçbir yemeğin yanında aramadığım halde.



Gurbet ellerde ilk iş bir Calling Card satın almak olmuştu. Yani uluslararası telefon görüşmesi yapmak için bir kart, daha doğrusu bir numara ve bir hesap. Herhangi bir telefondan o karttaki numarayı kullanarak Türkiye'yi arıyor ve kontörün bitene kadar oldukça ucuza konuşuyordun. Evi ve Aytülü'yü arardım. Onlar beni arayamıyorlardı büyük ihtimalle, arayacakları bir telefon yoktu. Hulusi isimli ODTÜ Makina'dan mezun bir arkadaş vardı Grad. House'da. İlk hafta içinde beni hemen kampüsün dibindeki Chase Bank'e götürmüştü. Bir hesap açtırıp checkbook ve kredi kartı almıştım. İlk kredi kartım ve ilk çek koçanım. Tuhaf yerdi Amerika. Günlük hayattaki hemen hemen her ödemenizi çek yazarak yapabiliyordunuz. Markette kasada birkaç dolarlık bir ödemeyi çek yazıp vermekten tutun da, elektrik faturanızı faturayla birlikte gelen, pulu üzerindeki zarfın içine yazdığınız çeki koyup postalayarak ödemeye kadar. Şirin şeylerdi çek koçanları. Her ne kadar orada sıradan bir iş olsa da havalı bir şeydi çek yazmak.



Şimdi hatırlıyorum da, Hulusi boğazına bir miktar düşkündü. Onun odasına gittiğimde enteresan yiyecekler görürdüm. Bir süre sonra Hulusi sıfır bir araba aldı kendine, Dodge Neon'du. Hemen hemen bütün öğrenci kısmı 2. el, 3. el arabalara bindikleri için Hulusi'nin sıfır arabası ilginçti. O arabayla Arap restoranlarına dürüm yemeğe giderdik arada. Bir tanesinin adı Droubi idi. Yemeklere koydukları değişik sosun tadı hatırımda hala. Hulusi'nin arabasında hep çıstak çıstak, keyifli zenci müzikleri çalardı. Bugün hala ne zaman radyoda çalan öyle bir şarkı duysam aklıma Hulusi ve yeni arabasının kokusu gelir. Hulusi ekonomi doktorası yapıyordu o zamanlar, şimdi Amerikan merkez bankasında çalışıyor diye biliyorum.



Hey gidi günler. Ne kadar çok şey var anlatacak, yazdıkça aklına geliyor insanın. Grad. House ne kadar kötü de olsa, Aytülü'yü beklemek ve onun da beklediğini bilmek güzeldi. Grad. House'un bir bilgisayar odası vardı, içinde eposta atmaya yarayan iki bilgisayar. Bazen sıra olurdu kapısında. Aytülü ile yazışmak için giderdim hemen her gün. Bugün hala durur o epostalar evde bir yerlerde eski disketlerde. Sun marka, Unix işletim sistemi çalıştıran iş istasyonları vardı. İlk birkaç sefer gittiğimde nasıl giriş yapacağımı, nasıl kullanacağımı bilememiş, sonradan alışmıştım.



Yapacak başka bir iş olmadığından bazen okulda gece geç vakitlere kadar çalışırdım. Bir seferinde vakit çok geçmiş, son ring servisi de gitmiş. Yürüyerek döneyim dedim, ama kampüsün hemen dışında otobüs durağında yatıp kalkan ve hiç tekin olmayan tipler görüp korkmuştum. Bunu arkadaşlara anlatınca "Zaten yürümemen gerek, eskortluk etmesi için polisi aramalıydın" dediler. Bir sonraki sefer polisi arayıp nerede olduğumu ve nereye gitmek istediğimi söyledim. Binanın kapısına bir polis arabası geldi, filmlerdekilerden, kocaman bir şey. İçinde bir polis oturuyor. Ben de yanına oturmak için ön kapıyı açmaya çalışınca bana kızgın kızgın bakıp arka koltuğu işaret etti. Oraya geçtim. Aramızda kalın bir cam, tek kelime etmeden, göz göze bile gelmeden beni Grad. House'a getirdi.

Okul, dersler, hocalar, danışmanım, bizim lab. ve lab. arkadaşları apayrı bir alemdi. Hediye, Sun Jin ve Yasua vardı labda. Daha hocamız yoktu ortalıkta, Minnesota'dan gelmesi birkaç ayı bulmuştu. Hocada para çoktu ve lab sıfırdan kuruluyordu. Günlerce yeni mobilyalar, bilgisayarlar geldi durdu. Kutularını açıp açıp kocaman labı döşedik keyfimize göre. Millet imrenerek bakıyordu pırıl pırıl laba. Güzel bir kampüsü vardı Rice'ın. Aşağıdaki heykel Makina Müh. binasının önünde dururdu. Adı "180 derece" idi. Bunun bir de "45 derece" ve "90 derece" versiyonları vardı.



Hediye de ODTÜ Makina mezunuydu, Minnesota'da hoca ile bir süre çalıştıktan sonra Rice'a transfer olmuştu. Sun Jin çok farklı biriydi. Koreliydi, komikti, iyi bir arkadaştı. Adının doğru telaffuzunu söyletmeye çalışırdı bize. Ofiste beraber kaldığımız gecelerde bitmiş kola kutularını kapının yanındaki çöp tenekesine atıp basket oynardık. Kapı ve duvar kola lekeleri ile dolmuştu, arada silerdik çok göze batmasın diye. Yasua Japon'du. Post-doc öğrencisiydi. Ciddi bir tipti, sürekli bilgisayarının başında oturur, çıkan aksilikler sonrası kendi kendine konuşur dururdu. Bize bir şeyler öğretmeye çalışır, habire sigara içerdi. Danışmanım CFD konusunda oldukça tanınmış biri idi. Ama birbirimizle pek anlaşamadık, zaten 1 yıl bile bitmeden ayrıldım Rice'tan. Ben ayrılırken Hediye ve Sun Jin de Rice'ı bırakıp başka okullara gittiler. Hediye'nin evindeki tüm eşyayı küçücük bir U-Haul treylerine sığdırıp, arabasının arkasında çeke çeke tek başına götüreceği 1500 millik yolculuğa uğurlayışımızı hatırlıyorum.

Prof. Akin vardı. Kovboy şapkası takar, küçücük üstü açık bir spor arabaya binerdi. Sonlu eleman dersi almıştım ondan. İlkokul öğrencileri gibi ufak, çizgili sınav defterleri ile giredik sınavlarına, çok garibime giderdi. Prof. Meade'den akışkan dersi almıştım, ama sınıfta sadece 2 öğrenci olduğundan dersler hocanın odasında olurdu, stresliydi. Herkesin çok sevdiği Prof. Beyazıtoğlu vardı, uzun ismini söyleyemeyenler kısaca Dr B. derdi. Şimdi baktım da web sayfasına bütün hocalar hala Rice'dalar.

Her ne kadar lab. stresli ve can sıkıcı da olsa güzel günlerdi. 4-5 aylık bekar hayatından sonra Aytülü ile evlendik ve beraber döndük Amerika'ya. Grad. House'tan ayrıldım ve bir daire kiraladık. O MBA başvuruları yapıp, Amerika'yı öğrenirken ben bir süre daha okudum Rice'da. Sonrasında okulda işler yürümeyince College Station'a Texas A&M Üniversitesi'ne gittik. Ben doktoramı yaptım, Aytülü de MBA derecesini aldı. Bir ara Aytülü ile beraber Houston'a gidip o sokaklarda tekrar yürümek ne kadar güzel olur. Yapmak lazım.

Recent Thesis Defence (25.06.2015)

Erdem Dikbaş was my masters student and he defended his thesis couple of weeks ago. He is working at TÜBİTAK SAGE and his thesis was about developing a design procedure for grid fin type aerodynamic surfaces for the control of missiles. Grid fins are rarely used alternatives to standard planar fins. They are preferred for their capability of folding, allowing superior packaging and lower hinge moment requirements.

In the literature, grid fin studies are especially lacking in the transonic regime. Erdem came up with the novel "Unit Grid Fin" concept, where he considers only a single cell of the several repeating cells of a grid fin and performs a series of quick CFD simulations with different key geometric parameters to select the optimum one that minimizes the drag force. Results showed that, compared to a missile with classical planar fins, the one with grid fins can be designed with lower overall drag force and lower hinge moment requirements.

Üniversite Sıralamaları (11.06.2015)

Her yıl pek çok üniversite sıralaması yapılıyor yurt içinde ve yurt dışında. En makbul kabul edilenlerinden biri de Times Higher Education (THE) tarafından yapılan sıralama. THE'nin en son açıkladığı 2015 Asya Üniversiteleri sıralamasında ilk 50'de Türkiye'den 6 üniversite var.

12. ODTÜ
14. Boğaziçi
19. İTÜ
21. Sabancı
30. Bilkent
47. Koç

ODTÜ geçen sene 29. sırada iken, bu sene 17 basamak atlayarak Türkiye liderliğine yükselmiş. İTÜ ve Boğaziçi de listededeki yerlerini geçen seneye göre yükseltmiş. Sıralamada kriter olarak eğitim olanakları, akademisyen başına düşen öğrenci sayısı, araştırma, makalelere yapılan atıflar, endüstri geliri ve uluslararası çeşitlilik gibi ölçütler kullanılmış. Liste uzakdoğu ülkeleri tarafından doldurulmuş durumda. İlk 3'de Japonya, Singapur ve Hong Kong'tan üniversiteler var. İlk 100'de 21 Çin, 19 Japon üniversitesi var.

İsrail en iyi 22. sıradan girebilmiş listeye. Hindistan'ın en iyisi ise 37. sırada. İsrail'deki durumu bilmiyorum, ama Hindistan şaşırtıcı, daha iyi olmasını beklerdim. En azından çok iyi lisans seviyesinde mühendislik eğitimi verdiklerini biliyorum. Demek ki diğer kriterlerden iyi not alamamışlar. İran ve Suudi Arabistan listeye en iyi 43. ve 71. sıra ile dahil olmuşlar. Listede Rusya'dan üniversite yok.

THE'nin geçen sene açıkladığı 2014-2015 Dünya Üniversiteleri sıralamasında ilk 100'de Türkiye'den sadece ODTÜ var (85. sırada). 2015 Dünya'nın En Prestijli Üniversiteleri sıralamasında ise ilk 100'de Türkiye'den hiç kimse yok. Geçen seneki sıralamada ilk 100'de sadece ODTÜ vardı.

Türkiye'de TÜBİTAK'ın yaptığı Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi sıralaması var. En son açıklanan 2014 listesinde ilk sırada ODTÜ var. Bu sıralama için bilimsel ve teknolojik araştırma yetkinliği, fikri mülkiyet havuzu, işbirliği ve etkileşim, girişimcilik ve yenilikçilik kültürü, ekonomik katkı ve ticarileşme boyutları gibi kriterler ön planda.

Görünen o ki en son açıklanan listelerin hiçbirinde Türkiye'den ODTÜ'yü geçebilen bir üniversite yok. Kolay iş değil. Büyük bir tebriği hak ediyor.

Kırmızı Samara (29.05.2015)

Geçenlerde bir haber ilişti gözüme. Rus araba üreticisi AvtoVAZ bu sene yeni Lada Vesta modellerini satışa sunacakmış. Çok ucuz olacağı için yok satacağı ve yılın arabası olacağı iddia ediliyor. Forumlarda pek çok insan "Gelsin, hemen alacağım" yazmış.

"Bizim araba" diyebileceğim ilk araba bir Lada idi. Kırmızı bir Lada Samara. 1990'da ben liseye gidiyordum herhalde alındığında. Eskişehir'deki lojmanlara ilk gittiğimizde pek fazla araba yoktu ortalarda. Fabrika müdürünün makam arabası Ford Taunus vardı. Bizim ev onlarınkine yakın olduğu için önünden gelip geçerken incelerdik. Arabalardan anlamadığımız için köşeli, süslü harflerle yazılmış Taunus yazısını Trunus diye okurduk. Hatırlıyorum da bir yılbaşında, herhalde o zamanın tek özel kanalı olan, Star TV çekilişle araba vermeyi vaat ediyordu. Toyota Camry idi galiba. Günlerce o arabanın ne kadar müthiş özellikleri olduğunun reklamlarını izledik durduk. Yılbaşından sonra 3-4 ev ötemizdeki bir komşu Toyota aldı. Kırmızıydı diye hatırlıyorum, etrafta görüp görebileceğimiz en güzel araba oydu.

Babam bir gün yan komşu ile araba almaya karar verdiklerini söyledi. Birbirlerini ikna etmişler birer Lada Samara almaya. Tek sayfalık kuşe kağıda basılı bir broşürünü getirdi eve. Günlerce, haftalarca baktım durdum o broşüre. Kırmızı, hatchback araba bana yarış arabası gibi gelirdi. Çok hoşuma gitmişti. Broşürde yok silindir hacmiydi, yok ön fren tipiydi diye teknik özellikleri yazıyordu. Sabahtan akşama okurdum hepsini, elimden düşürmezdim.



Broşürü var, ama arabanın kendisi yok ortada. Gelmiyor bir türlü. Kırmızı olanını sipariş vermiş babam, ama o da en çok satılanmış, beklemek gerekiyormuş. Lojmanlardan çıkıp ana yoldan şehir merkezine doğru 10 dakika kadar gidince bir Lada bayii vardı, bisiklete biner gider bakardım gelmiş mi kırmızı Samara diye. Epey bekledik. Önce komşununki geldi. Yan evin garajına park etti. Fazla sürmezdi arabasını. Onunki beyazdı ve bana hiç güzel gelmiyordu, kırmızısı müthişti.

Bir gün okuldan dönünce bir baktım bizim garajda duruyor kırmızı Samara. Kullanma klavuzu delisi birisi olarak hemen elime aldım klavuzunu ve başladım orasını burasını kurcalamaya. Hiç unutmuyorum, o gün bizim ikizlerle birlikte gece yarısına kadar inmemiştik arabanın içinden.

Babam o arabayı aldığında 50 yaşında vardı herhalde. Adamcağız o güne kadar araba sürmemiş, o yaştan sonra güç bela öğrenmeye çalıştı. Ehliyeti var, ama hiç pratiği yok. Hatırlıyorum da, gündüz vakti alıştırma yapmaya çekinirdi, gece epey geç saatte ikimiz beraber çıkar sürerdik lojmanın tenha yollarında. Büyük misafirhanenin önündeki parke taşlı yokuşta, ay ışığında romantik kavrama çalışmaları yapardık saatlerce.

Bir gece gene böyle babam direksiyonda ben yanında pratik yaparken bizim evin önünden geçtik, köşedeki fabrika müdürünün evinden döndük, ama döner dönmez ne oldu anlamadan araba dar asfalt yoldan çıktı ve sağ tarafımızdaki koruya, ağaçların arasına daldı. Birkaç ağacın arasından slalom yapıp tekrar asfalta çıktı, ama gene toparlayamadı, karşı taraftaki devasa beton saksıya çarptı ve yolun ortasında enlemesine durdu. Acayip korktuk, ne yapacağımız bilemedik. Getirdik arabayı garaja park ettik. Ön tekerlerden biri patlamış, tamamen inmişti. İki suçlu çocuk gibi kimseye bir şey söylemeden yattık. Ertesi sabah okul servisiyle önünden geçerken gece çarpıp devrdiğimiz saksı orada duruyordu, etrafa saçılmış topraklarıyla.

Annem hep çok korkardı babam araba sürerken. O korkunca biz de korkardık. Özellikle yokuşlarda yavaşlarsak araba geriye kaçacak diye ortalığı birbirine katardı, babamı da heyecanlandırırdı. Tayinimiz Samsun Çarşamba'ya çıkınca araba da geldi bizimle. Tatillerde bizi Karadeniz boyunda dolaştırdı 1-2 sene, memlekete getirip götürdü. O zamanların bozuk çift yönlü şehirlerarası yollarında ne zaman bir kamyon sollanacak olsa herkes bir gerilir, her kafadan bir ses çıkardı. Yok karşıdan gelen uzakta, yok yakında, yok viraj var, yol çizgisi kesikli değil. Çok büyük olaydı kamyon sollamak.

Babam o arabadan başka araba sürmedi. Abim tatillerde üniversiteden gelince lojman içinde ve etrafında sürerdi. Bir keresinde ikimiz beraber epeyce uzaklara gidip gelmiştik, ehliyeti de yoktu galiba. Bir bayram tatilinde dayımlar gelmişti Çarşamba'ya kendi arabaları ile. Ben de ilk defa bizimkini sürecek oldum. Lojman içinde bir tur at, bir şey olmaz dediler. Dolandım, ama tam dayımın arabasının yanına park edeceğim sırada ne olduysa yavaşlayamadım, fren yapamadım ve dayımın arabasına çarpmaya 10 santim kala güç bela durabildim. Ödü koptu milletin. Ondan sonra Amerika'da kendi arabımı sürene kadar bir daha araba sürmedim.

Babam vefat edince abim zaten sürekli sorun çıkarmaya başlamış olan arabayı çalıştığı yerde birine sattı. Sorardık görüyor musun diye, o da "Çok iyi bakıyor, süslemiş içini" diye anlatırdı, sevinirdik. Şu anda nerededir kim bilir, hala yürüyor mudur? Bugün hala görüyorum yolarda tek tük o Samara'lardan, babamı hatırlıyorum. Herhalde o hatchback Samara'yı çok sevdiğimden olsa gerek, bugüne kadar hiç sedan tipi araba sürmedim. Araba gibi gelmez onlar bana.

Bahar (10.03.2015)

Çok güzel bir bahar geliyor Ankara'ya. Geldi diyesim var da Mart'ın şanına yakışmıyor. Akşam ofisten lojmana yürüyerek dönüyordum. Çamların altından geçerken kozalakların pıtır pıtır açılma sesleri geliyor, hiç durmadan patlıyorlar. Hatırlamıyorum böylesini duyduğumu daha önce. Evdeki kedi de anladı baharın geldiğini. Duramıyor yerinde. Dışarıdan kedi, kuş sesleri geldikçe koşturup duruyor evde. Bir o camda bir bu. Açık bir cam varsa, sinekliğin ardından geleni geçeni seyrediyor, rüzgarın getirdiklerini kokluyor. Güneş vurursa, camın önünde kıvrılıp uyuyor. Hava almaya dışarı çıktığında ne yapacağını, nereyi koklayıp neyi kemireceğini bilemiyor. Aklı gidiyor.

Bu sabah da yürüyerek geldim ofise. Tatlı serin, pek hoş bir hava vardı. Zaten bizim kampüste sabah serinliğindeki temiz havaya ve akşamın kızıllığına doyum olmaz.

Bahçe (04.03.2015)

Geçen gün kardeşimle televizyonda Arda'nın Mutfağı'nı izliyorduk. Tavada waffle yaptı. İçini meyvelerle doldurdu. "Aman Allah'ım, ömrümde böyle güzel şey yemedim" ayarında övgüler eşliğinde, yüzüne gözüne bulaştıra bulaştıra waffle'ını afiyetle yerken biz de aramızda içine ne konsa güzel olur diye konuşuyorduk. "Çilek olmaz, çileğin nesli tükendi" dedim. En son ne zaman çilek tadında çilek yediğimi hatırlamıyorum. Domates, salatalık gibi çilek de artık ne idüğü belirsiz bir şey. Gözünüzü kapatıp yerseniz ne olduğunu anlamayabilirsiniz. Vardır tabii hala bir kıyıda köşede, ufak bahçesinde kendi çileğini yetiştirip tadına doyamayan. Biz de yapardık 25-30 sene önce.

Eskişehir Şeker Fabrikası lojmanlarına gitmemiştik epeydir. Gidelim... Bir bahçesi vardı ki oturduğumuz müstakil lojman evinin, tadına doyamazsın. Öyle gelirdi bize o zamanlar. Annemin evinde kardeşimin odasında eski bir resim var o bahçede çekilmiş. Ne zaman gitsem gözüm bir takılır, yaklaşıp detaylarına bakarım. Rahmetli babam ve ikiz kız kardeşlerim. Çimene oturmuş babam, ikizler de birer bacağında. Bizim için bir cennetti o bahçe. Bahar geldi mi kendimizi dışarı atar aylarca tüm zamanı orada geçirirdik. Orada oynar, orada yemek yer, orada ders çalışırdık.

Her şey yetişirdi o bahçede. Bazıları nazlı olurdu, sivri biberler gibi, ama olurdu. Domatesler boyum kadar büyürdü. Dalından koparır hemen orada yerdik. Bugün ne zaman biri "Buyur bahçemizden getirdik" diye bir domates getirse, daha ilk ısırıkta hemen aklım o bahçeye gider her seferinde.

Bazen fabrikanın park-bahçe görevlileri gelir bellerdi bahçeyi yeni seneye hazırlanırken. Bazen de biz yapardık, çok zor olurdu. Fideler alır gelirdi babam, dikerdik. Karıklar yapardık özene bözene. Neyi nereye ekelim, geçen seneki düzeni değiştirelim mi diye tartışırdık. Armudun gölgesinde ne yetişir, ne yetişmez diye kafa yorardık. Saatlerce, gece yarılarına kadar sulardık o bahçeyi. O zaman "global" bu kadar ısınmıyordu herhalde, su da bedavaydı. Suyla oynamaya bayılırdım, hep ben sulamak isterdim, başkasının yaptığını beğenmezdim. Bazen çok yavaş akardı su, bırakır bir karığa giderdim, unuturdum. Bir gelirdim ki karık dolmuş taşmış, ortalık batmış. Düzeltirdim, ufak barajlar, yeni su yolları yapardım, eğimleri ayarlardım. Ne akışkanlar mekaniği problemleri çözerdim ben o bahçeyi sularken. Danaburunlarıyla, köstebeklerle mücadele eder, hep kaybederdik. Köstebek yuvalarına hortumu sokar günlerce su verirdik, bana mısın demezdi, sonraki gün başka bir yerden çıkıverirdi.

O bahçede az salça kaynatmadık. Her yıl ne çümbüş olurdu. Ateş yakardık, bahçeden topladığımız onlarca kilo domatesi ayaklarımızla ezer (Annem "Güzelce yıkarsan elinden temizdir ayağın" derdi, biz de inanırdık :-)) kazanların içinde saatlerce kaynatırdık. Anneannem gelirdi turşular kurardık. Patlıcan turşusu yapardı anneannem, o olmadan olmazdı zaten. Çok zahmetliydi, içini rengarek bir harç ile doldurur patlıcanların, tek tek ipliklerle dikerdi açılmasınlar diye. Tadı müthişti. Sonra bir daha hiçbir yerde görmedim o turşuyu. Kümesi vardı bahçenin, kocaman. Çatısına çıkar vişne, ahlat toplardık. Tavuk beslerdik, korka korka yumurtalarını toplardık. Bir keresinde kümesin dışında bir kuytuda, dalların atlında bir sürü yumurtayı bir seferde bulmuş, pek şaşırmış, sevinmiştik. Bir keresinde de bahçeden parçalanmış tavukları topladık, gece köpekler dalmış kümese.

Eve hep bahçe kapısından girer çıkar, bir misafir gelip ana kapıyı çaldığında şaşırırdık. Çok sıcak yaz günlerinde yemek yerken ayaklarımızı soğuk su kovalarına daldırır, yetmezse kendimize hortumla fıskiye yapar altına girerdik. Üniversite sınavına hazırlandığımız yazlarda Sezen Aksu şarkıları eşliğinde test kitaplarını o bahçede bitirdik. 5 şıklı test sorularını akla getirdiği için hala Sezen dinlerken içimiz bir kötü olur. İlk arabamızı o bahçedeki garajda yıkadık santim santim. O bahçenin çitlerinden atlayıp dalardık fabrikanın meyve bahçelerine. Ağzımız, dilimiz boyanana kadar yerdik tatsız tutsuz elmaları. O bahçede kuruturduk vişneleri, kayısıları. Mangal yapardık, sonrasında mutlaka bahçeden toplanmış mısırları közlerdik. Arkadaşlarla gece yarılarına kadar Gizli Hedef, tavla, kağıt oynardık sivrisineklerin gölgesinde. Abimle ikizleri sallardık bahçedeki salıncakta, akşamın serinliğinde, babamın mırıldandığı şarkıların eşliğinde. Kışın kardan adam yapardık. Ne yaparsan yap bitmezdi o bahçenin keyfi. Hey gidi günler...

Recent Thesis Defence (29.01.2015)

My masters student Mahmut M. Göçmen defended his thesis a month ago. The work was about parallelization of a finite element based incompressible flow solver on graphics processors (GPUs). GPU computing is quite a hot topic for the last 8 years. I started working on this subject 6 years ago. In his thesis Mahmut used NVIDIA's CUDA Programming Toolkit. Developed solver made use of the well known fractional step technique, which decomposes the solution of unsteady Navier-Stokes equations into substeps. He investigated all time consuming critical parts of the code in detail and parallelized them both on CPU and GPU. CPU paralleization is mostly done using Intel's MKL library. For the GPU part he used CUBLAS and CUSPARSE libraries that come with CUDA and the freely available third party CUSP library.


Mahmut solved several benchmark problems to test the performance of the solver. A single workstation with 2 Intel Xeon E5-2670 CPUs and an NVIDIA Tesla C2075 GPU is used for the tests. Important findings of the work can be summarized as follows

- For 3D problems up to 275,000 pressure nodes and 2.1 million velocity nodes (more than 6.7 million total unknowns) CPU version of the code provided maximum performance only with 8 threads, although more was available on the machine. Intel's own MKL library could not provide a higher speed up on Intel CPUs for standard matrix and vector operations.

- For the finest mesh tried, using the GPU compared to using 8 threads on the CPU, resulted in a speed up of 1.9 times. As also seen in an earlier similar study by Göddeke et al., achieving tens of times speed ups (reported in literature for compressible flow solvers, Lattice-Boltzmann simulations, Smoothed Particle Hydrodynamics simulations, etc.) is not seem to be possible for incompressible flows.

- Using single precision instead of double precision resulted in a speed up of 2 times both on the CPU and the GPU, without any loss of accuracy.

The codes being developed for this work can be reached at cfd-with-cuda Google Code repository. We are planning to continue this work by making use of multiple GPUs and modify the solver to be completely matrix-free.

İşin İç Yüzü (06.01.2015)

Ön Not: Bu yazı herkesin okumaktan hoşlanmayacağı içerik barındırmaktadır.

TBMM Terör Alt Komisyonunun 2 sene önceki raporuna göre son 30 yılda teröre 8,000 şehit verilmiş, 28,000 sivil de yaşamını yitirmiş. Bu rakamlar dile kolay. 36,000'e kadar bir sayın bakalım. 30 yıl boyunca her gün 3 ölüm. 36,000 kişi düşünün, 36,000 farklı kişi ve bunların hepsini öldürün birer birer. Yatağında eceliyle can vermesin bunlar. Çaresiz bir hastalığa tutulmasın ya da hatalı sollama yapmasın. Hepsini birbirinden iğrenç şekillerde öldürün.

Aynı raporda şöyle de bir ifade var; "Terör olaylarının kamuoyuna duyuruluşundaki iletişim problemleri düzeltilmelidir. Halkın haber alma özgürlüğü ile terör örgütünün eylem yaparak toplumda dehşet ve korku yaratma amacına dikkat etme arasında nerede durulacağı, haberlerin nasıl bir üslup ve görüntüleme ile verileceği hususları önemli bir hassasiyet alanıdır".

Herhalde bu uyarıya göre hareket edilmesinden olsa gerek, bir günde 10'larca şehidin verildiği PKK terörünün o en azgın günlerinde haber bültenlerinde şunları dinlemek sıradan bir hal almıştı ne yazık ki: ".......'nin ....... ilçesine bağlı ........ köyündeki Jandarma Sınır Karakolu'na dün öğle saatlerinde bir grup terörist tarafından roketli ve uzun namlulu silahlarla ateş açılması üzerine çıkan çatışmada ... asker şehit oldu. ... kadar askerin konuşlu bulunduğu karakolda çıkan çatışmanın yaklaşık ... saat kadar sürdüğü belirtildi. Çoğunluğu, teröristlerin ilk ateşinden olmak üzere ...'i astsubay, ...'sı uzman çavuş olmak üzere ... asker şehit oldu. ... uzman çavuştan ise hala haber alınamadığı bildirildi. Çatışmada ... teröristin etkisiz hale getirildiği kaydedildi. Bölgeye havadan ve karadan yapılan takviye destekten sonra saldırıyı gerçekleştiren teröristlerin ... topraklarına doğru kaçtığı belirtildi. Kaçan teröristlerin yakalanması için hava destekli operasyonların devam ettiği öğrenildi".

Ardı arkası kesilmeyen benzer haberleri o kadar kanıksamıştık ki, ateş eğer bizim oraya düşmediyse bir kulağımızdan girip diğerinden çıkıyordu bu laflar. Dün salondaki masanın üstünde "Bizden Size Selam Olsun - Şehit Mektupları" isimli bir kitap buldum. Karıştırırken son birkaç sayfasında gözüme çarpanlar olup bitenle ilgili aşağıdaki detayları veriyor. Böyle verilseydi haberler ne değişdirdi acaba? Terör örgütü halka korku salıp amacına mı ulaşırdı? Bunları da duya duya, duymazdan mı gelmeye başlardık bir süre sonra? Ya da belki olması gerektiği gibi dayanamaz isyan mı ederdik? Yok canım, en fazla sıkılıp kanal değiştirirdik.

"Doktor bilirkişiye usulen yemini yaptırıldı. Birlikte cesedin dış muayenesine geçildi. İçerisinde bulunduğu sarı renkli fermuarlı plastik torbanın üzerinde ........ yazan ceset uygun yere alınıp üzerindeki giysileri hazırda bulunan askerler vasıtasıyla çıkarıldı. Cesedin yaklaşık olarak 1.75 boylarında, 80 kg ağırlığında, 20 yaşlarında, siyah kısa saçlı, sünnetli bir erkeğe ait olduğu görüldü. Cesette ölü morluğunun oluştuğu, ölü katılığının çözüldüğü görüldü. Cesedin kafasının sağ tarafının geniş olarak parçalandığı ve buradan beyin dokusunun aktığı, sol göz kapağında hemeton ve ekimoz olduğu, sol yanakta 1x1 cm boyutunda parçalı, kenarları yanmış yara, sol kulağın kökünden koptuğu görüldü. Ense kökünün yaklaşık 5 cm aşağısında 2 adet, sağ kürek üzerinde 1 adet kurşun giriş delikleri olduğu, sol göğüste memenin 5 cm üzerinde 1x2 cm boyutunda dokuyu parçalayan, giriş yüzeyini yaran ve sol kolun alt iç kısmında çok miktarda yüzeysel, kenarları yanık yaralar olduğu görüldü. Sol kolun önkol kemiğinde 9 adet kurşun giriş deliği, bu kurşunların çıktığı sol kol dış yüzeyinde 7x3 cm boyutunda, kemik ve dokuların dışarı çıktığı yara olduğu görüldü. Karın bölgesinin sol tarafında 15x12 cm boyutlarında açılan boşluktan bağırsakların dışarı çıktığı ve bölgenin hemen üstünde kurşun giriş deliği görüldü. Sol kalçanın üst kısmından giren kurşunun alt kısmından çıktığı, sol bacak diz eklemine yakın bölgede, dizin üstünde arka taraftan giren kurşunun ön taraftan çıktığı ve bölgedeki kemiği parçaladığı görüldü. Sol ayak dizin altında ve bağlı kısmında kurşun giriş delikleri, sol diz dış bölgesinde 25x10 cm boyutunda yer yer yanık belirtileri bulunan deri sıyrığı olduğu görüldü. Doktor bilirkişiye yemini hatırlatılarak kesin ölüm sebebi soruldu. 'Yapılan dış muayene sonucunda kesin ölüm sebebi, kafa kemiklerinin kırılması ile beyin dokusunun kısmen dışarıya akması ve yukarıda belirtilen kurşun yaralarına bağlı iç kanamadır. Kesin ölüm sebebi dış muayene ile saptandığından ceset üzerinde sistematik otopsi yapmaya gerek yoktur' dedi".

Bu hiçbir şekilde savunulamaz, arkasında durulamaz. Bunları yapanlara, yaptıranlara, destek olanlara, göz yumanlara, bu işe sevinenlere, bir sonrakini isteyip planlayanlara ne söylenir ki? Bir düşünün, 15-20 sene önce bir bebek doğuyor, melek gibi, hiçbir şeyden haberi yok. Kimseyi tanımıyor, hiçbir yeri bilmiyor. Alıyorsun bu insanı ve yukarıdakini yapan birine dönüştürüyorsun. Allah ıslah etsin.