Yeni Gün (14.12.2016)

Uzaktan bakıyorum dünyaya, ama çok uzaktan. Görünmüyor bile. Yaklaşıyorum yavaş yavaş, yıldızların arasından geçerek. Soğuk gezegeni, halkalı olanı, kocamanı, güneşi, kızıl güzeli ve pek çok ıvır zıvırı geride bırakarak ilerliyorum. Nihayet çıkıyor karşıma mavi olan. Yaklaşmaya devam ediyorum, bulutların arasından süzülerek. Bir yerleri kasırgalar vuruyor, bir yerler sıcaktan kavruluyor. Gündüzle gece bitmeyen bir yarışta koşturuyor, hangisi önde belli değil. Kıtalar seçilmeye başlıyor. Ülkemi görüyorum yaklaştıkça, şehrimi, mahallemi. Sabah olmak üzere, alacakaranlık. Vakit kış, dışarısı soğuk, ölü gibi. Bir minibüs duruyor yokuşun başında, bir gölgeyi yutuyor otomatik kapısı. Külüstür bir ekmek kamyoneti hız limitini aşıyor. Yaklaşıyorum, sokağıma giriyorum. Kapkara bir köpek, bir umut, evlerin önündeki boş kapları kokluyor tek tek. Bir şık giyimli, arabasının camındaki buzları kazıyor. Sabahı zor eden bir yaprak artık daha fazla tutunamıyor, ne olacaksa olsun diyor. Evime giriyorum. Kızlarım uyuyor, birinin üstü açılmış, üşümüş, büzülmüş. Yatmadan önce biten ödevlerin dağınıklığı etrafta, defterler, kalemler. Kedi bulabildiği en sıcak köşeye kıvrılmış. Hayat ona güzel, bir geceyi daha gafletle bitiriyor. Yatak odasında çalan telefon alarmı resmi olarak yeni günü başlatıyor. Camların buğusuna buğu katacak duşun sesi yayılıyor eve. Kendimi görüyorum. Masanın başındayım, huzursuz, telaşeli. Sanıyorum ki yeni gün benden çok önemli şeyler bekliyor.

Çıkıyorum evden, yükseliyorum tekrar. Evim, sokağım, mahallem, şehrim, ülkem, dünyam, güneşim kayboluyor birer birer.

Bizsiz yürümez mi bu düzen? Yeni başlayan günün bizimle esas derdi ne? Bugünü o gün yapmak mümkün mü? Bakalım, yaşayıp hep beraber göreceğiz.

Gündem (02.12.2016)

Bir liseli siyasal bilgiler hayaliyle sabah akşam test çözerken bir hadsiz süper gücün başkanı seçiliyor.
Bir gelin içi kıpır kıpır damadın ayağına basarken bir sapık müstakbel eşine tecavüz ediyor.
Bir madenci göçükte can verirken bir lavuk Allah'ın tek taşıyla gönül çalıyor.
Bir bilirkişi televizyonda ahkam keserken bir yanık ceset toprakla buluşuyor.
Bir Avrupa'lı Akdeniz tatilini kıştan planlarken bir Avrupa'sızın botu aynı denize batıyor.
Bir siyasetçinin kırmızı telefonu çalarken komşu köye bir bomba daha düşüyor.
Bir evsiz sabah soğuğunda donarken bir gazetede çarşaf çarşaf lüks daire ilanları basılıyor.
Bir garip açlıktan uyuyamazken bir dengesiz çok yemekten hazımsızlık çekiyor.
...
Pırıl pırıl bir güneş batarken puslu bir ay çıkıyor.
Sımsıcak bir yaz biterken kapkara bir kış başlıyor.
Ama ayın suçu yok, kış masum.
Sen kirletmesen, kar ayışığında bembeyaz yağıyor.

Bir Kediyi Sevmek (08.11.2016)

Susam'ı kapının önünde bulup bakmaya başlayalı iki yıl oluyor. Bir kediyi bu kadar seveceğimi hiç düşünmezdim. Mesainin bitmesini dört gözle bekliyorum eve gidip onu göreceğim diye. Hava bozuksa üzülüyorum dışarıda gezemeyeceğimiz için. Olur olmaz bir şeyle kendi kendine oynarken onu seyretmeye bayılıyorum. Gece yatınca ne zaman sokulacak yanıma diye bekliyorum. Şehir dışına çıkınca gözüm arkada kalıyor. Evden çıkarken kendine iyi bak, görüşürüz diyorum. Akşam döndüğümde ilk onun halini soruyorum. Herkesten çok onunla vakit geçiriyorum. Günlük işlerin planlarını onu düşünerek yapıyorum.

Keşke insanları da Susam kadar sevebilsem, onlara da o kadar değer verebilsem. Ama öyle değil. Ne yazık ki Susam benim için insanlardan kaçmanın yeni bir yolu. Sevgi cimriliğimden birikenlerin zekatını ödüyorum ona. Sanki günah çıkarıyorum.

Şanslı kedi ama. Bizde günah çok.

Okulun İlk Günü - 2016 (19.09.2016)

Bugün gene ilk okul günü bizim kızlar için. Zeynep 7. sınıfa Elif de 9. sınıfa başladı. Eskilerin anlayacağı şekilde Zeynep Orta 3 Elif de Lise 1 oldu. İlk gün okul hep çok telaşeli olduğu için dün kitap, defterlerini dolaplarına yerleştirmiştik. Zeynep geçen sene kullandığı binada bir üst kata taşınırken, Elif lise binasına transfer oldu. Yeni bina, yeni kıyafetler, yeni dersler ayrı bir heyecan yarattı onun için. TEOG sınavı sonrası bir tercih yapmadık Elif için, en baştan planladığımız gibi aynı okulda devam ediyor liseye. Geçtiğimiz hafta ikisinin de en büyük endişesi yeni sınıflarında eski arkadaşlarından kimlerin olacağı idi. Sınıf listelerinin açıklanmasını dört gözle beklediler. Şanslarına her ikisinin de en yakın arkadaşlarından birer kişi düştü yeni sınıflarına, çok mutlu oldular. Güzel bir sene diliyorum kızlarıma ve tüm öğrencilere.

Naylon Konferanslar (08.08.2016)

Bugün birkaç saat önce başka bir üniversiteden bir öğrenci geldi master tezini bırakmak için. Bu hafta jüriye girecekti, ben de jürisindeydim. Güzel bir iş çıkarmıştı çocuk. Ama biraz önce de tez danışmanı aradı. Jürinin olmayacağını haber vermek için arıyor. O üniversitede master öğrencilerinin jüriye girebilmesi için en az bir konferans sunumu yapmış olması gerekiyormuş. Bu öğrenci de yurtdışında bir konferansa katılmış. Ama üniversite yönetimi o konferansı, geçmişi şaibeli Waset isimli organizasyon düzenlediği için uygun bulmamış ve öğrencinin jüriye giremeyeceğini bildirmiş. Hoca şaşkın ve üzgün. Tabii esas olan öğrenciye oluyor. Ne bilsin çocuk, büyük ihtimalle hayatında katıldığı ilk bilimsel konferans. Sunumunu yapmış, az çok dinleyen de varmış, alkışlamışlar, soru sormuşlar. Ama bir tuhaf nokta, programdaki sunumların yarısından fazlası yapılmamış. Bilimsel etkinliğin çöpe gittiğine mi yanarsın, adının böyle işlere bulaştığına mı, yoksa paranı kaptırdığına mı?

Daha önce de yazmıştım burada, para tuzağı konferanslar var etrafta diye. İşte bu da onlardan biriymiş. Zaten düzenleyenlerin sayfasına bakarsanız bir seyahat acentası sayfasından farkı yok. 2029'a kadar akla gelen her konuda dünyanın gidilesi her şehrinde konferans organize etmişler. Tıklıyorsun her biri için detaylar da çıkıyor karşına. 2029'daki bir konferansın özet göndermek için son tarihi bile belli. Yuh ki ne yuh. Bir gün bir eposta geliyor, seni ilgilendiren bir konuda bir konferans reklamı. Konferansın kendi sayfası gayet güzel duruyor ve kanıyorsun. Ama ben seneler önce okumuştum bunların yediği haltları, biliyordum naylon konferanslar düzenlediklerini. İşin daha da acı tarafı bu üç kağıdın arkasında Türk parmağı olması. İnternette "Waset intihal" diye biraz okuyunca siz de öğrenebilirsiniz. Bazı ilgili sayfalar mahkeme kararı ile erşilmez olsa da okunabilenler de var. Esasında bir şey okumaya gerek yok. Kendi web sayfaları zaten ilimle bilimle ilgileri olmadığını açıkça gösteriyor. Bir üniversite yönetimi bu adamların düzenlediği bir konferansta sunulmuş olduğu için içeriğine bakmadan çalışmanızı çöpe atıyor. Ama bu adamlar yeni konferanslar düzenlemeye ve birilerini kandırmaya, birilerine de akademik puan ve para kazandırmaya devam ediyor. Ne günlere kaldık. Her taraf yalan.

Tabii ki şunu da yazmazsam olmaz. Hatırı sayılır miktarda akademisyenin, en çalışkanından en tembeline, en namuslusundan en rahatına, bu konferansları, masrafları kendi cebinden çıkmayan bir tatil kaçamağı olarak görmesi de bu işlere tuz biber oluyor.

Çoktan Seçmeli Nesil (04.08.2016)

Dönem biteli epey olduğu halde derslere ait kağıt temizliğini bir türlü yapamamıştım. Ofisin dağınıklığı biraz azalsın diye sağda solda duran sınav kağıtlarını dolaplara kaldırırken şöyle bir göz attım üzerlerine aldığım notlara. Pek çok kağıda "Böyle çizim olmaz, anlaşılmıyor", "Yazdıkların okunmuyor", "İngilizceni geliştirmelisin" gibi yorumlar koymuşum. Bir kağıtta da "Bu çözüm doğru olsa ne olur, yanlış olsa ne olur" gibi bir uyarı var. Pek çok öğrencinin sınavlardaki çözümlerini anlamak için çok uğraş vermek gerekiyor. Karmakarışık, sayfada bir oraya bir buraya zıplayıp duran, özensiz, çirkin el yazılarıyla yapılmış çözümler. Tek bir dertleri var, cevaba ulaşmak. Nasıl ulaştıklarının bir önemi yok, her yol mübah. Yeter ki o son cevaba bir ulaşabilsinler. Öğrencilerime de itiraf ettiğim gibi bu tip kağıtları gördüğümde neresinden ne not kırsam diye düşünmeye başlıyorum. Gelmiyor içimden tam not vermek, cevap doğru olsa bile.

Neden böyle? Sınav stresi, vakit azlığı, vb. sebepler sıralanabilir, ama bence daha ciddi iki sıkıntı var. İlk olarak karşımızdaki öğrenciler çoktan seçmeli bir neslin temsilcileri. Biz de öyleydik. Ama bizden sonra yıpranma artarak devam etmiş anlaşılan. En kısa zamanda en fazla test sorusunu doğru çözmek için eğitilmiş bir nesil. Soruların çözümlerini iki soru arasındaki 5 santimlik boşluğa sığdırmak zorunda kalmış ve özen namına tek bildikleri "kutucuğu taşırmamak" olan bir nesil. Cevap doğru ise ve kutucuk taşmıyorsa sorun yok.

Müfredatı en ince ayrıntısına kadar belli, onlarca senelik birikmiş soru bankası olan ortak bir sınava hazırlanacağım diye ömrünü test çözüp kutucuk karalayarak geçirmek bu öğrencilere o kadar çok şey kaybettirmiş ki. Ama hiç farkında değiller. Sadece düzensizlik değil problem. Her şeyin sınıfta öğretileceğini sanıyorlar. Bir şeyi de sen git kendi kendine oku öğren diyemiyorsun. Ucu açık soru diye bir kavram yok kafalarında. Mutlaka her sorunun tek bir son cevabı olmalı. Bir soru sınıfta öğretilen tekniklerle çözülemiyorsa mutlaka ya hatalı ya da inanılmaz zor onlar için. Belki başka bir yolu vardır bunu çözmenin, bir araştırayım demiyorlar. Sınava çalışmak için fotokopiciye gidip eski sınav sorusu satın alıyorlar. Çözülmüş bir soruya bakarak bir konuyu öğrenmenin fitness egzersizi videosu izleyerek fit olmak kadar zor olduğunu anlamıyorlar. Tüm hayatlarında yanlışların doğruları götüreceğini sanan, aklındakini söyleyemeyen, çekingen bir nesil. Öğrendiklerinden keyif almayı bilmiyorlar. Bunun kendiliğinden olmayacağını, uğraş gerektirdiğini fark edemiyorlar. Bir meslek sahibi olmaya çalıştıklarının bilincinde değiller. Sınavlara çalışıp, dersleri geçme derdindeler. En geniş ilgi alanına sahip mühendisliklerden biri olan makina mühendisliği müfredatında keyif alacak tek bir ders bulamayan öğrenciler var.

İkinci problem de bu neslin arada kalmış bir teknoloji nesli olması. Hem teknoloji çağında yaşıyorlar hem de onu hakkıyla kullanamıyorlar. Sanal alem iletişimini biliyorlar. Konuşmakla, kalem kağıtla barışık değiller. Ben hayatımda ilk bilgisayarı üniversiteye geldiğimde görmüştüm. O kadar yabancıydı ki bana. Şimdiki gençler de yazarak, çizerek iletişim kurmaya yabancılar. Aklına gelen güzel bir cümleyi, 140 karaktere sığdırmaya çalışırken hiç eden bir nesil. Bilgisayar kullanmada iyi olmaları beklenir, ama değiller. Örneğin pek çoğu staj raporlarını düzgün formatta yazamıyor. Böyle şeylere önem vermiyorlar. Bölüm Başkanlığı'na vereceği dilekçeyi arka cebinden dörde katlanmış bir şekilde uzatıp onay istiyorlar. Kurşun kalemle imza atıyorlar. Sabırsızlar. Herşey hemen olsun istiyorlar. Yeni bir şey öğrenmek onlar için Wikipedia'a sormaktan daha zorsa zaman harcamaya pek değmiyor. 4 yıllık öğrenciliğinde kütüphaneye tek bir kere gitmiyor pek çoğu. Ders kitabı okuyamıyor, dersi kitaptan takip edemiyorlar. Mühendis olacak öğrenci sınavda eli yüzü düzgün bir çizim yapıp üzerinde derdini anlatamaz mı? Anlatamıyorlar. Aşağıdaki fotoğraflar geçen dönem verdiğim bir dersin sınavından. Bir kanadın üzerinde oluşan kaldırma kuvveti ile ilgili soru ve çizim yaparak açıklamaya çalışmışlar, ama işte bu kadar ellerinden gelen. Bir sene sonra mühendis ünvanı ile mezun olup projelere imza atacaklar.



Hepsi mi bu dertlerden muzdarip bu çocukların? Hayır. Bazıları pek meraklı, araştırmacı, bazıları çok tertipli, düzenli. El yazısı inci gibi olanlar, benden çok daha güzel teknik çizim yapanlar da var. Ama büyük çoğunluğunu bu anlattığım gibi gözlemliyorum. Peki nasıl düzelir bu iş? Üniversitede düzelmesi zor. Seneler içinde kazanılmış alışkanlıklar var. Bizim büyük kız orta okulu bitirdi ve geçen sene TEOG sınavlarına girdi. Öğrenciye hiç bir şey katmayan, strese sokan, kötü alışkanlıklar edindiren bir sınav. Neyse ki bizim çocukların okulu bu test sınavlarını en öncelikli yere koymuyor. Üniversite sınavı da bir o kadar berbat. Biz de girdik, ama öğrenciyken anlayamıyor insan tam olarak neye mal olduğunu. Bazen bizim çocuklar okul sonrası bir etkinlik için okulda kaldığında onları almaya ben gidersem yeni yapılan lise binasını dolaşıyorum. Saat akşam 8 olmuş ve sabahtan beri derslere girip çıkmış olan öğrenciler hala dersliklerdeler. Dershaneler 'güya' kapatıldıktan sonra artık dershane eğitimi okullarda veriliyor. Okullar hocalarla anlaşıyor ve öğrenciler okul sonrası akşam 8'lere kadar sınava hazırlık dersleri görmeye devam ediyor. Allah aşkına, bütün gün görülen okul derslerinden sonra akşamın bir vakti yapılan o eğitimden kime ne hayır gelir? Çocuklar o bezgin halleri ile zil sesini beklerken ben de lise binasının koridorlarında dolanıp sağa sola asılan afişlere, yazılara bakıyordum geçenlerde. Dersliğin birinin kapısına eski bir matematik testinin cevapları asılmış. İnsanı matematikten soğutmak için hazırlanmış belli ki test. Hepsi birbirinden zorlama, yapay, sıkıcı test soruları.

Bunları düşündükçe Allah bilir diyorum kendi kendime biz ne hatalar yapıyoruz mühendislik eğitiminde. İlgi alanı bu kadar geniş olan makina mühendisliğinde bile çocukları okuldan buz gibi soğuyacak hale getirebiliyoruz. Kendi kendine olmuyor bu. Elbet bizim de payımız var. Radikal değişiklikler yapmak gerek, ama ona da çok enerji lazım. Buluruz inşallah.

Diziydi, Gerçek Oldu (20.07.2016)

Darbe, postal sesi, sıkı yönetim, askeri vesayet, vb. sıkıntılı kelimeler bir kulağımızdan girip diğerinden çıkardı, beynimize pek uğramadan. Darbe dediğin dizilerde olurdu. İki gencin tam evlenecekleri günün sabahında sokağa çıkma yasağı ilan edilir ve kavuşamadan kalırlardı. Darbe olduğu günkü iş görüşmesini kaçıran gencin tüm hayatı değişirdi bir anda. Darbe günü ortadan kaybolan bir genç aylar sonra boş bakışlı bambaşka biri olarak mahallesine döner, başına ne geldiğini kimseye anlatmak istemezdi. Buydu darbe bizim için. Ama o kadar basit değilmiş. 5 gün önce bu Türkiye klasiğinin detaylarını bizim neslimiz de bir görsün, bilsin istediler.

. . .

Bu yazının ilk hali paragraflarca uzundu. O korkunç geceyi ve sonrasını bizim ailenin ağzından anlatıyordu. Her yazı için yaptığım gibi web sayfasına koymadan önce son bir kez okuyayım dedim. Sonunda tüm yazılanların özeti her zaman, ama her zaman olduğu gibi şuna geldi: "Yalan Dünya". Başka detaya gerek yok. Ben tıkandım arkadaş bu iki kelimede. Artık ne olursa olsun bundan başka yorum yapamaz, laf edemez hale geldim. Olup bitenleri kafama oturtacak başka bir yol bilmiyorum.

Benim Babam ... (23.06.2016)

Birkaç gün önce babalar günü idi. Bizim kızlar da aşağıdakini hediye ettiler bana. Sabah evden çıkmadan veya öğlen eve gittiğimde, akşam okuldan geldiklerinde okumaları için mutfak masasına bıraktığım notlardan hazırladıkları bir poster. İlki hangisiydi hatırlamıyorum, ama eve geldiklerinde atıştırabilecekleri ne olduğunu yazmıştım. Zeynep köşesindeki resmi çok sevdi, ben de sürekli yazmaya başladım. 20 küsür tane yazmışım. Onlar da atmamış hepsini saklamışlar. Büyük hali için resme tıklayabilirsiniz.

New Research Paper (18.06.2016)

This is the second paper published from Ali's PhD work. Here is the full text. It is about the parallel implementation of reinitialization of a level set fomulation on adaptively refined unstructured grids. It is built on high-order Discontinuous Galerkin Method and makes use of artificial diffusion type stabilization and two-rate Adams-Bashforth time integration. We were able to show that such a combination proves to be efficient in capturing complicated 2D and 3D moving interfaces accurately. Currently we are working on the third paper, which will be about the use of these techniques to solve incompressible multi-liquid flows.

Mucize (03.06.2016)

Misafir geliyor. Gelince zaten aklını başından alıyor, ama ne yalan söyleyeyim beklemesi de bir başka güzel. Ayları, günleri, geceleri saymak. Nasıl ağırlayacağını düşünmek. Hazırlık yapmak, heyecanlanmak. Ayak sesleri böyle güzelken, var kendisini sen düşün.

Köşeden her göründüğünde aklıma iki çocukluk anımı getirir. Birisinde hava soğuk. Gecenin bir yarısı. Ama dolunay var, karanlık değil dışarısı. Tembihledin ya yatmadan akşam. Ayaktasın işte. Mutfak telaşeli. Yüzler uykulu. Radyo açık. Gözler saatte. Dillerde bir soru, "Tamam mı, oldu mu?". Cevap değişmez, "Az kaldı". İlk sen kalkarsın sofradan. Doğru yatağa. Üşümüşsün. Ama yatak kaloriferin yanı başında. Ayaklarını sıcacık kalorifere dayarsın. Ohhh. Yüzünde bir gülümseme. Uzaklardan belli belirsiz hoş bir ses gelir. Sabah sesleri hep güzeldir de, bu bir başka. Bir kulağın onda, birisi toplanan sofrada, kıvrılır dalarsın uykuya. Huzurla.

Diğeri yarı gerçek, yarı rüya. Turhal'daki lojman evindeyiz. Ev tren yolunun yanında. Yolun diğer tarafında bir pide fırını var. Bazen boş pide almaya, bazen de iç götürüp keyfimize göre yaptırmaya gidiyoruz o fırına. Bazen babam tek başına gidip geliyor, yolunu gözlüyoruz. Bazen abimle beni de götürüyor yanında. Ama bizi tek başımıza göndermiyor. Bir gün onlardan habersiz gidiyorum. Dönüş yolunda geç kaldığımı fark ediyorum. Koşmaya başlıyorum. Küçük küçük tepeler var, yemyeşiller, birer birer aşıyorum hepsini. Hızlandıkça hızlanıyorum. Sonra bir sıçrıyorum, 100'lerce metre havaya. Tüm kasaba ayaklarımın altında, uzaktaki evimizi bile görüyorum. O kadar uzun sürüyor ki süzüle süzüle yere inmem. Tam ayağım yere değecekken tekrar sıçrıyorum. Sonra tekrar, tekrar. Bildiğin uçuyorum, inanılmaz mutluyum... O vakitler ardarda gecelerde görürdüm bu rüyayı. Uçmak rüya, ama fırın gerçek, pideler gerçek, çok acıktığım gerçek. Bugün hala, 40 küsür yaşımda, bunu yapabiliyor olduğum düşüncesi gelir ara ara aklıma, aynı mutluluğu hissederim. Deneyesim gelir, olacağına öylesine inanırım ki içim gider.

Hasret bitiyor, şenlik başlıyor. Mucize kapıda. Çok mutluyum.

Biraz Önce (25.05.2016)

İyi insanlar var bu dünyada,
Biraz önce birisi aklımdaydı.
Ve kötü olaylar var,
Aklım birisinin yanındaydı.

Hoş zamanlar var bu dünyada,
Biraz önce birisi aklımdaydı.
Ve zor sınavlar var,
Aklım birisinin yanındaydı.

Kuşa Yer Yok (09.05.2016)

Yağmurlu bu aralar Ankara. Yağmasa da kapalı hava. Akşam serinliği zaten meşhurdur Ankara'nın. Bugünlerde o serinlik soğuğa kaçıyor. Bu sabah güneş yüzünü gösterir gibi olunca çocuklar okul hazırlıklarını yaparken ben de kediyi dolaştırayım biraz dedim. Çıktık beraber dışarı. Dün gece açılmış taze bir köstebek deliğini eşeledik. Artık yerini ezbere bildiğimiz, bana diğerlerinden farklı görünmeyen, ama kedinin her nedense tercih ettiği otlardan yedik. Park etmiş arabaların lastiklerini, tamponlarını kokladık bol bol. Uzaktan gördüğümüz gri kediye dayılandık, kovalamaya çalıştık. Aytülü'yü işe uğurladık. İki yan evde yaşayan ikizimiz nerelerde diye bakındık biraz. Balkondaki asmaya çıkmaya yeltendik. Kızların gürültüyle geçen okul servisinden ürküp olduğumuz yere pıstık. Ve park yerindeki arabalar birer birer azalırken biz de utanıp içeri girdik.

Arabayla mı gitsem ofise, yürüsem mi diye 40 kere düşündüm bu sabah. Bir ona kaydı aklım bir buna. En son çöpü atarken arabaya bineyim, öğlen yürürüm dedim. Ama baktım ki arabayı evin diğer tarafına park etmişim, boşver dedim yürüyeyim, ne de olsa hava güzel. Neredeyse kendisi kadar büyük okul çantasını çekiştirip babasının peşi sıra giden bir çocuğun yanından geçtim. 3-4 yan evin bahçesindeki kirazlar ne alemde diye bakındım. Karşı evlerin birinin bahçesindeki çamaşırlığa serilmiş rengarenk bebek kıyafetlerine bir göz attım. Köşeyi dönüp ana yola çıktım, karşıdan vuran güneş gözümü aldı. Bir süredir peşimi bırakmayan şarkıyı mırıldanmaya başladım. Yeni kesilmiş kısacık çimleri seyrettim. İlerideki bir ağaçtan havalanıp bana doğru birbirini kovalayarak gelen iki minik kuşun oyunlarını izledim. Ve dondum kaldım.

O iki kuş beraber asfalta bir sorti yaptı ve arkamdan gelen arabanın sol ön tekerine girdi. Biri nasıl becerdiyse çıktı oradan, kaçtı gitti. Ama öbürünün canını alan ses kulağıma geldi. Araba virajı dönüp sürücüsünü işe yetiştirirken, kuş 1 metre ötemde kalakaldı ısınmaya çalışan asfaltın üstünde. Çırpındı 3-5 saniye. Herhalde kanadı kırıldı uçamıyor dedim, eğildim baktım. İç organları dışarıya çıkmış, kanı akmıştı. Çırpınışları durdu. Bilemedim ne yapacağımı, sağa sola bakındım ölü kuşlardan anlayan biri var mı diye. Yoktu kimse. Elime alamadım, ayağımla nazikçe kaldırıma doğru iteledim. Kırmızı oldu beyaz ayakkabım. Biraz seyrettim bir hareket olacak mı diye. Olmadı. Kedi veya başka bir hayvan bulur da yer mi diye düşündüm. Başka yapacak bir şey gelmedi aklıma, yoluma devam ettim.

Kuşun bedenini parçalayıp canını alan ses gitmedi kulağımdan bir süre. Bir sonraki viraja gelirken bir tedirgin oldum, arkaya kulak kabarttım, ama bir şey olmadı. Bir virajlık daha ömrüm varmış diye sevindim. Üç viraj sonra aklım geçen haftadan yarım kalan, bu hafta içinde bitmesi gereken işlerle dolup taştı. Ne kuşa yer kaldı ne de kalan ömre.

Gecenin Siyahı (05.05.2016)

Bugünkü ruh halim işte şöyle. Dilimde sürekli bu, türkü mü desem arabesk şarkı mı bilemediğim. Yalan yanlış hatırladığım sözleriyle, olmadı ıslıkla.

Dün gece uzundu. Bugünkü derse yetiştirebilmek için son dakikada zahmetli bir işe giriştim. Ha oldu ha olacak derken uyku yalan oldu. Eskiden olsa bana mı demezdi, ama yaş ilerledikçe uykuya ihtiyaç azalacağına, ne hikmetse uykusuzluğa direnç azalıyor gibi. Lisans öğrenciliği zamanı uykusuz gecelerimiz olurdu yoğun sınav dönemlerinde 8. yurt Ç.S.'sinde. MP3 çalarların, cep telefonlarının henüz icat edilmediği, Walkman'le kaset, radyo dinlenen yıllar. Master yaparken bölümde ofisim olduğundan iş başında sabahlamak mümkündü. Sabaha karşı uyku iyice bastırdığında A Blok asma katındaki odamda 2-3 sandalyeyi yanyana getirip uzanıp kestirdiğimi bilirim. Doktora yaparken hiç öyle bir gecem olmadı, hatırlamıyorum. Öğretim üyesi olduktan sonra yeni bir dersi vermek için hazırlanırken, mesela 582 dersini ilk birkaç sefer verdiğimde neredeyse her hafta 1 gün uyumadan geçiyordu.

Uyanık geçirilen bir gecenin keyfini çok az şey verir. Sanki ömrüne haybeden bir gün eklenmiş gibi olur. Sınava çalışmak, ödev yetiştirmek gibi genelde mecburiyetten yapılsa ve stresli geçse de bana ilaç gibi gelir. Türlü türlü hallere girer insan sabaha kadar. Yapılacak işin zorluğu ve kalan zamanın azlığı gün gibi ortadayken akşamın erken saatlerinde garip bir sakinlik vardır, eğer kafaya konduysa sabahlamak. "Yaa ne de olsa bütün gece ayaktayız, hallederiz" rahatlığı. Normal yatma vakti geldiğinde elle tutulur bir ilerleme olmaması ve işin artan ciddiyeti yavaş yavaş bir panik hali doğurur. "Yok ya olmayacak bu, mümkün değil yetişmez". Esasında bu "Oğlum git yat, değmeyecek uykusuz kaldığına" vesvesesidir. Kulak asmamak gerekir. 10 kere mutfağa gidilir, hiç olmadık atıştırmalıklar yenir, çaylar demlenir, bilgisayar başındaysan 40 kere eposta kontrol edilir. Ama uğraştıkça, ucundan kıyısından yolun sonu görünmeye başlarsa bir mutlu olur insan. "İyi gidiyor iyi, bak 3-4 saatte bu kadar oldu, daha sabaha çok var, hallolur" düşüncesi hiç de fena gelmez.

Tamamen el ayak çekilip ortalık sessizleşince insan kendi ile başbaşa kalır ve bir hüzün çöker ki, işte zaten odur beklenen an. Elin iştedir, ama aklın nerelerde. Neler neler sorgulanır, ne hesaplara girilir. Eldeki iş yavaştan yavaştan yalan olur, bir oyalanma vesilesine döner. O nasıl olsa hallolacaktır da esas öbür meseleleri ne yapmalı? Onca saat müziksiz geçmez elbet. Uyku açılsın diye şıkır şıkır şeyler dinleyemezsin, kaldırmaz gecenin ağırlığı. Öyle ya da böyle bir şekilde edersin sabahı, nasıl geçti vakit pek de anlamadan. Gün ağarmaya yakın gözler iyice yanmaya başlayınca yapılan işin bitip bitmemesi de önemini yitirmiştir. Elden gelen yapılmıştır ve vicdan rahattır. Belki 1-2 saat kestirilir, belki öylece yeni güne devam edilir. Her halükarda bir sonraki gün sersem gibi geçer. Leyla leyla dolanırsın ortalıkta. Belki pişman, belki değil. Adam akıllı bir uykunun öncesinde geçmesi gereken saatler vardır, ama sayılıdır, elbet geçecektir.

Benim dün geceki müzik arkadaşlarım arasında işte bu şarkı da vardı. Zaten işim bilgisayar başında olduğundan Youtube'de birşeyler dinlerken sağ tarafta çıktı karşıma. Eskiden de dinlemiştim, ama kimbilir ne zaman. "Gecenin en siyahında umudun bittiği yer" pek bir tatlı örtüştü herhalde kucağımda uyuklayıp bana iş yaptırmayan kedi ve bir türlü hatasını bulamayıp çalıştıramadığım bilgisayar kodu ile. Laf aramızda sabah olduğunda hala çalışmıyordu, bir gece daha istiyor belli ki. 2005 yılında yayınlanan Hırsız Polis diye bir dizinin müziğiymiş bu. Diziyle beraber dinlemek gerek, sonuçta onun için yapılmış. Ben izlemedim o diziyi, ama belli ki zor bir ilişki varmış içinde. Bilmiyorum kaç kere dinledim arka arkaya dün gece bunu, ama bana sabahı yaptırmakla kalmayıp bugün de dilime dolanıp kaldı işte. Akademisyenleri sabahtan akşama klasik müzik dinleyen tipler sanmayın. Vardır elbet öylesi de, ama ben türkü severim mesela.

New Research Paper (04.04.2016)

This one is recently published. Here is the full text. It is a direct outcome of Ali's PhD work, which was about a combined Discontinuous Galerkin and level set formulation of multi-phase flows. This fist paper focuses on the details of level set formulation and solution on unstructured adaptive meshes. The second author, Prof. Warburton, is a well known researcher in the field of Discontinuous Galerkin Method. Ali spent 1 year of his PhD study in his team as a visiting researcher.

Recent Thesis Defence (17.02.2016)

Mustafa Ocak is my PhD student and 3 weeks ago he successfully defended his dissertation, titled "Numerical and Experimental Investigation on Laser Damage Resistance of Highly Reflective Multilayer Thin Films". Dr. Tuba Okutucu served as his co-supervisor. Mustafa is working at Aselsan Inc. and he was involved in the High Damage Threshold Optical Systems (HEYO) project. During his PhD he mainly studied temperature distributions on highly reflective optical thin films subjected to laser beams. He compared the thermal performance of the standard quarter-wave and several non-quarter wave designs by performing numerical simulations. He proposed a new methodology to calculate film thicknesses of non-quarter designs. He investigated the laser induced damage morphologies on the coatings fabricated using conventional and alternative ideas.

Following is a White Light Interferometry view of the delamination type damage occurred on a non-quarter wave design during a 1-on-1 testing with a laser load of 50 J/cm2. The film has 19 layers HfO2 and SiO2 coatings.