Aman Sular Donmasın (09.12.2011)

Doğalgaz borularını yenileyeceğiz diye kışın ortasında Bahçelievler'i kazdılar, mahvettiler. Arabamız da pislikten nasibini aldı ve içeriden dışarısı görünmez olunca geçen hafta bir sabah okula gelirken hep girdiğim benzincide yıkatayım dedim. Ama yıkama bölümünü kapatmışlar. Sular donmuş, çözülünce başlayacakmış yıkama. Yıllar var duymamıştım bu "sular dondu" lafını. Rahmetli dedemden duyardım eskiden.

Dedemler 1950 göçünde annem bir yaşındayken Bulgaristan'dan gelip Eskişehir'de yaşamaya karar vermişler. Dedem kendi elleriyle yapmış "Fatih Mahallesi, Derman Caddesi, Numara bilmem kaç" taki evlerini. İnşaat ustası değilsin ki mübarek, nasıl yaptın üç katlı evi kendi kendine? Kim bilir ne kadar sürmüştür, ne sıkıntılarla yapılmıştır. Ne biz sorardık böyle şeyleri, ne de kimse durduk yere anlatırdı bize. Ben ortaokulu ve liseyi okurken Eskişehir'de yaşardık, o zamanlar çok giderdik dedemlere. Özellikle bayramlarda tabii. Eskişehir Şeker Fabrikası lojmanlarından çıkarsın, hemen yolun karşısından 6 numaralı otobüse binersin. Bir de 26 numara vardı aynı yoldan giden, son durakları mı farklıydı neydi, daha seyrek gelirdi o. 6 numara seni Köprübaşı'na götürür hemen 3 dakikada. İner 4 numaraya binersin. Ama bir kırmızı, bir de siyah 4 vardı. Farklıydı güzergahları galiba. Biri dedemlere gidiyordu da öbürü gitmiyordu sanki. Stresli bir durumdu benim için. 4 numara bizi kahvenin köşesinde bırakırdı. 2 dakika yürüyüp dedemlere gelirdik.

Eve yaklaşırken mutlaka "Kapının ipi takılı mı acaba?" muhabbeti yapılırdı. Zamane evi işte. Tahta kapıdaki küçük bir delikten içerideki kilide bağlı bir ip çıkardı dışarıya. Eğer geceden ip içeriye alınıp da öyle kaldıysa zile basmak ve anneanneyi ikinci kattan aşağıya indirmek gerekirdi. Ama ip dışarıdaysa çekip açıverirdin kapıyı, hem böylece geldiğini anlamazlardı, sürpriz yapardın. Kapıyı açınca, girişte hemen sağda duvara dayalı dedemin yeşil bisikleti dururdu. Bizim 2 otobüsle geldiğimiz yolu dedem o yaşında o bisikletle gelip giderdi. İnanılmaz eski, ama çok sağlam bir bisiklet. Yağ olmasın diye, zincir tarafına denk gelen paçasını çorabının içine sokar öyle sürerdi. Bir seferinde binmiş bize ziyarete gelmiş lojmanlara. Abim de bisikleti kaçırıp sürmeye başlamış. Ama nasıl kaza yaptıysa ön teker sekiz olmuş, dönmüyor. Dedemin malı çok kıymetliydi, nasıl olmasın, o kadar zor kazanmış ki herşeyi. Pazarcılık yapardı dedem, tezgah açar öteberi satardı. Okul eşyaları, oyuncaklar, ıvır zıvır şeyler. Ben tezgahını alıp pazara gittiğini hiç hatırlamıyorum ama, benim bildiğim zamanlarda hep Bağkur emeklisiydi. Tezgahı evin giriş katındaki, kış gelip kömür alındığında bir kere açılan ve denk gelirsek içini görebildiğimiz kömürlükte dururdu hep. Neyse, dedemin bisikleti gitmiyor ve abimle bizim de ödümüz kopuyor. Dedem durumu anladı, biz önde o arkada bisikletin ön tekeri havada yürüye yürüye geri gittik evine. Nasıl, ne zaman tamir oldu bisiklet hatırlamıyorum, ama eski haline gelmişti.

Dış kapıdan girişte tam karşıda tuvalet vardı. Evin, benim hayatımda içine hiç girmediğim alt katında oturan kiracının kullandığı tuvalet. Bazen dedemlerden geri dönerken son dakikada aklımıza gelirse gitmek için kullanırdık orayı. Bir benzeri de merdivenleri çıkınca, üst katta dedemlerin evine girerken vardı. İki tuvalet de evlerin dışında, tuhaf, içleri de bizim evdekilere benzemezdi, hiç sevmezdim dedemlerde tuvalete gitmeyi. Kiracının evinin girişinin hemen yanında bir merdiven altı boşluğu vardı. Gizemli bir yer. Önü çarşaf gibi birşeyle örtülü olurdu hep. Gözüm mutlaka kayardı oraya ne var içinde diye.

Dedemler üst katta yaşıyor. Ayakkabılarımızı aşağıda çıkarır, taş merdivenlerden dönerek çıkardık. Anneannem ya mutfakta yemekle meşgul olurdu, ya da terastaki fırınında kırma böreği pişirmekle. Bizi farkedince kocaman güler boynumuza sarılırdı. Dedem boylu poslu, kapı gibiydi, aksine anneannem de küçüçük, çocuk gibi. Ne enteresan bir evdi. Yerler tahta, yürüdükçe gıcırdar durur. Köşelerde tahtaların arasında boşluklar, ufak delikler var. Misket oynarken oralara kaçmasın diye uğraşırdık. Girişte soldaki oda misafir odası gibi birşeydi, pek kullanılmazdı, kapısı hemen hemen hep kapalı durur, kışın ısınmaz buz gibi olurdu. Ama çukulata, şeker tabağı da o odada durudu, önemliydi. Evin esas kullanılan kısmı hemen girişteki, önceden iki ufak oda olarak tasarlanmış, sonradan aradaki ikili kapı gidince büyüyüp salon olmuş olan kısımdı. Bayram kalabalığı varsa veya hava soğuksa salonda katlanmış duran masa açılıp yenirdi yemek, diğer zamanlarda ise mutfaktan çıkılan balkonda.

Balkon evin en mükemmel yeriydi. "Bu evi deden kendisi yapmış" muhabbeti her döndüğünde "Acaba sağlam mıdır, yoksa yıkılıverir mi?" diye geçerdi aklımdan. Balkonda bir divan, bir masa, bir sürü sandalye ve erzak saklamak için tel dolaplar vardı. Bayram günüyse büyük dayımlar orada olurdu. Çok dindardı, çok okurdu dayım. Balkondaki divanda, genelde sadece ben dinlediğim için bana ve belki de anneme, yumuşacık sesiyle, başka hiç kimsenin ağzından işitmediğim kelimelerle birşeyler anlatırdı. O balkon bana hep anneannemin, ben seviyorum diye yaptığı sütlü çorbayı, etrafını çepeçevre kuşatan rengarenk saksı çiçeklerini ve komşu evin bahçesindeki ağaçtan uzanan dallardan yediğim erikleri hatırlatır. Çok güzeldi eriğin tadı, herhalde komşu bahçeden uzandığı için öyleydi. Dedem bir sopanın ucuna taktığı garip bir düzenekle bizim uzanamadığımız dallardaki erikleri toplar bize verirdi. Divanın altı da karpuz dolu olurdu mevsiminde.

Salonda bir guguklu saat, regülatörlü ve dokunmanın kesinlikle yasak olduğu bir televizyon, ulaşılamayacak kadar yükseğe konmuş, çalışmayan çok eski ve heybetli bir radyo vardı. Bir de benim hep dikkatimi çeken tuhaf bir gece lambası. Minnacık bir ampül tahta kapı kasasındaki minnacık duyunda sürekli durur, gece elle sıkıştırılarak yakılır, sabah olunca gevşetilirdi.

Evin üçüncü katında içinde kocaman bir yatak ve bir sürü eski şey olan bir oda vardı. Üniversitenin üçüncü senesinde Eskişehir'de Arçelik fabrikasında staj yaparken yazın uzunca bir süre dedemlerde kalmıştım. Stajdan dönünce terastaki o yatağa uzanır birşeyler okurdum. Ama üçüncü katın özel bölümü dedemin sebze yetiştirdiği terastı. Oraya her sene toprak, gübre taşır, ekip biçerdi. Her şey yetişirdi orda. Hatırlıyorum da üçüncü katta su yoktu, hortumla bir alt kattaki tuvaletten gelirdi sebzelerin suyu. Dedem birkaç günde bir sulama yapıp da bitirince baca deliğinden aşağıdaki mutfakta iş yapan anneanneme Hatçeeeee diye bağırır, suyu kapatmasını söylerdi. Taa en alt kattan, sadece kiracının çıkabildiği küçücük bahçeden uzanan asma sebzelere gölge olurdu. Öyle bir güzel siyah üzümü olurdu ki arılardan bize kalmazdı. Alt katta canı sıkılan bir soluk almak için hemen terasa kaçardı. Komşu evlerin çatılarından bırakılan taklacı güvercinleri seyrederdik. Mutlaka "Eskişehir'in üstünde çok büyük bir hava boşluğu var, o yüzden böyle garip sesler çıkarıyor jet uçakları" muhabbeti olurdu. Üçüncü katta bir de içine girmeye herkesin ürktüğü karanlık bir tavan arası vardı. Hep girelim der, ama hiç girmezdik.

Anneannem vefat edince dedem o evde duramaz oldu. Ya Ankara'ya bize gelir, ya Muğla'da dayımlara gider, gezer durudu. Anneannemden sonra ömrü otobüslerde geçti. Ama yolculuğu çok severdi, şikayeti yoktu. Bir gün bizi çok acil Muğla'ya çağırdı. Vasiyeti vardı, "Ölünce beni taşımayın, nerede ölürsem oraya gömün" diye. Kısmet Muğla'ya oldu. Dedemin evine en son buz gibi bir kış günü, dedemle ve annemle beraber, bazı eşyaları alıp Ankara'ya getirmek için gitmiştik. Çocukken gitmeye doyamadığımız o ev mahvolmuştu. Soğuk, bakımsız, kirli, yaşanmayan bir yer. O güzelim balkona kilit vurulmuş, ortalık dağılmış, ıslanmasın diye divanın üstüne naylon serilmiş, çiçekler kalmamış. Dedem ölmeden önce evini akrabalardan birine sattı. Sonra ne oldu bilmiyorum, şu anda kim yaşar içinde, bina yerinde durur mu haberim yok.

Herkes çok severdi o evi. Dedem de çok severdi kendi elleriyle yaptığı evini. Ama bir şikayeti vardı, kışın suları donardı.

Bir Anadolu Masalı (24.10.2011)

"Gözünüz aydın" dedi hemşire, "Nur topu gibi bir oğlunuz oldu. Maşallah boylu poslu, kilosu da yerinde, çok sağlıklı. Ama bilmeniz gereken önemli birşey var ..."

"... 20 yaşına basacağı günün zifiri karanlık ilk saatlerinde, kuş uçmaz kervan geçmez dağların bir başında, ay-yıldızlı bayrağın gölgesinde, derme çatma bir barakada mermi sesleriyle uyanacak.
Önce dışarıda nöbet tutan arkadaşı ölecek.
Sonra onun yanındaki.
Sonra kapıdan ilk dışarı fırlayan koğuşun en kısa boylusu ölecek.
Sonra gece uyku tutmayıp da yavuklusuna mektup karalayan ölecek.
Sonra telsiz başındaki nöbetçi ölecek.
Sonra komutanları ölecek.
Sonra en yakın arkadaşı, memleketlisi ölecek.
Sonra terhisine 15 gün kalan ölecek.
Sonra eşi 7 aylık hamile olan ölecek.
Sonra aynı ranzada üst katta yatan arkadaşı ölecek.
Sonra içlerinde ölmekten en korkanları ölecek.
Sonra dün gece dertleştiği arkadaşı ölecek.
Sonra 3 gündür hasta olan ölecek.
Sonra ocak başında sabaha yemek hazırlığı yapan ölecek.
Sonra içlerinde en yakışıklısı ölecek.
Sonra en kahramanca çarpışan ölecek.
Sonra iki kız, bir de erkek babası olan ölecek.
Sonra abisi de 8 sene önce bu dağlarda ölen ölecek.
Sonra vuran postalının yarasını tedavi etmeye çalışan ölecek.
Sonra 'Ben buraya zaten ölmeye geldim' diyen ölecek.
Sonra oğlunuz ölecek.

Helikopterler gelecek, 21 meleğe kanat olacak.

Sonra gazeteler yazacak, televizyonlarda konuşulacak. Ateş düştüğü yeri yakacak. Geniş çaplı bir operasyon başlayacak. Tanklar sınırda konuşlanacak. Şehitlerin kanı yerde kalmayacak. Daha taksicinin astığı bayrak kirlenmeden, balkonlarda sallananlar ilk yağmurda ıslanmadan gökten üç mermi daha düşecek.
Önce eski mahalledeki en yakın arkadaşı ölecek.
Sonra liseden sınıf arkadaşı ölecek.
...

Helikopterler gelecek meleklere kanat olmaya."

Okulun İlk Günü - 2011 (19.09.2011)

Bu sene de tatil bitti ve okul başladı. Nedense bu sene tatil yetmedi bizim kızlara. "Ne zaman başlayacak bu okul?" diye söylenmediler hiç, tatilden pek bir memnundular. Bu sene okulun ilk günü aşağıdaki pozu verdiler. Elif'in yeni öğretmen ve yeni sınıf arkadaşları heyecanı vardı. 4. sınıfta sınıf öğretmeni değişiyor ve eski sınıfları karıştırıp yenilerini oluşturuyorlar. Bir de 4. sınıfta, ilk üç senede olmayan "sınavlar ve notlar" gibi detaylar başlıyor. Zeynep eski öğretmeni ve arkadaşları ile devam edeceği için rahattı. İkisi için de sağlıklı ve keyifli bir sene olur inşallah.

Meraklı Gezgin (15.08.2011)

Arada sırada NASA'nın web sayfasına bakar, yeni, eğlenceli hangi maceralara dalmışlar okurum. Özellikle Mars programları çok ilgimi çekiyor. En son 2007 Ağustos'unda Phoenix isimli bir aracı göndermişlerdi Mars'ın kutup bölgesine. Daha önce gönderilen Spirit ve Opportunity gibi hareketli değildi Phoenix, sabit duruyordu. Ancak kollarının uzanabildiği kadar bir bölgeden taş, toprak topladı, analizler yaptı, atmosferi inceledi. Pek çok değişik ölçüm yapsa da medyada haberler daha çok "Mars'ta hayat var mı sorusuna cevap arayacak" diye çıktı.

NASA bu uzay programlarına çok para harcıyor ve olup biteni sıradan vatandaşla mükemmel bir şekilde paylaşıyor. Herbiri ayrı birer Hollywood filmi gibi. Zaten daha fırlatma öncesinde animasyon filmler hazırlıyor, yapılanın ne kadar zor bir görev olduğunu, 100 milyonlarca kilometrelik yol katedip birkaç 10 kilometre hassasiyetle Mars'a araç indirmenin zorluklarını, Mars'ın zorlu atmosferinde aracı nelerin beklediğini, neler ölçüleceğini, elde edilecek bilginin bize ne faydası olacağını paylaşıyor. Fırlatma günü canlı yayın yapıyor sayfasından. Düzenli olarak yapılan basın toplantılarıyla ayrıntılar paylaşılıyor herkesle. Görevli kişiler blog sayfalarıyla olup biteni kendi üslupları ile aktarıyorlar. Twitter sayfalarından insanlar dakika dakika ne olup bittiğini takip ediyor, soru sorup cevap alıyor.

Her bir uzay görevinin yerde 100'lerce çalışanı oluyor. Bu insanlar kesinlikle gönderilen araçlarla manevi bir ilişki kuruyorlar. Daha önceki Spirit ve Opportunity için de bu böyleydi (filmi izledikten sonra yorumları da okuyun), ama ben özellikle son Phoenix aracında bunu çok rahat hissettim. Phoenix 3 ay çalışmak için gitmişti. 3 aydan sonra bulunduğu yere kış mevsimi gelecekti ve araç Mars kışında sağlam kalacak şekilde tasarlanmamıştı. Beklenilenden 2 ay daha fazla çalıştı ve sonrasında kışa yenik düştü. Tekrar yaz gelince Mars'ın etrafında yıllardır dönüp duran Odeyssey uydusu pek çok kere Phoenix'ten bir umutla "Buradayım" sinayli bekledi, ama o sinyal gelmedi. Tüm bu süreci gün gün takip etmek bana çok heyecan vermişti. Şimdi Mars'ın kutup bölgesinde öylece kalakaldı Phoenix. Dünya insanının, senin benim gibi mühendislerin, öğrencilerin, bilim adamlarının tasarladığı bir alet, 5 ay boyunca insanlığa hizmet etmiş bir makina, bir Mars'ın yaz sıcağında pişip kum fırtınaları ile dövülüyor, bir karakışta donuyor. Belki pilleri hala güneşi her gördüğünde az da olsa doluyor. Belki gelecekte bir gün yanıbaşına inecek bir araçtan çıkacak bir astronot tozların arasından bulup çıkaracak onu. Belki daha sonra gönderilecek başka bir araç arkadaşının fotoğrafını çekip gönderecek Dünya'ya.

Birkaç gün önce National Geographic kanalında Jüpiter'i incelemek için vakti zamanında NASA'nın gönderdiği Cassini aracıyla ilgili bir belgesel seyredince gene merakım depreşti. Bugün NASA'nın sayfasında "Gelecek Program"ı inceleyince gördüm ki 25 Kasım'da Curiosity Rover'ı fırlatacaklarmış. Hemen takvimime işaretledim. Bu yeni gönderilecek olan, Spirit ve Opportunity gibi hareketli bir araç. Mars'ta dolanıp duracak. Curiosity'nin Mars'a yapacağı seyahat, inişi ve orada yapacakları ile ilgili gene Hollywood filmi tadında bir animasyon hazırlamışlar. Araçla ve göreviyle ilgili detaylı teknik bilgilere hem NASA'nın sayfasından hem de görevi yönetecek olan JPL'in sayfasından ulaşabilirsiniz. Bazı merak uyandırıcı olanları hemen paylaşayım; Daha önceki hareketli robotlardan farklı olarak güneş enerjisi ile değil, nükleer enerji ile çalışıyor. Normal bir araba, hatta daha ziyade bir cip büyüklüğünde, yaklaşık 900 kilo ağırlığında, yani aklınıza uzaktan kumandalı ufak arabalar gelmesin. Ortalama saatte 30 m ilerleyebilmeyi hedefliyor. Fırlatıldıktan 9 ay sonra, 2012 Ağustos'unda Mars'a inecek. Çok ağır olduğu için balonlar üzerinde sekerek inemeyecek yüzeye, onun yerine yeni tasarlanan Uzay Vinci isimli bir teknoloji ile yapacak inişini. Meraklı Gezgin'in Mars'ta gezinirken çizilmiş bir temsili resmi aşağıda.

Ben Elton John Gördüm (07.07.2011)

Dünya'nın gelmiş geçmiş en başarılı müzisyenlerinden biri olarak kabul edilen Elton John dün gece Ankara Arena'daydı. Eşimle ben de oradaydık. Eşim son yıllarda Sir Türkiye'ye yakın ülkelere turneye geliyor mu, gelirse yol+bilet bize kaça patlar, gidilir mi diye araştırıyordu. Biz adamın ayağına gidelim derken o bizim eve yürüme mesafesinde konser vermeye geldi.

Biz konserin başlamasından yarım saat kadar önce Arena'daydık. Ayakta izleyecektik konseri. Sahnenin hemen önündeki süslü ablaların ve takım elbiseli abilerin arkasında, çoğunun öğrenci olduğu belli olan gençlerin arasında. Gittiğimizde salon neredeyse bomboştu. "Ne olur dolsun da keyfi çıksın" diye beklerken yavaş yavaş geldi insanlar. Konser başladığında tribünler oldukça boştu, ama konser ilerledikçe epey doldu. Konser başlamadan 10 dakika önce mikrofonu eline alan, televizyondan tanıdık bir sunucu amca, "Bu adam büyük adam, ayıp etmeyin kendisine, şarkılarına eşlik edin, çok alkışlayın" diye uyardı bizi sağolsun.

Yabancı müziğe özel bir ilgim yoktur. Elton John'un klasiklerinin de müziklerine aşinayım, ama sözlerini bilmem. En çok Sacrifice şarkısını severim. Zaten nakarat kısmı konserden birkaç gün önce dilime dolandı, hala da dilimde. Sağolsun Sir parçamı benim için söyledi (valla ne yalan söyleyeyim öyle hissettim), keyifle dinledim. Gerçekten büyük müzisyen. Şarkıları, piyano çalışı, ekibi, hepsinin performansı çok güzel. Parçaların hepsi o kadar dolu dolu ki, neredeyse 10 dakika sürüyorlar aradaki piyano sololarıyla. Dinleyiciler şarkılarına eşlik edemese de, özellikle konserin ikinci yarısındaki atmosfer çok güzeldi. Her parçadan sonra çok samimi bir şekilde herkesi selamladı Sir. Hatta sahneden inip öndekilerle tokalaştı. Sonlara doğru sahnede sağa sola koşuşturdu, piyanonun üstüne oturup yere atladı. Keyif aldığı anlaşılıyordu. Unutmayalım, buz gibi olması gereken 64 yaşındaki bir İngiliz dededen bahsediyoruz. Ekibi de çok renkli. 10 yıllardır beraber olduklarını söylediği gitaristi, enteresan gırtlaklı zenci vokalistleri, iki tane soytarmaktan oldukça keyif alan, Türkiye'ye geliyoruz diye kırmızı beyaz giyinip kafalarına fes takan çello sanatçısı.

Sir konserin ortasında tek tek sahnedeki herkesin ismini söyleyip alkışlattı. Ama eşimle benim çok ilgimizi çeken, konser boyunca çok çalışan bir kişiyi atladı. Konseri ayakta izleyen bizlerin arasındaki etrafı çevrili bölgede mixer masasındaki amca (bilmiyorum doğru ismi bu mu?) ve bir gözleri önlerindeki laptop'larda çalışan yanar döner programlarda bir gözleri sahnede, ne yaptıklarını anlayamadığım amcalar vardı. Oldukça uzun bir süre mixer masasındaki arkadaşı izledim. Şarkılara eşlik ediyor, tempo tutuyor, yüzü ciddi, önündeki yüzlerce düğmeden en sevdiği bir iki tanesiyle sürekli minik ayarlar yapıyor. Bazı parçalardaki müdahalelerini çok net farketmek mümkün, ama genelde kendi kendine oyalanan, insanların farkında olmadığı bir çocuk gibiydi.

Ne yazık ki yanımızda bırakın fotoğraf makinesini bir cep telefonu bile yoktu konserden bize bir anı bırakacak. O yüzden aşağıdaki çakma fotoğrafla yetinelim. Webde dolanırken gerçekten dün akşam çekilmiş bir tanesini bulursam değiştiririm. Yazının başında "yürüme mesafesinde" derken abartı yok bu arada. Konserden eve yürüyerek döndük. Elton John'u canlı dinleyip eve yürüyerek dönmek. Oldukça keyifli.

Parayla Saadet (28.06.2011)

Geçenlerde burada yazmıştım, LBM ile ilgili çalışmalarımızı iki ayrı konferansta sunacağız diye. İstanbul'da düzenlenecek olan uluslararası konferansa projede esas işi yapan öğrencimizi gönderelim dedik. Düzenleme komitesindenki bir yabancı hocanın LBM konusunda önemli çalışmaları var ve öğrencimiz kendisiyle tanışmayı çok istiyordu. Bu konuda yürüyen bir TÜBİTAK 1002 projemiz var. Ama proje bütçesine konferans/seyahat gibi bir harcama kalemi koymamıştık. Aslında hatırlıyorum da koymak istemiştik, ama proje teklif dokümanında hangi konferansa ne zaman katılacağımıza kadar detay sorduğu için ve bizim de kafamızda o gün bu soruların net cevapları olmadığı için yazamamıştık.

Şimdi öğrenci için maddi destek bulmak gerekti. Konferans yurtiçinde olduğu için yol parası sıkıntı değil, ama konferans kayıt ücretleri malumunuz az değil. TÜBİTAK'dan destek isteyelim dedik, ama öğrendik ki yurtiçindeki konferanslara destek verilmiyormuş. ODTÜ'den alalım dedik, o da sadece hocalara ve araştırma görevlisi olan öğrencilere destek oluyormuş. Öğrencinin ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu'ndeki eş danışmanı başka bir projesinden bu konferans için bir miktar para transfer etmek istedi, ona da karşı çıktılar. Sonunda danışman ve eş danışman olarak masrafı bölüşerek kendi cebimizden ödedik.

Neresinden tutsan elinde kalacak. TÜBİTAK diyor ki "Yurtdışına git, bizim ülkedeki konferanslara kıymet vermeyiz, destek de olmayız". ODTÜ diyor ki "Konferanslara hocalar veya asistanları katılsınlar, diğer öğrencilere akademik ortamlar biraz büyük gelir".

ODTÜ'deki öğretim üyesi atama yükseltme kriterlerine göre uluslararası bir konferansta yayınlanan tam bildiri 6 puanmış. Bu 6 puan 250 TL'ye mal oldu bana (Öğrencim bu yazıyı okursa yanlış anlamasın, onun böyle bir talebi olmadı. Biz kendimiz "Anadolu çocuğu konferans parasını öğrencisine ödetmez" felsefesiyle hareket ettik. Zaten Survivor'da da yüzücüye değil Nihat'a kaydıydı gönlüm :-)). Demek ki bugünün TL/Puan paritesi 42 civarında. Eş danışman olmazsa 84 TL'ye alınabiliyor bir puan. Bu nispeten pahalı olmayan bir konferansın öğrenci indirimli kaydı için. Daha pahalı konferanslar da var, ama ayağını da yorganına göre uzatacaksın.

Oğuz Abi (13.06.2011)

Çook çook seneler önceydi. Şeker fabrikalarında çalışan babamın tayini Turhal/Tokat'dan Eskişehir'e çıktı. Kimse bir anlam veremedi bu torpilsiz, doğuya bugüne kadar hiç gitmemiş adamın tayininin nasıl olup da herkesin en çok gitmek istediği, en gözde fabrikalardan birine, hem de adamın memleketine çıktığını. Soranlara Eskişehir'liyim diyorum, ama durum biraz karışık. Annem Bulgaristan doğumlu. 1950'deki göçde, daha bebekken Türkiye'ye gelmişler, biraz dolandıktan sonra Eskişehir'e yerleşmişler. Babam Bozüyük/Bilecik'in bir köyünden, ama onlar da Eskişehir'i mesken tutmuş daha küçüklükte. Yıllar ilerledikçe sayıları giderek azalsa da akrabalar var hala Eskişehir'de.

Tayin çıkınca toplandık Eskişehir'e gittik. Böyle anlattığıma bakmayın, o vakitler ilkokul 5'e gidiyor olmama rağmen çok az şey hatırlıyorum. Bahçedeki armut ağacını ilk gördüğüm anı hatırlıyorum ama. 8 sene oturacağımız evi ve bahçesindeki armut ağacını ilk görüşümü hiç unutmam. Günlük güneşlik bir gündü. Evin karşısında annemle beraber ilk duruşumuz gözümün önünde. Bahçesinde bir armut ağacı var. Yandaki evin bahçesiyle bizim bahçeyi ayıran çalılara yakın. Ağacın çoğu bizim tarafta, ama bazı dalları da yan bahçeye uzanıyor. O gün yerde bulduğum ilk armut sapsarı, taptatlı, ama kurtluydu, o ağacın 8 sene boyunca yediğim yüzlerce başka armudu gibi. Ne hikmetse en güzel armutlar hep bahçe sınırındaki çalıların içine düşer, alacağız diye elimizi kolumuzu çizer dururduk.

Armut ağacının dallarının uzandığı yan bahçenin sahibi komşularımız Ferhunde Teyze'lerdi. Karı koca fabrikada çalışıyorlardı. Normalde evler Bey'in ismiyle anılır, ama nedense bu farklıydı. Hatırlamıyorum bile Ferhunde Teyze'nin kocasının ismini, yüzü gözümün önüne gelmiyor. Bir oğlu vardı Ferhunde Teyze'nin, Oğuz Abi. Oğuz Abi ile o lojmanlara gittiğimiz ilk gün tanışmıştık. Biz küçük çoçuğuz, Oğuz Abi kocaman adam. Ama zihinsel engelli. Çocukken ateşli bir hastalık geçirmiş. Sürekli kocaman gülerdi, bağırarak konuşurdu, söylediklerini anlamak kolay değildi. Gücüne hakim olamazdı. O güne kadar böyle biriyle karşılaşmamış beni o çocuk halimle korkuturdu. Hep canımı acıtacak gibi gelirdi bana.

Oğuz Abi'nin enteresan oyuncakları vardı. Kapalı bir kapta bir oraya bir buraya akan, yoğunlukları farklı, birbirine karışmayan renkli sıvıların olduğu oyuncaklar var ya. Evirip çevirip bir oraya bir buraya akıtırsın sıvıları, onlar da çarkları falan döndürür. Onlardan vardı bir sürü. Bahçelerine çağırırdı bizi, onlarla oynardık. Bugün ne zaman o oyuncaklardan görsem Oğuz Abi gelir aklıma.

İyileşme ihtimali olmayan engelli bir çocuğa bakmak çok zor olmalı. Ferhunde Teyze kim bilir ne kadar zorlanmıştır Oğuz Abi'yi yetiştirirken. Ama bizim o zamanlar aklımız ermiyordu, onun işini kolaylaştıracak birşey yapmıyorduk. Tek derdi de Oğuz Abi değildi Ferhunde Teyze'nin. Eşi de böbreklerinden hastaydı ve diyaliz makinesine giriyordu düzenli olarak. Tayinimiz çıktı biz Eskişehir'den ayrıldık. Ferhunde Teyze'ler de emekli olup İzmir'e yerleştiler. Annemle hep irtibat halindeydiler. Önce eşi vefat etti, sonra kendisi. Oğuz Abi'ye komşuları bakmaya başladı. Acaba şimdilerde ne durumda, neler yapıyor?

Biraz önce ofiste 582 dersinin projelerini okurken sıkıldım, odada öyle bir sağa bir sola dolanıyordum. Gözüme kitaplığın alt raflarında lisans eğitimim zamanından kalma ders kitapları ilişti. Rastgele birini aldım. İçinden Oğuz Abi'nin Bornova/İzmir'den 1999'da anneme yolladığı bir kart çıktı. Yazısı kargacık burgacık, zor okunuyor. Belli ki Ferhunde Teyze söylemiş, o da yazmış. İzmir çok sıcak diyor. Hal hatır soruyor, sizi çok özledik diyor. Benim ikiz kız kardeşlerimin sınavını soruyor, üniversite sınavına girmişler o sene herhalde. "Annem rüyasında ikizlerin okumak için Bornova'ya geldiğini gördü" diye yazmış.

Ah Oğuz Abi ah. Ah Ferhunde Teyze ah. Keşke bir daha komşu olsak. Keşke sizin o zor halinizden daha çok anlasam. Ne hayatlar var. Bizimki tereyağından kıl çeker gibi akıp gidiyor, ona bile hergün mızmızlanacak birşey buluyoruz. Bizim çocukları daha halden anlayan insanlar olarak yetiştirmemiz gerek. Bilsinler herkes aynı değil, herkesin dünyası aynı değil. Çok gezmek görmek, çok insan tanımak, değişik ortamlarda bulunmak önemli.

Ankara Yağmurlu (13.06.2011)

Gene yağmur başladı Ankara'da. Bu sene o kadar çok yağdı ki. Yağdı mı da iyi yağıyor hani. Bizim evin hemen önündeki park bir ara ormana döndü otlar uzaya uzaya. Şakır şakır sesini duyunca hemen camı açtım. ODTÜ'deki güzel hava daha bir güzelleşiyor yağmurla. Son yıllarda yağmur düşmez olmuştu Ankara'ya. Yılda 1-2 kere serpiştirince şaşırıp kalıyordum, ilk defa görmüş gibi. Bu sene işler değişti. Sokakları, caddeleri seller götürüyor yağınca. İyi alıştık yağmurun güzel sesine, ama Allah korusun afeti de kötü.

Geçen gün gazetede haber vardı bununla ilgili. "Pek bilinmeyen yeni bir kavram: Şehir selleri" gibi bir başlık atmışlar. Büyük şehirlerin çok yağan yağmurları artık kaldıramadığı ve altyapılarının değişmesi, mazgalların genişletilmesi gerektiğinden bahsediyordu. İstanbul için hep okurduk, "10 dakika yağmur yağdı her yeri sel bastı" haberlerini. İleride Ankara için de benzerlerini okuyacağız gibi.

Ek (16.06.2011) : Eşim bugün göndermiş aşağıdaki fotoğrafı. Anladığım kadarıyla bugünkü sağanak yağmurdan sonra Çetin Emeç Bulvarı'ndaki bir alt geçidin hali. İleri görüşlülüğün bu kadarı da pes doğrusu :-)

LBM on GPU (01.06.2011)

Two years ago I wrote about our first GPU computing project, and this entry is about the second one that we are currently working on. This new one is a TÜBİTAK 1002 project, started about 4 months ago. I am collaborating with Dr. Barbaros Çetin from METU - Northern Cyprus Campus and Berat Çelik is the graduate student who is doing the actual work. The project is about the use of Lattice Boltzmann Method (LBM) for the simulation of fluid flow and heat transfer in channel flows including the slip flow regime. An important aspect of the project is the utilization of GPUs for efficient parallelization of LBM.

LBM is known to have a simple algorithmic structure, which is very suitable for GPU parallelization. We are coding LBM using MATLAB and perform GPU parallelization using Jacket. Jacket is a commercial add-on library for MATLAB with new versions of several built-in MATLAB functions that are rewritten to be run parallel on GPUs, instead of CPUs. MATLAB combined with Jacket provides a very easy to work with environment to build efficient LBM solvers.

The first outcomes of the project, which will be presented at the following two conferences, are very promising. We were able to demonstrate up to 17 times speed-up using a single GPU compared to using a single CPU. Currently we are working on the utilization of multiple GPUs so that even higher speed-ups can be achieved.

- B. Çelik, C. Sert, B. Çetin, "Simulation of Lid-driven Cavity Flow by Parallel Implementation of Lattice Boltzmann Method on GPUs", 2nd Int. Symp. on Computing in Science & Engineering, İzmir, June 2011.
- B. Çelik, C. Sert, B. Çetin, "Simulation of Channel Flow by Parallel Implementation of Thermal Lattice Boltzmann Method on GPU", 7th Int. Conf. on Computational Heat and Mass Transfer, İstanbul, July 2011.

Dün Bayramdı (11.05.2011)

Son zamanlardaki yazılar bizim kızlarla ilgili olmuş hep. Olacak o kadar, hayatımız onlar. Zeynep epey bir zamandır tatlı bir telaştaydı. Okuma bayramı yaklaşıyordu. Okula her gün gidip gelen iletişim dosyasında haftalardır bizim görmememiz gereken kağıtlar taşıyor, arada sırada bizi odasından çıkartıp okuma bayramında okuyacağı yazıya çalışıyordu. Ablasınınkinden farklı olarak Zenyep'ler bu sene okuyacakları yazıları da kendileri yazdılar. Yani aynı zamanda yazma bayramı da.

Önemli gün dündü. Öğle saatindeki randevu için saatlerin alarmları kuruldu. Adına yakışır şekilde okulun kütüphanesinde yapıldı etkinlik. Kütüphanenin içinde mini minnacık bir sahne. İnsana "dünyanın en küçükleri olmalılar" diye düşündüren 12 sandalye, bir piyano, bir mikrofon, iki sepet, 12 melek, pek çok anne, baba, anneanne, babaanne, dede, müdür, müdür yardımcısı, öğretmen, cep telefonları, fotoğraf makineleri, kameralar.

Sınıf öğretmenin kısa girişinin ardından melekler birer birer gelip bir sepette duran önceden hazırlanmış cicili bicili kurdeleli yazılarını alıp okuyup boş sepete bıraktılar. 20 dakikada oldu bitti herşey. "Hoşgeldiniz sayın misafiler" benzeri kibar girişler, "Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim" i takip eden selam vermeler. Altı üstü yarım sayfa yazı okunacak. Ama öyle değil işte. Onların hayatının heyecanı. Zeynep'e baktım, sıra kendisine gelene kadar arkadaşlarını dinlerken yerinde zor duruyordu.

O kadar değişikler ki. Uzunu, kısası, tombulu, incesi, derli toplusu, dağınık saçlısı, süslüsü, sadesi. Okurken birdenbire donup kalanlar, göz ucuyla öğretmeninden yardım bekleyenler, sesi çıkmayanlar, gür sesliler, bir satırı, sayfayı atlayıp, farkedip geri dönenler, ciddiler, gülücük dağıtanlar. Ama hepsi melek işte. Neler mi yazmışlar? Biri "Kendinden önceki kendisini", diğeri "Onun kadar iyi tenis oynayabilmemiz için bilmemiz gerekenleri", bir başkası "Yılanla adını şimdi unuttuğum başka bir hayvanın hikayesini", bir diğeri "Yaz tatilini".

Sonlara doğru sahneye yeni bir öğrenci gelince eşim kulağıma fısıldadı "Şurada oturanların çocuğu, ama ayrılmışlar". Eşim doğum günlerinden tanıyor bazı velileri. Daha bir dikkatli dinledim onunkisini. Öğretmenlerine baktım, gözleri doldu. Anne babasına baktım, heyecanla dinliyorlardı. Boylu poslu, efendi bir erkek çocuk. Son cümlesi "Ben çok mutlu bir çocuğum" du yazısının.

ODTÜ'ye Bahar Geldi (04.05.2011)

ODTÜ bugünlerde pek bir güzel oldu. Yemyeşil çimenler, bembeyaz çiçekler. Geçen hafta sonu bizim kızlar anneleri ve halaları ile birlikte geç de olsa nihayet gelen baharın keyfini çıkarmak için kampüsteydiler. Aslına bakarsanız ben de kampüsteydim, ama gel gör ki ME 582 dersi için ofiste çalışmakla meşguldüm.









MozART Grubu (15.04.2011)

4 Nisan günü başlayan 28. Uluslararası Ankara Müzik Festivali sürüyor. Dün gece ailece MozART isimli grubun gösterisine gittik. Festival sayfasında gelecek müzisyenlerin eski performanslarının videoları vardı. Biz de çocuklarla birlikte bu gösteriye gitmek uygun olur dedik. İyi bir seçim yapmışız. Çok eğlendik.

Dört kişilik bir müzikal kabare grubu MozART. Polonya'lı iki keman, bir viyola ve bir viyolonsel sanatçısı var grupta. Gösterileri birbiri ardına gelen skeçler şeklinde. Çok meşhur, herkesin bildiği klasik müzik parçaları çalmaya başlıyorlar, çok da güzel çalıyorlar, ama 20 saniye sonra işi sululuğa vurup çığrından çıkarıyorlar. Çocuk işi gibi geliyor kulağa. Doğru çocuklar çok eğlenip güldüler, ama salonda çok az çocuk vardı. Yani bir çocuk gösterisi değil aslında. Eşimle ben de dahil herkes kahkalalarla izledik tüm gösteriyi. Bitince de ayakta alkışladık.

İstanbul Gezisi (07.04.2011)

Epey bir zaman önceydi. Eşim Pegasus'tan kampanyada ucuza uçak bileti bulmuş İstanbul'a, tüm aileye günübirlik gidiş dönüş bileti almış. Aylarca "Gideceğiz, gideceğiz" diye masalını anlattıktan sonra nihayet 2 haftasonu önce vakti geldi İstanbul gezisinin ve gittik. Elif bebekken Amerika'dan Türkiye'ye gelişinde uçağa binmişti, ama Zeynep hiç binmemişti daha önce. Ablasının da birşey hatırladığı yoktu o 8 yıl önceki seyahatten, ama Zeynep çok heyecanlıydı. Artık ne canlandırıyorsa kafasında uçak yolculuğu ile ilgili. Sabah kendi arabamızla havaalanına gittik. Anladık ki bizim kızlar Ankara'ya pek bir kapanıp kalmışlar. "İstanbul Türkiye'de mi? Orada hangi dil konuşuluyor?" sorularına yıllar önce çok maruz kalmıştık. O kadar olmasa da gene de sordukları sorularla bizi epey şaşırttılar yol boyunca.

İstanbul'u gezmek için yarım günden daha az zamanımız vardı. O zamanın da yarısı yollarda geçti. Tüm yolculuk boyunca sırasıyla bindiğimiz taşıtlar Araba - Uçak - Taksi - Vapur - Tramvay - Metro oldu. Tabii geri dönüş yolunda hepsine bir de ters sırayla bindik. Vakit yollarda geçti, ama zaten hedeflerimiz küçüktü. Vapura binecektik, balık ekmek yiyecektik, Galata kulesinin tepesine çıkacaktık ve Turkuazoo akvaryumunu görecektik. Hepsini de yaptık, ama İstanbul'un akşam trafiğini hesaba katmadığımız için dönüş uçağına son saniyede yetişebildik. Çok telaşlandık.

İstanbul'da vapur keyfine diyecek yok. Özellikle şehrin çilesini çekmeden turistik amaçlı binince pek güzel oluyor. Hava da günlük güneşlikti, yağmurlukla dolaştık, o bile fazla geldi bazen. Bindiğimiz vapur PTT çalışanları ile doluydu. Ellerinde "Biz postacıyız, köle değil" pankartları ile güle oynaya, şakalaşa şakalaşa gösteri yapmaya gidiyorlardı. Bizi de eğlendirdiler sağolsunlar.



Balık ekmeğimizi Galata Köprüsü'nün altında yedik. Galata Kulesi'nin tepesine çıktık Zeynep'in bir kitabında geçen "Galata Kulesi'nin martısı Zeynep" i görmek için, ama kalabalıktan çok arayamadık ve göremedik (Aşağıdaki ikinci fotoğrafta yakalamışız ama kendisini). Tepesindeki manzara ve taştan yapılmış kulenin kendisi çok güzeldi. Vapurdan inip kuleye yürürken sokağın birini dönünce tüm kule karşınıza çıkıveriyor birden, çok hoş bir görüntü. Ama tepesindeki dolaşma kısmı çok dar, iki insan yan yana geçemiyor. İndikten sonra da şehirde dolaşırken gözlerinizle şöyle bir arayınca buluveriyorsunuz hemen kulenin konik ucunu. Gerçekten çok güzel görünüyor her yerden.





Turkuazoo Türkiye'nin en büyük akvaryumu imiş. Epey bir gezdik içinde. Yorulmuştuk hepimiz, içerdeki az ışıklı ortamda dinledik biraz.



İstanbul'a değil bir gün, bir hafta da yetmez, ama maksat aile aktivitesi işte. Kızlar unutmazlar bu geziyi, anlatır dururlar hatırladıkça. Siz sormadan ben söyleyeyim, aşağıdaki fotoğrafı eşim çekti akşam vapurda dönerken. Yarım günde, o koşuşturmanın içinde bu manzara yakalanıyorsa, kimbilir neler var daha İstanbul'da?

Sokağın Sesi (09.03.2011)

Bugünlerde sokağın sesine kulak vermeyen yöneticilerin başına neler geldiği hepimizin malumu, zor durumda kalıyorlar. Dün neredeyse bütün gün, bütün gece ve bu sabah Ankara sokakları bas bas bağırıyordu, ama ODTÜ yöneticileri uyuyordu. Ankara'da belki 10-15 yılda bir kere olacak bu kar yağışını öğrencilere, bizlere ve diğer çalışanlara işkence haline getirmeyi başardılar. Diğer pek çok üniversite bugünü tatil ilan etti, ama ODTÜ etmedi.

Benim 9:40 dersim vardı ve inat ettim geldim okula. Sırf bu yazıyı yazabilmek için geldim, ilim bilim sevdasına değil. Bakalım yöneticilerimiz ne biliyorlar diye merak ettim. Yolların durumunun berbat olacağı belliydi dünden. Dün gece öğrencilerden epostalar aldım. Diyorlar ki "Hocam evim ......'da, gitmek mümkün değil. Geceyi evi yakında olan arkadaşımda geçireceğim, yarınki ödevi erteleyebilir miyiz?". Eşim dün TAI'den gelemedi eve bir türlü. Servisleri normal güzergahından gelememiş, yolda kalmış, trafik kilitlenmiş, vesaire. Servisten inmiş herkes ve yürüyerek devam etmiş, öyle gelebildi ancak eve. O keşmekeşin üstüne bir de bütün gece kar yağmaya devam etti.

Benim bu sabahki yolculuk da maceralı oldu. 45 dakika servis bekledim kar altında, sonra servis bozuldu yolda kaldı, dolmuşla devam ettim. Derse gelen öğrenciler vardı, sormadım ama hemen hepsi yurtlardan gelmiştir diye tahmin ediyorum. Kısa da olsa ders yaptık o kadar çocukları getirtmişken, ama Pazartesi günü de aynısını yaparak gelemeyenlere bir telafi şansı vereceğim.

Ders bitince bunu yazmak için ofise geldim, rektörlükten eposta gelmiş. Diyor ki, "Kampüs içindeki yollar ulaşıma açıktır". Ama dolmuş şoförü öyle demiyor, "Rektörlük son durak, yemekhane yokuşunu çıkmam" diye diretiyor. Eposta devam ediyor "Semt servisleri ve belediye otobüsleri çalışmaktadır". Bu da doğru değil. Bir saate yakın parmaklarını hissetmeyecek derecede üşüyene kadar kar altında servis bekliyorsun, sonra o servis yolda kalıyor. Yönetici olarak 40 yaşındaki servislerinizin durumunu bilmiyor musunuz? Eposta devam ediyor "Mesai çıkışında olası sıkıntıları önlemek için semt servisleri 15:30'da kalkacaktır". İşte burada şalter atıyor. Sıkıntıları önlemek istiyorlar... Ama böyle olacağı belliydi, sabah servis beklerken herkes "Öğleden sonra gidin derler şimdi bize" diye konuşuyordu. Kime ne faydası oldu bu yarım yamalak mesainin. Zaten herkes 1 saat geç geldi işine. Mesai kar maceraları anlatarak geçecek, normalden 2 saat önce de bitecek. Okulda zaten doğru dürüst öğrenci yok. Bizim binanın öğretim üyesi park yerinde tek bir tane araba yok, öğrenci park yerinde 1 araba var. Derslikler boş, ışıklar kapalı. Ama üniversite açık. Ne olurdu sanki daha dün geceden, bugün ilkokullar kapalı olduğu için çocuğunu kime bırakıp da işe geleceğinin telaşına düşürmeden insanları, vakitlice tatil ediverseniz şu üniversiteyi?

137 - 0 (01.02.2011)

Erzurum'da yapılan üniversitelerarası kış oyunlarında her gün yeni bir skandal konuşuluyor, yetkililer de hiç gecikmeden yalanlıyorlar. Alp disiplini pistinin muhtemel hatalı tasarımından ötürü uçup giden kayakçılar mı ararsınız, Kanada'lı bayan sporculara taciz haberleri mi? Basın için ayrılmış park yerlerini seyircilerin doldurmasını mı, Türk sporcuların tüm katılan ülkerler arasında en kötü performanslardan birini sergilemesini mi? Dediğim gibi bizimkiler bunları ve benzer haberleri hemen yalanlıyorlar ve "Uluslararası yetkililer organizasyona tam not verdi" diyorlar. Belki gerçekten hepsi bizim (yapabileceğine inandığım) basınımızın uydurması, ama skor tabelaları yalan söylemiyor.

Dün Türkiye-Rusya buz hokeyi maçına bakayım dedim. Televizyonu açtığımda 10 küsür sıfır yeniktik. Daha önceki maçlarda da çok farklı yenildiğimizi bildiğim için garipsemedim. İnanılmaz kötü bir oyun. Benim seyrettiğim 2. periyotta 5 saniye bile kesintisiz topa sahip olamadık. Ruslar'ın her atağı gol, bizim atağımız falan yok. Periyot 20-0 bitti. Ama ben oynanacak bir periyot daha olduğunu öğrenince yıkıldım esas. Seyrettiğim bölümün son saniyelerinde felaket bir oyun oynayan oyuncularımızın aralarında şakalaşıp gülüştüklerini görünce küfredip bıraktım seyretmeyi. Bugün öğrendim ki 26-0 bitmiş maç. Erkek ve bayan buz hokeyi takımlarımız 7 maç oynamışlar şu ana kadar ve toplam skor 137-0. İnsaf be.

Kış oyunlarının "k"sinden bihaber bir ülkeye verirsen organizasyonu olacağı budur. Normalde bu tip organizasyonlarda ev sahibi ülke çok iyi hazırlanıp boy göstermeye çalışır. Biz sıfır madalya ile tamamlayacağız muhtemelen. Neymiş efendim açılış töreni muhteşemmiş. İşin tuhaf tarafı 150'den fazla sporcuyla Rusya'nın ardından 2. en büyük katılım Türkiye'den. Güler misin, ağlar mısın? Bakan açılış töreni öncesinde gururla anlatıyor "Çok büyük bir kafileyle katılıyoruz, pek çok dalda ilk defa yarışacağız". Belli.

İnşallah o yapılan tesisler daha sonra başka organizasyonlar için de kullanılır ve bizim de bu işi hakkıyla yapan sprocularımız yetişir. Ama ne yalan söyleyeyim içimden keşke bu 2011 yarışmaları Erzurum'la birlikte aday olan Slovenya'nın Maribor şehrinde olsaymış diyorum. Slovenya şu anda 4 madalya ile 5. sırada bu oyunlarda. Keşke biz buz hokeyi oynamayı daha mütevazi bir organizasyonda öğrenseymişiz.

Kolay Gele (21.01.2011)

Bir dönem daha bitti bitiyor ve not verme zamanı yaklaşıyor. Bizim kapıları da dönem içinde pek uğramayanlar çalmaya başlıyor. Birkaç gün önce bir öğrencim geldi. Telaşlı, ağlamaklı. Ağzı da iyi laf yapmıyor. Dersime çok çalışmış, dersi ve beni sevmiş, bütün derslerime gelmiş, ama sınavlarda yapamamış. "Siz de öteki gruplara göre çok zor sordunuz be hocam" diyor. "Sınavların hepsine girdim, ama gene de finallerden sonra yapacağınız telafi sınavına (genelde bir sağlık probleminden ötürü sınavı kaçıranlar için yapılan sınav) girmek istiyorum". Böyle bir hakkı olmadığını söyledim. "Yok, ben notum değişsin diye girmeyeceğim. Not telaşı olmadan bu sınavda başarılı olabileceğimi kendime ispatlamak için girmek istiyorum. Çünkü konuları gerçekten biliyorum". Böyle bir istek duymamıştım daha önce. Bu tip öğrencileri hemen başımdan savmamaya, hikayelerini dinlemeye çalışıyorum. Bu öğrenciyi de dinledim. "Web sayfanızda yazdıklarınızı takip ediyorum. Ben de sizin gibi başarılı olmak istiyorum. Sizi örnek alıyorum. Çalışıyorum, ama olmuyor. White, Fox, Aksel hocanın kitabı, hepsinden çalıştım, ama olmuyor. Lisedeyken çok başarılıydım. Nasıl kendimi bu duruma düşürdüm bilmiyorum" diyor. Kapı kapı dolaşan biri olmadığını, samimi konuştuğunu anlamak zor değil.

Başka bir öğrencim vardı geçen haftalarda odamda. Benden daha önce de ders almış, tanıdığım bir çocuk. Derslere düzenli gelen, aktif olarak katılan, ama akademik olarak pek de başarılı olamayan biri. Aile baskısından yakınıyor. "Benim gönlümdeki, hayalimdeki meslek başka. Benim yeteneklerim başka. Ben belki de bu ülkenin yetiştirdiği en iyi ............ olabilirim, ama ailem ille de bu bölümde okumamı istiyor". Al başına belayı. "Konuş oğlum ailenle. Bu hayatta başarılı, mutlu olmak için sadece ders çalışıp, sınavlardan iyi not almak yetmez ki. Ailenle iletişim kurabilmeli, derdini onlara anlatabilmelisin". "Olmuyor hocam, tanımıyorsunuz siz onları, mümkün değil".

Herkesin hikayesi başka başka. Geçenlerde bir psikolog anlatıyor televizyonda. "Üniversite öğrencilerinin yarıya yakını psikolojik olarak zor durumda. Ama her köye üniversite diken devlet oralarda sağlık merkezleri kurup, yeterli sayıda kaliteli psikolojik destek personeli sağlamayı beceremiyor". Kayıt danışmanlığını yaptığım, beni kortutacak derecede psikolojisi bozuk öğrenciler biliyorum. Hayat bazılarını biraz fazla zorluyor.

Ama ne hikmetse hayat hiç de kolaylaşmıyor. Üniversitedeki bir öğrenci için hayatın zorluğu başka, bir yardımcı doçent için başka. "Geldi di mi senin doçentliğin?" lafını 30. kez duyunca psikolojik destek arıyor yardımcı doçent. "Tren değil ki lan bu saati gelince kalksın gelsin". Yardımcı doçentin ilkokul 1'e giden küçük kızı için başka zor hayat. O hala "p" sesini öğrenmedi ve ismini el yazısı ile yazamıyor. Bir de bir arkadaşını başka bir arkadaşının kulağına kendi hakkında kötü birşey söylerken duymuş. Söylediğinin anlamını bilmiyor, ama kötü gelmiş ona ve üzülmüş. Yardımcı doçentin annesi için başka zor hayat, çünkü eşi yanında olmadan idare etmek artık çok zor geliyor. Son zamanlarda da çok fazla unutur olmuş herşeyi, korkuyor. Büyük nenesi için başka zor, çünkü bütün gününü tek bir odada geçiriyor ve insanlar yanına çok az uğruyor. Haa bir de, ne kadar dert ediyor bilmiyorum ama, ömrü bitti bitecek.

Ben üniversitedeyken derslerime çok çalışırdım. Ama çok. Memlekete gittiğimde annem bir baktı kazağımın dirseği yıpranmış, delinmiş. "Nasıl oldu oğlum bu?" diye sordu. "Çalışma salonuna giderken hep bunu giyiyorum" deyince benim için endişelenmeye başlamıştı. Ama tekrar okusam gene çok çalışırım. Oyunun kuralı bu. Hayat sizi çok zorluyor olabilir. Ama çok bunaldıysan da çalışacaksın. Okyanusun öbür ucundan "Babanı kaybettik. Dün defnettik. Senin gelemeyeceğini bildiğimiz için de haber vermedik" deseler de çalışacaksın. "Artık yüzüm kalmadı aileme bir dönem daha uzattım demeye" dememek için çalışacaksın. Dönem sonunda kapıları çalmamak için, birgün çalınacak kapın olsun diye çalışacaksın. Gene de olmayacak belki, ama yapacak başka birşey yok. Yarın öbür gün "Yata yata bitirdim ben okulu" lafını sadece arkadaş geyiğinde söyleyebileceğini bildiğin için çalışacaksın. Zor bir üniversite en kolay çok çalışarak okunur.

Hayat zor. Bazıları için çok zor. Ama hayat güzel. Hayat yardımcı doçent için eski öğrencileri ziyaretine gelince güzel. Hayat yardımcı doçentin küçük kızı için okuma bayramında "Zeynep"li cümleyi ona okuttuklarında güzel. Hayat yardımcı doçentin annesi için kuruyemişin yanında oğluna salep pişirirken güzel. Hayat büyük nene için artık kendini hazır hissettiği için güzel. Hayat bir üniversite öğrencisi için ders çalışırken güzel.

330 - Jandarma Onbaşı İsmail Sağır (19.01.2011)

Dün akşam ev ahalisiyle apartmanın kapısına gelince "Ben bir anneme uğrayayım" dedim. Beraber atıştırırız diye kuruyemiş almak için ufak bir markete girdim. Kasada benim önümde genç bir adam, kasiyer ve bir market çalışanı var. Şu muhabbet geçti aramızda.

Müşteri : Boşver o kadar torbayı. Elimde taşırım. İsraf yapmayalım, bu memleket hepimizin.
Çalışan : Nerelisin sen?
Müşteri : Hakkari.
Çalışan : Neresinden?
Müşteri : Merkez.
Çalışan : Ben Şemdinli'yi bilirim.
Ben : Askerden mi?
Çalışan : 3. Dağ ve Komando Taburu. 2002'de yaptım askerliği.
Ben : O zamanlar olaylar var mıydı?
Çalışan : Yok, en sakin zamanlardı.
Kasiyer : Yoksa kim vurduya giderdi bu.
Ben : Kimin vurduğu belli de ...
Kasiyer : Siz nerede yaptınız askerliği?
Ben : Benimki tam tersi onunkinin. Burdur'da, 1 ay, dövizli. Yurtdışında öğrencilik yaparken "hak etmiştim".
Kasiyer : Nerede okudunuz?
Ben : Amerika'da.
Çalışan : Ne vardı orada, Harvard mı? (Şaka yapmıyor)
Ben : O da var da ben başka bir okulda okudum.
Çalışan : Şimdi ne yapıyorsunuz?
Ben : Üniversitede öğretim üyesiyim.
Çalışan : Yurtdışında okudunuz, sonra da hoca oldunuz. Ne güzel.

Son cümlesinden sonra koşturup kapıyı açtı bana. Başka bir gezegenden gelmişim gibi bakıyordu. Ben de aynı şekilde bakıyordum önümden çıkan Hakkari'liye.

Geçenlerde sevdiğim bir diziyle ilgili yazmıştım buraya. Güneydoğu'dan Öyküler dizisi 10 küsür bölümden sonra yayından kalktı. Reytingi düşükmüş. O dizi sırasında merak sardım ben Güneydoğu'ya ve orada olup bitene. Bana esasında dizi değil, belgesel lazımdı orayı anlatan. Diziyi izlerken senaristin diziyle aynı isimli kitabını aldım, iki günde okuyup bitirdim. Hayatımda tamamını bitirdiğim teknik bir konuda olmayan kitap sayısı 10'u geçmez. Hakan Evrensel Güneydoğu'nun en civcivli zamanlarında orada subaymış. Sonra derdini asker olarak anlatamayacağına karar verip ordudan ayrılmış, kitap yazmış, gazetecilik yapmış. Üç kitabı var orayı anlatan. Benim okuduğum özel baskı üçünün birleştirilmiş haliydi. 5-10 sayfalık kısa kısa öyküler var içinde. Kimi bütün gün boyunca yağmur altında dağlarda yürüyen askeri konuşturuyor, kimi gece pususunda sivrisineklerle mücadeleyi anlatıyor. Kimi askerleri şehit olan komutanın yıkılışını, kimi 2000 rakımda acan çiçekleri. Kimi "Benim zilime basmasınlar" diye dua eden asker eşini, kimi en meşhur şehit babası sorusu olan "Nasıl oldu?"ya nasıl cevap verileceğini.

Bu kitap bitince baktım evde önceden alınmış başka benzer kitaplar var, eşim almış herhalde. Erdal Sarızeybek'in 3 kitabına baktım, ama güzel yazılmamışlar, hiç birini bitiremedim. Sarızeybek Şemdinli'de subaylık yapmış uzun süre. Terörle ilgili yanlış devlet politikalarını, terörün bitmesinin neden istenmediğini, kaçakçılıktan nasıl beslendiğini anlatmaya çalışmış. Önemli konular, birileri okuyordur elbet, ama ben okuyamadım işte.

Osman Pamukoğlu'nun Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok kitabını okudum en son. Pamukoğlu Paşa en çok şehidin verildiği 1993-1995 yılları arasında Hakkari Dağ ve Komando Tugayı'nın komutanlığını yapmış. O dağların efendisi. Şimdi bir partinin genel başkanı ve her akşam bir kanalda görebilirsiniz kendisini, silahla bu işin nasıl çözüleceğini anlatırken. Savaşmak onun için bir sanat. N'apsın senelerce okulda bunu okumuş. Kitabında düzensiz orduya karşı silahlı mücadelenin nasıl yapılması gerektiğini öğretiyor. Gün gün, saat saat anlatıyor verdiği emirleri, düzenlediği operasyonları, karakol baskınlarını. "Ah" diyor "şu kobraların o zaman gece görüşü olaydı gösterirdim ben onlara karakol basmayı". İstenseydi o zamanlar bu işi kökten çözebileceğini, ama devlet yöneticilerinin bunu istemediğini yazıyor. Kitabın sonunda bir liste var. Tugayın hemen yanı başında kendi emriyle yaptırılan İsimleriyle Güneşi Yükseltenler anıtında adları yazan, 84-95 yılları arasında tugay komutasındaki birliklerde şehit düşen 623 personelin listesi. 330 - Jandarma Onbaşı İsmail Sağır, baba adı Hüseyin, memleketi Samsun, doğum tarihi 1972, şehadet tarihi 19/11/1993, şehadet yeri Pirinçeken Jandarma Karakolu. 331 - ...

Abim de 72 doğumlu. Acemiliğini Polatlı'da, gerisini Ankara'da yaptı. Ama hatırlıyorum, okul arkadaşlarından doğu kurası çekenleri anlatırdı. O zamanlar ben farkında degilmişim olup bitenin. Şimdi düşünüyorum da kimbilir annemler ne korkmuşlardır. Ben o zamanlar 8. yurdun çalışma salonunda, daha sonra dövizli askerliği "hak edeyim" diye sabahlıyordum. Dikdörtgenin sağ alt köşesinin en karışık dönemini o yüzden farketmemişim ben.

Orada olup bitene, oranın çilesini çekenlere üzülüyorum, ama izleyip okuyunca içimde vatan sevgisi falan canlanmıyor, birilerine olan öfkem de artmıyor. Ama öğreniyorum. İnsanoğlunun ne garip, ne bencil, ne tatminsiz bir yaratık olduğunu anlıyorum. Beklediğimiz karakolların, çizdiğimiz sınırların, savunduğumuz davaların suniliğini gösteriyor bunlar. "Biz iyiyiz onlar kötü. Biz haklıyız onlar haksız". Bu dünyanın en meşhur yalanı değil mi bu? Sınırın her iki tarafı da aynı yalanı dinliyor. Bu yalan tutulan listeleri uzatıyor. Pamukoğlu Paşa bu taraftaki listeyi 623'te bırakmış, şu anda kimbilir kaç oldu?

O şehitler anıtını mutlaka gidip görmem lazım. Oranın gerçeği işte o. Şimdilik bazı günler bizim kızları sınıflarına kadar götürdüğümde, koridordaki kabartmalı Türkiye haritasının önünde 2-3 dakika geçirerek idare ediyorum. Pamukoğlu Paşa'nın gözünü kırpmadan saatlerce baktığı, her karışını ezberlediği dağlarda parmaklarımı gezdiriyorum, kitaplarda okuduğum yerleri haritada bulmaya çalışıyorum.



Ek (21.01.2011) : Kamil Özden aşağıdaki kitapları okuduğunu ve beğendiğini bildirdi. Ben kendim okumadım bunları.
5. Tim / Güneş Doğsun İsteriz, Abdullah Ağar
Ölüm Dağları Bekler, Cudi Dağı, Abdullah Ağar
Güneydoğu'da Unutulmayanlar, Hasan Kundakçı

Ek (27.01.2011) : Abdussamet Subaşı konu ile ilgili aşağıdaki belgeselleri tavsiye etti.
Kan Uykusu
Kınalı Türkü

Bir Kulak Beş Boynuz (05.01.2011)

Yeni yılın ilk yazısı bu. Geçtiğimiz senelerde burada öğrencim olmuş, şimdi öğrenimine yurt dışında devam eden öğrencilerimden bazıları yılbaşı tatili için Türkiye'ye gelmişler ve sağolsunlar beni de ziyaret ettiler. 1 hafta içinde 5 eski öğrencim kapımı çalınca çok hoşuma gitti.

En eskilerden Güneş Nakiboğlu burada benimle master yapmıştı. Sonra Von Karman Enstitüsü'nde 9 aylık bir eğitime gitti. Şimdi de Hollanda'da Eindhoven Teknoloji Üniversitesi'nde doktorasının 3. yılında. Yanında Fransız kız arkadaşı da vardı, ailesi ile tanıştırmış, sormadım ama iş ciddi herhalde :-) Hafızam zayıftır da galiba daha önce bir Fransız'la sohbet etmemiştim hiç. Güneş araştırmasından ve yaptığı yayınlardan bahsetti. Oldukça ağır matematiği olan akustik konularıyla uğraşıyormuş. Zaten hem hocası hem de gruplarındaki pek çok diğer öğrenci uygulamalı matematikçi dediğimiz çılgınlardanmış. Avrupa'daki sistemin farklarını anlattı. Amerikan sistemi ve dolayısı ile bizim burası gibi değil. Örneğin ders alma mecburiyetleri yok. Doktora'da hocanın "Tamam bu iş oldu" demesi için 4 yayın yapma şartı varmış, kağıt üstünde olmayan, ama pratikte uygulanan. Güneş ikisini halletmiş ve üçüncü de yoldaymış. Güneş akademisyen olsa çok yakışır, ama onun gönlünde başka aslanlar yatıyor. Ne yapsa en iyisini yapar o. Hayırlısı...

Mehtap Çakmak ve Necmettin Cevheri beraber geldiler ziyaretime. Mehtap'ın yardımcı tez danışmanıydım. Necmettin'in de master çalışmasını az da olsa takip etmiştim. Bir buçuk sene önce doktora için Georgia Tech'e gitmişlerdi. Necmettin Makina Mühendisliği'nde micro/nano PIV tekniğinin kullanıldığı deneysel bir araştırma projesinde çalışıyormuş. Mehtap ise Havacılık Mühendisliği'nde yanma problemlerinin hesaplamalı çözümü ile ilgili bir projedeymiş. Mehtap farklı bir bölümde olduğu için doktora yeterlilik sınavında zorlanmış, Necmettin ise kendi bölümündeki sınavı kolay halletmiş. İlk gittiklerinde okulun yurdunda kalmayı denemişler, ama Çin yemeği kokularına fazla dayanamayıp eve çıkmışlar. Necmettin lisans seviyesinde bir ısı transferi dersinde asistanlık yapıyormuş. "Bizim derslerle karşılaştırınca nasıl?" diye sordum. Cevabı "Çoook kolay" oldu. Georgia Tech Amerika'nın en iyi mühendislik okullarından biri. Ama lisans dersleri bize göre çok daha basit anlatılıyormuş. Hem aldıkları ders sayısı az hem de derslerde işlenen konular azmış. Örneğin bizde ikişer ikişer verilen akışkanlar, ısı transferi ve benzer diğer lisans dersleri orada hep tek ders. Lisans öğrencileri daha fazla mühendislik dışı ders alıyormuş. Günümüzde tüm okullar bu sisteme kayıyor. Bizim bölümde de bir süredir üzerinde kafa yorulan bir konu bu. Biz de dersleri birleştirme, içeriklerini değiştirme gibi konuları epeydir konuşuyoruz. Yakında bizde de değişiklikler olabilir.

Altuğ Özçelikkale en son mezun ettiğim master öğrencim. Bölümümüzün lisans programını birincilikle bitirip, master'dan sonra doktora için Purdue'ye gitti. Sağolsun hala master'da yaptığı işle de ilgileniyor, bana ve yeni öğrencilerime destek oluyor. Amerika'ya ilk gittiğinde kendine bir hoca ve konu seçme konusunda biraz zorlanmış. Ama şimdi Makina Mühendisliği ile biyolojiyi buluşturan sevdiği bir projeye dahil olmuş. Hücrelerin dondurularak saklanması ve kanser tedavisi gibi kulağa keyifli gelen işlere bulaşmış. Makina Mühendisliği'nin ucu bucağı yok. Altuğ daha yeterlilik sınavına girmemiş, dönünce sıkı bir şekilde ona çalışacakmış.

Sezer Özerinç de Altuğ ile bölüm birinciliğini paylaşan son mezunlarımızdan. UIUC'de Makina Mühendisliği'nde Nano Mühendislik Laboratuvarı'nda ısı transferi konusunda çalışıyor. Benden aldığı derslerden tanıyorum kendisini. Sağolsun o da ziyaretime geldi. Sonlu Elemanlar dersinde yazdığımız ufak kodların orada başka bir derste nasıl işine yaradığından bahsetti. Sohbetimizden aklımda kalan en enteresan ayrıntı okuduğu şehirde uygulanan Zipcar isimli araba paylaşma servisi oldu. Henüz kendi arabasını almamış ve bu şekilde idare ediyormuş. Servise üye olup bir kart alıyorsunuz. Arabaya ihtiyacınız olduğunda şirkete bildirip istediğiniz kadar, isterseniz birkaç saatliğine bir araba ayırtıyorsunuz. En yakın park yerine gidip kartınızla arabanın kapısını açıp çalıştırıyorsunuz. İşiniz bitince aldığınız park yerine geri bırakıyorsunuz. Benzin parası, sigorta dertleri yok. Amerika'da zaten araba kiralama bizim ülkemize göre çok daha yaygın kullanılan ve ucuz bir iştir. Ama böyle kendi kendine hallettiğin halini duymamıştım. Zaten son birkaç senedir varmış bu olay.

Sezer'i dinlerken aklıma kendi Amerika'da araba alma maceram geldi. Ben ilk olarak Houston'daki Rice Üniversitesi'ne gitmiştim. Houston Amerika'nın en büyük şehirlerinden birisi. Arabasız yaşamak çok zor. Eşim yanıma geldikten sonra araba alalım dedik. Gazete ilanlarından kesemize göre olanları arıyor ve arabayı göstermek için eve ya da okula yakın bir yere getirmelerinin mümkün olup olmadığını soruyorduk. Bazılarına gözümüzü karartıp otobüsle kendimiz gidiyorduk. Otobüs seyahatini buradaki gibi düşünmeyin ama. Mecbur kalmadıkça pek yapılacak birşey değil, çünkü şehrin belli muhitleri, belli zamanlarda tekin değil, ya da bize öyle geliyordu o ilk zamanlar. Epey bir araba gördükten, şehrin sağını solunu dolaştıktan, ikinci el satan galeriler gezdikten sonra biz de arabamıza kavuşmuştuk. Baktığımız arabalardan aklımda kalanlardan biri konsolu ahşap kaplamalı, direksiyondan vitesli, eski model gemi gibi büyük klasik bir Amerikan arabasıydı. Bir de tek kapılı simsiyah bir spor araba denemiştik.

Böyle işte. Gördüğünüz gibi öğrenciler gayet güzel yetişiyor. Biz de mutlu oluyoruz.