Hand Made (28.12.2010)

Couple of days ago I was thinking about the project that I am going to assign for the finite element course I am teaching this semester. As always I went to the white board I have on my office wall and started scratching things. After the first 10 or so triangles I knew that I will not be able to stop and now the board looks like this :-) Pretty nice, isn't it ? Click on the picture to see the larger one.

Topuk Sesleri (27.12.2010)

Hava çok soğuk. Camlar, kapı sıkı sıkı kapalı, kalorifer yanıyor, ama oda buz gibi. Fareyi tutan elim dondukça yanıbaşımdaki elektrik sobasında ısıtıyorum. Öğleden sonraki dersin notlarına bakıyorum. Dışarıdan koridorda yürüyen birinin ayak sesleri geliyor. Tık tık tık. Bana mı geliyor acaba, yoksa Mehmet Hoca'ya mı? Yiğit mi, Ahmet mi, başka kim olur ki? Yoksa bir öğrenci mi? Sınav yok bu aralar, sınav yoksa gelmez o hayırsızlar.

13 sene önce de dışardaki ayak seslerini dinlerdim. A Blokta ısı labının asma katında koridorun en son odasında, aynı şimdi yaptığım gibi gözüm bilgisayar ekranında, kulağım koridorda, onu beklerdim. Öyle güzel tıkırdardı ki topukları metal merdivende. Hemen anlardım onun geldiğini, kendime çeki düzen verirdim. Merdiven biter, sesler değişirdi. Sonra kapıda görünürdü ve dünyalar benim olurdu.

Bir ara ağzından yapboz yapmayı sevdiğini kaçırmıştı da, odama daha sık gelsin diye Ankara'daki oyuncakçıları dolaşmıştım yapması en uzun sürecek yapbozu bulacağım diye. Zafer çarşısında bulmuştum galiba. Masanın üstünü boşalttım, ama yetmedi masa 3000 parçalık yapboza. Kenarlarına karton çıkıntılar bantlayıp büyütmüştüm masayı.

Bugün, şu an kapıdan giriverse "Sen nerden çıktın?" dersin. O gün, o an kapıdan giriverir belki diye bütün gün ayak sesi dinlerdin.

Bugün, 13 yıl sonra, telefon çalsa "Seni seviyorum" diye kapatamazsın. Ama o gün, 13 yıl önce kafandaki "Seni seviyorum"lardan sabaha kadar uyuyamazdın.

Ama ben bugün onu daha çok seviyorum ve o da bunu biliyor :-)

Bak İçime Gör Beni (18.12.2010)

Bak içime gör beni.
Tut elimden yak beni.
İstemezsen bu aşkı.
Otur baştan yaz beni.

Daha önce bir kere daha dinlemiştim galiba bu türküyü. Ne güzel sözler. Ne sade müzik. Bir tane kıytırık ağlayan saz insanı nasıl da ağlatıyor. Başka bir enstrümana, eğitimli daha iyi bir sese ne gerek var.

Aklıma geçen gün televizyon kanallarında dolanırken Aytülü ile denk geldiğimiz 10 Muharrem sebebiyle yapılmış bir anma programı geldi. Kalabalık bir grup müzisyenden iki kişi hem saz çalıyor hem de söylüyor. Ama nasıl bir senkron. Belli ki dünya onlar için dönmüyordu o an. Bizim dünyamızı da 5 dakikalığına da olsa durdurdular, nefes almadan izledik, şaştık kaldık. Yıkadı içimizi türkü. Keşke bir kenara not etseymişim söyleyenleri.

Ek (24.12.2010): Bu yazıyı okuyan Serhat Bilyaz isimli öğrencimiz eposta yollamış bana. "O kişiler Hüseyin ve Ali Rıza Albayrak kardeşlerdir büyük ihtimalle" diyor.

Simitçi Yolu (25.11.2010)

1.5 - 2 ay önceydi, bölümdeki arkadaşlarla "Birbirimizi fazla göremiyoruz, haftanın bir sabahı kahvaltı için kampüsteki simitçide buluşalım" diye konuştuk. O günden beridir Perşembe sabahlarının ilk 1 saatini orada geçiriyoruz. Perşembeleri bölüme arabayı parkediyorum, dükkanı açıp, bilgisayarımı, kitaplarımı bırakıyorum, biraz eposta falan okuyup oyalandıktan sonra simitçiye gidiyorum. 3 hafta önce hava fena değildi, oyalanacağıma yürüyerek gideyim dedim. Sonraki haftalarda da hava soğuk da olsa yürüdüm. Kampüste yürümeyi özlemişim.

Simitçi yolu 8. ve 9. yurtta geçirdiğim 6 senelik öğrencilik hayatımda kullandığım yol. Makina G Bloktan çık, A ve B Bloğun arasından, İnşaat'ın park yerinden yürü, yolu geç, ağaçlar arasındaki uzun merdivenlerden (öğrenciyken kaç basamak var ezberlemiştim) baraka spor salonuna in, futbol sahalarının yanından yurtlar bölgesine gel, medikonun yanından yemekçilere ulaş.

Ben ODTÜ'de öğrenciliğe ilk başladığımda yemekçiler bölgesi yoktu, oradaki ufak alışveriş merkezi binası, bankalar yoktu. Sadece şimdiki Doyurucu'nun olduğu binada ODTÜ Güdaş'ın işlettiği bir yer vardı. O binada bir ara McDonalds açıldı da ne fırtınalar koptu. Öğrenciler önünde eylemler yaptılar ODTÜ'de Amerikan hamburgercisi istemeyiz diye. Sonra kapandı McDonalds.

18 sene önce, ODTÜ'ye ilk kayıt için gelirken dayım arabasıyla getirdi beni kampüse. O zaman Ankara'da otururdu dayımlar. U3 amfisinde uzun sıraları beklemek dışında sıkıntı olmadı, kolay hallodu kayıt. Sağolsun dayım beni beklemişti, sonra da arabasıyla bölüme getirdi. Çok net hatırlıyorum, tam G Bloğun üst girişinde, bugün her sabah arabamı koyduğum park yerinin yanında, yol üstünde bıraktı beni. Kampüs hakkında, bölüm binalarını hakkında hiçbir bilgim yok. Derslere kayıt olacağım, ders programımı öğreneceğim, ama nasıl? Çok zorlanmıştım. Bizim bölümle, derslikleri öğreneceğim diye ders aldığım diğer bölümler arasında koşuşturup durdum, panolardaki ilanları okudum saatlerce. Bugün üniversiteyi yeni kazanan öğrenciler danışmak için yanıma geldiklerinde o günleri hatırlarım. O ilk gün bir de yurt kaydı yaptırmam gerekiyordu, ona geç kalırsam yer kalmayacak diye ödüm kopuyordu.

Yurt kaydı için de sıralar uzundu, ama ilanlardan öğrendiğime göre yurda yerleştirme işinde ÖYS puanına bakılıyordu ve ben puanımla yurda kayıt olmayı garantiliyordum. İnsanın aklı rahat olunca kolay bekleniyor sıralar. O gece 8. yurt 5. kattaki odamda uyudum. Oda 6 kişilikti, ama öğrenciler daha gelmemişti, yatakların çoğu boştu. Benim yatak bir ranzanın üst katında. Ben seçmemiştim, öyle denk geldi. Üst kat iyiydi, başkaları oturdu yatağımı bozdu, kirletti derdi olmazdı. En önemli sıkıntısı sabah yorganı yerden toplamaktı. Üst kat olması ile bir alakası var mı bilmem, ama ne hikmetse bir türlü sahip çıkamazdım o yorgana, pek çok gece yere düştü.

İlk ders günlerinde bugün simitçiye yürüdüğüm kestirme yolu bilmiyordum. Postanenin, yemekhanenin oralardan yürüyerek geliyordum bölüme. Daha ilk seferinde belliydi o yolun hergün yürünmeyeceği, bir alternatifinin olacağı. Ama benim yön duygum hiç yoktur. Sonraki günler millete baka baka öğrendik kestirme yolları.

Perşembeleri simitçiye giderken karşıdan gelen derse geç kalmamak için koşturmaktan yanakları pembeleşmiş öğrenciler görüyorum ve eski günleri hatırlıyorum. Hoşuma gidiyor o yolu yürümek.

Hayırdır İnşallah (24.11.2010)

Bugün öğretmenler günü. Dün akşam kızlar anneleriyle çiçek almışlar bügün öğretmenlerine vermek için. İlkokuldaki bir çocuk için öğretmeni tek kelime ile melek oluyor. Anne babanınkinden daha fazla inanıyorlar söylediklerine, toz kondurtmuyorlar, eleştirmek mümkün değil. Çok seviyorlar. Bir de bizimkiler kız olunca mesela büyük olan Elif defterlerini pembe kalpler içinde kendi ismi ve öğretmeninin ismi ile süslüyor. Dün akşam da çiçeklerle birlikte verebilmek için özene bözene kartlar hazırladılar.

Bu sabah çiçekleri dikkatlice arabaya yerleştirdik ve okul yoluna düştük. Bir ara arka koltuktaki muhabbet şöyle idi.

- Zeynep : Abla ben gece rüyamda öğretmenime vereceğim çiçekleri gördüm. Çok güzeldi. Sen rüya gördün mü ?
- Elif : Ben örümceklerden yapılmış bilezikler gördüm. Çok korkunçtu. Uyanıp annemin yanına koştum. Baba sen benim geldiğimi biliyor musun ?
- Ben : Evet kızım biliyorum. Uyandım ben de.

Bu muhabbetten sonra beni bir gülme tuttu. Rüyaları gibi kızlar da birbirinden o kadar farklı ki. Elif çiçekleri Zeynep örümcekleri görse şaşardım. Bu şekliyle tam olmuş.

Bu arada benim ikiz kız kardeşlerim öğretmen. Birisi şu anda Afyon'da biri de Bolu Gerede'de öğretmenlik yapıyor. Onlara işlerinde kolaylıklar diliyorum ve öğretmenler günlerini kutluyorum. Pek çoğu tarafından kolay iş diye bilinir öğretmenlik, biz de öyle bilirdik, ama zor.

İçim Sıkılıyor (23.11.2010)

Bugün içim sıkılıyor. Durup durup gözümden yaş geliyor. Dün de böyleydi, yarın da böyle olacak. İçim sıkılacak, gözlerim yaşaracak. Ama iyi gelecek, yaşlar sıkıntımı alıp götürecek. Hep iyi gelir ağlamak. Odanın kapısına meşgulüm yazar kilitlersin. Sevdiğin bir müziği açar, dinler, ağlar ve iyileşirsin.

Bugün çok meşgul geçeceğe benziyor.

Güneydoğudan Öyküler (22.10.2010)

Ben çok basit bir insanım. Dünyayı ak-kara olarak görürüm, grilerle çok işim olmaz. Milliyetçi duyguları yoğun biri değilimdir. Dünya'nın ülkelere bölünmesi, insanların toprakları sahiplenmesi, sınırlar çizip nöbet tutması hep garibime gitmiştir. Bunun gereksiz bir insan icadı olduğunu, problem yarattığını düşünürüm. Ama bu dünya düzeni böyle işlemiyor. Bu dünyada hangi düzen doğru işliyor ki? Sınırlar çiziliyor, karakollar kuruluyor, mertlik icad ediliyor ve silah kazanıyor.

Dün gece Show TV'de yeni başlayan bir dizinin ilk bölümüne denk geldim, "Güneydoğudan Öyküler - Önce Vatan". Çok konuşulan Nefes filminin senaristleri yazmış. Benzerlikleri var. Oldukça geç saatte başladı ve çok geç saatte bitti, ama kalkamadım başından. Güzeldi, oyuncular çok çok iyiydi. Gitmedim, görmedim oraları, bir gidenin ağzından dinlemedim hikayeleri, ama biliyorum anlatılanlar uydurma değil. Gerçek, ama bana, benim hayatıma o kadar uzak ki. Dikdörtgenin sağ alt köşesinde birileri hayatını böyle yaşıyor. Çok acayip, çok olmaması gerektiği gibi.

Bir hemşire ve doktorun birbirinden habersiz Şırnak Asker Hastanesi'ni kurada çekmeleri ve oraya gitmeleri anlatılıyor dizide. Geride kalan aileleri, Şırnak'taki halk, terör, Nefes'teki gibi dağ başında nöbet tutan komutan. Yüreğine dokunuyor insanın, başka diziler gibi daha aşağıya dokunmasına gerek kalmıyor. İlk bölümünü buradan izleyebilirsiniz.

Prof. Walter Lewin (19.10.2010)

Prof. Lewin Massachusetts Institute of Technology (MIT)'de fizik profesörü. Bugün Youtube'de akışkanlar mekaniği dersimde kullanmak için malzeme bakarken Prof. Lewin'in 8.01 Classical Mechanics dersinin videolarına denk geldim. Tarif edilemez bir keyif. Bir insan bu kadar mı güzel ders anlatır. Hidrostatik ve Bernoulli prensibini anlattığı dersini izledim. Ders değil, tam bir şov. 50 dakikada ayaküstü kaç tane ufak deney yapıyor, sınıf akışkan labına dönüyor birden. Birinci sınıf fizik öğrencileri ve iyi ders dinlemeye meraklı tüm mühendislik öğrencileri mutlaka izlemeli. Videolara dersin MIT Open Courseware sayfasından veya yukarıda bağlantısını verdiğim Youtube kanalından ulaşabilirsiniz. Bu giriş fizik dersinin devamı iki ders daha varmış, haberiniz olsun.

Eğer yukarıdakiler fazla gelir, almayayım diyorsanız, en azından Prof. Lewin'in kara tahtada yaptğı tebeşir cambazlıklarını izlemelisiniz. Hala tebeşir kullanan azınlığın genelde yanlışlıkla başına gelen bu olay bu kadar mı faydalı bir hale getirilir ve bu kadar mı eğlenceli kılar bir dersi. Sadece bunu görmek için öğrencisi olunur Prof. Lewin'in. Bunca gazdan sonra herhalde artık seneye tebeşirle anlatırım derslerimi :-)

Helal olsun valla, ne hocalar var. Ben bu bölümde öğrenciyken Orhan Kural hocamız vardı. Pek çok öğrenci hem kendi grubunda hem de onun grubunda girerdi ısı transferi derslerine. Büyük tahta çizim masalarının olduğu D bloktaki sınıflardaydı o zaman dersi ve sınıf her ders hınca hınç dolar, millet ayakta dinlerdi Orhan hocayı. Biz de ders anlatıyoruz kendimizce, ama bunların yanında bizimkine ne denirse artık.

Fluid Particles (15.10.2010)

Dönemin ilk haftalarında akışkanlar mekaniği dersinde en temel tanımlardan bahsediyoruz. Ders notlarını karıştırırken aklıma Texas A&M'de doktora yaparken asistanlığını yaptığım akışkanlar dersi geldi. Bir iki dönem böyle bir maceram olmuştu. O dersle ilgilenirken fazla sıkılmış olacağım, web sayfamda "Fluid Particles" isimli bir köşe yaratmış ve oraya MS Paint ile çizdiğim karikatürler koymuştum. Dersi alan öğrencilerin haberi olmasa da Türk arkadaşlar epey ilgi göstermişti sayfaya. Çok aradım geçen gün o çizimleri, ama bulamadım. Ben de benzer bir tane çizdim. Ne yalan söyleyeyim "No Slip BC" hakikaten çok komik oldu, hakkını verin :-) Sadece kafa karıştırıcı değil, öğretici tarafları da var. Mesela diyor ki "CV is a fixed region in space and in general a portion of its boundary is open to mass flow, i.e. it occupies different particles at different times".

Hatasız Kul (14.10.2010)

Evi bizim evimize hemen birkaç apartman ötede olan anneannemiz (Çocukları olanlar bilir, anneannemiz demek çocukların anneannesi demektir. Benim kendi anneannem de güzel bir insandı. Minicikti, ama kocaman gülerdi. Bugün her duamın en başındadır kendisi) her sabah üşenmeden okul hazırlığımıza yardım etmek için bize gelir. Biz kızlarla okul telaşına düştüğümüzde eşim çoktan evden çıkmış olduğu için bu yardım da bana ilaç gibi gelir. Kızlar anneannelerine binbir türlü naz yaparlar, o da hepsini idare eder. Sinirlenmez, kızmaz. Ama ben hiç öyle değilim. Son zamanlarda hemen her sabah okul için kapıdan çıkarken kızlarla birbirimize kızıyoruz ve suratımız asık çıkıyoruz evden. Derdimiz ya hangi ayakkabının giyileceği, ya eksik hazırlanmış okul çantası ya da yağmurlu geçen bugünlerde olduğu gibi okulda unutulma ihtimali çok yüksek olan şemsiyeyi ille de götürme isteği.

İki gün önce böyle bir hışımla çıktık evden. Kızlar benim sinirli olduğumu hızlı araba kullanmamdan anlıyorlarmış, daha önce söylemişlerdi. Gene arabayı biçimsiz kullanıyorum herhalde ki, arka koltukta çıt çıkarmadan oturuyorlar. Onlarla bir baba-kız konuşması yaptım arabada. Dedim ki "Kızlar ben size kızmaktan hiç hoşlanmıyorum, ama her sabah da kızıyorum. Acaba siz mi beni kızdıracak şeyleri çokça yapıyorsunuz, yoksa ben mi çok sinirli bir insanım? Cevabını bilmiyorum ben bu sorunun. Şimdi bu konuda düşüneceğim, siz de düşünün lütfen." Aynen böyleydi konuşma.

Kampüse gelene kadar gene çıt çıkmadı bunlardan. Ben "Hiç sesiniz çıkmıyor" diye sessizliği bozunca küçük olan Zeynep "Ben düşündüm, biz seni çok kızdırıyoruz" dedi. Radyodaki şarkı, dışardaki yağmur ve aynadaki boncuk gözler fazla geliverdi birden. "Ben de düşündüm. Siz aslında çok uslu çocuklarsınız. Yaramazlıklarınız, beni boş yere kızdırdığınız zamanlar oluyor, ama genelde çok uslusunuz. Herhalde ben çabuk sinirlenen birisiyim ve sinirlenmemek için daha dikkatli olacağım" dedim.

Okula vardık ve ayrıldık. Birbirlerini ite kaka yarışarak arabadan uzaklaşırlarken Elifim ve Zeynebim küçülüverdiler. 9 gün sonra Elif 9. yaşına başlayacak. İnsan büyüdü diyor, ama o kadar küçük ve saflar ki. Onları bozmak, yıpratmak kolay, onlarla çocuk olmak o kadar zor ki. Anneannemle başlayan dualarım, çocukları yetiştirmekte sabır isteğiyle biter birkaç senedir. Önce kendime sonra diğer anne babalara sabır diliyorum.

Cahit Hoca (28.09.2010)

Bugün daha iyi anladım neden akışkanların deneysel tarafında hep sıkıntı yaşadığımı. Ben Cahit Eralp Hoca'nın hiç oğrencisi olmamışım. Ben öğrenciyken dersler veriyordu, ama bir türlü denk gelememişiz, denk gelmek için uğraşmamışım. Fırsatı kaçırmışım.

Cahit Eralp Hoca bir süredir hasta idi. Dün sabah vefat etti. Biraz önce bölümde bir törenle onu uğurladık. Yapılan konuşmalar "keşke benden de bu şekilde bahsetseler" dedirtecek güzellikteydi. Bölümümüze ve ülkemiz sanayiine verdiği katkıları hatırladık. Allah rahmet eylesin.

Ben Cahit Hoca'yı misafirlerine ikram etmek için ofisinde sürekli pişirdiği kahvelerle, G Blok üst kat lavabosuna dizdiği fincanlarla, tebessüm ederek hatırlayacağım.

Parmakla Saymak Serbest (28.09.2010)

Geçenlerde de bir benzerini burada yazmıştım, ama taktım ben bu konuya. "İnsan mısın, makine mi?" kontrolünde yeni karşılaştığım enteresan bir örnek daha.

Okulun İlk Günü - 2010 (15.09.2010)

Bu üçüncü "Okulun İlk Günü" yazısı. Zeynep'in 1. sınıfta, Elif'in de 3. sınıfta bugün ilk günleri. Bu sabah gene fotoğraflar çektik okula giderken. Bakın bakalım bizim kızlar ne kadar büyümüşler.

Sayılı Gün (01.09.2010)

Birkaç günde bir yaptığım gibi bugün de RSS okuyucumdan Planet GNOME'da biriken blog yazılarını okuyordum. Şu yazıda bir meslektaşın ölümünden duyulan üzüntü paylaşılıyordu. Vefat eden kişiyle ilgili bağlantıya tıkladım ve Ian Clatworthy'nin bloguna ulaştım. Canonical'da çalışan 43 yaşında bir yazılım geliştiriciymiş. Son yazılarında kansere yakalandığını öğrendiğinden, tedavi sürecinden, kanserin nasıl vücuduna yayıldığından, doktorların sadece birkaç ay ömrü kalmış olabileceğini söylediğinden bahsediyor. Doktorların tavsiyesi "Gününü gün et, gez dolaş" olmuş ve o da artık yarı zamanlı çalışıp bu tavsiyeye uymaya karar vermiş. Yazıların tarihlerine bakılırsa doktorlar Ian'ın kalan ömrü konusunda haklı çıkmış.

Ian kanser olduğunu ilk olarak Haziran 2008'de öğrenmiş. O ilk şokla okuyucularına bazı mesajlar vermiş "Sağlığını kaybetmeden doktora git, gerekli testleri yaptır. Hoşlandığın bir işi yap ve işini iyi yap. Yakınlarına iyi bak". Ian son yazılarında aklına sürekli "Ölmek için çok gencim, daha yapacak çok şeyim var" fikrinin geldiğini yazmış. Blogunun adı "Agile Teams, Open Software, Passionate Users. Life is too short for anything else ...". Üç çocuğu varmış Ian'ın.

Yazıları okurken kendimi "Yarın çok az ömrüm kaldığını öğrensem ne yaparım, nasıl davranırım?" diye düşünürken buldum. Sonra farkettim ki ben bunu zaten biliyorum. İşin kötüsü bilmiyormuş gibi davranıyorum.

Ayakkabı Bağlama Sanatı (12.08.2010)

Geçen gün eşimle fotoğraf makinesini karıştırırken çok yakından çekilmiş bir spor ayakkabı resmi çıktı karşımıza. Eşim "Ayakkabımı yıkayacaktım, bağcıkların nasıl olduğunu hatırlamak için çekmiştim" dedi. Ben de yapmıştım daha önce benzerini. Sonra ayakkabı bağlama üzerine bir web sayfası olup olmadığına bakalım dedik ve Ian's Shoelace Site çıktı karşımıza. Onlarca değişik bağlama çeşidi, detaylı tarifler, okuyucuların farklı teknikleri kendi ayakkabılarında uygulayıp gönderdikleri fotoğraflarla çok zengin bir sayfa. Örneğin aşağıdaki ilk tekniğin adı "Hash Lacing" imiş. Özellikleri ise dekoratif görünüm sunması, sıkı yapmanın zor olması ve ip uçlarının uzun kalmasıymış. İkinci teknik olan "Loop Back Lacing" de gene dekoratif görünüm veriyor, ama ipler çabuk eskiyor ve ip uçları daha kısa kalıyormuş. Ben birbirinden farklı renklerde ayakkabı ipi kullanımı görmemiştim daha önce, ama bayağı yaygınmış meğer. Ian'in sayfasinda sadece bağlama teknikleri değil benzer pek çok bilgi var. Örneğin bağlarınızın sürekli çözüldüğünden şikayetçi iseniz denenebilecek alternatif düğümler bulabilirsiniz. Konuyu hafife almayalım lütfen, Nature dergisine bile konu olmuş vakti zamanında.

   
   

Recent Thesis Defenses (09.08.2010)

Last semester two of my graduate students finished their masters studies and defended their work successfully. Mustafa Ocak is working at Aselsan Inc. One of his duties is to perform system level thermofluidic simulations of electronic components inside air transport racks. His masters thesis was directly related to this subject. We studied the use of Compact Thermal Models (CTMs) for electronic cooling simulations. CTMs are simplified representations of detailed electronic components, such as a CPU chip or a DC/DC converter. They are used to reduce the geometric complexity of the simulation domain, which results in easier and more economic mesh generation, which in turn results in shorter model and mesh generation and simulation times. Mustafa focused on conduction based CTMs and performed both experimental and numerical studies to evaluate their performance. He used the commercial ICEPAK software for the numerical part. The image given below shows one possible simplification that is used to model a TSSOP type DC/DC converter. Here detailed leads and vias of the converter are lumped into simple prismatic volumes with properly averaged thermal properties.



My other student, Altug Ozcelikkale, was a TUBITAK scholar. He worked on the development of a Least Squares Spectral Element Method based flow solver. The aim was to combine Least Squares variational formulation with Spectral Element Method and perform solution adaptive simulations on grids involving p- and h-type nonconforming interfaces. The flow solver is still under development and the ultimate aim is to come up with a highly-acurate incompressible solver that is capable of running on automatically generated and adaptively refined Cartesian meshes. The following figure shows three snapshots from an unsteady simulation over a circular cylinder. As the flow features change in time the mesh adapts itself accordingly by decreasing and increasing the polynomial orders used inside the elements. The mesh used here only allows p-type nonconformties.



ECCOMAS CFD 2010 (05.07.2010)

14 Haziran haftasında ECCOMAS CFD 2010 konferansına katılmak için Lizbon'a gittim. Daha önce de bir ECCOMAS konferansına katılmıştım, çok güzel oluyorlar. Bu sadece CFD üzerine olduğu için daha bir keyifliydi. 700'e yakın katılımcı vardı. Ben yüksek lisans öğrencim Altuğ Özçelikkale'nin tez çalışmasının ürünü olan "h- and p-Adaptive Incompressible Flow Simulations Using Least Squares Spectral Element Method" başlıklı bir sunum yaptım. Ayrıca şu anda Georgia Tech'de doktorasını yapan eski öğrencim Mehtap Çakmak yüksek lisans çalışmasından çıkardığı bir sunum yaptı.

Konferansın sıcak konuları arasında Discontinuous Galerkin FEM, Türbülanslı akışlar için RANS, LES ve DNS kullanımı, CFD benzetimlerinin doğrulanması, GPU ile CFD hesaplamaları vardı. Bunlar benim aklımda kalanlar. Daha pek çok konuda sunumlar oldu. İnsanların hangi konulara yoğunlaştığını görebilmek ve treni kaçırmamak adına ve yaptıklarını görücüye çıkarıp geri besleme almak için bu konferanslar çok kıymetli. Dört sene sonra yapılacak olanı da kaçırmamak gerek.

Eşim de tatil amaçlı benimle gelmişti Lizbon'a. Sunumlardan artan vakitlerde beraber Lizbon'u gezdik. Lizbon tarih turizmi ile geçinen bir şehir. Çok eski ve etkileyici bir tarihi var. Biz genel olarak eski şehir diye adlandırılan kısımda zaman geçirdik. Nereye dönseniz enteresan bir tarihi bina, bir heykel görüyorsunuz. Lizbon ile ilgili aklımda kalan detaylar

- Her köşe başında pastane tarzı yerler var. İnsanlar günün her saatinde buralarda birşeyler atıştırıyor.
- Futbol delisi bir millet Portekiz'liler. Biz oradayken dünya kupası başlamıştı ve şehrin meydanlarında dev ekranlarda çılgınça maçlar seyrediliyordu.
- Yememişler, içmemişler, şehrin tüm kaldırımlarını karış karış, kilometrelerce ufak siyah beyaz taşlarla mozaik gibi süslemişler. Çok da iyi yapmışlar.
- Çok geniş caddeleri, kocaman meydanları ve her meydanda çok etkileyici devasa heykelleri var.
- Acayip rüzgarlı bir şehir Lizbon. Yaz akşamı rüzgar insanın içine işliyor.
- Ülkenin bir yarısı olduğu gibi okyanusa baktığı için her taraf deniz ürünü restoranı dolu. Sevenlere iyi, ama ben pek aramam.
- En çok reklamı yapılan içeceğin adı bir tuhaf, Super Bock. Nereye dönsen bu reklam var. Her restoranda bulmak mümkün kendisini.
- Portekiz bayrağı çok güzel bir bayrak. Ne anlama geliyor renkleri, desenleri bilmiyorum, ama göze güzel geliyor işte. Hele şehrin göbeğinde dalgalanan devasa bir tane var ki insanı etkiliyor.
- Her Perşembe günü boğa güreşi yapılıyor. Arena tam bizim otelin karşısındaydı ve gösteri başlamadan önce protestocular bağırıp duruyordu bu devirde buna artık son verin diye.
- Bilmem bize mi denk geldi, yoksa hepsi mi öyle ama üç yıldızlı otellerde kalmanızı tavsiye etmem Lizbon'da. Bizim "Hotel Berna" iyi değildi.
- Kıta Avrupası'nın en batı noktası diye pazarladıkları Cabo da Roca diye turistik bir mekan var. Haritadan baktık da pek öyle en batısı gibi gelmedi bize. Aşağıdaki resim orada çekildi.



En Uzun Maç (24.06.2010)

Tüm Grand Slam'leri olduğu gibi Wimbledon'ı da internetten canlı olarak dinlemek mümkün. Ben ofisteyken öyle yapıyorum. Şu anda 18. kortta Fransız Mahut Amerika'lı Isner ile 1. tur karşılaşması yapıyor. Maçın 5. seti oynanıyor ve durum 64-64. Wimbledon'da son sette tie-break yok ve oyunlarda iki fark olana kadar devam ediliyor. Üç gün önce başlayan maçın süresi 10 saati geçti ve tenis tarihinin en uzun maçı oldu. Bu arada maç turnuvanın düzenini de mahvetti tabii ki, çünkü 3 gün önce bitmesi gereken maçın kazananı bugün başka bir maç oynamalıydı. İnanılmaz.

Ek: Maçı 11 saat 5 dakikada Isner kazandı. Son set skoru 70-68 :-)



Euler'in Torunları (31.05.2010)

Bir gün ünlü olacağımı biliyordum. Mathematics Genealogy Project sayfasına göre matematik dahisi Euler benim 14. kuşaktan tez danışmanım oluyor. Az buz birşey değil :-) Derslerde anlattığımız, denklemleriyle tahtayı süslediğimiz çılgın bilimadamları meğer bizdenmiş de haberimiz yokmuş. Dünya ne kadar küçük.

Tez danışmanı soyağacımda kimler kimler yok ki ...

C. Sert << A. Beşkök << G. E. Karniadakis << A. T. Patera << S. A. Orszag << M. D. Kruskal << R. Courant << D. Hilbert << C. L. F. von Lindemann << C. F. Klein << R. O. S. Lipschitz << G. P. L. Dirichlet << S. D. Poisson << J. L. Lagrange << L. Euler << J. Bernoulli << ...

I Love This Game (12.05.2010)

Once again it's play-off time of the year and I love this game. The photo shows how Nash played his last game. A pretty difficult situtation for an assist magician point guard. But even that one eye was enough to sweep the Spurs.



Security Math Problem (16.04.2010)

Here is a new type of "I want to make sure that you are really a human" effort. I saw it today on CRC Press Registration web site. I believe "If you are unable to see the image..." note at the bottom is just a polite way of saying "If you are unable to do the math..."



Sanatsal Haftasonu (01.03.2010)

Geçen Cuma akşamı çocukları da alarak CSO konserine gittik. İki kardeş piyanistin solo performansı ve arkada büyük orkestra. Ailece klasik müziğe özel bir ilgimiz yoktur. Diğer müzik türlerinden ön planda tutulmaz. Ama bizim kızların büyüğü Elif zaten piyano dersi aldığı için konuya az da olsa ilgili. Gene de konserin bitiş zamanı geç ve biz uyku battaniyelerini de alarak hazırlıklı gittik. Çalan eserler de kulağımızın aşina oldukları olmayınca konserin ikinci yarısında bizimkiler mızmızlanmaya, uykum geldi demeye başladılar. Örtüler çantalardan çıktı ve sağa sola kıvrılmalar başladı. Gene de tüm orkestranın çaldığı kısımlarda oldukça ilgiliydiler diyebilirim.

Pazar sabahı ise Devlet Tiyatroları'na bağlı 75. Yıl Sahnesi'nde Kırmızıklı Başlıklı Kız oyununu izlemeye gittik. Ufak bir salon ve çocukların sahneyi güzel görebilecekleri şekilde dizilmemiş koltuklar. Bazı anne babalar da hiperaktif çocuklarına mukayet olamayınca yer yer oyunu takip etmesi zorlaştı. Hem Elif hem de Zeynep okullarına gelen tiyatroları izlemişlerdi daha önce ama böyle beraber ilk defa gitmiş olduk tiyatroya. Özellikle Zeynep çok dikkatli izledi ve bazen kahkahalarla güldü. Kukla gösterisi gibiydi oyun. Siyahlar içindeki oyuncuların elleriyle oynattıklar kuklalar vardı. Oldukça etkileyiciydi kuklalar. Zaten tüm oyun gece ormanda geçiyor ve sahne hep karanlık. Sadece ışık altındaki 1-2 kukla görünüyor. Esas hikayede kötü olarak bildiğimiz kurt burada ormanın polisi ve iyi bir karakter. Kırmızı başlıklı kızı ve babaannesini de yanlışlıkla yiyor ve çok üzülüyor. Bu tabii çok eğlenceli geliyor çocuklara.

Bu hafta sonu çocuklara çalıştık. Sinemadan başka yapılacak aktivite de var dedik.

Bugün CORE için ne yaptın? (23.02.2010)

Daha önceki pek çok bölüm kurulu toplantısında olduğu gibi geçen bölüm kurulunda da tartıştık atama yükseltme kriterlerini. Bugün gene bölümdeki Y.Doç'lar arasında epostaları gelir gider oldu. Yurtdışında bir akademisyene söyleseniz gülüp geçeceği kriter değişiklikleri. SCI CORE'da şu kadar makale olacak, onlardan bilmem ne kadar puan toplayacaksın, disiplinlerarası çalışma yaparsan cok kıymetlidir, ama makalende cok yazar varsa puanın şu kadar düşer. Tam çingene hesabı. Herkes bas bas bağırıyor dört işlem yaparak atama yükseltme olmaz diye, ama dinleyen kim.

Ben bir yardımcı doçentim ve hergün ofisime bugün CORE için ne yapacağım diye düşünerek gelmekten bıktım usandım. Ben bir yardımcı doçentim ve bugün CORE için hiçbir şey yapmadım, onun yerine daha faydalı şeylerle uğraştım.

Hey gidi XFCE Hey (23.02.2010)

Biraz önce yemekten dönerken Bilgi İşlem Daire Başkanlığı'nın (BİDB) önünden geçiyordum. Hiç işim olmadığı halde içeri girdim. Kendileri ODTÜ Kampüsü'ndeki en sevdiğim binalardandır. Taşını, tuğlasını değil bilgisayarlarını severim. Hiç görmüşlüğüm yoktur gerçi ODTÜ'nün bütün yükünü çeken o sunucuları ama günün her dakikasında hiç durmadan internette gezinerek, eposta okuyarak sömürdüğümüz bilgisayarlar orada biryerlerde olmalılar. orca.cc.metu.edu.tr oralardan biryerlerden benim ping'lerime cevap veriyor olsa gerek. Üzerlerinde adam gibi işletim sistemlerinin çalıştığı, adam gibi admin edilen güzel bilgisayarlar.

Sunucularını görmedim, ama binaya girişte cok şirin bir terminal vardır, insanlar internete girebilsinler diye. Ben onu kurcalamak için girerim binaya genelde. Şirindir çünkü Linux koşar üstünde, şirindir çünkü masaüstü yöneticisi XFCE'dir. XFCE masaüstü yöneticisi KDE gibi GNOME gibi birşey işte. Linux ve başka bazı Unix-vari sistemlerde masaüstünü çekip çeviren bir yazılım. Renkleri, kullandığı simge seti, pencere dekorasyonu pek bir hoş görünür göze. Yukarıda bahsi geçen abileri kadar yetenekli olmayabilir bazı konularda, ama basittir, hızlıdır, sisteminizi yormaz. Bu sebeplerden sevenleri vardır.

Bugün BİDB üzdü beni. O şirin terminali berbat etmişler, üzerine Windows XP kurmuşlar. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Kampüsteki bir hoşluktu o benim için. Ne yapayım ben bir XP'yi daha, zaten her yer ondan dolu. Sadece internete girilsin diye orada duran bir bilgisayardı o. Üzerinde çalışan XFCE'nin kimseye bir zararı yoktu.

Windows'la bir alıp veremediğim yoktur. Şu anda bu satırları yazdığım ve sürekli kullandığım tek bilgisayarım olan dizüstümde de Windows çalışır. Ama işimi gördüğü halde mutlu edemez beni. Aksine sıkar, boğar. Çok rahat bir kıyafetin, bir pantolonun var diyelim. İş görüyor, bir yamuğu yok. Gene de, Einstein değilsen, hergün giymezsin onu. Değişiklik istersin. Aynen böyle benim Windows'tan sıkılmam ve farklılık aramam. Zaten ömrümüz Windows'la geçmiş, bari BİDB'ye gidince bir farklı yüz görelim.

Ben sabah ofisime gelince başka kimler gelmiş diye öğrenmek için instant messenger açmak değil, siyah terminalime who yazmak istiyorum. Ben artık bir körün bile bir seferde basabildiği sol alt köşedeki Start tuşunu değil, doktora yapmaya gittiğim Rice Üniversitesi'nin yurt binasında sevdiğim kıza eposta atabilmek için girdiğim bilgisayar labında hayatımda ilk defa gördüğüm ve karşısında ne yapacağımı bilemez halde kaldığım bir UNIX terminalini kullanmak istiyorum.

Ekseni Eğik Dünya (28.01.2010)

Bu sabah hem proje raporu okumak hem de Avustralya Açık maçlarını canlı canlı izlemek için erken kalktım. Beklenildiği gibi televizyona bakarken kağıt okumak yalan oldu. Bu sabah benim seyredebildiğim maçta Justine Henin Çin'li Zheng Jie'yi 6-1 ve 6-0 skorla ezdi geçti ve finale kaldı. Tam öğle saatlerinde oynadılar maçı. Sıcaklık 25-30 derece arası birşeydi zannedersem. Şıpır şıpır terliyorlar, servis atarken güneş gözlerini alıyor, top toplayıcı çocuklar güneşten korunmak için özel şapkalar takmışlar.

Maç bitti ve okula gelme zamanı geldi, ama dün gece ben yatarken Ankara'yı bu sene ilk defa adam gibi beyazlatan kar, ara ara sabaha kadar yağmaya devam edince, etrafı "Boşver gitme okula, zaten ders yok, öğrenci yok" dedirtecek hale getirmeyi başarmıştı. Biraz oyalandım, ama okula gelmem lazımdı bugün. Yollar berbattı, sağolsun belediye bir kürekcik olsun kum atmamış yollara. Zar zor da olsa varabildim ofise. İnşallah akşam da kazasız belasız dönebilirim eve.