El İşi (29.12.2019)

Şömedötabl nedir bilir misiniz? Şömentabla da derler. Fransızca ismi ile chemin de table. Erkekseniz bunu bilme şansınız neredeyse yoktur. Yemek masalarının üstüne konan uzun, dar, süslü örtü. Annemden duymuştum bu kelimeyi ilk defa. 25 yıl kadar önce. Üniversitede okurken yaz tatilinde memlekete gittiğimde beraber bir şömendötabl boyamıştık.

Annem ev hanımı. İlkokuldan sonra okutmamış dedem, evde otursun demiş. Erkek kardeşlerini okutmuşlar, ama ona izin vermemişler. Çalışkan, başarılı bir öğrenciymiş aslında ilkokulda. Okusaymış ne olurmuş acaba? Okula gitmeyince kız-sanat kurslarına gitmiş o da. Ona izin vermişler. Dikiş, nakış öğrenmiş. Çok beceriklidir o işlerde. Biz çocukken kıyafetlerini hep kendi dikerdi. Pantolonlar, etekler, ceketler, takım elbiseler, pardesüler, her şey. Bize de çocukken kıyafet dikerdi, özellikle de kız kardeşlerimin elbiselerini.

Bir ara eve ek gelir olsun diye arkadaşlarına da elbiseler dikmişti. Eve provaya teyzeler gelir, biz ortadan kaybolurduk. Ortalıkta sürekli Burda dergileri olurdu. Bilir misiniz Burda dergisini? Hala çıkıyormuş yeni sayıları. Hafızam zayıftır, ama annemi onlarla çalışırken çok net hatırlıyorum. Üstünde pek yemek yenmeyen salondaki büyük yemek masasının üstüne serilmiş kumaşlar, Burda'lardan çıkan inanılmaz karışık paftalar, bir mezura, bir makas, toplu iğneler, kalıp çıkarmak için türlü türlü ufak sabun parçaları. Banyoda, mutfakta sabunlar kullanılıp küçülünce atılmazlar, iyice kuruyup sertleştiklerinde annemin dikiş kutusunda birikirlerdi. Paftalardaki modelller önce milaj kağıtlarına çizilir, o kağıtlar kesilip kumaşların üstüne serilir, kenarlarından sabunla geçilerek modeller kumaşlara aktarılırdı. Kumaşlar kesildikten sonrası beni aşardı. Onların bir kıyafete dönüşmesi bir sihir gibi. Annemi çalışırken izlemeyi severdim. Bazen benim de yardım etmeme izin verirdi.



Ben üniversiteye başlarken annem kumaş boyamaya merak saldı. Arkadaşlarıyla kursuna gitti, öğrendi. Tatillerde eve gittiğimde bakardım neler yapıyor diye. Ben de heves ettim. Zaten öyle ince el işleri oldum olası kafa dağıtmak için çok hoşuma gider. Annemle beraber örtüler, tablolar boyadık birkaç yaz. Şömendötabl bile boyadık. Bazıları annemin evinde durur hala. Annem kumaş boyamayı sevmişti, ama o macera uzun süremedi. Astım olunca boyalardan uzak durmak zorunda kaldı.



Amerika'da doktora yaparken evimizin tam karşısında bir alışveriş merkezi vardı. Arada gider dolanırdık. Ben hobi mağazasında gezmeyi severdim. Amerikalılar da meraklı el işlerine, hatta bazıları bizden daha meraklı. Gezerken kanaviçe kitleri gördüm bir gün. Bilir misiniz kanaviçeyi? Duymuşsunuzdur, ama erkekseniz hangisiydi o tam olarak deme şansınız oldukça fazla. Üzerinde iğneyi doğru yere batırabilmek için delikler olan kare kare bir desenle dokunmuş kumaşa renkli ipliklerle resim yapmak. Bir resmi piksel piksel boyamak gibi. Bir kitin içinden çıkanlar; kumaş, iğne, sayılarla kodlanmış renk renk iplikler ve kumaşın neresenin hangi iplikle işleneceğini, daha önce hiç görmemiş olmanız çok muhtemel tuhaf karakterlerle gösteren bir şablon. Kumaşı gergin tutabilmek ve kolay çalışabilmek için bir de ekstra kasnak alırsanız iyi olur.



Benim aldığım kitin üstünde bir çöl resmi vardı. Arkada sıra sıra dağlar, ön tarafta kaktüsler. Texas'tayız malum. Böyle yazınca bir tuhaf oldu, ama hoş bir manzara aslında. Hayatımda ilk defa kanaviçe yaptım. Yüzlerce, belki de binlerce pikseli tek tek işlemek haftalar sürmüştür, ama amaç da o zaten, kafa dağıtmak. Gündüzleri makine doktorası, akşamları kanaviçe. Hoşuma gitmişti, iki kit daha almıştım sonra.

2 ay kadar önce kız kardeşlerimden biri ameliyat oldu ve uzun süreli bir rapor alıp evde dinlenmeye çekildi. Evdeyken canı sıkılmasın diye ona tabletten seveceği oyunlar bulmaya çalışırken karşıma bir kanaviçe uygulaması çıktı. İndirdim, sevdi. Ben de kendi tabletime indirdim. Baktım kendi istediğimiz resimleri de uygulamaya yükleyebiliyoruz, bir akış resmi buldum internetten. 131x76 = 9956 piksele ve 32 renge böldüm. Gerçekte olsa gene haftalar sürerdi yapması, ama tablette olunca 1 saat 2 dakikada bitti. Biliyorum deli işi diyorsunuz. Kardeşimi ziyarete gelen abim de öyle dedi. Ama bana iyi geliyor. Bitince ortaya aşağıdaki çıktı. Desen üstünde çalışırken her renk bittiğinde aldığım ekran görüntülerinden oluşuyor bu animasyon. Daha çok piksele bölünseydi resim daha güzel görünürdü elbet. Bir akış simülasyonu yapmak gibi. Daha sık bir ağ kullanırsanız daha doğru sonuç çıkar.



Bu da böyle bir üniversite hocası işte. Aslında bence bir akış resminin kanaviçesini yapmak, o akışın bilgisayarda simülasyonunu yapmaya benziyor. Hatta simülasyonu yapan kodu yazmaya daha da benziyor. Ben ikisini de aynı sebepten seviyorum. İkisi de çok prosedürel. İkisinde de sonuca ulaşmak için yapılması gerekenler var. Prosedürü takip edersen ortaya ne çıkacağı belli. Bilgisayar kodları siz ne derseniz onu yaparlar, harfiyen. Bu basitliği, tahmin ve kontrol edilebilirliği seviyorum ben. Doğru kodlarsan doğru sonuç alırsın. Doğru kareye doğru ipliği işlersen ortaya doğru resim çıkar. Ama akış simülasyonlarında bazen kodda bir hata olmasa da sonuç doğru olmayabiliyor. Büyük ihtimalle bir modelleme hatası var. Kanaviçede de aynı. Bazen tüm iplikleri doğru yere işleseniz ve hiç hata yapmasanız da ortaya çıkan kaktüs gerçek bir kaktüse benzemez. Çünkü kanaviçeyi şablona döken kişi kaktüsü doğru modellememiştir. Hemen hızlı çözüm alayım diye akışı çok seyrek bir ağla çözerseniz sonuç güzel olmaz. Hızlı bitirebilmek için kanaviçeyi az sayıda iplikle dokursanız detaylar ve güzellik kaybolur. Ama diğer taraftan ne kadar çok iplikle, ne kadar küçük karelerle, ne kadar detaylı işlerseniz işleyin, yeterince yakından bakarsanız kanaviçenin gerçek resmin sadece yaklaşık bir benzeri olduğunu görürsünüz. Bir akış simülasyonunda da ne yaparsanız yapın sonuç asla analitik sonuçla aynı olmaz. Ama işinizi doğru yapar, bitince de yeterince uzaktan bakarsanız bitmiş bir kanaviçe çok hoş görünür. Bir akış simülasyonu da hakkıyla yapıldıysa, her ne kadar yaklaşık da olsa, bir mühendisin işini fazlasıyla görür. İkisinde de göz ardı edilecek detaylar ve odaklanılması gereken güzellikler vardır. Bana benzer geliyorlar. Şimdi yukarıdaki akış desenini gerçek kanaviçe gibi ipliklerle şöyle dev boyutta işleyip, çerçeveletip ofiste masamın arkasına duvara asayım diyorum... Yok yok, şaka.

Recent Research Paper (20.12.2019)

This paper got published recently in the Journal of Engineering in Medicine. It is the first paper published from Kamil Özden's PhD thesis, which we supervised together with Dr. Yiğit Yazıcıoğlu. It is about Large Eddy Simulation (LES) of flow inside idealized steneosed blood vessels to predict turbulence induced wall pressure fluctuations in the post-stenotic region and the evaluation of the potential use of this data for non-invasive acoustic detection of atherosclerosis. The focus of the paper is on the effects of Reynolds number and the radial eccentricity of the stenosis. Full form of the paper can be accessed here.

Hava Dumanlı (19.12.2019)

Tarih derslerini sevmezdim. Bir tarih hocamız vardı lisede. Elinde bir kitapla girerdi sınıfa. Başlardı okumaya, bizden de okuduklarını defterlerimize yazmamızı isterdi. Bütün ders böyle geçer, bir yandan okurken bir yandan da topuklarını yere vura vura sıraların arasında dolaşır, yazıp yazmadığımızı kontrol ederdi. Elimiz kopardı yazmaktan. Sevilir mi böyle ders? Aslında tarih, öğrencilere sevdirmesi en kolay derslerden biri bence, eğer düzgün anlatılırsa. Coğrafyayı severdim ama. Yer şekillerini, dağları, gölleri, menderesleri. Coğrafi bölgeleri çizdirirlerdi her sene. En az tarih dersindeki işkence kadar sıkıcı gelse de kulağa ben çok eğlenirdim. Saatlerce uğraşır, renkli kalemlerle en güzel şekilde çizmeye çalışırdım bölgelerin sınırlarını. Bir keresinde dönem sonunda defter kontrolünde en güzel defter seçmişti öğretmen benimkini, sevinmiştim. Mevsimler anlatılırdı coğrafya dersinde. Ülkemizde 4 mevsimin yaşandığı ve bu sayede vatanın cennete dönüştüğü vurgulanırdı. Cennet vatan... Sanırdım ki dünyanın başka hiç bir yerinde yaşanmıyor 4 mevsim, sadece bizde var.

Ankara'ya 4 gün önce çöken sis hala kalkmadı. Benden daha uzun süredir Ankara'lı olan eşim bu sabah "Ankara'da hiç kalkmadan bu kadar uzun süre kalan bir sis görmedim daha önce" diyordu. Ortalık bir acayip, film seti gibi, mistik. Görünmeyen minarelerden gelen ezan sesleri olmasa güneş ne ara doğdu ne ara battı belli değil. Dün gece eşimle bir el feneri alıp balkona çıktık. Akış görsellemesi yaptık. Feneri sisli havaya tutunca içinde akıp giden su tanecikleri o kadar güzel görünüyor ki. Bizim balkonda ne inanılmaz, ne karmaşık bir hava akışı varmış meğer. Dünyanın en büyük fenerini Ankara'nın üstüne tutup bütün tanecikleri göresi, rekorlar kitabına giresi geliyor insanın. Balkonda böyle dans ediyorsa hava, 50 metre ötedeki ODTÜ ormanının üstünde kim bilir neler yapıyordur. 10 kilometre ötede şehir merkezinde, 300 kilometre ötede denizin üstünde.

Hep böyle olsa hava nasıl olurdu acaba diye sordum bu sabah okula gelirken bizim kızlara. Şimdilik iyi de çok uzun sürerse bayar dediler. Bilemedim. Öyle bir gezegen olsaydı dünya. Sisli puslu bir gezegen. Güneşe biraz daha yakın veya uzak oluverseydi, 23.5 derecelik eğikliği birkaç derece az ya da çok olsaydı, biraz daha büyük veya küçük olsaydı çapı, atmosferi bu kadar kalın, okyanusları bu kadar büyük olmasaydı, dağları Olimpos kadar yüksek olsaydı veya her yeri Bolivya'nın tuz gölleri gibi dümdüz. Mevsimler farklı olsaydı. Sadece 2 mevsim. Biri sürekli sisli. Yoğun sisli. Ama biz ona dumanlı deseydik halk arasında, Karadenizliler gibi. Dumanlı... Böyle güzel bir kelime varken sisi kim uydurmuş ki? Duman bir çökseydi şehre ve yılın yarısı kalkmasaydı. Nasıl bir hayatımız olurdu? Ne değişirdi? Ben denemek isterdim.

İlk olarak Milli Eğitim Bakanlığı yılda 2 mevsimin yaşandığı yerleri cennet vatan ilan edip ders kitaplarında gerekli değişiklikleri yapsaydı. Her sene dumanlı mevsim yaklaşırken telaşlanıp hazırlıklara başlasaydık. Pek bir işe yaramayan sis farlarımızı kontrol ettirseydik mesela. Aile hekimlerinin mütevazi muayenehanelerinde, orta sehpaların üstünde "Dumanlı havalarda depresyonla mücadele" broşürleri dağıtılsaydı. Sokak aydınlatmalarını romantik duman moduna alsaydık. Uçak seferlerini azaltıp, tren biletlerine zam yapsaydık. Cam temizleme ürünlerinde dev indirimler başlasaydı. Kemik erimesini en büyük dert edinip kanseri unutsaydık. Kocaman fenerler yerleştirdiğimiz parkları açık hava akışkanlar mekaniği laboratuvarlarına çevirip, akşamları çekirdek eşliğinde gösteriler izleseydik. Aylar sonra tam alışmışken duman kalkınca üzülsek mi sevinsek mi bilemesek, ama dağları, gölleri, menderesleri tekrar görünce gene de şükretseydik.

Hadi 55 Olsun (01.12.2019)

Kız arkadaşın ya da eşin telefonunda nasıl kayıtlı? İsmiyle mi? Yok artık. Aşkım diye mi? Bitanem? Canım? Canımcım? Canımın içi? Balım? Çiçeğim? Şekerparem? Sucuklu yumurtam? Közde mısırım?

Benim telefonumda eşim ismi ile kayıtlı. Baban nasıl kayıtlı peki? Baba diye mi? Babam? Babacım? Babişko?

Bugün telefonumda babamın numarasının kayıtlı olmadığını fark ettim. Biliyorum tabii kayıtlı olmadığını, ama bugün hiç bir zaman hiç bir telefonuma kaydetmediğmi fark ettim ilk defa. Üzüldüm.

Babamın çok uzun zamandır hayatımda olmadığını fark ettim bugün. Annem hep derdi, sanki hiç yaşamamış gibi geliyor, çok garip bir his diye. Onu hissettim bugün, 20 sene sonra. Annem hayatta olduğuna göre babam da pekala yaşıyor olabilirdi. Acayip bir düşünce, bilim kurgu filmi gibi.

Babamın vefat ettiği yaşa kaç yılım kalmış diye bir hesap yaptım bugün. Malum, genlerini almışız. Erken vefat etti diyorlardı. Kaç yıl yaşanınca erken olmamış oluyor acaba? 50 fena değil gibi gelirdi bana hep. Yarım asır, daha ne olsun? Hadi 55 olsun.

Ömrün hayırlısı dilenir. Ölümün de hayırlısı istenir elbet. Ölümle bir derdim yok, barışığım kendisiyle. Ama ölememek. O fena işte. Bavul elde kapıda hazır bekleyip bir türlü yola düşememek. O fena işte.

Yanlış Anlaşılma (09.11.2019)

Sabahları kızları okula bırakırken A4 kapısından girdikten sonra yokuşu inince sağda görüyorum onu. Her sabah, aynı yerde. Biz o kadar dakik çıkmıyoruz evden. Demek o da o kadar dakik değil ki sürekli karşılaşıyoruz. Yokuşu çıkmaya çalışıyor, ama biraz zorlanıyor. Bir bacağı diğerinden kısa, sekerek yürüyor. Her adımında vücudu önce sola yatıyor, sonra sağa. Dengesini arayan bir sarkaç gibi, garip görünüyor. Arabadan inip sormak istiyorum, yardıma ihtiyacınız var mı diye. Ama çekiniyorum. İnsan gayri ihtiyari gözünü aksayan bacağından alamıyor. Sormak istiyorum neden olmuş, doğuştan mı, kaza mı? Ama çekiniyorum. Yüzünü pek hatırlamıyorum, ama hüzünlü. Bacağınızı mı dert ediyorsunuz yoksa başka bir sıkıntınız mı var diye sormak istiyorum, ama çekiniyorum. Nereye gider ki o yokuşu çıkıp her sabah? Nereye gider ki o yokuş? A4 kapısında mı çalışıyor? Sormaya çekiniyorum. Kampüse bir misafirim gelecekken ismini bildirmek için aradığımda telefonu açmayan siz misiniz diye sormak istiyorum kibarca. Ama çekiniyorum. Sabah sabah o yokuşta spor yapma derdinde mi? Bacağını mı çalıştırıyor? Nerde yaşıyor, lojmanlarda mı oturuyor? Eşi mi ODTÜ'de çalışıyor? Evli mi ki? Kimsiniz siz demek istiyorum, ama çekiniyorum. Her sabah 12 saniye görüyorum sizi. 1 haftada 1 dakika eder, 1 ayda 5 dakika, 1 yılda 1 saat. Ama sizi hiç tanımıyorum. Yanlış anlamazsanız tanışalım mı demek istiyorum, ama çekiniyorum.

Öğlenleri eve yürürken baraka spor salonuna inen merdivenler bitince sağda spor aletlerinin orada görüyorum onu. Önce cep telefonundan çaldığı gym müziği geliyor kulağıma. Sormak istiyorum gerçekten bunun bir faydası oluyor mu, yoksa öylesine ses olsun diye mi çalıyor? Ama çekiniyorum. Sonra atladığı ipin yere çarpma sesi geliyor. Çat çat çat çat. Sizi de biraz gıcık etmiyor mu diye sormak istiyorum, yani sürekli dakikalarca aynı ses, monoton. Ama çekiniyorum. Sonra merdivenler biterken dalların arasından kel başı görünüyor, güneşte parlıyor. Sporcularda var bu kazıtma, sizinki dökülüyor mu, kazıttınız mı diye sormak istiyorum, ama çekiniyorum. Her gün ip atlıyor. Önden, arkadan, çapraz, yavaş, hızlı, tekli, ikili, her çeşit. Neden ip diye sormak istiyorum, yani biraz çocukça değil mi, bakın hemen yanıbaşınızda barfiks çeken var, şınav çeken var. Ama çekiniyorum. Öğrenciye benzemiyor, yaşı var gibi. Hoca olabilir. Vücudu pek kaslı görünmüyor. İp, diye sormak istiyorum, pek kas yapmıyor herhalde, ama sağlıklıdır kesin. Kalbini merak ediyorum, damarlarını. Bir antrenman sonrası izninizle şöyle bir yarsam sizi ortadan ikiye, kessem biçsem doğrasam, iyice bir baksam içinize, incelesem. Göreceklerime çok şaşırsam, Hacettepe'den bir hoca ile ortak makale yazsam diyesim geliyor, ama çekiniyorum. Yanlış anlamazsanız bir şey sormak istiyorum, her gün böyle can hıraş, kan ter içinde spor yapınca, ..., akşamları, ..., hani yani ne bileyim, ... Neyse boşverin diyorum, soramıyorum, çekiniyorum.

Akşam beş kırk servisleri kalkmadan, kampüste trafik karışmadan gideyim evime diye gaza basarken spor salonu ile bankaların arasındaki yolun kaldırımında beklerken görüyorum onu. Yol kenarına park etmiş iki servisin arasında, sadece 3 saniye. Servisi kalkmadan son sigarasını içiyor. Leş gibi kokacaksınız birazdan otobüse binince, içmeseniz şu mereti şimdi demek istiyorum, ama çekiniyorum. Hangi servise bindiğini merak ediyorum, yolunun ne kadar süreceğini, evine saat kaçta varacağını. Evde akşam yemeğiniz var mı, gidince mi pişireceksiniz diye sormak istiyorum, ama çekiniyorum. Kocaman bir çantası var. Ağır görünüyor. Sormak istiyorum ne var içinde. Durun tahmin edeyim kütük gibi bir Maeve Binchy romanı mı? Size daha ince kitaplar önerebilirim demek istiyorum, ama çekiniyorum. Serviste kitap okuyabiliyor mu, yoksa uyuyor mu, yolu mu izliyor, yol boyunca telefonla mı konuşuyor? Sormaya çekiniyorum. Yüzü çok tanıdık, ODTÜ'de çalışıyor, ama nerede? Dilimin ucunda, ama gelmiyor aklıma, yetmiyor 3 saniye. Şöyle bir gün karşı kaldırımda bekleseniz, 3 saniye fazla görürsem belki çıkarabilirim kim olduğunuzu demek istiyorum, ama çekiniyorum. Sormak istiyorum, kütüphanede ödünç alma bankosunda mı çalışıyorsunuz ya da sağlık merkezinde? İş Bankası veznesinde olabilir mi? Yoksa akademik tahakkukta mı ya da dekanlık sekreterliğinde? Soramıyorum, çekiniyorum. Yanlış anlamazsa karşısına dikilip ben de size tanıdık geliyor muyum diye sorup, cevap veremezse ipucu vermek istiyorum, ama çekiniyorum.

Evsiz Herhalde (06.11.2019)

Epey oldu ilk göreli. Herhalde 1 yıl kadar önceydi. Evden çıktım, okula yürüyeceğim, apartmanın az ilerisinde karşı kaldırımda oturuyor. Evsiz herhalde dedim. Hırlı mı hırsız mı bilemedim, çekindim. Sonra ara ara görür oldum. Bir sabah karşı komşu ile aynı anda çıktık apartmandan. Gene karşı kaldırımda oturuyor. Başımla işaret ettim komşuya tanıyor musun gibisinden. Biliyorum dedi. Kimi kimsesi yok. Bu sokaklarda geçiriyor günlerini, yukarıdaki parkta yatıp kalkıyor. Ne yer ne içer dedim. Çöplerden falan dedi. Üzüldüm. Adı sanı yok mu dedim. Herkes başka bir şey söylüyor, yok dedi. Sağlığı iyi mi peki dedim. Görünen bir şey yok, ama konuşamıyor, derdini anlatamıyor dedi. Yetkililere söylediniz mi halini dedim. Söylemişler birilerine de pek ilgilenen olmamış, hem onların da ne yapacağı belli olmaz, bu halini de arar sonra dedi.

Sonraları gözüm arar oldu bunu. Tanışayım istedim. Bir sabah yanına yürüdüm, çok yaklaşmadım. Selam verdim. Almadı. Uyur gibi miskin bir hali var. Bakımsız, kirli. Ben şu apartmanda oturuyorum dedim. Sana yardım edebileceğim bir şey olur mu? Hiç oralı olmadı. Ben her gün buradan yürüyorum, bir şey istersen seslen dedim. Bakmadı. Yoluma yürüdüm.

Bir akşam eve dönerken karşı apartmandan biri çıktı elinde bir kap yemek biraz ekmek buna götürüyor. Yavaşladım, izledim. Uzattı yemeği, almadı. Bak buraya duvarın üstüne bırakıyorum, ye bunu hemen bozulmadan dedi, gitti. Bekledim ne yapacak diye. Doğruldu oturduğu yerden, baktı yemeğe, yemedi. Yürüdüm.

Ertesi sabah merak ettim, baktım kap yerinde yok. Yemiş herhalde dedim. Sokağın sonuna vardığımda çöpün kenarında gördüm. Karıştırıyor kendince, ne bulacaksa artık. Hey naber diye seslendim, kadırdı başını baktı, uzaklaştı. Yürüdüm.

Günler geçtikçe biz de sokakta yan yana yürüdük geçtik. Halini hatırını soruyorum, ama o kadar, konuşamayınca ne yapacaksın. Muhabbet yok ki. Bazen yemek götürdüm. Hiç birini almadı. Yanına biraktım gittim. Bazen yedi, bazen yemedi. Sevdin mi, sevdiğin bir şey varsa onu getireyim dedim. Cevap vermedi.

Havalar serinledi akşamları. Eve mi çağırsam bir gün dedim. Isınır, belki bizimle yemek yer. Gerçi gelmez ama sorsam mı? Eşime sorayım dedim önce. Hayatta olmaz dedi, çoluk çocuk var evde. Ne yapacak çoluk çocuğa dedim, birkaç saat gelsin. Olmaz dedi, sen ona yemek götür. Üşüyor dedim. Vardır onun kaldığı bir yer dedi.

Kayboldu bir ara ortadan. Komşuya sordum, gelir dedi. Bir yerde düşüp kalmasın dedim. Yok gelir, parka bak dedi. Akşam eve dönerken parka uğradım. Baktım yanlız değil, çok şaşırdım. Ama yanındaki de kir pas içinde, bunun gibi. Yaklaştım, uzaklaştılar. Seslendim, sen kimsin, akrabası mısın? Hızlandılar. Gitmedim peşlerinden.

Kışı zor geçirdi zavallı. Bazı haftalar hiç görmedim ortalıkta. Konu komşu yardım etmese ölür giderdi kesin. Bir kışta 10 yıl yaşlandı herhalde. Ben de biraz yardım ettim. Vay be dedim, Allah düşürmesin, zor sokaklarda yaşamak.

Havalar ısınınca tekrar hareketlendi, sokakta gidip gelmeye başladı. Bir akşam dönüyorum işten. Sokağın başında çöpü karıştırıyor gene. Naber dedim, bakmadı. Yürüdüm yanından. Apartmanın kapısını açarken yanımdan belediye otobüsü geçti, ama nasıl hızlı iniyor yokuşu. Hep hızlı iniyorlar zaten. Yavaş ol diye el işareti yaptım şoföre, görmedi bile. Açtım kapıyı, girdim içeri, tam kapatacağım, bir fren sesi. Allah dedim, kesin vurdu birine. Çıktım baktım, hiç durmamış, devam ediyor. Ne oldu diye aşağı doğru yürüdüm, yerde yatıyor bizimki. Ah dedim, ona mı vurmuş? İki kişi daha koştu yanına. Kıpırdamıyor. Ne oldu dedim. Vurdu otobüs dediler. Önüne atladı, duramadı. Dokunamadık, ne yapacağımızı bilemedik. Eee öldü mü yani dedim. Ölmüştür, baksana. Ne canı var zaten, çok hızlı çarptı. Yok be dedim, nasıl olur. 2 kişi daha geldi. Gitti di mi bizimki dedi biri, ama olacağı buydu. Bugün olmasa yarın olacağı buydu. 2 yaşında falandır. Yavru halinden biliyorum ben. Cins köpek aslında. Kıymetini bilen olmadı. Ben birilerini arayayım da gelip alsınlar, kalmasın ortada.

Not: Bu, derdi aşikar olan, bir hikayedir. Olup biten gerçek değildir, ama gerçekçidir.

İkiye Katladık (04.11.2019)

60 sene kadar önce Ankara'da kurulmuş ODTÜ. Bildiğim kadarı ile pek bir yere kıpırdamamış, hep Ankara'daymış. Gel gör ki bunca senedir Ankara'nın havasını öğrenememiş. Karasal iklim, malum. Kış geldi mi iyi soğur hava, ayaz yapar. Üşür insan, ısınmak ister.

Bu sabah evden çıkınca araba 3 derece gösteriyordu. Bazı arabaların ön camları buzlanmıştı, kazımaya çalışanlar vardı. İnşallah bu yazıyı yazmam dedim kendime, ama olmadı işte, yazdım. Sonra neymiş efendim "Cüneyt Hoca sinirliymiş". Nasıl sinirlenmeyelim?

Ofise geldim, buz gibi. Kaloriferler demir. Klimayı açtım ısınmak için, kafi gelmedi. Her sene aynı terane. Kasım ayı geldi mi ODTÜ Makina Mühendisliği Bölümü'nde üşümek kaçınılmazdır. Öğrendim artık, yapacak bir şey yok. Çaresizlikten ODTÜ Geri Bildirim Formunu doldurdum, "Üşüyorum" dedim. Hemen cevap geldi Isı-Su İşletme Müdüründen; "Sınırlı sayıdaki elemanımızla çok sayıdaki arızaya yetişemiyoruz. Yoğun çalışıyoruz". Geçen seneki cevaba benzer. İşeri zor, Allah kolaylık versin. Bu üniversite yaşlanıyor. Binalar eskiyor, altyapı eskiyor, ısıtma sistemi eskiyor. Makina Müh. Bölümü okuldaki en eski bölümlerden biri. Ama ısıtma sisteminin arızaları kış gelmeden kontrol edilemiyor mu? İlla Kasım ayı gelecek, hava buz kesecek, sistem devreye alınacak, arızalar çıkacak ve sonra tamir mi edilecek? Bu kadar mı çaresiziz? 2019 yılında teknolojinin geldiği nokta bu mu?

Derse gittim, 3 saat ders yaptım. Sınıf buz gibi. Çocuklar üşüyor. Paltoyla oturuyorlar sınıfta. Eldiven takan var, aktısına sarılan var. Tekrar etmekte fayda var, 40 yılın başında bir gün yanmayan kalorifer değil mevzu. Her sene tekrarlayan bir hikaye. Bazı akademisyen arkadaşlar diyorlar ki bu tip eleştirileri kendi aramızda konuşalım, yönetime iletelim, ama ulu orta paylaşmayalım. Yok yok paylaşalım. Paylaşalım ki ana babalar özene bözene büyüttükleri evlatlarını ODTÜ Makina'ya göndermeden önce sınıfta ders dinlerken üşüyüp hasta olmasınlar diye nasıl bir palto almalarını gerektiğini bilsinler.

Bir haftadır ofiste klima ve elektrikli soba ile ısınmaya çalışıyorum. Elbette elektrikle ısınmak daha pahalı merkezi sistemde doğalgaz yakmaya göre. İçim gidiyor, harcanan devletin parası. Ama yapacak başka bir şey yok. Bugün de saatlerdir çalışıyor klima. Aklıma geçen hafta okuduğum bir haber geliyor. ODTÜ kampüsüne güneş enerjili banklar yerleştirilmiş. Böylece öğrenciler banklarda otururken cep telefonlarını sarj edebileceklermiş. Daha sonra bu güneş enerjisi kulllanımı başka şekillerde kampüse yayılacakmış. Yenilenebilir enerji başımızın tacı da, kaloriferler yanmıyor. O banklar bilmiyorum kaç sene çalışsalar ODTÜ'de son 1 haftadır ısınmaya harcanan elektriği üretebilirler acaba?

Geçtiğimiz hafta tanıtım günlerinde ODTÜ reklamını yapıyor: "Geçen sene ilk 1000'den şu kadar öğrenci aldık". İyi de kaloriferler yanmıyor.

"Geçen sene Teknokent şu kadar milyon dolar ihracat yaptı, birinci oldu". Ama kaloriferler yanmıyor.

"TÜBİTAK projeleri kabulünde en başarılı üniversite olduk". O da güzel de kaloriferler yanmıyor.

"Şu kadar Avrupa Birliği projesi aldık, herkesten fazla patent başvurusu yaptık". Etkilenmemek elde değil, ama kaloriferler yanmıyor.

"Doktora öğrencisi sayımızı son yılda şu kadar artırdık, akademisyen başına düşen makale sayısını şu kadara çıkardık". O tamam da kaloriferler yanmıyor.

Liste uzun. Başarılar çok. Hepsi emek isteyen zor işler. Emeği geçenlere, katkı verenlere gönülden tebrikler. Ama görünen o ki ODTÜ'nün Ankara'nın ayazıyla ilgili aşamadığı sıkıntıları var. Araştırma ve eğitim faaliyetleri bu kadar güzel giderken bir de kaloriferleri yanarsa tadından yenmeyecek. İlkbaharı, yazı bilmiyorum, ama Kasım gelince benim önceliğim kaloriferler. Kaloriferlerini yakamayan teknik okul mu olur? Bu kalan son problemimizi de halledersek ilgililere tavsiyem şöyle afişler hazırlamaları seneye tanıtım günlerinde kullanmak için;

"Hava sıcaklığı 3 dereceye bile düştüğünde tüm binalarını ısıtabilen ilk ve tek devlet üniversitesi".

Veya, "Rektörlük binası ile Makina Bölümünü aynı anda ısıtabilen akıllı sisteme sahip tek kampüs".

Bir de şu olabilir; "Kış aylarında ders dinlerken paltosunu çıkarabilen öğrenci sayısını son 1 yılda ikiye katladık".

Uçak Hikayeleri - 1 (27.10.2019)

1940'ların ilk yarısında Avrupa'da kan gövdeyi götürüyordu. İkinci Dünya Savaşı adı altında millet birbirini yerken (sadece birbirlerini yeseler o kadar da sorun olmayacaktı, ama sağa sola sataşmadan duramıyorlardı) bir yerlerde mühendisler işinde gücünde çalışıyordu. Elbette savaşın ortasında bir mühendisten en çok beklenen silah tasarlayıp üretmesiydi. Tüm bu pisliğin içindeki nadir güzelliklerdendi savaş uçakları. Onlar da pisletiyorlardı ortalığı, milyonları öldüren bombalar onlardan yağıyordu. Ama doğruya doğru, çirkin işlere alet edilmiş güzel makinelerdi. Bu yazı onlardan bir tanesi ile, dünya tarihinde en fazla sayıda üretilen avcı uçağı olan Bf 109 ile ilgili.



İkinci savaşı yapabilmek önce birinciyi yapmak gerekiyordu. Bizim de fazlaca nasiplendiğimiz ve 4 imparatorluğu yıkan savaşın sonu Almanya için 1919'daki Versay Antlaşması ile geldi. Almanya'yı cümle aleme rezil rüsva eden bu antlaşmanın maddeleri arasında Almanya'da zorunlu askerliğin kaldırılması, ordusunun küçültülmesi ve hava kuvvetlerinin dağıtılması da vardı.



Ancak Almanya sadece bir sene kadar rahat durabildi ve 1920'nin sonlarında antlaşmaya karşı gelerek Arado Ar 64 avcı uçağını tasarlamaya başladı. Birinci dünya savaşındaki tüm avcı uçakları gibi bu da çift kanatlıydı. 45 adet kadar üretildi ve pek çok türevi geliştirildi. 1930'ların başlarında bir başka çift kanatlı olan Heinkel He 51 tasarlandı ve hem avcı hem de bombardıman rolleri için 700 adet kadar üretildi.



1933 yılında Almanya çift kanatlı, hantal uçaklardan sıkılmış ve 6 sene sonra yiyeceği haltları planlamaya başlamış olacak ki gizli bir şekilde 4 farklı kategoride geleceğin uçaklarını geliştirmeye soyundu. Kategorilerden biri olan tek koltuklu avcı uçağının 1933 yılı sonunda üreticilerle paylaşılan isterleri arasında 90 dakika havada kalabilmek, 6 km irtifaya en fazla 17 dakikada çıkabilmek, 6 km irtifada en az 20 dakika süreyle saatte 400 km hız yapabilmek, 10 km'ye kadar yükselebilmek ve kanat yükünü metrekareye 100 kg'dan az tutmak vardı. Karşılaştırabilmek için o yıllarda serviste olan Arado Ar 64'ün maximum hızı saatte 250 km, Heinkel He 51'in ise 330 km idi. Kullanacağı motor ve taşıyacağı makineli tüfek seçenekleri belli olan uçak için 4 üreticiden (Arado, Focke-Wulf Heinkel ve Bayerische Flugzeugwerke (BFW)) 1934 yılı sonuna kadar 3 prototip getirmeleri istendi. Yarışmayı kazanan BFW oldu.



Pek çok Almanca kelime gibi okuması zor olan Bayerische Flugzeugwerke (BFW) Bavyera Uçak Fabrikası demek. Vakti zamanında Almanya'nın güneyinde Augsburg şehrinde faaliyet gösteren bir şirket. Bugün Türkiye'de de üretim yapan otobüs ve kamyon üreticisi MAN birinci dünya savaşı yıllarında 1916'da zarar içindeki Otto Uçak Fabrikası'nı satın alıp BFW isimli bu şirketi kuruyor. Otto ismi tanıdık gelmiştir, zira kurucusu Gustav Otto (1883-1926) bir Alman mühendis. Uçak ve motor tasarımcısı ve üreticisi olmakla kalmayıp aynı zamanda Nikolaus Otto'nun oğlu. Eee, Nikolaus da, bugün hergün 1000'lercesi üretilen 4 zamanlı içten yanmalı motorun mucidi.



Gustav uçak fabrikasını ayakta tutamayıp MAN'a sattığında birinci dünya savaşı sürmekte ve uçak talebi çok fazla. BFW kısa sürede 3000 çalışanıyla ayda 200 uçak üreten bir şirket oluyor. Ancak 1918'de savaşın bitmesiyle şirket ağır darbe alıyor. Hafif olmaları için birinci dünya savaşı uçakları tahtadan üretiliyordu. Şirket elindeki tahtalarla mobilya ve mutfak tezgahı üretimine giriyor. 1921 sonrası motorsiklet üretmeye başlıyor. BFW ayakta kalmaya çalışırken imdadına İtalyan-Avusturyalı iş adamı Camillo Castiglioni (1879-1957) yetişiyor. Kendisi birinci dünya savaşı yıllarında sahip olduğu 170 kadar firmayla Avrupa'nın en zengin kişisi. Ayrıca BMW'nun da kurucularından. Evet bugün maaşımızı zorlayan lüks arabaları üreten BMW. BMW ve BFW isimleri pek bir benzer, çünkü biri Bavyera Uçak Fabrikası, biri de Bavyera Motor Fabrikası demek. İsimleri bu kadar benzeyen 2 şirketin ayrı gayrı durmasına gönlü el vermeyen Camillo 1922 yılında şirketleri birleştiriveriyor. BMW bugün otomobil üreticisi olarak bilinse de kurulduklarındaki ilk işleri uçak motoru yapmak.



1927 yılında Willy Messerschmitt BFW'ya baş tasarımcı ve mühendis olarak katılıyor ve harika bir tasarım ekibi kuruyor. Willy (1898-1978) önemli çünkü Walter Rethel ile birlikte bu yazının esas oğlanı olan Bf 109'un babası. Messerschmitt soy ismi bu dünyaya bir iz bırakmak için gelmiş gibi, çok havalı. Willy soy isminin hakkını veriyor ve havacılık tarihinin efsanelerinden oluyor. Mühendis olmak isteyip de kendini şarap üretimi işinde bulan bir babanın oğlu olan Willy 1908 yılında uçuşuna tanık olduğu Bodensee zeplininden çok etkileniyor ve ertesi yıl Frankfurt havacılık fuarına gidiyor. 12 yaşında model uçaklar yapmaya, kendi model uçaklarını tasarlamaya başlıyor. Yaşadığı şehirde faaliyet gösteren bir planör kulübüne katılıyor ve iyi arkadaş olacağı Friedrich Harth ile tanışıyor. Kendi planörlerini tasarlayıp birkaç dakikalık uçuşlar yapmakla meşgullerken 1914 yılında birinci dünya savaşı patlak veriyor. 1917 yılında yaşı geldiğinde orduya çağırılıyor. 1 sene sonra savaşın bitmesiyle Münih Teknik Üniversitesi'nde mühendislik okumaya başlıyor. 1921 yılında Harth ile birlikte tasarladıkları planörleri 21.5 dakika havada kalarak dünya rekoru kırıyor.



Almanya'nın astronomik bir enflasyonla mücadele ettiği ve savaş uçağı üretmesinin yasak olduğu yıllarını iki kafadar planörlerini iyileştirerek geçiriyorlar. Willy 1923 yılında üniversiteden mezun oluyor, bir firma kuruyor ve planörlerine motor takmaya başlıyor. Motorlu uçaklar ilgi görüyor ve müşteri buluyor. 1927 yılında tasarlayıp ürettiği M17 1620 kilometre uçarak Alpleri geçen ilk hafif uçak oluyor ve Willy'in adı camiada tanınmaya başlıyor. Bavyera hükümeti kendisini Augsburg'a çağırıp BFW ile işbirliği yapmasını teklif ediyor. Beraber Alman Luthansa havayolları için yolcu uçakları tasarlayıp üretiyorlar.



1934 yılında Willy BFW firması ile birlikte 4. Uluslararası Turizm Yarışmasına katılmak için dört koltuklu, tamamen metal bir sportif uçak olarak Bf 108 modelini üretiyor. Yarışmada başarı gösteremese de bu uçakan toplam 855 adet üretiliyor. 1935 yılında İstanbul'dan da geçen bir rotada 13.5 saatte 3570 km uçarak bir rekor kırıyor ve Tayfun takma ismiyle anılmaya başlıyor. Willy BFW'da yolcu uçakları ile oyalanıp rekorlar kırarken 1933 yılı Ocak ayında Hitler'in sahneye çıkmasıyla işin rengi değişiyor. Malum, Hitler'in tüm dünyayı ele geçirmek gibi mütevazi planları var. Nazi hükümeti baklayı ağzından çıkarıyor ve yukarıda da yazdığımız gibi 1933 yılı sonunda uçak üreticilerine savaş uçakları tasarlamaları emrini veriyor.



Nazi hükümetinin yeni nesil avcı uçağı çağrısına Arado firması Ar 80 ile, Focke-Wulf firması Fw 159 ile, Heinkel firması He 112 ile ve BFW firması Bf 109 ile katıldı. Alçak kanatlı Ar 80'un iniş takımları sabitti, kapanmıyordu. Fw 159 pek de yeni nesil durmayan parasol kanatlara sahipti. He 112 ve Bf 109 son ikiye kaldılar. He 112, Bf 109 ile aynı motoru kullanıyordu ama daha kalın olan kanatları hızını azaltıyordu. Bf 109'dan %20 kadar daha ağırdı ve düz uçuşta saatte 30 km daha yavaştı. Bf 109'un ardından ikinci olup farklı ülkeler tarafıdan kullanıldı ve yaklaşık 100 adet kadar üretildi. Yarışmanın sonucunu, savaş sonrası Hitler'in "Yenilgimizin sebebi" diye göstereceği, problemli asker, Alman Hava Kuvvetleri Ar-Ge Başkanı Udet, ikinci olan Heinkel firmasına şu cümle ile bildirilmişti; "Uçağınızı Türklere, Japonlara veya Romenlere kakalayın. Bayıla bayıla alacaklardır". O gün He 112 kakalarlar, bugün F-35, değişen bir şey olmaz.



BFW'da çalışan Willy yarışmaya Bf 108 tecrübesini aktaracağı Bf 109 ile katıldı. Hep savunduğu "basit ve hafif uçak" kavramında ısrarcı idi. Ortaya küçük, hafif, kolay üretilebilir ve cephede kolay tamir edilebilir bir uçak çıkmıştı. Savaş yıllarının en gözde uçağı olacaktı, ama ilk başta test pilotları tarafından pek de sevilmedi. En büyük problemlerinden biri iniş ve kalkışlarda onları çok zorlaması oldu. Yerdeyken burnu aşırı havada idi ve yerde önünü görmeden manevra yapmak zordu. Pilotlar zigzaglar çizerek taksi yapmak zorundaydı. İniş takımları kanatlara değil gövdeye bağlı idi ve birbirlerine çok yakındı. Bu da inişlerde devrilmelere sebep oluyordu. Ancak böylelikle kanatlar üzerinde çalışmak kolaylaşmıştı ve istenirse gövdeyi desteklemek için ek ekipmana gerek duymadan kolaylıkla çıkarılabiliyorlardı. Ayrıca kanatlardan daha sağlam olan orta gövdeye bağlı iniş takımları sert inişleri daha kolay kaldırıyordu. Atomatik açılan kanat hücum kenarı slatları da uçuş sırasında yüksek G manevralarında yanlışlıkla açılacaklar diye pilotları endişelendirmişti.



Bf 109'u benzer avcı uçaklarından ayıran pek çok üstün özelliği vardı. Monokok gövdesi tamamen metaldi. V-12 motoru baş aşağı duruyordu. Neredeyse sadece Alman uçaklarında görülen bu kullanım uçak gövdesini daha ince tutmaya imkan vermekte, bakım ve onarım kolaylığı sağlamaktaydı. Uçağın motorunu dakikalar içinde çıkarıp yenisiyle değiştirmek mümkündü. Pervane açısını değiştiren sistem hidrolik değil elektrikli idi ve bu sayede motor çalışmazken de açı değiştirmek mümkündü.



İlk prototipler için Almanların Junkers ve Daimler-Benz motorları hazır değildi ve İngilizlerin Rolls-Royce Kestrel motoru kullanıldı. Dört adet motora karşılık Rolls-Royce'a motor testlerinde kullanmaları için bir Heinkel He 70 posta uçağı verildi. İkinci dünya savaşı henüz başlamamıştı ve İngilizler 5 sene sonra Bf 109'larla yapılan saldırılarda ülkelerini kaybetmenin eşiğine geleceklerini bilseler bu takası yaparken iki kere düşünürlerdi. Mart 1935'te İngilizlerin Supermarine Spitfire üretimine başlayacaklarını duyan Almanlar yarışmanın birincisini gecikmeden ilan ettiler ve Bf 109'un V1 protototipi, tasarım çalışmalarının başlamasından 15 ay sonra Mayıs 1935'te ilk defa uçtu. 1936 Berlin olimpiyatları açılışında Bf 109 halka tanıltıldı. Alman hava kuvvetleri 1937-1938 yılları arasında üretilmek üzere 654 adet Bf 109 siparişi verdi.



Bf 109'un performansı kadar üretim kolaylığı ve üretim hızı da hayranlık vericiydi. Toplamda 34 bin adet üretildi. Tüm zamanaların en fazla sayıda üretilen ikinci uçağı ve en fazla sayıda üretilen avcı uçağı oldu. Sadece 1944 yılında 14 binden fazla üretildi. Bu sayı günde 40 uçak üretmek demek, akıl almaz bir rakam. BFW'nun Augsburg'daki fabrikası kısa sürede yetersiz kalınca bir başka fabrika kuruldu. O da yetmeyince diğer şirketlerin fabrikalarında da üretilmeye başlandı. Savaş yıllarında Avusturya'nın Gusen şehrinde hava saldırılarından korunabilmek için yer altındaki tünellerde üretildi. Hatta Flossenbürg'deki Nazi esir kampında da üretimi yapıldı. Elbette bir silahtı. Öldürmek için yapılmıştı. Cephede zaten tüm tiyatro ölüm üstüneydi. Ama pek çoğu sivil 30 bin insanın öldürüldüğü Flossenbürg'de yapılan üretim Bf 109'u da lekeledi.



Bf 109 sekiz sene boyunca Alman hava kuvvetleri için üretildi. Savaş sonrasında 1960'lara kadar farklı isimlerde lisanslarla üretimine başka ülkelerde devam edildi. Toplam 15 ülkenin hava kuvvetlerinde kullanıldı. Seneler içinde 10'dan fazla ana modeli, 100'den fazla alt modeli tasarlandı. Sadece avcı uçağı olarak değil, bombardıman eskortu ve keşif uçağı olarak, hatta savaş gemilerinde bile kullanıldı. Savaşın en çetin hava muharebelerinden biri olan ve İngiltere'nin var olma mücadelesi olarak bilinen Britanya Muharebesi'nde çarpışan Emil kod adlı Daimler-Benz motorlu Bf 109E modeli en popüler modellerdendi. Enjeksiyonlu motoru sayesinde İngilizlerin Spitfire'larla yapamadıkları çok keskin dalışları motora yakıt gitme sıkıntısı yaşamadan yapabiliyordu. Gel gör ki Almanlar'ın Bf 109'u İngiliz'lerin Spitfire ve Hurricane'ine üstünlük kuramadı. İngiltere Fransa arasındaki kanalı geçip güney Britanya'ya giden bombardıman uçaklarına eskortluk yaparken kısa menzili başına dert oldu ve pek çoğu üssüne geri dönemedi. Kaderin cilvesi midir yoksa ince planlar mıdır bilinmez ama Yahudilerin kökünü kazımakla kafayı bozmuş Nazi Almanya'sının bu uçağının bir türevi, damdan düşer gibi Arap'lara komşu yapılan İsrail'in hava kuvvetlerinde 1948'de Arap-İsrail savaşında uçuyordu. Düşmanlık mı? Bu dünyada mı?



Bf 109 ikinci dünya savaşında en fazla hava galibiyeti elde eden avcı uçağı idi. Pek çok kahraman pilot yarattı. Beş düşman uçağı düşüren pilot "ace" ünvanı alıyordu. Savaşın rekoru bir Bf 109 pilotu olan, 350 Rus ve 2 Amerikan uçağı düşüren Erich Hartmann'nın oldu. İlk kez 1942'de 20 yaşında uçtu Bf 109 ile. 1945'e kadar 3 yıl içinde 1400'den fazla görevde rol aldı, 16 kez uçağı ile gövde üzerine zorunlu iniş yaptı. Ruslar Hartmann'ın "Karaya 1" telsiz kodunu biliyorlardı ve başına 10 bin rublelik ödül koydular. Motor kapağındaki siyah lale desenli uçağıyla sadece 5-6 kez uçmasına rağmen o uçakla özdeşleşti. 1945 Nisan'ında bir görev sonrası inişinde Amerikan askerlerine teslim olmak zorunda kaldı. Amerikalılar Hartmann'ı Ruslara iade etti. Uzun süre hapis yattı ve yargılandı. 780 Rus sivili öldürmek, bir ekmek fabrikasına saldırmak ve 345 Rus uçağını yok etmek suçlamalarıyla savaş suçlusu ilan edildi. 1955'te serbest bırakıldı.



Üretilen 34 bin Bf 109'dan bir tanesini bugün uçarken görmek kolay bir iş değil. Restore edilmiş olanlara müzelerde rastlamak mümkün, ama uçar vaziyettte tüm dünyada sadece birkaç düzine Bf 109 var. Hava gösterilerindeki uçuşlarından örnekleri burada, burada ve burada izleyebilirsiniz. Britanya Muharebesinde görev yapmış ve 80 küsür yaşıyla hayatta kalan tek Bf 109 E-4'ün uçmayı hala ne kadar çok sevdiğini burada görebilirsiniz. İngiliz Spitfire ve Amerikan P-51 Mustang ile birlikte savaşın en popüler uçaklarındandı. Bugün de hava gösterilerinde en çok görülmek istenen uçaklardan biri. İnsanlar Spitfire'ı estetik ve çok karakteristik eliptik kanatları için, Mustang'i melodik motor sesi ve dalarken çıkardığı ıslığı için, Bf 109'u ise ürkmek ve bir efsaneye inanmak için izliyorlar.



Peki havacılık aşığı Willy'ye ne oldu? Willy savaşın hemen öncesinde 1938'de BFW'yu satın aldı ve firmanın adı Messerchmitt AG oldu. Savaş boyunca uçak tasarımı ve üretimi yaptı. Savaş sonrası Nazi rejimi ile işbirliği yaptığı ve uçak üretiminde esirleri çalıştırdığı için 2 yıl hapis yattı. Sonra tekrar firmasının başına geçti ama 1955 yılına kadar Almanya'nın uçak üretmesi yasak olduğundan prefabrik binalar, dikiş makineleri ve küçük arabalar üretti.



Sonrasında 1978'teki ölümüne kadar havacılık sektöründe kaldı ve pek çok farklı uçak projesinde görev aldı. İlerleyen yıllarda başka firmalarla birleşmeler yaşayan Messerschmitt firması 1989'da Daimler-Benz'in (evet maaşımızı zorlayan diğer lüks arabaları üreten firma) havacılık kolu tarafından satın alındı ve o da başka birleşmelerden sonra bugün Boeing'in ardından dünyanın en büyük ikinci en büyük havacılık ve savunma sanayi firması olan çok uluslu dev Airbus'a dönüştü. Bamberg/Almanya'nın planör uçurulan çayırlarından, o çayırlarda büyüyen Willy'nin tasarladığı Bf 109'ların da rol aldığı, ikinci dünya savaşının 46 gün süren muharebesinde Almanya'ya mağlup olan Fransa'nın Toulouse şehrine uzanan bir çetrefilli hikaye. Bugün Airbus çatısı altında üretilen Eurofighter Typhoon savaş uçağı Bf 109 ile hemen hemen aynı kanat açıklığına sahip, ama azami kalkış ağırlığı onun 7 katı ve saatte 1500 km daha hızlı uçabiliyor. Tabii en önemli farkları taşıdıkları silahlar. Eurofighter Typhoon'un bugün en büyük müşterisi, ikinci dünya savaşında birbirini mağlup edebilmek için yırtınan İngiltere ve Almanya. Savaş biter, alış veriş başlar. Alış veriş biter, savaş başlar. Hep böyle oldu, hep böyle olacak. Bf 109, 1936-1945 yılları arasında 30 binden fazla üretildi. Bugün pek çok ülkenin hava kuvvetlerinde olan Eurofighter Typhoon 1994'ten bu yana 25 senede 565 adet üretilmiş. Şartlar, teknolojiler, kullanımlar farklı elbette ama savaş ekonomisi böyle bir şey işte.



Herşeyi olduğu gibi uçakları da farklı yapan arkasındaki insan hikayeleri. Başarılar ve dramlar. Ölümler ve kalımlar. Daha ne hikayeler var Bf 109'un arkasında saklı. Hüzünlü hikayeler. Bugün bana güzel geliyor Bf 109. 82 yıl önce İspanya halk savaşında Guernica'da bombalananlara güzel gelmiş olamaz. 1941'de Yugoslavya'nın işgalini, Girit adasının işgalini, Rusya'daki Barbarossa harekatını, Malta kuşatmasını yaşayanlara güzel gelmiş olamaz. Hakkında pek çok kitap yazılmış, belgeseller çekilmiş bir avcı uçağı. Ensesinde hep bir makineli tüfek, önünde hep kaçan bir düşman, ölümle kol kola bir güzel makine. Başka güzel makineler de var. Onların hikayelerinde görüşmek üzere...

Recent Research Paper (16.10.2019)

This paper got published very recently in Cryogenics. It is the outcome of Murat Baki's PhD thesis, which we supervised together with Dr. Tuba Okutucu. The paper is about one-dimensional modeling, simulation and optimization of the heat exchanger of a Joule-Thomson cryocooler. Full form of the paper can be accessed here.

Recent Thesis Defences (30.09.2019)

This summer three of my masters students successfully defended their work and got their degrees.

Irmak Taylan Karpuzcu was working at Roketsan, doing rocket science. Being a brilliant student I let him pick his own thesis topic and after a bit of research he proposed a few ideas. We decided to go with the shock wave boundary layer interaction (SWBLI), partly because it sounds very cool and partly because it has its challenges. In designing an air vehicle you encounter SWBLI in many places, such as the air intakes, ramps, forebody and fins. It is also seen in the diffuser section of supersonic wind tunnels. Here is a video showing a Direct Numerical Simulation (DNS) of it. As you can see it looks awesome and can get pretty wild. And here is a laminar simulation. We did not have the necessary computational power to perform DNS. We aimed at performing Large Eddy Simulations (LES) on TÜBİTAK's TRUBA cluster, but unfortunately that also turned out to be quite demanding in terms of computational time, more than what we had. Finally we settled with wall modeled LES by using wall functions. We knew that it was not the best option to capture all the interesting details we are looking for, but we wanted to see its potential anyway. We performed OpenFOAM simulations on three slightly varied geometries, similar to the ones you've seen in the above videos. The third geometry was the most interesting one, because it had not been studied before neither experimentlly nor numerically. It had ramps on the top and bottom walls of a channel. The shock wave generated by the top ramp impinges right on the second one, creating quite a few separation regions and many SWBLI and shock-shock interactions. This geometry represents the forebody effects seen on an air vehicle such as a nose shock interacting with an air intake’s compression ramps. Also it is representative of a wind tunnel diffuser where the shock waves created by test model interacts with the compression ramp of the wind tunnel diffuser. It turned out that LES with wall functions can capture the general flow physics quite accurately. But, as expected, it falls short in capturing the separated flow details correctly. It was quite interesting to see that it can correctly predict the low frequency oscillations at the shock foots observed in many previous studies, such as this one. The following image taken from Taylan's thesis shows instantaneous Mach contours of one of the solutions. Taylan is now a PhD student at Uni. of Illinois at Urbana-Champaign.



Alper Yıldırım was working at Numesys. We supervised his thesis work together with Dr. M. Metin Yavuz. The topic was the use of passive bleeding technique to control high angle of attack flows on non-slender delta wings. Delta wings are the expertise of Dr. Yavuz, who has been studying them in great detail for many years. Delta wings are different than the convetional ones due to their triangular shape, which looks like the Greek letter Δ. Slender delta wings have a more pointed nose, whereas the non-slender ones have a larger nose angle, and the flow physics over them can be quite different. The main flow feature over a delta wing is the vortical structure generated at the leading edge of the wing, covering its upper surface. This vortical structure is lost if the angle of attack exceeds a certain limiting value and we investigated the use of passive bleeding holes to maintain the lift generating capability of the wing at high angles of attack as much as possible. Alper performed numerical simulations on a 45 degree swept delta wing at Reynolds number of 75000 at 16, 17 and 18 degrees angle of attack. He studied various bleed hole configurations by changing the dimensions, locations and orientations of the holes. Alper showed that using a single slot-like hole aligned not parallel to the leading edge but at a carefully selected yaw angle provides the best result as far as sustaining the lifting capability at high angle of attack is concerned. The following figure taken from Alper's thesis shows the streamlines of this configuration on a half wing model.



Batuhan Akbaş's thesis was about understanding the effects of flow development and surface roughness on the pressure drop characteristics of laminar liquid flows inside microchannels. Microchannels have been in use for many decades now, but some of the very fundamental issues such as how and why their pressure drop, heat transfer and laminar-to-turbulent transition characterisitcs differ from the conventional macro scale theory are still open to discussion. Many review studies in the literature showed that there are contradicting results and explanations. Surface roughness is believed to be one of the major factors contributing to this confusion. Literature is full of studies where surface roughness details of used microchanels are not reported at all. The ones that provide information on surface roughness usually provide only the relative surface roughness, which we believe is not enough to characterize a rough surface. Numerical studies trying to help shed light on this issue generally use too simplified roughness patterns, which fall short in predicting the correct flow physics. In this thesis we wanted to perform simulations with realistic rough surfaces that have the same relative surface roughness values but different profiles. For this purpose Batuhan used OpenFOAM to perform laminar flow solutions inside channels of 0.5 mm x 0.5 mm square cross-section. He artificially roughened the top surfaces of the channels using 8 different realistic profiles. Scaling the relative roughness values of each profile to three different values (ε = 1%, 2.5% and 5%), he investigated a total of 24 cases in the Reynolds number range of 100-1500. For 1% relative roughness, it is seen that ε is a representative parameter to understand the pressure drop behavior and other roughness characteristics do not affect the flow field considerably. All ε = 1% cases show apparent Poiseuille number (Poapp) vs. Reynolds number (Re) variations that have the same behavior as that of the smooth channel theory, with maximum deviations being 3% at Re = 100 and 7% at Re = 1500. However, for ε = 2.5% and 5% cases, ε is no longer enough to explain the effect of surface roughness on pressure drop. Although certain roughness profiles provide Poapp – Re variations that are similar to that of the smooth channel theory, other profiles resulted in completely different behaviors with deviations increasing with Re. It is seen that for ε = 2.5% at Re = 1500, depending on the surface profile, Poapp can deviate from the smooth theory as low as 15% and as high as 55%. These numbers increased to 37% and 151% for ε = 5% cases. It is concluded that the misunderstandings and the conflicting results seen in the literature about pressure drop in microchannels can be related to the use of relative surface roughness as the only defining parameter of roughness. The following figure taken from Batuhan's thesis shows some of the rough surfaces he used in the simulations.

Okulun İlk Günü - 2019 (09.09.2019)

Okullar açıldı. Elif 12. sınıfa (lise son), Zeynep de 10. sınıfa başladı. Elif için üniversiteye hazırlık senesi. Onun tüm senesi bunun etrafında, bunun telaşesi ile geçecek elbette. Üniversiteye hazırlık için özel okullar işin kolayını bulmuşlar. Eski isimleri dershane olan, sonra kapanıp bir dönüşüme giden, ama ortadan kalkmayan kurumlardan biriyle anlaşıyorlar ve dershane okula, öğrencinin ayağına geliyor. Okuldaki derslerin yarısından fazlasına dershane öğretmenleri giriyor ve orada tek yapılan üniversiteye hazırlık. Geri kalan zamanda da normal okul hocaları lise son müfredatını anlatıyor. Okul yönetimi bu işten memnun çünkü çok daha az öğretmen çalıştırmak zorunda lise son eğitimi için. Her ne kadar sınav sistemi sürekli değişse de, "üniversiteye hazırlık" denen bu garip ticarethaneler bütünü kendini değişime çok hızlı adapte edebiliyor. Özel okullar ve dershaneler tencere - kapak misali çok güzel anlaşıveriyorlar. Ve bu anlaşma sonucu öğrencilere çeşit çeşit işe yaramaz, kötü ders çalışma ve öğrenme alışkanlıklarını kazandıran bir garabet çıkıyor ortaya. Bizim üniversitede "böyle ders çalışmayın, bunları yapmayın" dediklerimizin teşvik edildiği kayıp yıllar. Ama bu ülkede üniversite okunacaksa kaçınmanın da kolay olmadığı bir gerçek çıkıyor karşınıza. Elif bir süredir bu çarkın içinde dönmeye devam ediyor. Şimdilik idare ediyor, yeni savunma mekanizmaları öğreniyor kendini korumak için. Ama sınav zamanı yaklaştıkça işin tadının kaçacağını görmek zor değil.



Geçen gün bizimkilerle aynı okula giden benzer yaşlarda çocukları olan bölümden bir arkadaşla konuşuyoruz biz nasıldık o yıllarda diye. 27 sene önce biz de okula gider, dershaneye gider, sabah akşam test çözerdik. Bugüne çok benzerdi, ama farklılıklar da vardı. İnternet ve sosyal medya yoktu. Devlet okulunda okurduk. Anne babamız bizden farklıydı. Okulla ilgili bir problemim yoktu ve derslerde ne olup bittiği ile, sınavlarla, notlarımla, hangi kitaptan kaç soru çözdüğümle ilgilenmezlerdi. Ne annemin ne de babamın bir gün olsun gelip üniversite sınavına nasıl hazırlandığımı sorguladıklarını hatırlamıyorum. Benim görebildiğim onlar için endişelenecek bir durum yoktu ortada. Ben bugün endişeli miyim kendi kızlarımın geleceği için? Sanırım. Bu endişe yersiz mi? Sanırım. Genel olarak insanlar 27 sene önceye göre hemen her konuda daha endişeli. Daha çok bilmenin, etrafta olup bitenden daha çok haberdar olmanın, seçeneklerin çoğalmasının, kontrolsüzlüğün getirdiği endişeler bunlar herhalde. Bu endişeler çocuklara yansıyor mu? Fazlasıyla. Onları olumsuz etkiliyor mu? Hem de nasıl.

Zeynep için ise bu sene geçen seneki ilk lise yılından sonra daha kolay olacaktır. Ablasına bakıp kendisini nelerin beklediğini anlamaya çalışıyor. Kızlar büyüdükçe birbirlerinden farklılaşıyorlar. Kişilikleri oturuyor. Anne baba olarak o kişilikleri anlamak ve kabul etmek zor olabiliyor. Bir yerden sonra çocuk yetiştirmek yetmiyor. İş Elif ve Zeynep yetiştirmeye dönüyor. Elif'i Zeynep gibi, Zeynep'i Elif gibi yetiştiremiyorsunuz mesela. Kendiniz gibi yetiştirmeye kalkarsanız, o hiç olmuyor. Siz onları yetiştirmeye çalışırken sürekli kendi eksikliklerinizle yüzleşiyorsunuz.

Enteresan, ödüllü bir belgesel var Up serisi diye. Yönetmen Michael Apted 1964 yılında İngiltere'de 7 yaşındaki bir grup çocukla röportajlar yapıyor. Bu çocuklar özellikle farklı sosyo-ekonomik çevrelerden seçiliyor. Sıradan devlet okullarından, popüler özel okullardan, fakir ailelerden, varlıklı ailelerden, mutlu mesut ailelerden, boşanmış ailelerden, bakım evlerinden, vb. Çocuklara okul hayatları, arkadaşlık ilişkileri, gelecek planları gibi konularda sorular sorup onları konuşturmaya, tanımaya çalışıyor Michael. Belgesel "Give me the child until he is seven and I will give you the man" cümlesi ile bitiyor. Yani insan 7'sinde neyse 70'şinde de odur. Belgeselin ana tezi çocukların küçük yaşlarda aldıkları eğitimin ve içinde bulundukları çevrenin büyüdüklerinde nasıl insanlar olacaklarını belirlediği. Bu bilmediğimiz bir şey değil. Ama belgeseli farklı kılan bunu bize göstermek için seçtiği gerçek insan deneyleri.



7 sene sonra 1971 yılında bu çocuklarla tekrar görüşülüp belgeselin "Seven Plus Seven" isimli ikinci bölümü çekiliyor. Çocukların nasıl büyüdükleri, hayatlarında nelerin değiştiği, 7 sene önceki sorulara verdikleri cevaplar da sürekli hatırlatılarak, paylaşılıyor. Belgesel bu şekilde her 7 senede bir yeni bir bölüm çekilerek 2019 yılına kadar geliyor. İki ay kadar önce televizyonda yayınlanan "63 Up" isimli son bölümde çocuklar 63 yaşına geliyorlar. Nasıl büyüdükleri kayıt altına alınmış bir düzine insan. Bazılarının hayatları tahmin edildiği gibi seyrediyor. Bazılarının ise hiç öyle olmuyor.

Zeynep bu belgesellere ilgi gösterdi. İlk birkaç bölümünü beraber izledik. Kalanları da izlemeye devam ediyoruz vakit buldukça. İzlerken insan kendini ve çevresindekileri o karakterlerle karşılaştırıyor. Belgeselin ilk bölümü çocukların bir oyun parkında serbest vakit geçirdikleri görüntülerle bitiyor. Daha 7 yaşındayken farklı oynayan, farklı eğlenen, farklı vakit geçiren, farklı yeteneklerde çocuklar. Belgeselin ilerleyen bölümlerinde zaman zaman o görüntüler tekrarlanıyor. Oyun parkında inşaat yapan çocuk büyüyünce duvar ustası oluyor, herkesi itip kakan haylaz çocuk jokey olmak istese de taksi şoförü oluyor, parktaki oyuncakları düzgün kullanmadıkları için arkadaşlarını uyaran çocuk hukuk okuyor.

Elif 7 yaşında iken güzel resim çizerdi. Zeynep giyim kuşama, cici biciye meraklı idi. Elif'in bugün ilgisini biyoloji ve tıp çekiyor. Zeynep ise yazmayı seviyor. Biraz önce akşam yemeğinde sofrada konuşuyoruz. Elif sorumlulukların kendisini çok strese soktuğunu söylüyor. Zeynep ise hayatında bir şeyleri değiştirmekte zorlandığından yakınıyor.

Recent Thesis Defence (24.04.2019)

Actually this one is not that recent. For the last several years, I've been trying to put here a short summary of my students' work after their succesful defence. But I realized that I missed this one. Together with Dr. Tuba Okutucu-Özyurt, I served as the co-advisor of our PhD. student Murat Baki. Murat works at Aselsan and his thesis was about the numerical modeling and optimization of the heat exchanger of a Joule-Thomson type cryogenic cooler. Cryocoolers are used to cool target bodies down to cryogenic temperatures of about less than 100 Kelvin. At Aselsan they are used for the thermal management of infrared imaging systems.

Joule-Thomson (JT) cryocoolers are based on the Joule-Thomson effect, which is about the change of the temperature of a real gas with pressure. They are small devices in the form of a cylinder of about a few cubic centimeters volume. High pressure working gas (Argon in our case) enters a finned capillary tube at room temperature. The tube follows a helical path between two cylinders named as the mandrel and the shield. At the exit of the capillary, the gas goes through an isenthalpic expansion to a lower pressure, which results in a temperature decrease, together with some liquifaction. The amount of liquid formation determines the cooling power of the device. The low pressure, low temperature fluid then goes backward over the fins of the capillary, between the mandrel and the shield before it exits the cooler.



In the literature, several researchers modelled the flow and heat transfer in a JT crycooler as one-dimensional. But Murat noticed a number of repeadetly made mistakes and unphysical assumptions in those studies, such as improper selections of friction factor correlation, neglecting the change of enthaplpy with pressure or unphysically forced boundary conditions. Murat first built his own 1D model and wrote the corresponding computer code with several modifications and corrections over the existing ones, and showed that they affect the results considerably. And then he proposed an optimization strategy to minimize the back flow pressure drop and maximize the specific cooling power, which is a unique combination not seen in the literature before. For this he used the length of the heat exchanger, capillary tube diameter, capillary tube wall thickness, fin density, fin thickness and fin length as the parameters to be adjusted.



Thanks to the fast working 1D code, which can solve a case in a few seconds, it was possible to solve thousands of cases during the optimization to form a result cloud, which is known as the full factorial technique. The following figure obtained at an intermediate phase of one of the optimizations performed shows the acceptable and unacceptable cases of the result cloud based on predetermined constraints. In our modeling, one of the key parameters is the back side pressure drop because it is directly related to the temperature of the target body. And in a 1D modeling this pressure drop comes from a friction correlation. However, the back flow takes place inside a very complicated geometry. It is not possible to find a correlation directly obtained for such a geometry. Murat searched a lot to find the most appropriate one, and he also performed some preliminary CFD studies to show that there is room for improvement here. If you are a graduate student in our department or a candidate, we can work on the deailed simulation of the back flow inside a JT cryocooler heat exchanger. So, we are looking for interested students.

Helvetica (13.04.2019)

Maması biten kediniz bir hafta sonu sabahı sizi erkenden uyandırınca ev ahalisi kalkana kadar epey değişik şeyler öğreniyorsunuz.

Hacker News birkaç haftadır baktığım bir derleme haber sayfası. Uzun yıllardır haber okuduğum Slashdot sayfasındaki yorumlar artık iyice zıvanadan çıkınca bunu buldum. Çok basit bir arayüzü var, herhalde beni cezbeden de o oldu. Birkaç gün önce burada okuduğum bir haberde "Tufte CSS" diye bir şeyden bahsediyordu. CSS ilgimi çektiği için bir göz atmıştım. Bu sabah tableti elime alınca açık kalmış olan Tufte CSS sayfası çıktı karşıma.

CSS, Cascading Style Sheets demek. HTML dilinde yazılmış web sayfalarının ekranda nasıl görüneceğini belirlediğiniz bir dil. Tufte CSS ise Dave Liepmann'ın geliştirdiği, Edward Tufte stilinde hoş görünümlü web sayfaları oluşturabileceğiniz basit bir CSS kütüphanesi.

Edward Tufte kendisine "Leonardo da Vinci of data" ve "Galileo of graphics" gibi sıfatlar atfedilmiş bir istatistikçi ve sanatçı. Ne kadar hoş bir kombinasyon. Verilerin görselleştirilmesi üzerine kitaplar yazmış, Yale Universitesi'nde pek çok bölümde dersler vermiş emekli bir profesör. Tufte'nin web sayfasında yapımcısı olduğu "Inge Druckrey: Teaching to See" diye kısa bir belgesel film var.

Inge Druckrey Almanya doğumlu, İsviçre eğitimli bir tasarımcı ve eğitimci. İsviçre tasarım ekolünü Amerika'ya getirmesi ile biliniyor. Yale'de de profesörlük yapmış olan Druckrey, Tufte'nin hem hocası hem de eşi. Belgeselde Druckrey'in şimdi tasarımcı olmuş eski öğrencileri hocalarının kendilerini nasıl yetiştirdiğini anlatıyor. Tufte'nin web sayfasında, filmin hemen altında Helvetica isimli bir başka filmin görüntü yönetmeninin "Çok güzel bir film. Helvetica'nın kaldığı yerden devam ediyor" yorumu var. Helvetica mı? Bir yazı tipi (font) değil mi o?



Helvetica 2007 yılında Gary Hustwit'in çektiği bir belgesel. Tipografi (yazı tipi tasarımı), grafik tasarım ve küresel görsel kültür ile ilgili hoş bir film. Pek çok tanınmış yazı tipi tasarımcısı ve grafik sanatçısı ile sohbetler var içinde. Helvetica ismi İsviçre'nin Latince ismi olan Helvetia'dan geliyor. Max Miedinger 1957'de İsviçre'de "Neue Haas Grotesk" ismi ile geliştiriyor bu yazı tipini. 1960'larda Amerika'ya getiriliyor ismi Helvetica yapılarak ve bir arayış içinde olan grafik tasarımcıların derdine derman oluyor. Öyle popüler oluyor, öyle çok kullanılıyor ki, bugün onsuz bir dünya düşünmek mümkün değil. 3M, American Airlines, BMW, General Motors, Jeep, Lufthansa, Motorola, Nestle, Panasonic, Verizon gibi çok sayıda firmanın logosunda ve reklamlarında kullanılıyor. ABD ve Kanada hükümetlerinin resmi fontu oluyor. Avrupa Birliği, sigara paketlerindeki sağlık uyarılarının Helvetica ile yazılmasını şart koşuyor. Apple, 2015 yılına kadar iOS işletim sisteminin ana fontu olarak kullanıyor. Kullanımı için lisans ücreti gerektiğinden IBM, Microsoft, Apple gibi firmalar IBM Plex, Arial, Verdana, San Francisco gibi çok sayıda türevini geliştiriyor. Aşağıdaki logolardan biri orijinal Helvetica ile yazılmış, diğeri ise Arial fontu ile. Ayırt etmesi epey zor. Dün olsa bilemezdim, ama bugün Helvetica'nın karakteristikleri fark edebiliyorum artık. Aynı benzerlikte onlarca başka Helvetica türevi font var bugün kullanımda.



Belgeseldeki ilginç bir nokta insanların yazı tiplerinden istemsizce nasıl etkilendiği. Yazı tiplerinin bilinç altımızda sahip olduğu anlamlar. Helvetica'ya herkes, tarafsız, güven veren, elit gibi anlamlar yüklüyor. Bu hem fontun tasarımı hem de bugüne kadarki popüler kullanımı ile şekillenmiş bir durum. Bende yarattığı his de tam olarak bunlar. Belgeseli izledik, şimdi sırada Lars Müller'in Helvetica Forever: Story of a Typeface ve Helvetica: Homage to a Typeface kitaplarını bulup okumak var.



İnternette bu kitaplar için bakınırken Sarah Hyndman'ın Why Fonts Matter kitabına denk geldim. Keyifli bir kitap. Sayfalarını öylesine karıştırırken üniversitede ders veren bir hoca olarak ilgimi çeken bir örneğe denk geldim. Fontların inandırıcılığından bahseden bir bölüm var kitapta. Verilen bir anektodta üniversitede üçüncü sınıf öğrencisi olan Phil Renaud ödev notlarının son zamanlarda arttığını gözlemliyor. O zamana kadar teslim ettiği 52 ödevi inceleyince fark ediyor ki son zamanlarda Georgia yazı tipi ile hazırladığı 23 ödevin ortalama notu A. Daha eskiden kullanmakta olduğu Trebuchet yazı tipi ile hazırladığı 18 ödevin ortalama notu ise B-. Size garip gelebilir, ama sınavdaki el yazısı çok okunaksız olan veya bilgisayarda hazırladığı ödevinin formatı çok kötü olan bir öğrenciden ne puan kırsam diye aranıp duran bana çok mantıklı geliyor. Yazı tipleri en genel olarak tırnaklı (serif) and tırnaksız (sans serif) olarak ikiye ayrılıyor. İnsanlardaki genel kanı Georgia gibi tırnaklı fontların bilim ve akademi ile daha ilgili olduğu. Ödev hazırlayan öğrencilere duyurulur.

Sabah sabah yazı tipleri ve grafik tasarım ile ilgili iki belgeseli arka arkaya izleyince benim de web sayfamı değiştirmem şart oldu. Siyah beyaz ve basit oldu bu sefer. Biraz da böyle gitsin bakalım. Bu sayfadaki fontlar Scope One ve Cairo. Sayfalar bir garip görünüyorsa web tarayıcınızın önbelleğini temizleyip tekrar deneyin.