Yeni Yıl İsteği (17.12.2020)

- Ne istersin yeni yılda?
- Karnım ağrımasın yeter.

Böyle işte bazı hayatlar. Sıkıntın ne kadar büyük, ne kadar gerçekse, isteğin o kadar basit, duan o kadar kısa oluyor.

- Ya senin, sen ne istersin?
- Karnın ağrımasın yeter.

3.8 Gün (03.11.2020)

Geçen Cuma saat 14'te uzaktan bölüm kurulu toplantısı başladı. Konuşacak çok şey vardı, uzun sürdü. Arada eşim İzmir'de deprem olmuş diye mesaj attı. 18 gibi eve gittim. Yemek yedik. Haberleri izledik. Çay içtik. Herkes işine gücüne baktı. Eşim uzaktan bir kursa katıldı. Kediyle oynadım. 22 gibi yattım.
. . . . . .
Geçen Cuma saat 14:30 gibi annesiyle beraber eve döndü. Hemen mikroplu elbiselerini çıkarması gerekiyordu hasta olmamak için. Her şey sallandı. Korktu. Annesi bağırdı. Eşyalar devrildi. Korktu. Yere düştü. Karanlık oldu. Gürültüler geldi. Başına bir şey çarptı. Koluna, ayağına, sırtına bir şey çarptı. Sıkıştı. Canı çok acıdı. Anne diye bağırdı, ses gelmedi. Ağladı. Ağladı. Ağladı. Anne diye bağırdı, ses gelmedi. Babasını çağırdı, gelmedi. Ağladı. Ağladı. Ağladı. Anne dedi. Baba dedi. Yoruldu. Uyudu.
. . . . . .
Cumartesi sabahı 6 gibi uyandım. Kediyle oynadım. Haberlere baktım. 8'de kahvaltı ettik. Evi süpürdüm. 12:30'da öğle yemeği yedik. Ofise gittim. Kara kediye mama verdim. 16 gibi eve döndüm. 18 gibi akşam yemeği yedik. Haberleri izledik. Ihlamur içtik, abur cubur yedik. Kediyle oynadım. 23 gibi yattım.
. . . . . .
Sabah olmadı. Anne diye bağırdı, ses gelmedi. Acıktı, susadı. Bir gürültü duydu. Korktu. Anne diye bağırdı, ses gelmedi. Uyudu. Başına kumlar döküldü, uyandı. Gözü acıdı. Anne diye bağırdı, ses gelmedi. Babasını çağırdı, gelmedi. Kızdı. Sıkıldı. Uyudu.
. . . . . .
Pazar sabahı 6 gibi uyandım. Kediyi balkona çıkardım. 9 gibi kahvaltı ettik. Hava güzeldi, 12 gibi Eymir Gölü'ne gittik. Çok yürüdük, çok yorulduk. 18 gibi annemlere gitik. Peksimet yaptı, yedik. Haberleri izledik. Kuruyemiş, meyve yedik. 22 gibi eve döndük. Kediyle oynadım. 23 gibi yattım.
. . . . . .
Sabah olmadı. Bacakları acıdı, kolu acıdı, gözü acıdı. Karnı çok acıktı. Gürültüler duydu. Annesine seslendi, gelmedi. Bağırmalar duydu. Baba burdayım dedi, kimse gelmedi. Üstüne kumlar düştü. Gözü çok acıdı. Köpekler havladı. Gürültüler geldi. Çok susadı. Uyudu.
. . . . . .
Pazartesi sabahı 6 gibi uyandım. Ofise gittim. Kara kediye mama verdim. Dersime hazırlandım. 2 saat uzaktan ders yaptım. 12'de eve yürüdüm. A4'ün kedisine mama verdim. Öğle yemeği yiyip ofise döndüm. Çalıştım. 17 gibi eve gittim. 18 gibi akşam yemeği yedik. Film izledik, çay içtik, abur cubur yedik. Kediyle oynadım. Haberlere baktık. Eşimin desen kursu için bir şablon hazırladım. Çalıştım. 23 gibi yattım.
. . . . . .
Sabah olmadı. Çok acıktı, çok susadı. Her yeri çok acıdı. Gürültüler, bağırmalar duydu. Anne diye bağırdı, cevap gelmedi. Uyudu. Uyandı. Acıktı. Uyudu. Köpekler havladı, uyandı. Yoruldu. Uyudu.
. . . . . .
Salı sabahı 6 gibi uyandım. Kedinin kumunu temizledim. Çalıştım. 8 gibi kahvaltı ettik. 9 gibi ofise yürüdüm. Kara kediye mama verdim. Çalıştım. Haberlere baktım. Bir bebek gördüm. Eller üstünde, toz toprak içinde. Biraz gözü acımış, çokça karnı acıkmıştı.
. . . . . .
Sabah gibi bir şey oldu. Gürültüler geldi. Oyuncağını gördü. Kumlar döküldü. Annesine seslendi, gelmedi. Babasını çağırdı, gelmedi. Birisi bağırdı. Bir köpek havladı. Korktu. Biri gene bağırdı. Bir daha, bir daha bağırdı. Burdayım dedi. Adını söyledi. İyiyim dedi. Köpekler havladı. Gürültüler geldi. Kumlar döküldü başına. Etraf sallandı. Korktu. Birini gördü. Baba diye seslendi. Değildi. Elini uzattı adam, ağladı. Elini tuttu adamın, gülümsedi. İyiyim dedi, gözüm acıyor biraz.
. . . . . .
Öğlen 12 gibi eve yürüdüm. A4'ün kedisine mama verdim. Haberlere baktım...

Yürü Be Adamım (20.10.2020)

Depresyona girmek için şartlar hazırlanıyor gibi birer birer. Korkarım eli kulağında. Eee, kasıma da ne kaldı şurada? Koskoca kasımı güle oynaya geçirecek değiliz herhalde.

Bu sabah kahvaltıdan sonra kızlar odalarına çekildiler uzaktan eğitim almak için. "Çok uzaklaşmayın" diye seslendim arkalarından. Gülmediler. Eşim evden çalışacakmış bugün. Mesaisi başlayana kadar öğle yemeğinin soğanını kavurası geldi. Ben 10 dakika dolandım evde, sonra kaçayım artık dedim. Eşim kapıdan uğurlarken,

- Hiç gidesim yok. Ofise gitmemin tek sebebi kara kediye mama vermek.
- Olsun olsun, sen git. Vardır yapacak bir şeyler.
- Yapacak iş çok da, istek yok, yapacak adam yok. Gelirken marketten alacak bir şey var mı?
- Yok.
- Keşke olsaydı. Evden çıkışım anlam kazanırdı. Ben gene de uğrarım. Kızlara çekirdek alırım.

Merdivenlerden bir kat indim, eşim arkamdan bağırdı, "Keep going man. Keep going". Güldüm. Bilmiyorum onu mu yanlış anladım, yoksa ofise gelişim geciksin mi istedim, yürüyerek gelmişim bugün işe. Apartmanın kapısından çıkarken yürüsem mi arabaya mı binsem diyordum. Sonrasını pek hatırlamıyorum. Ofis binamın girişinde kara kediye mama verirken buldum kendimi. Korkak bir kedi. Daha yakında anne oldu, ama yavruları hiç yok ortalıkta. Bugün mamasını yerken 10 metre ötede oturup izlememe izin verdi. Arkadaş oluyoruz galiba. Yaş mama mı getirsem diyorum bir ara. Somonlu mu sever acaba yoksa tavuklu mu? Sordum bu sabah, cevap vermedi. Şimdi bi koşu eve gidip getirsem mi iki paket? Hangisini severse artık. Gideyim di mi ben bi eve? Gideyim...

Okulun İlk Günü - 2020 (31.08.2020)

Bu "Okulun İlk Günü" yazısı daha öncekilerden farklı. Elif üniversiteli olduğu için onun okulu henüz açılmadı, ama lise 3'e geçen Zeynep'in dersleri başladı. Başladı ama uzaktan eğitim verecek şekilde açıldı bu sene bizim lise. Açıldı mı açılmadı mı tam anlayamadık yani. Uzaktan eğitim sıkıntılı bir süreç. Bu yazının başlığını 31 Ağustos olarak attım Zeynep'in okulu o traihte başladığı için, ama aslında 2 hafta geçti o tarihin üstünden. Bir bilgisayar ekranına bakarak her gün 7 saat ders yapıyor Zeynep. Bazı günler üniversite sınavına hazırlık için ek dersleri var sonrasında. Onlar da uzaktan. Cumartesi günü de uzaktan eğitim mesaisi var. Şimdilik idare ediyor, ama hiç kolay değil. Elif ODTÜ'de okuyacak. Normalde hazırlık okuma niyeti yoktu, ama bu pandemiden dolayı ODTÜ'de de eğitim uzaktan olacağı için bu karışık yılı hazırlıkla geçiştirse iyi olur diye düşündük. Hazırlıkta oyalanırken bir yandan da kendini farklı şekillerde geliştirebilir dedik. Bölümündeki hocalara danıştık neler yapabilir bu süreçte diye. Veri analizi odaklı bilgisayar programlama öğrensin dediler. Biz de onu yapıyoruz bu aralar. Öğrencileri, hocaları ve aileleri zorlu bir eğitim yılı bekliyor. Herkese kolay gelsin.

Rosalind (20.08.2020)

Bilim tarihinde bir kaç tane annus mirabilis (muhteşem yıl) var. Biyoloji biliminde bu yıl 1953 olarak söylenir. James Watson ve Francis Crick DNA'nın çift sarmallı üç boyutlu yapısını açıkladıkları makalelerini yayınlarlar 1953'te. Makalenin basıldığı Nature dergisinin aynı sayısında DNA ile ilgili 2 makale daha basılır. Biri Maurice Wilkins, diğeri Rosalind Franklin tarafından. Wilkins çalışmaları için, 1962'de Watson ve Crick ile birlikte tıp dalında Nobel ödülü alır. Peki Rosalind Franklin de kim ola ki?


DNA (deoksiribo nükleik asit) tüm organizmaların canlılık işlevleri ve biyolojik gelişmeleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir makro molekül. Watson ve Crick modeli olarak bilinen uzun, döne döne giden çift sarmallı yapısını hepimiz lise derslerinden hatırlarız. Bu yapının bel kemiği şeker ve fosfat gruplarından oluşan iki uzun polimerdir. Bu uzun iplikler sarmal şekilde birbirlerine ters yönde ilerlerken iç taraflarından baz denilen 4 tip molekül ile (adenin (A), sitozin (C), guanin (G) ve timin (T)) bağlıdırlar. Burulmuş bir merdivene benzer DNA. Çok ince ve çok uzun bir merdiven. Watson ve Crick'in 1953'te ortaya koydukları model bu üç boyutlu moleküler yapıyı açıklar. Ancak bu yapının bütün detaylarını bu ikili bulmuş değildir.

Hikaye 1953'ten 84 yıl önce, İsviçreli bilim insanı Friedrich Miescher'ın 1869'da ilk defa bir beyaz kan hücresinden nükleik asidi ayırmasıyla başlar. Miescher her hücrenin çekirdeğinde bulunan bu yapıya "nüklein" adını verir. Alman Albrecht Kossel 1880'lerin başında nükleik asitlerin temel bileşenlerinden olan bazları (A, C, G, T) tanımlar. Çalışmaları ile Nobel ödülü kazanır. 1889'da Alman Richard Altmann üzerinde çalışılan bu moleküle "nükleik asit" adını verir. 1910'larda Amerikalı Phoebus Levene DNA'nın üç temel yapı taşını ortaya koyar; 5 karbonlu şeker, fosfat grubu ve nitrojen içeren A, C, G, T bazları. Bu üçlü bir araya gelerek bir nükleotidi, nükleotidler bir araya gelerek DNA'yı oluşturur. Levene tüm bu detayları ortaya koyar, ancak bunların nasıl bir araya geldiğini doğru bir şekilde açıklayamaz. DNA'nın, genetik kodları saklayamayacak kadar basit olduğu sonucuna varır ki bu da zamanın bilim insanlarının bu işlevi proteinlerin yaptığına olan yanlış inancını destekler.

İngiliz Frederick Griffith 1928'de bakteriyel zatürreyi araştırmak için yaptığı deneylerde DNA'nın kalıtımla ilişkisini ortaya koyan fikrini ileri sürer. Bu çalışmaların devamında 1944 yılında Avery, MacLeod, McCarty üçlüsü DNA'nın kalıtımdaki temel rolünü gösterirler, ancak gene de herkesi ikna etmeyi başaramazlar. 1952'de Edwin Chargaff göç ettiği Amerika'da yaptığı deneylerde ahtapot, çekirge, sıçan, insan gibi farklı organizmaların hepsinde A ve T bazlarının benzer sayıda, C ve G bazlarının da gene benzer sayıda olduklarını keşfeder. Bu bilgi bazların birbirleri ile eşleşiyor oldukları ile ilgili önemli bir ipucudur. Chargaff ayrıca farklı canlılardaki baz sayılarının da farklı olduklarını gösterir ki bu da genetik bilginin proteinlerle değil, DNA ile taşındığını desteklemektedir. Aynı yıl Amerikalı Hershey ve Chase bakterileri enfekte eden virüslerle yaptıkları deneylerle bu bilgiyi daha da güçlendirirler. Hershey çalışmaları ile Nobel ödülü kazanır. Ama yayınladıkları makalede eş yazar olan asistanı Chase ödüle layık görülmez. Hershey 1969'da yaptığı ödül konuşmasında Chase'den hiç bahsetmez bile. Martha Chase hakkında çok fazla bilgi yok elimizde, ama bildiğimiz bir gerçek, bu hikayede hakkı teslim edilmeyen ilk kadın bilim insanı olmadığı.



Watson ve Crick'in 1953'teki keşfine sadece bir yıl kalmış olsa da DNA'nın üç boyutlu moleküler yapısı ve tam olarak nasıl işlev gördüğü, genetik bilgiyi nasıl taşıdığı hala anlaşılamamıştır. Amerikalı James Watson ve İngiliz Francis Crick Cambridge Üniversitesinin Cavendish Laboratuvarında çalışmaktadırlar. DNA'nın yapısı ile ilgili ilk fikirlerini 1951 yılında yayınlarlar. Çift sarmal yapısını önermeyi başarsalar da şekeri ve fosfatı ortaya, bazları ise dışarıya bakacak şekilde yerleştirirler ki böyle olması kimyasal olarak mümkün değildir. Fena çuvalladıkları hemen anlaşılır. Öyle ki Cavendish laboratuvarının Nobel ödüllü yöneticisi Sir Lawrance Bragg, bu ikiliden DNA çalışmalarını bitirmelerini ister. Ancak 1953 yılının başında, gelmiş geçmiş en üretken bilim insanlarından biri olan iki Nobel ödülü sahibi Amerikalı Linus Pauling de olaya dahil olur. DNA'nın yapısını üçlü bir sarmal olarak açıklar ve bazları gene dışarıya koyar. Bunun da hatalı olduğu anlaşılır. Müdür Sir Bragg, Pauling'in işin içine dahil olmasından yolun sonuna çok yaklaşıldığını anlar ve Watson ve Crick'e çalışmalarına devam etmelerini söyler. Yarışı Amerika'ya kaptırmaya niyeti yoktur. Pauling hatasının nedeni olarak elindeki DNA'ya ait X ışını kırınımı fotoğraflarının yetersizliğini gösterir. Oysa ki aynı günlerde Rosalind Franklin DNA'nın o güne kadar hiç çekilmemiş en güzel fotoğraflarını çekmekle meşguldür.



Rosalind Franklin, Maurice Wilkins ile birlikte Cambridge'den 90 kilometre ötede, Londra'da King's Kolejinde DNA'nın sırrını çözmekle meşguldür. Ancak, çok verimli ve keyifli bir işbirliği sergileyen Watson ve Crick'in aksine, bu ikilinin pek de iyi geçindikleri söylenemez. Wilkins tartışmaları sevmeyen sakin bir karakterdedir. Rosalind ise ateşli bilimsel tartışmalara bayılır, sert mizaçlıdır. Rosalind 1951'de Paris'ten Londra'ya geldiğinde Wilkins DNA üzerinde çalışmalarına zaten başlamıştır. Ama yöneticileri John Randall DNA çalışmalarını Rosalind'in yürütmesini ister. Bu da iki araştırmacının arasını açar. Rosalind DNA'nın A ve B olarak adlandırılan iki formunun (biri DNA kuru iken biri de hücre içinde ıslakken olduğu halidir) farklı karakterde olduğunu keşfeder. Öğrencisi Raymond Gosling ile birlikte X ışını altında nükleik asit fotoğrafları çekmektedirler. Mayıs 1952'de çektikleri 51 numaralı fotoğraf DNA'nın yapısını anlamak için gereken çok önemli ipuçlarını içermektedir.



Watson 1953 yılı Ocak ayı sonunda King's Kolejini ziyaret eder. Wilkins, Rosalind'in haberi olmadan 51 numaralı fotoğrafı kendisine gösterir. Watson bu önemli andan Nobel ödülü aldıktan 5 yıl sonra yazdığı kitabında şöyle bahseder; "Fotoğrafı gördüğüm anda ağzım açık kaldı ve nabzım hızlanmaya başladı. Daha önce DNA'ın A formu ile alınmış fotoğraflardan çok daha basitti. Çarpı şeklindeki yansımaların bir sarmal yapıdan kaynaklandığı bariz idi. Bizim çalıştığımız A formunda sarmal yapının varlığını kesin olarak söylemek kolay değildi ve nasıl bir simetriye sahip olduğu tartışmaya açıktı. Ama B formunun sadece bu fotoğrafına bakarak bile sarmala ait pek çok önemli parametreyi bilmek mümkündü".



Çok enteresandır, aslında Watson bu fotoğrafı birkaç ay kadar önce, hem de böyle hırsızlık vari yollarla değil, düzgün bir şekilde görme şasına sahip olmuştu. Rosalind 1952 Kasım'ında King's Kolejinde düzenlenen ufak bir konferansta bu fotoğrafı katılımcılara göstermişti. Ancak Watson detayları kaçırmıştı. Bundan kitabında şöyle bahseder; "Rosy eski ve sıkıcı bir derslikte 15 kişilik bir dinleyiciye hızlı ve sinirli bir şekilde konuşuyordu. Kelimelerinde sıcaklıktan eser yoktu. Ama gene de tamamen çekici olmadığını söyleyemem. Bir anlığına gözlüğünü çıkarsa veya saçını daha farklı yapsa nasıl olur diye geçti aklımdan... Yıllar süren ruhsuz kristallografi eğitiminin izlerini sunumunda görmek mümkündü. Cambridge'de aldığı sağlam eğitimi ne yazık ki ancak hatalı kullanarak gösterebiliyordu. Sadece kristallografi ile, hiç model inşa etmeden DNA'nın yapısını anlayabileceğini sanıyordu. Konuşması DNA ile ilgili temel hiç bir şeyi test edemezdi... Ertesi gün Cambridge'e döndüğümde Crick bana Rosy'nin konuşmasını sordu. Ama verdiğim cevaplar net değildi. Crick sadece hafızama güvenmeme ve hiç not almama kızmıştı. Eğer bir konu ilgimi çekerse ihtiyacım olanları genelde hatırlayabilirdim. Ama şimdi gereken detayları, özellikle de Rosy'nin deneylerini yaptığı DNA örneklerinin ne kadar su içerdiğini, hatırlayamamam kötü olmuştu. Eksik hatırladıklarımla Crick'i ciddi derecede yanıltmam mümkündü. Konferansa yanlış kişiyi göndermiştik. Crick gitse böyle olmazdı".



Olacak şey mi bu? Yazılacak şeyler mi bunlar? Nobel ödülü almışsın. Seni ödüle götüren makaleyi yazmanda önemli rol oynadığı gün gibi aşikar olan ve sahibinin izni olmadan eline geçen fotoğrafları daha önce de görmüşsün bir konferansta, ama önemini anlayamamışsın. Neden? Aklın konuşmacının gözlüğünde, saçında, başında çünkü. Neden? Konuşmacı bir kadın çünkü. Watson'un garip biri olduğu bir gerçek. Kitabında Rosy diye bahsettiği Rosalind Franklin'i, ki kendisine böyle hitap edilmesini hiç sevmezmiş, anlatma şekli en basit tabirle uygunsuz. İşleri bugünkü tatsız ve karışık hale getiren de kitabındaki bu garip ifadeler aslında. Unutmayalım, Watson DNA üzerinde ilk çalışmaya başladığında 23 yaşında, bu konferansa katıldığında 24, DNA'nın yapısını ortaya koyduğunda 25, Nobel ödülünü aldığında 34 yaşında. Rosalind'den 8 yaş küçük.

Watson Rosalind'in haberi olmadan 51 numaralı fotoğrafı görür ve bu ona çok yardımcı olsa da tüm bulmacayı çözmesine yetmez. Burada devreye bir başka Nobel ödüllü Cambridge araştırmacısı olan Max Perutz girer. Vakti zamanında Crick'in tez danışmanı olan Perutz, Tıp Araştırmaları Konseyi tarafından Cambrigde ve King's Kolejinde yürütülen DNA çalışmalarını gözlemlemekle görevlendirilen bir komitenin üyesidir. Rosalind'in X ışını fotoğraflarına ait detaylı hesapları içeren bir gelişme raporu kendisine ulaşır. Raporda herhangi bir gizlilik notu olmadığını gören Perutz bunu Şubat 1953'te Watson ve Crick'le paylaşır. Rosalind'in bundan da haberi olmaz. Watson kitabında bundan şöyle bahseder; "Artık modelimizin deneylerle uyumsuz olacağına dair bir korkumuz kalmamıştı. Rosy'nin hassas ölçümleri ile kontrol etmiştik bile. Rosy elbette ki hesaplarını doğrudan bize vermemişti. Aslında onların elimizde olduğundan King's Kolejinden kimsenin haberi yoktu".

51 numaralı fotoğraf ve hemen sonrasında ulaştıkları detaylı hesapları içeren rapor ile Watson ve Crick için modellerini tamamlamalarının önünde bir engel kalmaz. Mart 1953'te inşa ettikleri üç boyutlu modeli göstermek için Wilkins ve Rosalind'i Cambridge'e davet ederler. İkili modeli görür görmez doğruluğunu teyit eder. Böyle bir güzelliğin yanlış olma ihtimali olabilir mi? Modelin sadece Watson ve Crick'in yazar olduğu bir makale ile duyurulmasına, Wilkins'in ve Rosalind'in çalışmalarının ise ayrı makaleler olarak destekleyici nitelikte basılmasına karar verirler. Rosalind bunları kabul ederken bir süredir nasıl bir yarışın içinde olduğundan ve çalışmalarının hangi yollarla kendi bilgisi haricinde başkaları ile paylaşıldığından haberi yoktur. Zaten sadece 2 yıl dayanabildiği King's Kolejinden ayrılma arefesinde, kendini biran önce oradan kurtarmanın derdindedir.



Plan dörtlünün kararlaştırdıkları gibi işler. Nature dergisinin 25 Nisan 1953 tarihli sayısında "Nükleik Asitlerin Moleküler Yapısı" ana başlığı altında 3 makale yayınlanır. İlki Watson ve Crick'e Nobel ödülü kazandıran "Bir DNA Yapısı" başlıklı makaledir. Sadece 1 sayfadır. Bilim camiası bu kısalığına ve kullanılan üsluba şaşırır. Sonundaki not şöyle der; "Dr. Wilkins ve Dr. Franklin'in (bizim Rosalind yani, iyi ki makalede de Rosy dememiş) yayınlanmamış deneysel sonuçlarının ve fikirlerinin genel mahiyetini bilmemiz bizi teşvik etmiştir". Bak bak bak... Bir de yarım teşekkür ediyor. Bir teşekküre bir nobel. İyi takas... İkinci makale Wilkins'in ve üçüncü de Rosalind'indir. Gelmiş geçmiş en güzel X ışını fotoğrafı olarak da bahsedilen meşhur 51 numaralı fotoğraf ilk olarak bu makalede tüm bilim camiasının beğenisine sunulur ve çok popüler olur.



9 yıl sonra Watson, Crick ve Wilkins tıp dalında Nobel ödülüne layık görülür. Rosalind ödüle ortak edilmez, çünkü 1958 yılında 37 yaşındayken kanserden vefat etmiştir. Senelerce kurşun önlük takmadan yaptığı X ışını deneylerinin bedelini ağır ödemiştir. Nobel komitesinin o zamanlarda yazılı bir kuralı olmamasına rağmen vefat etmiş kişilere ödül vermeme gibi bir uygulaması vardır. İşin acı tarafı Watson ve Crick yaptıkları Nobel konuşmalarında Rosalind'den tek bir cümle ile bile olsa bahsetmezler. Wilkins daha merhametlidir, 2 cümle ayırır kendisine. Oysa Rosalind daha fazlasını hak etmiştir.



Drama burda bitmiyor, hatta yeni başlıyor. Nobel ödülünü aldıktan 5 yıl sonra Watson "Çift Sarmal" adını verdiği kitabını yazar. Crick ile birlikte doğru DNA modeline nasıl ulaştıklarını günü gününe anlatan bir kitap. Bir günlük gibidir aslında. O zamanlarda Harvard'da profesördür ve kitabının taslağını basılması için Harvard Üniversitesi yayınevine gönderir. Yayınevi kitabı beğenir, ama basmadan önce kitapta adı geçen kişilerin onayını görmek ister. Ne var ki, adı geçen neredeyse herkes, Crick ve Wilkins de dahil, kitabın basılmasına karşı çıkar. Temel sıkıntı Watson'un Rosalind'i anlatma şeklidir. Bir Nobel ödülüne giden yolun anlatıldığı kitapta, konuya önemli katkılar sağlamış ve vefat etmiş olan bir araştırmacının ardından şöyle yazmıştır Watson; "Rosy sinirli ve geçimsizdi. Anlamlandırmaya gücü yetmediği verilerini kendine saklamaya çalıştı. Erkekleri edepsiz küçük çocuklar olarak görür, ortalama bir İngiliz kadınından daha rükuş giyinirdi". Daha pek çok gereksiz ve uygunsuz cümle kullanır böyle. Ne diyelim? Yuh!

Eleştiriler üzerine Watson kitabına bir son söz ekleyerek, Rosalind'in aslında ne kadar iyi bir bilim insanı olduğunu ve DNA ile ilgili ne kadar değerli çalışmalar yaptığını anlatır, ama diğer cümlelerini değiştirmez. Pek çok revizyondan geçen kitabın son hali ile ilgili Wilkins "Bu kitap Watson'un kendisinden başka hiç kimseye hakkını vermiyor" diyerek basılmasına karşı çıkmaya devam eder. Harvard Üniversitesi de kitabı basmaktan vazgeçer. Ne var ki kitap sansasyoneldir ve hemen başka bir yayınevi tarafıdan basılır. Çok popüler olur, bolca satar. O güne kadar kimsenin bilmediği Rosalind'i herkes bu kitap sayesinde tanır. Ama annesinin tepkisi "Böyle tanınacağına hiç tanınmasa daha iyiydi" olur.



Kitaptaki Rosalind tasvirleri o kadar tepki toplar ki karşı eleştiri kitapları yazar bilim tarihçileri. Bunların da bazılarında ipin ucu kaçar ve Rosalind bir feminist ikona dönüşür. Bugün DNA'nın keşif öyküsünü hangi kaynaktan okursanız okuyun, Watson ve Crick kadar, hatta belki daha fazla miktarda Rosalind'den bahsedildiğini görürsünüz. Her yerde, bu keşfe çok önemli katkılar verdiği anlatılır. Watson da kitabında bunu diyebilse hiç sorun olmayacaktı. Ama diyemedi. Watson'un garip kitabından sonra Rosalind'e duyulan sempati gittikçe artar ve kendisi ölümünden yıllar sonra pek çok değişik şekilde onore edilmeye çalışılır, hala da çalışılıyor. İsmi laboratuvarlara, enstitülere, üniversitelere, bir astreoide, Mars'ta araştırma yapacak bir robota verildi. Hakkında belgeseller çekildi, tiyatro oyunları oynandı. Adına araştırma ödülleri, burslar veriliyor, hatıra paraları bastırılıyor.



Rosalind erken vefat etmeseydi, mesela halen hayatta olan Watson kadar yaşasaydı, 1 değil belki 2 Nobel ödülü sahibi olabilirdi. Watson ve Crick'i meşhur eden 1962 yılında, tıp değil ama belki kimya Nobelini alabilirdi. 1953'te King's Kolejinden ayrıldıktan sonra gittiği Birkbeck Kolejinde Aaron Klug ile çok verimli bir birliktelik kurup tütün mozaik bakterisi üzerinde çalışmıştı. Klug 1982 yılında kimya Nobelini aldı. Yaşasaydı belki Rosalind de bu ödüle ortak olabilirdi. İşler biraz farklı seyretseydi kimin bir tane daha Nobel'i olurdu biliyor musunuz? Çok ilginçtir, Linus Pauling'in. Zaten iki Nobeli olan Pauling 1952 kasımında Watson'un katıldığı ama iyi dinlemediği için detaylarını hatırlayamadığı Rosalind'in konferansına davet edilmişti. Taa Amerika'dan kalkıp gidecekti, ancak komünist eğilimleri olduğu gerekçesi ile pasaportu iptal edilince onun yerine asistanı katıldı. Eğer kendi gitseydi ve Watson gibi Rosalind'in saçına başına değil de konuştuklarına dikkat etseydi, sonrasında biraz sohbet etselerdi, belki üçlü sarmal yerine ikili sarmal fikrini benimseyecek ve modelini doğru kuracak, DNA'nın yapısını açıklayan makaleyi Rosalind'le beraber yazacaklardı. Bilim tarihindeki böyle çetrefilli keşif süreçlerini öğrenmeye bayılıyorum.

Geçtiğimiz haftalarda açıklanan üniversite giriş sınavı sonuçları sonrası büyük kızım ne okuyacağım derdine düştü. Tabii onunla birlikte biz de. Düşündük taşındık, aklımız bir oraya bir buraya gitti, geceleri uyku uyuyamadık, araştırdık, sorduk soruşturduk, okuduk, konuştuk, tartıştık, üzüldük, ağladık, ve sonunda moleküler biyoloji ve genetik okumaya karar verdi Elif. Ne okusa hakkını verir, en güzelini yapar Elif, ona hiç şüphe yok. Ama bu meslek de ona ayrı bir yakışacak. Onunla gurur duyuyorum, onun için çok heyecanlıyım. Tabii bu seçimden sonra benim tüm ilgim bu alana kaydı. Kütüphaneden aldığım, internetten indirdiğim genetik kitaplarının, izlediğim YouTube videolarının haddi hesabı yok. Dünyada kim nerede en güncel araştırmaları yapıyor, son gelişmeler, eğilimler nelerdir, eğitim sırasında nerelerde staj yapılabilir, lisansüstü eğitim için en gözde okullar, araştırma merkezleri hangileridir, nereden burs bulunur. İki sene sonra küçük kızım da sınava girecek. O zamana kadar genetikçiyiz. Bakalım o bizi neci yapacak bu yaşımızdan sonra?

Ya Şundadır Ya Bunda (07.08.2020)

Üniversite sınav sonuçları açıklandı. Şu anda öğrenciler tercih yapma aşamasında. Bunun için 1 haftaları var. Bu sene bu işi yakından takip ediyorum, çünkü büyük kızım da sınava girdi. Kolay değil bu tercihleri yapmak. Daha önce burada yazmıştım, bizim zamanımızda bu işin genelde nasıl körü körüne yapıldığını. Bugün daha bilinçli de olsa gene de geçen senenin puanlarına bakıp bölümleri yukarıdan aşağıya dizmek en rağbet gören yöntem gibi. Çünkü o puanlar ve sıralamalar o kadar somut, güvenilir bir ölçüt gibi geliyor, sırtını onlara dayamak o kadar cezbedici oluyor ki. Mahalle baskısı var tabii bir de. Sınavda derece yapıp klinik çalışmalar ilgimi çekmiyor diyerek tıp yerine biyoloji veya kimya gibi bir temel bilim seç bakalım. Ya da elektronik yerine, gelecek gördüğün malzeme mühendisliğini yaz. Kolay değil. Sadece bölüm ve meslek tercihi de değil mesele. Hangi okulda okuyacağın da var. Farklı vizyonları, kültürleri, imkanları var okulların. Üniversite sayıları sürekli artıyor. Geçen gün eşimle bir reklam panosunda Ankara Bilim Üniversitesi'nin reklamını gördük mesela, şaşırdık. Ayrıca eskiden sadece tam burslu öğrenci alan vakıf üniversiteleri artık her keseye göre, %75, %50, %25 gibi indirimler yapıp daha ulaşılabilir oluyor, daha da kafa karıştırıyorlar.

Felsefeci Ruth Chang bu TED konuşmasında zor seçimlerden bahsediyor. "Zor seçimler zordur, çünkü seçenekler içinde bir en iyi yoktur" diyor. Aralarında aşikar bir en iyi olsa, zor olmazdı seçim, değil mi? Onu seçer, ilerlerdik. Zor seçimlerde hangi seçenek daha iyi sorusuna cevap aramak karar vermeye yetmiyor. Bir deney yapıp kesin bilimsel gerçeklikle cevabını verebileceğimiz bir soru yok ortada. Seçeneklerin avantajlı ve dezavantajlı oldukları noktalar var. Yolculuğa çıkmadan önce bir bavul almak için alışveriş merkezinde dolanırken iki bavul arasında kaldıysak ve kriterimiz hangisinin daha çok eşya alacağı ise, buna göre bir seçim yapacaksak, hacimlerini ölçer ve kesin cevabı buluruz. Ya birincinin hacmi daha çoktur, ya ikincinin. Ama zor seçimler böyle değil. Bavul seçimindeki kriterlerimiz hem büyük olsun, hem de havaalanında taşıması kolay olsun, havalı olsun, modern dursun, ama en az 10 sene de dayansın olunca seçim yapmak zorlaşıyor. Modern olan büyük değil, dayanıklı olan kazulet gibi duruyor.

Prestijli ve iş garantisi olan ama okuması ve sonrasında yapması yıpratıcı olan tıpta mı okumalıyım, yoksa okuması daha kolay ve yurt dışında çalışma imkanı daha fazla olan genetik bölümünde mi? Kendi ayaklarımın üstünde durmayı öğrenebileceğim ama pahalı ve stresli olan İstanbul'a mı gitmeliyim, yoksa rahat rahat ailemin ve biricik arkadaşımın yanında Ankara'da mı kalmalıyım? Burs veren, ama kampüsü olmayan vakıf okulunu mu seçmeliyim, yoksa burs vermeyen, ama kampüsü ve sosyal ortamı güzel, etraftakilerin de öve öve bitiremediği devlet okulunu mu? Ruth'a göre bunlar zor seçimler çünkü birinin diğerine her anlamda üstünlüğü yok. Avantajları ve dezavantajları var. Ruth diyor ki bu zor seçimlerin zorluğu hayatımızı karartmamalı. Bunlar bizi biz yapan fırsatlar. Bu seçimleri yapmak için kendi içimize döner, ne istediğimizi sorgular, ne olmak istediğimize dair düşünürsek bu süreçlerden fayda sağlarız. Bu seçimler bizi geliştirir. Tüm seçimlerimiz kolay olsa veya zor seçimlerimize hep başkaları karar verse gelişemeyiz, olgunlaşamayız.

Birbirine benzer seçeneklerin varlığı kadar net olmayan, çelişkili bilgiler de zorlaştırıyor seçim yapmayı. Gözümüze en güzel görünen bavulun etiketinde 10 sene garanti yazıyor, ama firmayı da hiç duymamışız daha önce. İnternetteki yorumlarda kimi iyi diyor kimi kötü. Nasıl çıkar acaba? Her ne kadar ilk ağızlardan öğrenmeye çalışsak da okulları ve meslekleri, her şeyin bizim için de gerçekten öyle yürüyüp yürümeyeceğini bilemiyoruz. Güvenemiyoruz, inanamıyoruz, emin olamıyoruz. Probleme dayalı öğrenim metodunu kullanan bir tıp fakültesini bir mezunu "mükemmel, öğrenciye çok şey katıyor" diye anlatırken, bir diğeri "tam bir cehennem, aman uzak durun" diyor. Yüksek puanla öğrenci alan bir mühendislik bölümünü bir öğrenci "bana çok güzel kapılar açtı" diye överken, bir başkası "öğrencileri gösteriş meraklısı, hocaları ulaşılmaz" diye eleştiriyor. İnsanlar farklı farklı. Değer yargıları, öncelikleri, beklentileri, mutluluk tanımları, tatmin eşikleri farklı. Peki sen nasılsın? Kendini tanıyor musun?

Yanlış yapma korkusu seçim yapmayı zorlaştırıyor. Akıl seçilmeyende kalıyor. Acabalar kafada dönüp duruyor. Ama hayat o kadar karmaşık, çetrefilli, öngörülemez ki, hiç aklımızda olmayan daha önümüze öyle seçimler, sınavlar, fırsatlar çıkaracak ki. Zor seçimlerde bariz bir en iyi olmadığı gibi, bariz bir en kötü de olmasa gerek. Olsa, eler kurtulurduk. Bir en kötü yoksa, çok büyük bir yanlış da yapmazsınız. Puanınız ona yettiğinden Türkçe tıp okur, mesleki olarak yurt dışına açılmaya cesaret edemez, ama iyi para kazanır, her sene tatil diye bütün dünyayı gezersiniz. Burnu yükseklerde ulaşılamaz hocalara 4 sene boyunca katlanır, sonra birinden güç bela aldığınız referansla hep hayalini kurduğunuz şirkette işe başlarsınız. Bilim aşkı ve iş bulma kaygısı ile moleküler biyoloji okurken bir pandemi dünyayı dize getirir, devletler oluk oluk para akıtır, mantar gibi firmalar biter her yerde aşı bulacağız diye, siz de mezun olur olmaz bir şirket kurarsınız, kankanızla ortak, vergiden muaf. Büyük şehirde iş bulamayıp memleketinize dönersiniz, plaza stresi, fazla mesai nedir bilmeden boş zamanlarınızda çok sevdiğiniz hobiniz olan ahşap oymacılığı ile uğraşır, caminin hemen yanında kirada oturursunuz. Ailenizin zoruyla seçtiğiniz mesleği yapıcam diye her sabah oflaya puflaya işe gider, her akşam koşa koşa heyecanla eve, bir iş toplantısında tanıştığınız eşinize dönersiniz.

45'i Pek Geçirme (29.07.2020)

Sıcaktan bunalmış bir halde evdeki kütüphaneyi karıştırırken elime Michael Guillen'in Dünyayı Değiştiren Beş Denklem kitabı geldi. Guillen fizik doktoralı, Harvard'da hocalık yapmış, pek çok gazete ve dergide bilim editörü olarak çalışmış, televizyon kanallarına hazırladığı bilimsel programlar ile 3 Emmy ödülü kazanmış bir yazar. Bu kitabında 5 bilim insanını ve onların geliştirdiği 5 denklemi tarihsel anektodlar vererek, sıradan okuyucunun anlayacağı basitlikte anlatıyor. Kitabı benim için özel yapan, denklemlerden birinin akışkanlar mekaniği derslerimizde sürekli tahtaya yazıp durduğumuz Bernoulli denklemi olması. Kitaba bağlı kalmadan bu 5 denkleme bir bakalım.

İlk denklem Sir Isaac Newton'un evrensel kütleçekim yasası. Fizik derslerinde gördüğümüz, klasik mekaniğin en meşhur denklemlerinden. Noktasal bir kütle bir diğer noktasal kütleyi, kütleleri birleştiren çizgi boyunca, kütlelerin çarpımı ile orantılı, aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı bir kuvvetle kendine çeker. 1687 yılında Newton'un şaheseri Principia'da basılıyor. Newton kendisine bu denklemi nasıl bulduğu sorulduğunda gözlemlere dayanarak ve düşünerek cevabını veriyor. Ama, bir mikroorganizmayı ilk defa mikroskopla gözlemlemesiyle meşhur Robert Hooke, denklemdeki bilginin bir kısmını Newton'un kendisinden çaldığını iddia ediyor. Yok daha neler. Newton kabul etmese de bu halen tartışmaya açık ve hakkında farklı görüşler olan bir konu. Newton ise kitabında bu konuda, "dünya güneş tarafından uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekilir" diyen Fransız Bullialdus'a ve "tüm gezegenler eliptik bir yörüngede dönmelerini sağlayacak şekilde güneş tarafından çekilirler" diyen İtalyan Borelli'ye atıf yapıyor.



Newton her ne kadar bu denklemi kitabına koymuş olsa da, iki cismin aralarında maddesel bir ortam olmadan uzaktan birbirlerini böylesine etkileyebiliyor olmasını bir türlü içine sindiremiyor ve kişisel yazışmalarında bundan "absürd" olarak bahsediyor. Zaten kitabında da bu kuvvetin sebebinden herhangi bir şekilde bahsetmiyor. Günümüzde Newton'un denklemi Einstein'in genel görelilik teorisi ile gölgelenmiş durumda. Bugün inanıyoruz ki kütleçekim kuvveti kütlelerin etraflarındaki uzay-zaman düzlemini bükmelerinin bir sonucu. Einstein bunu Newton'dan 228 yıl sonra ortaya koydu. İşin aslı böyle de olsa, görelilik yaklaşımının getirdiği farklar pek çok durumda fazlası ile ihmal edilebilir düzeyde olduğundan Newton'un denklemi günümüzde halen sıklıkla kullanılıyor. Yarım asır önce aya bu denklemle gittik, bir gün Mars'a ayak basacaksak gene bu denklemi kullanarak yapacağız.

Newton'un denklemi laboratuvar ortamında ilk defa, Principia'da basıldıktan 111 yıl sonra, İngiliz Henry Cavendish'in deneyi ile test ediliyor. Deneyde bir burulma terazisinde dengede duran 158 kilogramlık iki büyük ve 730 gramlık iki küçük kurşun kürenin birbirlerine uyguladıkları çekim kuvveti terazinin dönmesine sebep oluyor. Aslında Cavendish deneyini "dünyayı tartmak" olarak isimlendiriyor, çünkü sonunda ölçtüğü dünyanın yoğunluğu oluyor. Bulduğu değer aslında Newton'un denklemindeki G sabiti ile doğrudan alakalı da olsa, o zamanlar denklem bu formda yazılmadığı için Cavendish deneyinde G'den bahsetmiyor. Zamanına göre çok hassas olan bu deneyde ölçülen dünyanın yoğunluğu sıvı demirin yoğunluğuna çok yakın çıktığı için ilk defa bilim insanlarına dünyanın merkezinde sıvı metal bir çekirdek kısım olabileceğini düşündürüyor. Bilim ne güzel şey.



Kitaptaki ikinci denklem Daniel Bernoulli'nin hidrodinamik basınç yasası. Denklemin bize söylediği bir akışkanın hızındaki artışın statik basıncındaki düşüşle beraber geliştiği. Hız ve basınç arasındaki bu ters ilişki ilk defa İsviçreli Bernoulli'nin 1738 yılında yayınlanan Hydrodynamica kitabında yer alıyor. Denklem çok ilginç bir şekilde hem enerjinin korunumu, hem de Newton'un ikinci yasası kullanılarak, bir dizi önemli basitleştirme sonrasında türetilebiliyor. Pek çok değişik formda yazılabilen denklemin aşağıda verilen en meşhur hali, sıkıştırılamaz, sürtünmesiz ve zamandan bağımsız bir akış içindeki bir akım çizgisi boyunca, potansiyel enerji değişiklikleri ihmal edildiğinde yazılabilen hali. Karmaşık mı geldi? O zaman herkes gibi yapın, "hız artarsa basınç azalır" diye ezberleyin gitsin :-)



Bernoulli denklemi basitliği sayesinde akışkanlar mekaniğinin en bilinen ve en çok kullanılan denklemi. Ne yazık ki, uygun olmayan koşullarda kullanılması durumunda da en çok kafa karıştıran ve hataya sebep olan denklemlerden biri. Doğru kullanıldığında bir uçak kanadının nasıl kaldırma kuvveti oluşturduğunun anlaşılmasına, benzin püstürtmeli içten yanmalı motorlar icat edilmeden önce çok uzun yıllar kullanılan karbüratörleri tasarlamaya, uçakların uçuş hızlarını ölçmekte kullandıkları Pitot tüpünün çalışma prensibini anlamaya, bir boru hattında debi ölçümü yapan Venturimetre ile ilgili hesaplar yapmaya, elektronik devre üretiminde kullanılan silikon levhaların nasıl temassız bir şekilde oldukları yerden kaldırılabildiğini anlamaya ve benzer pek çok akışkanlar mekaniği uygulamasında işe yarar.



Üçüncü denklem Michael Faraday'in elektromanyetik indüklenme kanununu esas alıyor. Bugün Maxwell-Faraday denklemi olarak bilinen bu denklem zamanla değişen bir manyetik alan ile uzayda ve muhtemelen zamanda da değişen bir elektriksel alanın ilişkisini ortaya koyuyor. Maxwell'in meşhur klasik elektromanyetizma denklemlerinin dördüncüsü olarak biliyoruz kendisini. Temelindeki kanun ise ilk defa 1831'de İngiliz Faraday tarafından, 1 yıl sonra ise bağımsız bir şekilde Amerikalı Joseph Henry tarafından gösteriliyor. Faraday buluşunu basmakta erken davranıyor. Gel gör ki bugün indüktansın SI birimi Henry'nin hürmetine henry'dir. Faraday'a ise kapasitansın SI birimi ise olan farad kalmıştır.



Klasik bir bilimsel eğitimi olmayan Faraday, çok becerikli bir deneyci olmasına rağmen, elektromanyetik alan kavramını açıklayan deneylerini matematiksel denklemlere dökemediği için zamanın bilim çevresi tarafından pek kabul görmüyor. Faraday'ın ortaya koyduğu kavramlar ancak 30 yıl sonra Maxwell tarafından formülize ediliyor. Elektriğin teknolojide pratik kullanım bulmasında, bugün hayatımızın vazgeçilmezi olan elektrik motoru teknolojisinin temelinde Faraday'ın çalışmaları var. Einstein'in ofisinde 3 bilim insanının resminin asılı olduğu söylenir; Newton, Faraday ve Maxwell.



Dördüncü denklem termodinamiğin ikinci yasasını anlatıyor. Alman Rudolf Clausius 1850 yılında yazdığı "Isının Hareket Ettirici Kuvveti Hakkında" isimli ünlü makalesinde, 25 yıl önce Sadi Carnot tarafından ortaya konmuş olan termodinamiğin ikinci kanununa farklı bir bakış getirmişti. 15 yıl sonra entropi kavramını geliştirdi ve ikinci yasayı aşağıda gördüğümüz denklemdeki gibi "Evrenin entropisi bir maksimuma doğru gider" şeklinde ifade etti. Bu kadar işte. Çok büyük bir yasanın, çok basit bir ifadesiydi bu. İlginçtir, bu denklem, kitaptaki 5 denklem içindeki tek eşitsizlik. Bir dengesizlik durumunu anlatıyor.



Termodinamiğin ikinci yasası o kadar önemli ki kendisine sadece "ikinci yasa" desek kimsenin "hangi ikinci yasa?" deme lüksü yoktur. Bugün basit bir gerçek olarak kabul edilen "Isı, soğuk bir cisimden sıcak olana kendiliğinden akamaz" prensibi olarak da ifade edilebilen yasa 1800'lerin ortasında kabul görüyor olan ve ısıyı bir akışkan olarak ele alan kalorik teoriye tersti. Yıllar içinde pek çok bilim insanı tarafından üzerinde çalışıldı ve farklı formlarda ifade edildi. İçerdiği asimetri, zamanın akışının tek yönlülüğüyle ilişkilendirildi, bilim insanları ve filozoflar tarafından bolca tartışıldı. Macit mucit kişiler tarafından biz makine mühendislerinin karşısına envai çeşitleri sürekli çıkarılan devridaim makinelerinin temel sorunu ikinci yasaya aykırı davranmaya çalışmalarıdır. İkinci yasaya uymayan bir makine kağıt üstünde tasarlanabilir, ama üretilip çalıştırılması mümkün değildir. Ünlü İngiliz astronom Sir Arthur Stanley Eddington bu kesinliği şöyle ifade eder; "Entropinin sürekli artıyor olması en üstün doğa yasasıdır. Eğer sizin yeni evren teoriniz Maxwell'in denklemlerine uymuyorsa, denklemleri kötüleyebilirsiniz. Gözlemlere ters düşüyorsa, bu deneyler bazen tuhaf sonuçlar verir diyebilirsiniz. Ama teoriniz ikinci yasaya aykırı ise hiç umut yoktur, çöküşü kaçınılmazdır".



Son denklem, beşi içinde, hatta insanlık tarihinde gelmiş geçmiş tüm denklemler içinde en ünlü olan olsa gerek. Alman Albert Einstein'in kütle - enerji eşdeğerliğini ve bunda ışık hızının rolünü ifade ediyor. Hiç görmemiş olan, bir kere olsun kağıda yazmayan yoktur. 1905 yılı Einstein'in mucizevi yılı olarak bilinir. Modern fiziğe çağ atlatan 4 makale yayınlar o yıl. Bu denklem 4. makalede yer alır, ama matematiksel bir halde değil, bir cümle olarak. Aslında tamamı ile Einstein tarafından düşünülmüş bir kavram değildir. Öncesinde pek çok farklı bilim insanı tarafından benzer formlarda ifade edilmiştir.



Einstein'ın, atom bombasının atılması ile biten 2. dünya savaşının hemen sonrasında, 1946 yılında, dünyanın en ünlü fizikçisi sıfatıyla yazdığı bir popüler bilim makalesinin başlığı "E = mc2: Zamanımızın En Acil Problemi"dir. Sürtünmeli basit bir sarkacın salınımı üzerinden enerjinin ve kütlenin korunumunu anlatır. Anlatım tarzı basit, ama etkileyicidir. Babası, rüştünü ispatlamış evladını anlatmaktadır. Şöyle yazar makalede; "Ama maddenin her bir gramı bu kadar fazla enerji barındırıyorsa nasıl oldu da bu kadar zaman kimse fark etmedi? Cevap basit: enerji dışarıya verilmediği sürece gözlemlenemedi. İnanılmaz zengin bir adamın tek bir kuruş harcamaz ya da dağıtmazsa, ne kadar zengin olduğunu kimsenin bilememesi gibi". Sözü geçen zengin adamın bilinmeyen zenginliği keşfe muhtaçtır, ama bu çığır açan keşif insanlığın başına bela mı olmuştur? Makalenin devamını ve zengin adamın oğullarına vasiyetini buradan okuyabilirsiniz.



Newton Principia'yı 45 yaşında, Bernoulli Hydrodynamica'yı 38 yaşında yayınlamış. Faraday ünlü deneyini 40 yaşında yaparken, Clausius entropi kavramını 43 yaşında ortaya atmış. Einstein mucizevi yılını yaşarken 26 yaşındaymış. İstatistiklere göre 38 yaş dünyayı değiştirmek için en uygun yaş gibi. Üniversite okuyorsanız, yakında yeni maceralara yelken açacaksanız, hazırlığınızı ona göre yapın. 45'i pek geçirmemeye çalışın. Dünyayı değiştirmek için illa da birkaç yüzyıl önce yaşamış, bu fotoğraflardaki gibi karizmatik bir matematik veya fizik cambazı olmak gerekmiyor elbette. Dünyayı değiştirmenin binbir türlü yolu var. Web sayfasında da yazdığı gibi ODTÜ'nün sloganı "Bizler dünyayı değiştirebiliriz". Buna inanarak okunmalı üniversite. Falanca firmada şu kadar bin TL maaş, artı yılda şu kadar ikramiye, 3-5 yıl tecrübe, sonra ver elini kuzey Avrupa hayaliyle değil. Para kazan, kariyer yap, dünyayı gez, hakkındır, ama bu arada onu iyiye doğru değiştirmeyi de unutma.

60 Gram Taş (26.07.2020)

Aşağıdaki resim neye benziyor? Hani ailece haftasonunda günübirlik bir yürüyüş aktivitesine katılmışsınız da rehberiniz sizi ağaçlar arasında gölgeden gezdirmek yerine güneşin altında kayalardan yürütmüş, üstüne bir de kaybolmuşsunuz, gece olmuş... Yok, pek öyle değil gibi. Belki maceraperest bir grup genç araştırmacının bir gece yarısı, dumanlar püskürten bir yanardağın yamacına tırmanırken çektikleri bir kare. Yanardağdan püskürmüş taşlar, kayalar, ve yamacın ardında göremediğimiz lavlar... O da mı değil? Belki de bir insansız su aracının binlerce metre derinlikte, karanlıklar içinde okyanus tabanından aldığı bir görüntü... Fazla mı cansız?



Yeni Sınırlar (New Frontiers) NASA'nın 2000'li yılların başında planladığı uzun soluklu, çok görevli bir uzay programı. İsmini ABD başkanı Kennedy'nin 1960 yılında yaptığı meşhur "Aya Gideceğiz" konuşmasından alıyor. Amaç güneş sistemindeki cisimleri araştırmak. NASA hem ABD'den hem de diğer ülkelerden araştırma teklifleri topluyor. Her 10 yılda bir 2 teklifi kabul etmeyi planlıyor. Program şu anda 3 tane yürüyen, bir tane de kabul edilmiş olan 4 görevi içeriyor.

İlk görev olan Yeni Ufuklar (New Horizons) 2006 yılında Pluto'ya doğru yola çıktı. Saniyede 16.26 km'lik hızıyla dünyadan havalanan insan yapımı en hızlı araç oldu. 2007 yılında Jüpiter'e yakın bir geçiş (2.3 milyon km) yapıp, aldığı ivmeyle 2015 yılında Pluto'ya vardı. Bir zamanların dokuzuncu, şimdinin cüce gezegeninin 12.5 km yakınından geçti. Pluto pek büyük değil. Bizim ayımızın altıda biri kütleye ve üçte biri hacme sahip. Yeni Ufuklar'ın topladığı tüm datayı saniyede 2 kilobit hızla dünyaya göndermesi 15 ay sürdü. Ana işini tamamladıktan sonra yoluna devam etti ve 2019 yılında bir Kuiper kuşağı cismi olan Arrokoth'un 3500 km yakınından geçti. En az bir 15 yıl kadar daha yetecek yakıtı olduğu düşünülüyor ve bu arada yakın geçiş yapabileceği bir başka Kuiper cismine denk gelip gelemeyeceği araştırılıyor. Şu ana kadar ki masrafı 700 milyon ABD doları.



Yeni Sınırlar programına kabul edilen ikinci görev Jüpiter'i araştırmak üzere 2011 yılında yola çıkan Juno oldu. 1995-2003 yılları arasında Jüpiteri araştıran Galileo'dan sonra gezegenin yörüngesine giren ikinci araç oldu. 2016 yılında Jüpiter etrafındaki fazlasıyla eliptik kutupsal yörüngesine girdi. 4 yıldır, 53 gün süren bu yörüngede gezegene 4200 km yaklaşıp, 8.1 milyon km uzaklaşarak dönüyor. 2021 yılında kontrollü bir şekilde yörüngesinden çıkartılıp gezegene çarptırılacak. Görev bitiminde toplam maliyetinin 1.5 milyar ABD doları olması bekleniyor.



Programın üçüncü görevi OSIRIS-REx 2016 yılında Bennu astreodine doğru yola çıktı. 2018 yılı sonunda astreoidin 1.75 km uzağındaki yörüngesine yerleşti. Böylece bu zamana kadar herhangi bir uzay cismine en yakın yörüngeye giren araç oldu. Bu yıl içinde astreoidin yüzeyine kadar alçalıp taş örnekleri toplayacak ve bunları incelenmek üzere dünyaya getirecek. Bir başka görevi de gök cisimlerinin güneşten gelen radyasyonla ısınıp soğumalarıyla ilgili olarak yörüngelerindeki değişim olarak bilinen Yarkovsky etkisi üzerinde çalşmak. Bu görevin toplam maliyeti 1 milyar dolar.



Yürüyen bu 3 görev dışında, Yeni Sınırlar programına kabul edilmiş dördüncü bir görev daha var. Drangonfly, Satürn'ün en büyük uydusu olan Titan'ı incelemek üzere 12 teklif arasından seçildi. Döner pervaneli bir araç olup Titan'ın atmosferinde uçacak, uyduya pek çok iniş kalkış yapacak. Titan'ın yoğun atmosferi ve düşük yerçekimi sayesinde bunu yapması için gereken enerji dünyada gerekenin 40'ta biri kadar. Titan, bizim ayımızdan %50 kadar daha büyük, yüzey sıcaklığı -180 derece civarında, yüzey basıncı ise dünyadakinin yarısı kadar. Güneş sistemindeki en büyük ikinci uydu, Merkür gezegeninden daha büyük. Dragonfly'ın 2026 yılında yola çıkıp 2034 yılında Titan'a varması planlanıyor. Uzun bir yolculuk.



Yazının başındaki resme dönecek olursak. Tahmin edeceğiniz gibi o fotoğraf bu dünyadan değil. OSIRIS-REx aracı tarafından Nisan 2019'da Bennu astreoidinin 4.5 km uzağından çekildi. Astreoidin yaklaşık 60 metrelik bir kısmını gösteriyor. Bennu tam bir küre olmasa da ortalama 490 m çapında. 1999 yılında keşfedildi. Güneş etrafındaki yörüngesini 436 günde tamamlıyor ve her 6 yılda bir Dünya'ya yaklaşıyor. 2175-2199 yılları arasında 2700'de 1 oranında dünyaya çarpma ihtimali olan bir gök cismi. OSIRIS-REx görevi için seçilmesinin sebebi oldukça karanlık bir yüzeye sahip olan B tipi bir astreoid olması. Bunun manası, oluştuktan sonra fazla jeolojik değişime uğramadan bugüne kadar gelmiş olması ve bu sayede evrenin ilk zamanlarına dair izler taşıdığı düşünülmesi. Bennu'nun aşağıdaki fotoğrafı OSIRIS-REx tarafından 24 km uzaklıktan çekilmiş. İşler planlandığı gibi giderse 3 yıl sonra yüzeyinde gördüğünüz bu taşların 60 gramı Utah'a inecek. Orada olmak, o kutuyu açmak, içindekileri görmek...



Fikir vermesi açısından, dünyanın en yüksek binası Burj Halifa'nın maliyeti 1.5 milyar dolar. İstanbul boğazındaki üçüncü köprünün maliyeti 2.3 milyar dolar. Türkiye'deki en büyük rüzgar enerjisi santrali olan 240 megawatt kapasiteli Soma santralindeki 169 adet Enercon marka türbinin toplam fiyatı yarım milyar dolar. Amerika'nın Türkiye'ye satmakta nazlandığı F-35 savaş uçağının 10 tanesi 1 milyar dolar. Ruslardan alarak Amerikalıları kızdırdığımız S-400 füze sisteminin 120 füze içeren bir ünitesi 300 milyon dolar. Ankara Üniversitesi astronomi ve uzay bilimleri bölümünde çalışan 4 profesör, 7 doçent, 2 eğitmen, 4 araştırma görevlisinin, 25 yaşından 65 yaşına kadar 40 yıl boyunca çalıştıklarında, tüm hayatları boyunca devletten alacakları maaş bugünün parası ile 10 milyon dolar. TV 8'de prime time'da yayınlanan ve günde toplam 40 dakika reklam gösteren bir yarışmanın 1 sezonluk reklam kazancı 30 milyon dolar.

My Space Doodle (22.07.2020)

While thinking about and searching for different means of delivering lectures for the possible distance education practices we may be forced to conduct in the coming semesters, I watched quite a few whiteboard animation videos. And I seriously started thinking of using the technique to prepare lecture videos. But the problem is that I am not good at drawing. Experts say that it is something that one can gradually get good at with practice, like almost anything else. So I started doodling. Here is one of the first results. I found the originals of these drawings on the net and tried to redraw them on a tablet using an application called Concepts. It is a very relaxing activity. Click on the image to see a larger version of it.

ABD'de Doktora (03.07.2020)

Irmak Taylan Karpuzcu bölümümüzü birincilikle bitirmiş, daha sonra benimle yüksek lisans yapmış ve şu anda Uni. of Illinois @ Urbana-Champaign'de (UIUC) doktora çalışmalarına devam eden bir öğrencimiz. Diğer öğrencilere yol göstermesi için tecrübelerini yazmasını istemiştim. Aşağıda paylaşıyorum.

"2010 yılında İzmir Fen Lisesinden, 2015 yılında ODTÜ Makina Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Mezun olduktan sonra yine ODTÜ Makina’da yüksek lisans yapmaya başladım ve aynı zamanda Roketsan A.Ş.’de mühendis olarak görev yaptım. Yüksek lisans tezim sesüstü ve türbülanslı akışların hesaplamalı akışkanlar dinamiği ile modellenmesi ile ilgiliydi. 2019 Ağustos'ta yüksek lisans eğitimimi tamamlayıp UIUC'de doktoraya başladım. Şu anda 2. dönemim.

Roketsan Tecrübesi: ODTÜ Makina’dan lisans derecemi aldığımda asistanlığı değil endüstride çalışmayı seçtim. Bunun birkaç sebebi vardı. Ben 4. sınıfın 2. döneminde aday mühendis olarak Roketsan'da çalışıyordum ve yaptığımız işler "rocket science" olduğu için oldukça ilgi çekiciydi. Ben de kariyerime akışkan alanında uzmanlaşarak devam etmek istiyordum ve Roketsan'da önerilen itki sistemleri tasarım mühendisi pozisyonunu kabul ettim. Daha sonra bu pozisyon test altyapıları tasarım mühendisliği olarak değişti ancak tasarladığımız ürünler hala ilgi çekici ve zorluk seviyesi yüksek ürünlerdi. Dolayısıyla sadece lisans eğitimimde aldığım bilgiler yeterli değildi. Ben de yüksek lisans sırasında çoğu dersi bu eksiği gidermek adına aldım. Roketsan'da geçirdiğim 4 yıl bana birçok şey kattı. Bunların başında profesyonel hayatta işlerin nasıl yürüdüğünü gözlemlemek, alt-yüklenici ve müşteri ilişkileri, iş toplantılarına katılmak, bütçe hazırlamak (ki lisans eğitimi sırasında bu kısma neredeyse hiç değinilmiyor), iş seyahatleri geliyor. Bunu dışında bir tasarım sürecini etkileyen faktörler (üretim kolaylığı, mekanik tasarım kolaylığı vs.) gözlemleme şansı buldum. Bir takımla beraber çalışmayı ve ekip arkadaşları arasında profesyonel ilişkilerin nasıl yönlendiğini tecrübe etme şansım oldu. Bir mühendisin endüstri tecrübesi olması oldukça önemli bence.

Roketsan'da çalıştığım süre boyunca bir yandan da yüksek lisans çalışmalarımı sürdürüyordum. Asistanlığı tercih etmemek bu çalışma sırasında zaman yönetimi açısından sizi handikaplı duruma düşürmekte. Çünkü sabah 8 akşam 5 mesai yapıp (ki Roketsan şehir dışındaydı, benim için sabah 7 akşam 7 idi) daha sonra gelip dersleri tekrar etmek, ödev yapmak için enerjinizin oldukça yüksek olması gerekiyor. Dönemde 2 ders aldığınızı düşünürseniz ODTÜ standartlarında dönemim 2. ayından itibaren işten geldiğiniz akşamlar ve hafta sonları ders çalışmanız gerekmekte. Çok yoğun bir yüksek lisans dönemi geçirdim, özellikle ders aldığım dönemler ve tez yazma dönemleri. Eğer hem endüstride çalışıp hem yüksek lisans yapmak istiyorsanız bu tempoya kendinizi hazırlamanız gerekmekte.

Doktora Başvuru Süreci: Birleşik Devletlerdeki okullara başvuru tarihleri her yılın Eylül-Ekim aylarında başlayıp Kasım-Aralık aylarında sonlanır, ama bu tarihler her okul için farklı olabilir. Eğer Birleşik Devletlerde lisansüstü bir programa başvurmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken başvurmak istediğiniz okulları ve bu okullarda hangi hocayla çalışmak istediğinizi belirlemek. Daha sonra ilk aşamada hocalarla iletişime geçmeye çalışmalısınız. Ama bilmelisiniz ki hocaların birçoğu bu maillere cevap vermeyecek. Ben yaklaşık bir buçuk yıl hocalara ulaşmaya çalıştım, ama çok azı maille geri döndü ki onlar da olumsuzdu. Dolayısıyla hocalarla daha farklı yollardan iletişim kurmaya çalışmalısınız. Bu konferanslara katılıp oralarda tanışmak, çalışmak istediğiniz hocanın tanıdığı bir insana ulaşmak vb. olabilir.

Okullara başvuru süreçleri okulların kendi başvuru portalları veya internet siteleri üzerinden gerçekleşiyor. Birleşik Devletlerdeki okullar İngilizce yeterlilik sınavı (genelde TOEFL) ve GRE'i başvuru kriteri olarak şart koşuyor. GRE bizdeki ALES gibi bir sınav, 3 kısımdan oluşuyor. Bir "vocabulary", bir "writing" ve bir de matematik bölümü var. Matematik sorularında zorlanacağınızı düşünmüyorum, sadece İngilizce terimler yabancı gelebilir (ekok'un İngilizcesi gibi). Sınava kayıt olduğunuzda oldukça fazla örnek soru sağlıyorlar size. GRE'nin vocabulary kısmı ise oldukça zor, çünkü İngilizce ikincil dili olan bir kişinin yeterliliğini değil, genel İngilizce yeteneğini ölçüyor. Dediğim gibi ALES’in Türkçe soruları gibi düşünülebilir. Bu yüzden çok zor, yapabildiğiniz kadar yapmaya bakın. Yine writing kısmı da benzer zorlukta, sınava girmeden alıştırma yapmanız şart. GRE ile ilgili pozitif nokta ise okulların açıkladıkları alt sınırları çok sıkı uygulamıyorlar. Benim vocabulary puanlarım çoğu okulun alt sınırında veya daha altındaydı, ama nerdeyse hepsinden kabul aldım. Dolayısıyla matematiğini yapıp diğerlerini elinizden geldiğince kotarmaya çalışın. TOEFL’da ise hem toplam puan üzerinden hem de TOEFL’ın alt bölümlerinin her biri için alt sınırlar mevcut. TOEFL’a gireceğiniz sınav merkezinin fiziki koşulları sınavınızı fazlaca etkilemekte. Çünkü aynı anda herkesin "speaking" yaptığı bir ortamda zaman sınırı bulunan (45 - 60 saniye arasında) "speaking" sorularını cevaplamak uygun ses yalıtımı yoksa sizi zorlayabilir. Yine aynı şekilde "listening" bölümünde de odaklanmanız zor olabilir. Dolayısıyla sınava gireceğiniz merkezin fiziksel koşullarını bilmeniz ve ona göre tercih yapmanız sınav puanınızı yükseltebilir. TOEFL'da yüksek bir puan almak için birkaç ay sınava hazırlanmanız gerekmekte. Çünkü sınav sadece İngilizce seviyesi ile ilgili değil, süre sınırınız olduğu için sınavın metodolojisini de iyi bilmeniz gerekiyor.

İngilizce yeterlilik sınavı ve GRE'ye ek olarak okullar CV ve "statement of purpose" dokümanlarını da başvuru sürecinde talep ediyorlar. Başvuru süreciden önce bu dokümanları hazırlamanız süreçleri hızlandıracaktır. Eğer fırsatınız olursa ENG-311 dersi bu konuda oldukça faydalı bir ders, almanızı tavsiye ederim. Başvuıru formlarında çokça "neden bize başvuruyorsunuz?", "kariyer hedefleriniz nelerdir?" gibi sorular olacak ve bu sorulara paragraflar halinde cevap yazmanız beklenecek. Hatta bazı okullar bu sorulara cevap verdiğiniz video kayıtları bile talep edebilir. Başvuru formları ciddi vakit isteyen formlar, her bir başvuru için yaklaşık 7-8 saat harcamanız gerekebilir. Genelde her başvuruda 3 referans mektubu isteniyor. Hiçbir başvuru için başvuru aşamasında basılı bir belge göndermeniz beklenmiyor.

Okulların başvuru sonuçları Ocak-Şubat aylarında açıklanıyor genelde. Başvuru süreçlerinde bir takvim oluşturmanız çok kritik. Yoksa 6 ay ile 1 yıl arasında bir vakit kaybedebilirsiniz. Çünkü Eylül-Aralık dönemi başvuruları bir sonraki yılın güz dönemi için yapılıyor. Bu dönemi kaçırırsanız otomatik olarak daha sonraki yılın güz dönemi için (bazı okullar bahar dönemi için de kabul alıyor çok sık olmasa da) başvurabiliyorsunuz. Dolayısıyla lisans eğitiminizi tamamlar tamamlamaz yurtdışında lisansüstü eğitime başlamak istiyorsanız 3. sınıfın yaz döneminde sınavlara girmeniz ve 4. sınıfın güz döneminde başvuruları yapmanız gerekmekte. GRE ve TOEFL sonuçları yaklaşık 10 günde geliyor. Bu sonuçları okullara yollamak ise dijital olarak yapılıyor. Başvuru süreçlerinde bir başka faktör de maliyetler. TOEFL ve GRE sınav ücretleri 200 ve 250 dolar civarında. Bu sınavlara kayıt olduğunuzda belli sayıda (5 civarıydı sanırım) okula sonuçlarınızı ücretsiz gönderiyorlar. Ancak bu okulları sınavdan önce belirtmeniz gerekiyor. Bu okullar dışında başka okullara da sonuçlarınızı yollamak isterseniz okul başı 20-25 dolar bir maliyeti var. Okullar da her bir başvuru için başvuru ücreti talep ediyor. Bu ücret 80 ile 135 dolar arasında değişiyor. Yani her bir başvuru için ortalama 150 dolar harcamak zorundasınız. Dolayısıyla 6 okula başvurduğunuzu farz edersek, size toplam 1400 dolar civarında bir maliyet getirecektir.

Burslar: Birleşik Devletlerde bir okula kabul aldığınızda bir sonraki aşama eğitim masraflarınızın nasıl karşılanacağı. Çünkü ABD'deki üniversitelerin tamamında "tuition" mevcut ve dönemlik yaklaşık 15 ile 25 bin dolar arasında değişen maliyetlerde. Kabul aldıktan sonra eğer bu maliyeti kendiniz karşılayamıyorsanız bir şekilde burs bulmanız gerekmekte. Benim okulların sağladığı burslar dışındaki (fullbright vb.) burslar ile ilgili çok fazla bilgim yok. Okullar ise üç şekilde burs sağlıyor. Birincisi "fellowship". Bunun karşılığında herhangi bir çalışma yapmanıza gerek yok, karşılıksız burs gibi düşünebilirsiniz. Ancak genelde ABD vatandaşlarına veriliyor ve sayısı da çok fazla değil bu tip bursların. İkincisi "Teaching Assistant", kısaca TA. TA olduğunuz durumda işvereniniz genelde kabul aldığınız bölüm oluyor ve burs karşılığında sizden lab. derslerine girmek, ödev ve sınav kağıtlarını okumak gibi görevleri yerine getirmenizi bekliyorlar. Sonuncu burs çeşidi ise "Research Asistant", kısaca RA. Bu durumda işvereniniz beraber çalıştığınız hoca oluyor ve görevlerinizi hocanız belirliyor.

Dediğim gibi "fellowship" bulmak zor. TA için okulların genelde İngilizce yeterlilik sınavının "speaking" bölümünde bir alt sınırları oluyor. Bu TOEFL'de 30 üzerinden 24 ile 28 arasında değişiyor okuluna bağlı olarak. RA için ise bir hoca ile iletişime geçip o hocanın araştırma grubunda bir pozisyona kabul almanız gerekmekte. Daha önce de dediğim gibi hocayla iletişime geçmek en zor kısım. TA ve RA'lik okulların "tuition"larını karşılıyor ve size aylık olarak nakit sağlıyor.

UIUC: UIUC adından da anlaşılabileceği gibi Urbana ve Champaign adlı birbirine çok yakın (bir şehrin iki semti gibi aslında) iki şehirde kurulmuş. İlk binalar Urbana'da olduğu ve daha sonra Champaign'e doğru genişlediği için isimdeki sıra bu şekilde. Normalde bu bölgeye gelirseniz bölgenin Champaign-Urbana olarak (alfabetik olarak) adlandırıldığını fark edeceksiniz. Okul Şikago'nun yaklaşık 240 km güneyinde, Indianapolis'in de yaklaşık 200 km batısında yer alıyor. Okulun ve eyaletin bulunduğu bölge "mid-west" olarak adlandırılıyor ve dolayısıyla okul da bu bölgenin özelliklerinden faydalanıyor. Mid-west yaşam olanakları açısından oldukça elverişli bir bölge ABD'de. Üstüne bir de küçük iki şehir arasında kurulmuş bir okul için büyük avantajlar sağlamakta.

Champaign-Urbana'da ev kiraları 650 ile 850 dolar arasında değişiyor. Dikkat ederseniz ev dedim, oda değil. 2+1 100 m2, eşyalı bir evi yaklaşık 800 dolara kiralayabilirsiniz. Eğer sadece oda arıyorsanız 250 dolara kadar düşebiliyor fiyatlar. Aynı şekilde diğer giderleriniz ABD'nin diğer bölgelerine kıyasla düşük seviyelerde. Burada aylık kira + 500 dolara rahatça yaşayabilirsiniz. Ki eğer TA veya RA olursanız en az 1800 dolar civarında bir para geçiyor elinize. Ulaşım UIUC öğrencilerine ücretsiz (aslında ücretli, Service fee diye bir şey ödüyorsunuz ama TA veya RA olursanız bursunuz o ücreti de kapsıyor).

Burda dersler ve okulun genel işleyişi (kayıtlar, ders ekleme bırakma dönemleri vb.) ODTÜ'ye oldukça benzer. Dersler ODTÜ Makina'ya kıyasla daha kolay. Çalışma ortamında ve derslerde herkes birbirine yardımcı olmaya çalışıyor, dolayısıyla kötü manada bir rekabet ortamı mevcut değil.

TA'lik: Ben UIUC'ye Makina Mühendisliği bölümünde TA olarak başladım ve bu şekilde 2 dönem görev yaptım. İkisinde de giriş seviyesinde bir akışkan dersinin asistanlığını yaptım. Sorumluluklarımın büyük kısmı dersin lab. kısmını gerçekleştirmek üzerineydi. Bu akışkan dersinde 11 adet deney var. Her bir deneyin öncesinde yaklaşık 25-30 dakika kadar deneyle ilgili teoriyi ve prosedürü öğrencilere anlatmanız bekleniyor. Daha sonra öğrencilerin deneyi yapmasını gözlemliyor ve yazdıkları raporlara not veriyorsunuz. Her bir deneyden önce ders anlatabilmeniz gerektiği için dönem başlamadan önce okulun hazırladığı bir seminer serisine katılmanız zorunlu. Bu seminerlerde nasıl öğretici olmanız gerektiği hakkında bilgiler veriliyor. Daha sonra da dönem içinde zorunlu bir ders almanız gerekli "Teaching and Leadership" adında. Bu ders seminerlerin devamı niteliğinde ve oldukça faydalı. UIUC "teaching" konusunda oldukça başarılı bir okul. Bunun en önemli sebebi de ders anlatan herkesten mühendislik eğitiminde etkileri gösterilmiş yöntemleri anlaması ve kullanması bekleniyor.

Hayatınızın bir bölümünde ders vermeyi planlıyorsanız lisansüstü eğitiminizin bir bölümünde TA olmanız size ciddi bir tecrübe kazandıracaktır. Ben ilk defa masanın diğer tarafına geçtiğimde oldukça gergindim, daha önce onlarca sunum yapmış olmama rağmen. Bu tecrübe sizin İngilizce ders anlatabilmenizi ve dersi anlatırken konuşma hızınızı, tonunuzu vb. şeyleri geliştirmenizi sağlıyor. Yazılan raporları notlandırmak da önemli bir tecrübe. Bizim oldukça ayrıntılı cevap anahtarlarımız olmasına rağmen daha önce böyle bir şey yapmadığım için kendimi kalibre etmem biraz zaman aldı. Ve hiçbir zaman %100 adaletli bir notlama olmasının mümkün olmadığını fark ettim.

RA'lik ve Araştırma: UIUC'nin mühendislik bölümleri "research" açısından da başarılı. Araştırma için gerekli olan imkanlar oldukça fazla, hem deneysel hem sayısal olarak. Şu anda UIUC'de 2. dönemimdeyim ve gelecek dönem Uzay ve Havacılık Mühendisliği bölümüne transfer olacağım, çünkü danışman hocam o bölümde. Transfer süreci online doldurulan bir dilekçe ile yaklaşık 4 günde tamamlandı, hala inanabilmiş değilim :) Önümüzdeki dönemden itibaren RA olarak devam edeceğim. Araştırma konum hipersonik akışlar ve seyreltilmiş (rarefied) gaz dinamiği üzerine olacak. Hesaplamalı akışkanlar dinamiği (CFD) yöntemleri kullanacağız. Daha çok yüksek irtifa atmosfer ortamında hareket eden uzay araçlarının üzerinde oluşan akışları inceleyeceğiz."

İnsan Ne İster? (23.06.2020)

İnsan insandan ne ister?
Zor zamanımda yanımda ol, elini omzuma koy.
Kimine basit şeyler,
Kimine ne zor işler.

N-1 Bahar (29.04.2020)

COVID-19 salgını sebebiyle uzaktan eğitim yaptığımız bu günlerde ME306 dersimin öğrencilerine attığım aşağıdaki epostayı paylaşmak istedim.

"Subject: ODTÜ'de N sene okuyup da N-1 bahar yaşamak :-(

Sizi üzmek istemem, ama bir ODTÜ baharı kaçırıyorsunuz gençler. ODTÜ'de N sene okuyup da bir baharını eksik yaşamak :-( Tüm kışlarında üşüyüp de bir güneşinde eksik ısınmak. Güneşli, güzel bir ODTÜ günü bugün. Hüzünlü gene, ama alıştık artık. Geçen gün ofiste işimi bitirince G Bloktan bir çıktım, yağmur yağmış, kokular coşmuş. Tertemiz ortalık. İnsan yok, araba yok, yollarda dolaşan martılar yok. G Blok üst girişinde takılan kaplumbağanın yapraklarda yürürken çıkardığı sesler de olmasa ortalıkta çıt yok. Bütün ODTÜ benim sanki.

P.S. Şarkımız gene Mark Knopfler'den: Why Worry . ODTÜ'nün bu sakinliğine ve hüznüne uyuyor. "An Evening with Mark Knopfler" playlist'ini dinlemenizi tavsiye ederim. Böyle mi yaşayalım bilmiyorum, ama böyle yaşlanalım. İşimizi layıkıyla, en güzel şekilde yapmış olmanın verdiği gurur ve dinginlik olsun üstümüzde. İnsanlar bizi alkışlasın mı bilmiyorum, ama hakkımızda güzel düşünsünler. Bunları mı konuşalım bilmiyorum, ama 60 yaşımıza geldiğimizde anlatacaklarımızı dinlemek isteyecek birileri olsun etrafımızda."

Almanya'da Master (10.04.2020)

Oğuz Ziya Köseömür bizim bölümümüzün bir mezunu. Çalışkanlığı bir yana, akademik kültüre yakınlığı ve araştırmaya olan ilgisi ile de özel bir öğrenci idi. Benden dersler almıştı. Şu anda Almaya'da Münih Teknik Üniversitesi'nde Computational Science and Engineering (CSE) master'ı yapıyor. Gitmeden önce kendisinden tecrübelerini paylaşmasını istemiştim ve o da yerine getirdi isteğimi. Ben de bana gönderdiklerini burada paylaşıyorum ki, genç öğrenciler okuyup öğrensinler ve lisansüstü akademik çalışmalar için motive olsunlar. Kendisi sağolsun bana attığı epostada benimle olan iletişimi ve benden aldığı dersler sayesinde bu alana nasıl ilgi duyduğunu ve bu sayede çok istediği hayaline ulaşabildiğini yazmış ve bana teşekkür etmiş. Bunları duymak çok güzel. Benim derslerdeki ana amacım öğrencilere konuları sevdirebilmek. Konuları öğretmek ondan sonra. Sevdikten sonra her şey daha kolay.

"Merhabalar, ben Oğuz Ziya Köseömür. ODTÜ Makina Mühendisliği'nden 2019 Haziran’da mezun oldum ve şu anda yüksek lisans eğitimime Technical University Munich’te (TUM) Computational Science and Engineering (CSE) alanında devam ediyorum. İlk dönemi bitirmiş bulunmaktayım. Şu ana kadar tecrübe ettiğim şeyleri elimden geldiğince paylaşmaya çalışacağım. Burada yazdıklarim dışında eğer bir sorunuz varsa seve seve cevaplarım, çekinmeden mail atabilirsiniz: oguzkoseomur AT gmail DOT com.

Computational Science and Engineering (CSE) Nedir: CSE, TUM’da Informatik (Computer Science) fakültesi altında yer alan ve computer science, natural sciences, numerical analysis ve engineering alanlarını birleştirip, kullanılan metodları araştırmak ve geliştirmek üzere tasarlanmış bir bölüm. Özellikle doğal bilimler ve mühendislik mezunu olup teorik-deneysel alanlardan ziyade nümerik analiz alanına yatkın ögrencileri hedeflemekte. Daha detaylı tanımı bu bağlantıda bulabilirsiniz.

Egitim Sistemi: Almanya’daki yüksek lisans eğitimi Amerika veya Türkiye’deki sisteme göre çok farklı. Amerikan tarzı yüksek lisanslarda toplamda yaklaşık 6-7 ders alıp, programın çoğunluğunu tez odaklı geçiriyorsunuz. Almanya’da ise toplamda yaklaşık 15 ders alınıyor ve tez Amerikan sistemindeki gibi merkezde degil. TUM özelinde konuşacak olursam, 3 farklı ders tipi bulunmakta. 1. Teori dersleri genellikle klasik ders şeklinde işleniyor. Çoğunlukla midterm, quiz veya ödev yok. Neredeyse hiçbirinde yoklama da alınmıyor, dersi geçip geçmemeniz tamamen dönem sonundaki tek bir sınava bağlı oluyor. Kısaca, derse ne zaman çalışacağınız, nasıl çalışacağınız tamamen sizin insiyatifinizde. 2. Pratik dersler lab dersleri gibi işleniyor. Şu ana kadar 1 tane pratik ders aldım ve 2 haftada bir 3 kişilik gruplar halinde MATLAB kodu yazmamız bekleniyordu. Kodu teslim ettikten sonra da yaklaşık 30 dakikalık bir sözlü sınav gerçekleşiyor. 3. Seminer dersleri ise genellikle araştırma odaklı işlenmekte. Size bir konu veriliyor ve dönem sonunda bu konuyla ilgili kısa bir makale, sunum veya ders hazırlamanız bekleniyor.

Ders seçme, ders kapma, add-drop, withdraw gibi tanımlardan tamamen uzaklaşacaksınız. Pratik ve seminer dersleri hariç dersleri eklemek zorunda bile degilsiniz. Dönem sonundaki sınavı geçmeniz yeterli. Sınavlara ve derslere kayıtlar birbirinden bağımsız yapılıyor. CSE programında Computer Science, Numerical Analysis ve Scientific Computing alanlarında tamamlamanız gereken zorunlu dersler var. Bunlara ek olarak uygulama alanlarından seçmeli derslerle ilgi alanınıza göre programı şekillendirebiliyorsunuz. Bu uygulama alanları arasında CFD, solid mechanics, finite elements, fizik, biyoloji, elektrik-elektronik, machine learning, parallel programming gibi alanlar bulunmakta. Detaylı müfredatı ve derslerin içeriklerini bu bağlantıda bulabilirsiniz.

Eğitim Zorluğu İlk dönemimi bitirdim ve samimi konuşmak gerekirse ODTÜ Makina Mühendisliği 3. sınıf zorluğunun herhangi bir şekilde yanından geçebileceğini düşünmüyorum (subjektif yorum).

Başvuru Süreci ve Kabul: Başvuru süreci son derece tekdüze ve neredeyse her şey detaylı bir şekilde anlatılmış durumda. Bu yüzden buraya sadece başvuru sürecini detaylı anlatan bağlantıyı koyacağım. Bu konudan kesinlikle emin olmasam da kabulümde etkili oldugunu düsündügüm noktalar: 1. Programlamaya ilgi ve istek: Ben başvururken C++ tabanlı bir projede calışıyordum. MATLAB ve C++ bilerek başvurdum ve sanıyorum bir etkisi olmuştur bunun. Eğer tek bir programlama dili biliyorsanız da (mesela MATLAB) hiç sorun değil, önemli olan programlamayı sevmeniz. Eğer sevmiyorsanız CSE'in pek uygun bir bölüm oldugunu düşünmüyorum açıkçası (subjektif yorum). 2. Nümerik alanlara ilgi: Bizim bölümdeki Numerical Methods dersini, orada anlatılan şeyleri bilgisayara dökmeyi seviyor olmanız lazım. Bunun yanında makine mühendisliğinin uygulama alanlarındaki nümerik analizlere ilgi duymak çok büyük bir artı olacaktır. Cüneyt hocam sayesinde CFD ile tanıştım ve o günden sonra hayatımın büyük bir parçası oldu diyebilirim. CFD, finite elements gibi dersler son derece önemli olacaktır. Tecrübeniz yoksa ama ilginiz varsa kesinlikle başvurmaktan çekinmeyin.

Dil: Programın dili tamamen İngilizce. Başvuru ve kabul icin Almanca istenmiyor. Ama Almanca bilmeniz günlük hayatta her şeyi çok daha kolay hale getirecektir. Ben gelirken kağıt üzerinde A2.2 düzeyinde Almancam vardı. Şu anda sanıyorum bireysel çabalarımla B1.2 düzeyine gelmiştir. Okulda "ilk gelen alır" mantığının olduğu tek ders dil dersleri. Bu derslerin verimi tamamen hocasına ve kişisel motivasyonunuza bağlı.

Finans: Almanya’da devlet üniversitelerinde eğitim ücretsiz. Bu yüzden okul ücreti için bir burs aramanıza gerek yok. Almanya icin bildiğim tek burs TEV-DAAD bursu, ancak yarısı geri ödemeli bir burs. Detayları hakkında çok bir bilgim olmadığı için araştırmayı size bırakıyorum. Almanya içinde master düzeyinde burs bulmak da çok kolay değil. Ancak ögrenci vizesiyle yasal olarak haftada 20 saate kadar çalışabiliyorsunuz ve yaklaşık saatlik 14 Euro civarında bir geliriniz oluyor. Almanya’da yaygın olarak yapılıyor bu ve iş bulmakta zorluk çekeceğinizi düşünmüyorum. Özellikle okulda çok fazla asistanlık pozisyonu açılıyor ve ilginizi çeken birisini bulacağınıza eminim. Giderlerdeki en büyük kalem ev kirası. Münih’te ev kiraları fazlasıyla yüksek ve ev bulmak okula kabul almaktan daha zor. Genellikle yurt 2 dönemden önce çıkmıyor, bu yüzden Almanya’da fazlasıyla yaygın olan WG (paylaşımlı ev) en mantıklı çözüm. En son ev ararken kira üst sınırımı 600 Euro’ya kadar çıkarmıştım. Biraz şanslıydım ve şu an kirama 430 Euro veriyorum. Geri kalan harcamalar fazlasıyla kisiye bağlı olsa da, son derece yaşanabilir bir biçimde kira hariç maksimum 400 Euro gerekeceğini düşünüyorum. Önemli bir nokta, kabulden sonraki vize süreci. Alman hükümeti, uluslararası ögrencilerden bloke bir hesap açtırıp, 1 yıllık yasam masraflarını o hesaba yatırmalarını istiyor. Son baktığımda 10000 Euro civarındaydı. Almanya’da eğitiminize başladıktan sonra aylık olarak para hesabınıza yatıyor ve kullanabiliyorsunuz. Bu yüzden kabul durumunda (daha sonra kullanacağınız) biraz yüklü bir miktar paranız olması gerekecek.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Eğer başka sorularınız olursa daha önce belirttiğim gibi hiç çekinmeden yazabilirsiniz, seve seve cevaplamaya calışırım".


İşte böyle Oğuz'un tecrübeleri. Bu tip yazıların genç öğrenciler üzerinde etkili olduğunu biliyorum. Fırsat oldukça benzer yazıları diğer öğrencilerimden de isteyip burada paylaşmaya çalışacağım.

Yakından Eğitim (08.04.2020)

Uzaktan eğitimin böyle eğlenceli olabileceğini, beni öğrencilere böylesine yakınlaştırabileceğini, bana bu kadar şey öğreteceğini kim bilebilirdi ki? Boşuna dememişler her işte bir hayır vardır diye.

COVID-19 salgınından sonra ilk haftalar herkes gibi benim içimden de pek birşey yapmak gelmedi. Bölüm başkanlığı bizlere nasıl bir uzaktan eğitim uygulaması yapmak istediğimizi sorduğunda, hocalar envai çeşit teknolojik yöntemler paylaştırlar. Ben pek öyle şeyler yapmak istemedim. Üçüncü sınıf akışkanlar mekaniği dersimin öğrencilerine bir eposta atıp kitabınızı ve göndereceğim özetleri okuyun, paylaşacağım çözülmüş örneklere bakın, soru setlerindeki problemleri çözün dedim. Yani normal dönemde de yaptığımız şeyler aşağı yukarı. Fazladan, derste hiç anlatmadığımız hesaplamalı akışkanlar dinamiği ile ilgili bir iki video hazırlayıp YouTube'a koydum ilgilerini çeker belki diye. 5 gün önceye kadar böyle geçti günler. Ama sonra işler ilginçleşmeye başladı.

5 gün önce Ercan bir eposta atıp çözülmüş örneklerdeki bir hatayı bildirdi. Ben de bunu tüm öğrencilerle paylaştım bir eposta ile. Altına da, daha samimi olsun diye Türkçe olarak, aşağıdaki notu düştüm.

"P.S. İyi misiniz gençler? N'apıyounuz? Bi ses verin. Özledik yahu. Var mı benden bi isteğiniz? İyi mi herkes? Aileler, akrabalar iyi mi? Ben size yeni chapter'ı anlatan bir video ve çözülmüş örnekler hazırlıyorum. ODTÜ içler acısı. Bomboş. Çok hüzünlü. G bloğun üst girişine 2 avuç kedi maması koyuyorum sabahları, 5 köpek gelip paylaşıyor. Durum bu. Alın bu da sabahtan beri ofiste dinlediğim şarkı, ne akla hizmetse artık".

İlk cevabı Semih yazdı; "Merhabalar hocam, bu attığınız mail ile şu zor ve sıkıcı günlerimizde içimiz ısındı açıkçası. Üstüne üstlük tam da fluid mechanics defterimi okuyup konuları hatırlamaya çalıştığım sırada. Loving Vincent filmini de çok seviyordum, paylaştığınız müzik sayesinde tekrar izleyeceğim. Geçen hafta ben de kırtasiyeye gelmiştim, köpekler havlamıştı hep açlıktan, ama elimden bir şey gelmemişti sonrasında maalesef. Umarım her şey düzelir, biz de okulumuza kavuşuruz hocam. Yeni chapter'ı da heyecanla bekliyorum. Sağlıkla kalın, görüşmek üzere".

Sonra Ayça'nın epostası geldi; "Hocam zaten günlerdir insanlık hakkında düşünerek haberleri takip ettikten sonra, mailiniz çok duygulandırdı beni. Şarkı da çok güzelmiş. Ben İstanbul'dayım aile evinde, babam işe gidiyor mecbur, annemin şirket evden çalışmaya başladı. Anneannemler ve babaannemler için endişeleniyorum ama evdeler şükür. Umarım siz ve aileniz de iyisinizdir. ODTÜ'yü, bölümü, hocalarımızı çok özlüyoruz... Açıkçası evde ders çalışmak için motivasyon bulmakta zorlanıyorum, gördüğüm kadarıyla arkadaşlarımda da durum öyle. Ama yapacağız bir şekilde. Virüsle alakalı karşıma çıkan makalelere göz atmaya çalışıyorum. Ve ben de bir şarkı yollamak istiyorum. İyi akşamlar hocam".

Epostalar beni de etkiledi. Dedim bu gençlerin hali hal değil. Bir eposta daha gönderdim hepsine; "Selam tekrar, Ayça epostama cevap yazıp memleketten havadis vermiş. Bir de aşağıdaki şarkıyı paylaşmış. Herkesten bekliyorum aynısını. Final letter grade'in %10'u bu. Daha önce duymadığım bir şarkı ise %15. Ama 2 şartımız var. 1. Kuru kuru şarkı yazmak yok, memleketten havadis de vermek gerek. 2. Reply All diyin, herkese gitsin, kafalar dağılsın".

Böylece ben, asistanımız ve 65 öğrenci arasındaki çılgın eposta trafiği başladı. Herkes ne yaptığını yazdı. Tatil olur olmaz 1 dakika durmadan memleketine gidenler, daha düne kadar kampüste bekleyenler, gitmek isteyip de gidemeyenler, öğrenci evinde kalanlar, bireysel karantinaya en çok uyan şehirler, en vurdumduymazlar, evlerdeki yaşlılar, virüse yakalanan akrabalar, sağlık çalışanı anneler, babalar, ... Ve de şarkılar... 65 şarkı biriktirdik. Buradan dinleyebilirsiniz hepsini. Eşimle bizim favorimiz bir Moğol rock şarkısı olan Yuve Yuve Yu oldu. Şu anda bu blog yazısını yazarken bu şarkıları dinliyorum. Biri hariç (o kendini biliyor :-)), hepsi çok güzel.



Öğrencilerin epostaları gelmeye devam ederken ben de kendimden havadisler verdim onlara.

"Ben de yazayım neler yaptığımı. 10-11 gibi ofise gelip, 4 gibi ayrılıyorum. Normal bir zamanda ne yapıyorsam gene onu yapıyorum hemen hemen. Zaten kendime son 15 yıldır social distancing uyguladığımı fark ettim bu sayede. Sabah ofise gelip bütün gün hiç kimseyi görmeden akşam eve gitmek benim normal bir günüm zaten. Uzaktan eğitim olacak dendiğinde bölüm bizlere nasıl ders anlatacağımızı sordu. Bazı hocalar, sınıfa gidip video çekip oraya buraya yükleyeceğim, kendimi ofiste çekip senkron ders anlatacağım, doküman kamerası ile kağıtta ders anlatışımı çekip paylaşacağım, video konferans yapacağım, Zoom'layacağım, uçacağım, kaçacağım gibi şeyler yazdı. Ben düşündüm. Dedim ki zaten benim derdim çocuklara dersin kitabını okutabilmek. Al işte fırsat. Okusunlar mis gibi kitabı. Sonra da özetler hazırladım işi kolaylaştırmak için. Bilmem işe yaradı mı. Aslında pek okuduğunuzu sanmıyorum kitabı. Sonra ben de özendim, CFD videoları çekeyim dedim. Hem YouTube ortamlarını öğrenmiş olurum. Ağzımın payını aldım. Şu andaki yazılım imkanlarım ve bilgimle, 1 dakikalık bir video hazırlamak 1 saatimi alıyor yaklaşık. 30 dakikalık bir videoyu hazırlamak 30 saat sürüyor. Ama bunun ana sebebi çok pimpirikli olmam ve sonucu beğenmeyip habire orasını burasını değiştirip durmam. Böyle insanlar için uygun değil YouTube'den eğitim, çünkü ben sürekli editlemek istiyorum videoyu. Ama bir kere yükledikten sonra değişiklik yapamıyorsun. Silip yeniden yüklemen gerek. Çok sinir bozucu bir şey. Ama çok da enteresan bir ortam. İnanılmaz kullanıcı istatistikleri veriyor size videolarla ilgili, ki benim sadece 3-5 videom var orada. Sıkı bir YouTuber tüm hayatını o istatistiklere bakarak geçirebilir. 1000 abone ve 4000 saatlik izlenmeyi bekliyorum, sonra işi paraya dökeceğim ben de :-)

Eşim evden çalışıyor. Gün içinde sürekli video konferans yapıp duruyor. Lise sondaki büyük kızım mutsuz, çünkü üniversite sınavı ertelendi. Yani sabah aşkam test çözmeye daha fazla devam etmesi gerek. Ve sınav sonrası kafası rahat şekilde geçirebileceği yaz tatili süresi de kısaldı. Lise 2'deki kızım da mutsuz, çünkü uzaktan eğitimi pek beğenmedi. Ödevleri çok arttı. Gecenin 8'inde canlı quiz yapan öğretmenleri var.

Evde herkes hergün birbiri ile bir kere küsüp barışıyor. Herkes birbirine bulaşıyor. Geçen gün laf "exponential growth"a ve bunu bilmenin salgını anlamakta önemli olduğuna geldi. Ben getirmişimdir kesin lafı oraya. Sordum kızlara biliyor musunuz diye. Büyük olan tecrübeli, hemen sıvıştı. Küçükle kaldık.

- Bilmiyorum baba, ama merak da etmiyorum. Ödevim var.
- Gel gel, bu önemli.
- Baba bırak beni.
- Gel sen gel. Ne biliyorsun sen? Türev biliyor musun?
- Hayır.
- Analitik geometri biliyor musun?
- Olabilir.
- xy düzlemi biliyor musun? Çizgiler, eğriler falan?
- Gördük geçen sene.
- Tamam bak işte, olay da o zaten. Şimdi bu virüsü kapanların, ölenlerin grafikleri var ya televizyonda çıkan her akşam. Şimdi İtalya'daki durumla bizdeki ...

Tabii ki bu muhabbetin gideceği yer çok iyi değil. Sonraki gün de çocuklar arasında hak geçmesin diye bir benzerini büyük kızımla sin(2*alpha) açılımının ispatı ile yaşadık. Ezberlemiş bir formül kullanmaya çalışıyor. Bunun nereden geldiğini biliyor musun dedim. Bilmeme gerek yok, bu işimi görüyor dedi. Ama bilsen zararı olmaz dedim. Evdeki küçük yazı tahtasında birim çember üzerinde bir ispat yapmaya başladım, 30 saniye sabredebildi, kaçtı. Kendi kendime 10 dakika uğraştım sonra, ama beceremedim.

Salona TV'nin karşısına dört kişilik yer yatağı yaptık, hiç kalkmıyor, hep orada. Favorilerimiz 360 TV'deki Ben Bilirim yarışması ve TRT Spor 2'deki eski buz pateni şampiyonaları. Her akşam çay demliyoruz, ki hiç demlemezdik eskiden. Aslında asistanımız Burcu'nun salgından hemen önce Azerbaycan'dan getirdiği çayı denemekle başladı bu. Çok sevdik biz o çayı eşimle. Evde başka değişik çaylar da varmış, çıktı dolapların arkalarından. Her akşam biri demleniyor mutlaka. Kötü tarafı yanında abur cubur da yenmesi. 2 güne bir düzenli film akşamı var artık. Kızların ödevi çoksa onlar es geçiyor. En son Loving Vincent'ı izledik. Sizlere gönderdiğim şarkı da o filmin sonundandı. 1 dakika daha devam etseydi ağlatacaktı. Herkesin seveceği film bulmak zor. Eski bilindikleri izledik genelde. Yenilerden aklımda kalan ve izlememiş olabileceğiniz The Aeronauts var. Uçmaya ve sıcak hava balonlarına meraklı iseniz izleyin.

Kedi de alışamadı yeni düzene. Belli bir uyku rutini vardı. Karıştı o. Yakında dile gelecek, neden hep evdesiniz diye çıkışacak bize. Daha bir manalı bakmaya başladı son zamanlarda yüzümüze.

Ankara'da yaşayan annem 65'in üstünde ve astım hastası. Evde hapis. İşin kötüsü onunla yaşayan kız kardeşim de yüksek risk grubunda hasta ve o da evden çıkamıyor. Ben ve eşim alışverişlerini yapıp götürüyoruz. Kapıdan verip hal hatır sorup içeri girmeden dönüyoruz. Geçen gün daha ne kadar sürecek bu böyle oğlum dedi. Televizyonda 1 yıl bile sürebilir dediler dedim. Ağlamaya başladı.

Budur durum. Memleketten havadis dediğin de böyle olur".


Gelmeye devam eden memeleket haberlerini okuyup, şarkıları dinlerken hiç tanımadığım ve bizim bölümden de olmayan bir öğrenciden eposta geldi; "Ben Medya ve Kültürel Çalışmalar’da okuyorum. Bugün Twitter’da öğrencilerinize atmış olduğunuz e-postayı gördüm, gözlerim doldu. Çıldırarak tezimi yazmaya çalışırken yüzümü gülümsettiniz. Hepimizin kafayı yediği şu garip zamanda sizin gibi hocalara o kadar ihtiyacımız var ki. Şimdi bu maili yazıp tezime çalışmaya devam edeceğim, ama biraz daha umutla. Bunun için teşekkür ederim. İçinde bulunduğumuz zamana çok yakıştırdığım bu şarkıyla veda edeyim, kendinize iyi bakın hocam. Kolaylıklar".

Hemen sonra bizim okuldan bile olmayan bir öğrenciden eposta geldi; "Merhabalar Hocam, Twitter’da öğrencilerinize gönderdiğiniz mailler yüzümü güldürdü. Sizin gibi hocalar hep olsun! İyi ki varsınız! Sağlıklı günler dilerim. Havadis de vereyim size :) Havalar yağmurlu, herkesin kafası karışık. Bir gülüp bir ağlıyoruz... Güzel de bir şarkı bırakayım. Saygılar".

1 dakika sonra Amerika'da doktora yapan eski bir master öğrencimden eposta geldi; "Hocam merhaba, duydum ki memleketten havadis ve müzik yollamaya ekstra puan veriyormuşsunuz, ben (memlekette değilim ama) yine de katılayım dedim :) Biz spring break’ten sonra tamamen online eğitime geçtik, öğrencileri de evlere yolladılar. Burası da hayalet şehir gibi oldu. Biz de deneylerin videolarını çektik öğrenciler için. Müzik olarak “Dream on” bugünlerde en çok dinlediğim şarkı, umarım beğenirsiniz. Umarım her şey yolundadır. Selamlarımla".

Sonra Almanya'da master yapan eski bir öğrencimden eposta ve şarkı geldi. Ne döndüğünü anlamaya çalışırken, eşim bir iş arkadaşından kendisine gelen şu ekran görüntüsünü gösterdi. Bizim öğrencilerden biri benim epostalarımı paylaşmış Twitter'da. Twitter hesabı bile olmayan biri olarak, Twitter ünlüsü oldum :-)



Normal zamanda her derse başlamadan önce bir öncekinin kısa tekrarını yaparım. Herkesten bir eposta geldikten sonra aşağıdaki özeti paylaştım öğrencilerimle. Hayatımda yaptığım en keyifli ders özetiydi. Hiç unutmayacağım.

"Ayça: Gönlü güzel birisin. İlk attığın mailde memleketten havadis vermesen, bir şarkı paylaşmasan, bu mailler olmazdı. Thank you. Gönderdiğin makalelere de baktım. Akışkanlar mekaniğini seviyorsun. Akışkanlar mekaniği de seni seviyor. You'll be rewarded for this, in one way or another. Böyle devam.
Muhammed: Türkçemize kattığın "G bloğun soğuk duvarlarını özlemek" deyimini unutmayacağım. Kullanacağım bunu, yaşatacağım.
Mustafa: "Tatil olunca 1 dk. durmadım, kaçtım" diyorsun. Ana baba özlemi deyip sevineyim mi, okul nefreti deyip üzüleyim mi bilemedim. Allah bu devirde kimseyi internetsiz bırakmasın. Tez zamanda kavuşmanız dileğiyle.
Selcen: Dün gece hiç tanımadığım, bizim bölümden olmayan bir öğrenciden mail geldi, "Tezimi yazarken bunalmıştım, epostanız iyi geldi" yazmış. Hemen ardından Amerika'da doktora yapan eski bir master öğrencim bir şarkı gönderdi. N'oluyo derken eşim telefonunu gösterdi, selcen bilmemne diye bir twitter hesabından duyan gelmiş. Bu herhalde sensin. Babana acil şifalar.
Arda: Günde 4 saat ders çalışıyor bu arkadaşınız. Motive olamayanlar acilen kendisiyle iletişime geçsin lütfen. Font'larımdan henüz sıkılmadım, ama mailin duruyor bir kenarda, zamanı gelince işe yarayacaklar.
Ercan: Merak ettim o kırmızı koltuğu. Robot topluluğunun yerini bilmesem de ortalık durulunca bir bakacağım.
Gökhan: İzmir'e bol selam.
Ahmet: Eşim de market çalışanlarına kahroluyor. Ne yapsak onlar için diye kurup duruyor kafasında. Bir dahaki gittiğinde en azından, en kocamanından bir teşekkür et, sevinsinler.
Tekin: Yavaş gel. "8:40-5:30 dersini ve üst üste sınavları özlemek" için bu korona yeter mi bilemedim.
Emre: Mongkol bizi ağlattı. Ben böyle naiflik görmedim. Sana +1 puan bonus, unutursam hatırlat.
Bilal: "Kar altındaki kardelenler misali bunca olumsuzluklara rağmen nice güzel anılar biriktiriyoruz, hatıralarımızda". Vay babam vay. Dersimiz Tükrçe olsaydı sana +10 bonus verirdim. Gurbetin en iyi yaptığı nedir biliyor musun? Kıymet öğretir. Kıymet bilmek iyidir.
Başak: Senin mailini okuyunca, bizim kızları çağırdım, "Bakın siz bilmezsiniz Phil Collins'i, muhteşemdir" dedim. Biliyorlarmış. Tek bildikleri müzik grubu BTS sanıyordum, değilmiş.
Umutcan: 2525'i dinlemeyeli uzun zaman olmuş. Çok iyi geldi. Kiloya dikkat. Sen de görmüşsündür, mutfak tezgahının önüne bulaşık detarjanı döküp hafif ıslatıyorsun. Tezgaha sıkıca tutunursan, al sana bedavadan az pahalı koşu bandı.
Mert: Gitar, resim, aşçılık. En karlı sen çıkacaksın bu işten.
Boler: Bu nasıl bir isimdir dedim mailin gelince. Sınıf listesini baştan sonra taradım daha neler var acaba diye. Janberk varmış bir de, ama seninkinden ilginci çıkmadı.
Denizcan: Albümün adı "Cool Kadın" mı? Güldük eşimle.
Barış: "Playlist Barış". Sağolasın, makbule geçti emeğin. Seni yoracağız biraz daha.
Burcu: Kendine ve Ali'ye çok iyi bak. Çay için tekrar sağol.
Enes: Şarkı güzelmiş hakikaten. Bol bol dinledik evde.
Semih: Ben bizim evin camından bakınca ODTÜ ormanını görüyorum. Sonrasında uçsuz bucaksız Ankara bozkırı. Ve senin de dediğin gibi, bir de virüs. Yakışmıyor o manzaraya hiç. Ama orada. 100 nanometrelik onbin trilyon virüs, 8 milyarı dize getirebiliyor. Boyunun ölçüsünü almak bu işte.
Deniz: Kediler iyi hoş da bazen tam baş belası oluyorlar. En olmadık zamanda en olmadık şeyi istiyorlar. Bizimki şımarık biraz, ama çok güzel. Ben hayatımda 1, bilemedin 2 insanı bu kediden çok sevmişimdir.
Ali Can: Bağlıca'ya selam.
Berkcan: Klip ilginçmiş. Polatlı'ya da selam. Benim için Polatlı = Ors Rulman. Öyle kodlanmış kafamda.
Akıncan: Topal Oyun Havası mı? :-)
Veysel: Kütahya'da yaşamıştım. Yani öğrenciyken 1 ya da 2 yaz kalmıştım. Unutamadığım tek şey şeker fabrikasındaki lojman evinde en az 20 kapı olmasıydı. Normal büyüklükte bir daireydi aslında. Ama labirent gibiydi. Çift cam vardır ya. Salonun balkon kapıları çift kapı idi. Birini açıyorsun, sonra bir tane daha var, onu da açıp öyle çıkıyorsun balkona. Ve bu kapılardan yan yana ikişer adet var. Acayip bir evdi.
Ediz: Aman dikkat, öğrenci evinde sakata gelmeyin.
Arda: And the winner is ...... "The Hu - Yuve Yuve Yu". Moğollar vakti zamanında dünyayı kasıp kavurmuş, taş üstünde taş koymamış. Rock müzik yakışır Moğollara. Günde 10 saat oyun oynayanlardan biri bu arkadaş işte. Ödevlerinizi yaparken kulağını çınlatacağınız kişi bu.
Onat: Biliyorsun benim saçlar salgından önce biçimsiz uzundu. Salgın oldu diye durmadılar, uzamaya devam ettiler. Geçenlerde eşime kesiver şunları dedim. Daha önce hiç saç kesmemiş hayatında, ama 10 dakikada halletti. Sonuç hiç fena olmadı. Ben bir daha berbere falan gitmem. Sonraki gün biz de kızlarla onun saçını boyadık.
Mert: Hayvanlar şaşkın hakikaten. Ben 3-4 gün önce G blok üst giriş merdivenlerinde kaplumbağa gördüm. Bayaa büyüktü. Daha önce de görmüştüm oralarda, ama çimenlerde. Bu bildiğin beton merdivendeydi. Oraya çıkması mümkün değil gibi, ama çıkmış. O aç kalmaz da, koyduğum kedi mamalarını mı merak edip geldi acaba?
Berhan: Oohhh Edremit. Ne güzel. İyi tatiller.
Eren: Olayın özeti budur: "Salgın sona erdiğinde insanların dünyanın bir ucunda hangi koşullarda yaşadığını umursamadığımız birinden yayılan ve on binlercemizi öldüren bir virüsten kurtulmanın tek yolunun hepimizin insanca yaşaması olmasını anlaması dileğiyle."
Enes: Eskişehir'e (memleketime) selamlar. Gerçi bizim akrabaların çoğu kabristanda artık. Ortalık durulunca yolun düşerse bizimkilere de bir Fatiha okuyuver.
Taha: Yaa niye öyle dümdüz yazıyorsun? Ne demek "Şimdilik ODTÜ'ye hiç özlem duymuyorum". Romantik romantik takılıyoruz burada, niye bozuyorsun ki havamızı? Adam "G bloğun soğuk duvarlarını özlemiş" diyorum sana. Biraz incelik...
Cem: Melekete gel, Altınoluk. Öyle memleket mi olur? Memleket dediğin biraz kasvetli olacak. Anan baban, akrabaların olmasa, çocukluğunun geçtiği ev olmasa, öyle pek de de gitmek istemeyeceğin bir yer olacak memleket. Sivas olur, Afyon olur mesela. Ne bileyim Çankırı, Çorum olur memleket. Ama Altınoluk nasıl memleket olur? Memleketin bozkırı özlenir, plajı özlenmez ki :)
Samet: Türkü candır, sağol.
Muhammet: Okul okulluktan çıktı, garip bir yer oldu. Hakikaten öğrencilerini özledi.
Deniz Berk: Yaa niye gitmediniz evinize, uğraşıyosunuz burada yemek yapıcam diye. Gidin eve işte, baksınlar size de mis gibi.
Mehmet: Anlat sen uzun uzun, dinliyoruz biz. Sorun yok, amaç bu.
Hüseyin: Afyon/Çay. Budur işte memleket. Böyle memleketle gel bana.
Mehmet Cem: Okuyun gençler, feyz alın: "Büyük bir zamanı derslere, projelere ayırıyorum". Budur aradığımız öğrenci profili. Notumu aldım Mehmet, dönem sonunda harf notlarına yansıtacağım.
Janberk: Bak, işte bu hayırlı evlat. Anne babasını riske atmamak için, kedi başına 1.5 adam düşen bir eve tıkılmış kalmış. Bizim evde bir kediye 4 kişi düşüyor ve yetmiyor. Kolaylıklar dilerim.
Hayri: Bak her yer normale döner, ama sonra bu meret Aksaray'dan tekrar hortlarsa külahları değişiriz. Biraz ciddiyet lütfen.
Umut: Yatmadan önce meditasyon. İlginç. Nasıl olur ki, bilemedim şimdi.
Alperen: Ve o ANSYS videolarını izleyen tek öğrencim. Gönülden teşekkürler. Ayakta alkışlıyorum. Bir kişi de olsa bir tane daha hazırlayacağım.
Emre: Munson'ı mı okuyorsun? Günde 4 saat? Tüm sınıfa yeter bu... Gözlerim dolu dolu :-( Eminim Munson'in da...
Kerem: Ne kadar çok Balıkesir'li varmış sınıfta. Nüfusu kaç ki bu Balıkesir'in?
Dila: Marmaris mi? Yuh. Bak gene yazıyorum, memlekete el öpmeye gidilir, kurban kesmeye gidilir. Ama güneşlenmeye gidilmez. Gidenlerin %90'ının erken rezervasyon fırsatı kolladığı memleket mi olur? Bizimki bozkır diyoruz, kıskanıyoruz.
Mete: Benim küçük kız çok anime izliyor. Sordum, izlemiş "My Hero Academia"yı. Bilirim, fena değildir dedi. Sağol dedim.
Melisa: O kadar mail içinde beni en çok şaşırtan bu oldu. Eşime okuttum, o da çok şaşırdı. Neden böyle eziyet ettin kendine? Rahat ol. O hocaya bol bol dua edin. Kedilere de çimen verin arada.
Alperen: Yarıda kestiğim tek video bu oldu. Dayanılacak eziyet değildi. Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler de, sen gene de memleket reklamını böyle yapma bence.
Serhat: Ödev yaparken kulağı çınlatılacaklardan biri de burada. Gece 10 - sabah 8 oyun oynamak nedir ya? Annene çok kolaylıklar diliyorum, Allah yardımcısı olsun.
Dila (tekrar): Geldi epostan Dila, merak etme. Bir kere değil, çok kere geldi hem de.
Berkay: Ankara'da Aşıkpaşa diye bir yer mi varmış? Nere ola ki, hiç duymadım? Ama şarkı günün anlam ve önemine tam oturmuş, çok iyi seçim.
Berkay: Bir kedili ev daha, ne hoş. Şarkı OK, ama elbette bir "Yuve Yuve Yu" değil.
Murat: Bu sağlık çalışanlarının olduğu evler zor işte. Bizimkiler kolay da, buralarda iş zor. Umarım size uğramaz virüs.
Can: Ovala iyice, her yeri, köşe bucak. Bugünler için büyüttü seni annen. Annene çok kolaylıklar dilerim.
Yaşar Eray: Eee, herkesin hikayesi başka. Ebevenyler bazen böyle dağıtıyorlar işte ortalığı. Zor. Ama öyle yarasa gibi de yaşanmaz. Adam gibi saatte yatıp kalkmazsan bünye bir yerde iflas eder, yatağa düşersin. Sonra iletişim kurmak istemiyorum dediklerinin eline bakarsın, iyice zorlaşır hayatın.
Dila (gene tekrar): Geldi Dila mailin, 10 kere, 100 kere geldi. Seni Bilgi İşlem birimine bağlıyorum, sorununu onlar halledecekler. Not: Dila'dan gelen maillerde "To" kısmında benim adresim var ve CC ksımında All@metu.edu.tr diye bir şey. Ne demek bu? Bütün ODTÜ mü? Aramızda eğleniyorduk Dila, sen kime ne gönderiyorsun?"


Baktım ki hem benim hem de öğrencilerin etkileşime ihtiyacı var gibi ve bir çoğumuz zamanımızı internette takılarak geçiriyoruz, onlara ödev olarak YouTube'dan yeni bitirdiğimiz ünite ile ilgili kısa, öğretici bir video bulmalarını, ve herkese gönderecekleri bir epostayla bizi bu videoyu izlemeye ikna etmelerini istedim. Ve gene epostalar yağmaya başladı. 65 tane. Hatta çok daha fazla çünkü bazıları ile iglili tartışmalar da yaptık. 3 gün sürdü ve dün gece yarısı bitti. Ben ömrü hayatımda herhangi bir dersin herhangi bir ödevinde öğrencilerimle bu kadar yakınlaştığımı, bu kadar şey öğretip, bu kadar şey öğrendiğimi ve bu kadar yorulduğumu bilmiyorum. Uzaktan eğitimle oldu bu işin tuhafı. Oysa bana o kadar yakın geldi ki. Akışkanlar mekaniği ile ilgili iseniz, alın size 60 küsur videoluk bir playlist daha. Konumuz dış akış, sınır tabaka, sürüklenme ve kaldırma kuvveti.



Video teslimi bitti ve şu anda öğrenciler en sevdikleri 5 videoyu oylamakla meşguller. Bir de yeni ödevleri var. Yorgun INBOX'larımız dinlenirken biz de ders kitabımıza çözüm klavuzu hazırlayalım dedik. Hani şu öğrenicler kullanmasın diye uğraştığımız, kitaptaki tüm soruların çözümleri olan klavuzlar var ya. Ondan bir tane kendi kendimize hazırlayalım da herkes gönlünce kullansın istedik. Kitabımızın son bitirdiğimiz ünitesinin sonunda her öğrenciye 2'şer soru düşecek kadar soru varmış, 130 tane. Herkes 2 soru çözüp paylaşırsa ve sonra bir de herkes birkaç çözümün doğruluğunu kontrol ederse, bu iş hallolur dedik. Uğraşıyoruz...

Peki tüm bu koşuşturmanın, bütün zamanı buna ayırmanın, saatlerce eposta yazıp, okumanın, şarkılar dinlemenin, duygulanıp göz yaşı dökmenin, örnekler, notlar, videolar hazırlamanın, bıkacak kadar akışkanlar mekaniği videosu izlemenin, geri bildirim vermenin, öğrencileri gaza getirmeye çalışmanın sonunda akılda ne kaldı? Unutulmayacak hoş anılar kaldı elbet. Ama korkarım, bir de aşağıdaki kaldı.



Sosyal medyadan hoşlanmam ve kullanmam. Böyle tipler yüzünden. Elbette güzellikleri de vardır, ama bana göre değil. Twitter da kullanmam. Ama benimle ilgili olarak yukarıda anlattığım paylaşımdan sonra gidip baktım ne olmuş diye. Yorumlar vardı, okudum. Ve bunu gördüm. Sonra da aklımdan çıkmadı. Bu eski öğrencimizin yazdığı doğru olabilir. Ben gerçekten öğrencilerinin yüzüne bakmayan, onlara selam, sabah, değer vermeyen bir hoca olabilirim. Daha kötüsü de olabilirim. Ama benim olmadığım bir ortamda arkamdan bu yazılmaz. Doğru da olsa yazılmaz. Eğer sosyal medyayı yoğun olarak kullanan biri iseniz bunu anlayamayabilirsiniz. Bu arkadan konuşma, laf sokma, sosyal medyada normal bir şey sanki. Ama benim için bu çözülmesi gereken bir mesele. Bu yazıyı okuyacak öğrencilerim olacaktır. Onlardan isteğim eğer tanıyorlarsa veya bir şekilde ulaşma imkanları varsa bu Twitter kullanıcısına bu blog yazısını göndermeleri ve benimle iletişime geçmesini beklediğimi söylemeleri. Kendisiyle konuşmam, derdini öğrenmem, kendi derdimi ona anlatmam gerekiyor. Eğlendik, güldük, ama bu iş ciddi.

Foamy Lectures (29.03.2020)

I just added a new entry in the top menu of these pages, the Foamy Lectures. I've started creating these educational OpenFOAM pages last summer. It is still a work in progress, but I wanted to make it visible, with the hope that I can find motivation to continue working on it. Below, is the current Table of Contents with the first four lectures. As the pages become more mature, hopefully, they will be useful to those who are interested in learning OpenFOAM. Let me know what you think about it.

Korona Günlerinde CFD (24.03.2020)

Malum, COVID-19 salgını sebebiyle okulu tatil ettiler, öğrencileri evlerine gönderdiler. Benim akışkanlar mekaniği sınıfındakilere sordum, bu arada biraz CFD öğrenmek ister misiniz, size basit bir video hazırlayayım mı diye. Sınıfın üçte biri olur dedi. Ben de zaten YouTube ortamlarını merak ediyor, eğitim videoları nasıl hazırlanır öğreneyim diyordum, bu da bahanesi oldu. Salgından önce dış akış, sınır tabaka, sürüklenme kuvveti gibi konuları işliyorduk. Öksürükle etrafa yayılan, muhtemel virüs taşıyıcısı, mikrometre mertebesindeki damlacıkların hareketlerinden esinlenrek iki boyutlu dairesel bir cisim üzerinde 0.4 Reynolds sayısındaki sürünen akışı çözdüm ANSYS Fluent ile. Sonuçları derste gördüklerimizle ilişkilendirmeye çalıştım. Bizim öğrencileri ve derste yaptıklarımızı düşünerek hazırladım bu 4 kısa parçalı videoyu, ama akışkanlar mekaniği bilip hiç CFD bilmeyen ve merak edenler de faydalı bulabilirler. İlk iki parça giriş ve motivasyon, üçüncü parça Fluent ile yapılan çözüm, son parça ise sonuçların görselleştirilmesi ile ilgili. Bu videoyu hazırlarken hep söylediğim bir gerçekle tekrar yüzleştim. Bir konuyu enine boyuna öğrenmek istiyorsan onu öğretmeye çalışacaksın. Öğretirken ne kadar bilmediğini anlıyorsun. Burada da aynısı oldu. Bir de fark ettim ki bu tip bir eğitici video hazırlamak epey zahmetli, zaman alan bir iş. Ama zevkli. Devamı gelecektir.

History of Fluid Mechanics (14.02.2020)

In the first week of ME 306 Fluid Mechanics II, I typically give a short review of our first fluid mechanics course ME 305. And I usually do this by drawing a historical timeline on the board showing important figures and their achievements. This semester I made an image file of this time line, part of which is given below. Please click on it to see the full image. As the title and the note on it say, this is an incomplete time line. I know that many important names are missing here, but as I said, this is intended to be a tool to review the material of our first course and to mativate the students for the upcoming new topics. Please let me know if you spot any mistake or want to suggest an addition.

Recent Research Paper (09.02.2020)

This paper got published recently in Medical and Biological Engineering and Computing. It is the second paper published from Kamil Özden's PhD thesis, which we supervised together with Dr. Yiğit Yazıcıoğlu. Here again we performed Large Large Eddy Simulations (LES) of blood flow inside steneosed vessel models. This time the aim was to understand the effect of stenosis shape on turbulence induced wall pressure fluctuations and the resulting acoustic radiation. We considered blood to be non-Newtonian and worked with a physiological pulsatile flow profile. Converting the simulated wall pressure fluctuations to sound we were able to obtain realistic murmurs that cardiologists hear when they examine patients with a stethescope. We obtained distinct sound patterns for different stenosis shapes that can be identified by a trained doctor's ear. We belive that this work will shed light in developing technologies for the non-invasive acoustic based diagnosis of atherosclerosis. Full form of the paper can be accessed here.

Read / Watch (07.01.2020)

I realized that the Software page of this site has not been updated for several years and it is not very useful in its current form. So I decided to change it with the new "Read/Watch" page as you see above. I am planning to post there things to "read and watch", obviously. It will serve for two purposes; 1. Remind me to read and watch these things, which I really want to do but somehow postpone for the sake of other stuff, 2. Let others be aware of these things that I am interested in, with the hope that they will also find them interesting and useful. The list has just a few items right now and hopefully will grow in time.