Soluk Mavi Nokta (25.12.2013)

1977 yılında Voyager 1 ve Voyager 2 isimli uzay araçları yolculuklarına başladılar. Tıpatıp aynıydılar. Her ikisi de o günden bugüne, 36 yıldır çalışıyor ve Dünya'ya veri gönderiyor. Voyager 2 15 gün önce fırlatılmış olsa da Voyager 1 yolda daha az oyalandığı için bugün Dünya'dan en uzağa gidebilmiş insan yapımı araç konumunda. Şu an bizden tam 19 milyar kilometre uzakta. Dünya'nın Güneş'e ortalama uzaklığı 150 milyon kilometre, yani 1 Astronomik Birim (AU). Voyager 1 130 AU kadar yol gitmiş.



Voyager programının esas amacı Jüpiter ve Satürn hakkında bilgi toplamak olsa da bugün bu araçlar çok daha ileriye gitmiş durumda. Artık yavaş yavaş Güneş sistemini terk etmeye hazırlanıyorlar. Voyager 1, 1990 yılında Güneş'e en uzak gezegeni de geçtikten sonra ünlü astronom ve bilim kurgu yazarı Carl Sagan'ın isteği üzerine kamerasını evine çevirdi ve Güneş sistemindeki tüm gezegenlerin bir aile fotoğrafını çekti. Dünya'nın aşağıdaki fotoğrafı çekilirken ben ne yapıyordum, fotoğrafta çıktım mı bilmiyorum, ama bugüne kadar en uzaktan çekilen fotoğrafım oldu. Bir daha da böylesi bir makineye poz vermem mümkün olmayabilir.



Sagan'ın The Pale Blue Dot ismini verdiği bu fotoğrafta Dünya, hoş ama tesadüfi bir ışık oyunuyla oluşmuş bir halkanın üzerinde asılı duran soluk mavi bir nokta olarak görünüyor. Bir piksel bile değil boyu. İnanılmaz bir sonsuzluğun içinde, yapayalnız. Sagan'ın bu fotoğraftan beklentisi bilimsel değil. 6 milyar kilometre uzaktan işe yarar bir bilgi elde edilemeyeceğinin farkında. Ama derdi başka. Bir daha evimize bu kadar uzaktan bakamayız büyük ihtimalle, bu şansı değerlendirelim diyor. Çok da iyi yapıyor. İnsanlık tarihinde çekilmiş en romantik fotoğraflardan biri çıkıyor ortaya. Sagan bu fotoğraftan çok etkileniyor. 1994 yılında yazdığı kitabında hislerini kabaca şöyle anlatıyor; "Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz". Sagan'ın seslendirdiği aşağıdaki videonun metni şurada.



Bugün Voyager 1 Dünya'dan 19 milyar km uzakta ve ortalama saniyede 17 km hızla bizden uzaklaşmaya devam ediyor. Ben bu yazıyı yazmaya başladığımdan beri yaklaşık 30,000 km yol almış. Biliminsanları Güneş sistemini ne zaman terk edeceği ile ilgili hesaplamalar yapsalar da bu cevabı pek kolay bir soru değil. 2004 yılında Güneş rüzgarının ses üstü hızdan ses altı hıza düştüğü şok dalgasından geçti. 2012 yılında ise Yıldızlararası Bölge'ye geçtiği hesaplanıyor. 1990 yılında, Dünya'nın bu meşhur fotoğrafını çektikten sonra güç tasarrufu için kamerası kapatıldı, zaten etrafında görecek pek birşey kalmamıştı. Nükleer yakıtı 10 yıl kadar sonra bitecek ve üzerindeki cihazlar birer birer kapatılacak. Artık Dünya'ya veri gönderemeyecek olsa da yolculuğuna devam edecek. Tam olarak ne zaman nelerle karşılaşacağını kimse bilmiyor. Neptün'den sonra birşeye çarpmadan Kuiper Kuşağı'nı geçti. Sırada var olduğu tahmin edilen Oort Bulutu var. Ama orayı geçmek biraz uzun sürecek, 40,000 yıl kadar. Eğer milyarlarca kuyruklu yıldızdan da kurtulmayı başarırsa, ki bu pek zor olmayacaktır, 18 ışık yılı uzaktaki AC +79 3888 yıldızına bizim Güneş'imizden daha yakın olacak. Ondan alacağı ivme ile Samanyolu Galaksisi'nde gezinmeye devam edecek. Kırk bin yıl gidiyorsun ve ancak bir başka yıldıza merhaba diyebiliyorsun. Samanyolu Galaksisi'nde 100 milyardan fazla yıldız var. Bilinen evrende ise 100 milyardan fazla galaksi. Ne muazzam bir yolculuk, ne büyük bir ölçek. Astronomi çok güzel bir bilim dalı.

İyiydi (19.12.2013)

Adı lazım değil, tanıdığın biri arabasını değiştirmiş.
Hayırlı olsun, kazasız belasız kullansın da...
Bize de bir soraydı iyiydi.

Pek severdik eski arabasını.
Vuruğuydu, kırığıydı, pisiydi, pasıydı. Hepsi tamamdı da...
Ustaları o kadar çok sevmeyeydi iyiydi.

Rengini, plakasını bilirdik. Düzlükte karşıdan gelirken seçerdik, el kol ederdik.
Malum, etrafta el kol edecek pek adam yok...
Daha çok olaydı iyiydi.

Öylesine günlerin sıradan vakitlerinde park yerinde görünce sevinirdik.
O buradaysa tanıdık da yakındadır diye de...
Arabası kadar kendini de görebileydik iyiydi.

Özel günlerin güzel vakitlerinde araba yoksa ortalıkta bilirdik.
Tanıdığın az işi çıkmış, hemen dönecek de...
Arada yanında bizi de götüreydi iyiydi.

Duyduk, yenisi çok iyi kaçıyormuş, eksiği yok fazlası varmış.
Maşallah, nazar değmesin. Tanıdığa yakışır da...
Allah biliyor ya yeniyken eskisi de iyiydi.

V & V (06.12.2013)

Akışkanları sayısal ve deneysel olarak çalışmak birbirinden oldukça farklı. Zorlukları var ikisinin de. Deneysel çalışmanın temel sıkıntısı ekipmanların pahalı olması, laboratuvarı çekip çevirmek için çok para gerekmesi. Deneysel çalışmalarda proje takvimlerini alt üst edecek şekilde işlerin ters gitmesi, alımların gecikmesi, sizin haricinizde kişilerin çözmesi gereken aksaklıkların çıkması da muhtemel. İşin sayısal boyutunda ise eğer ticari yazılımlar kullanılıyorsa gene para gerekiyor. Ama yazılımlar deney ekipmanları kadar pahalı değil. "Kaynak kodlarına erişemediğiniz ve hiçbir değişiklik yapamadığınız bir yazılıma para verilir mi?" gibi derin bir sorunun cevabı bu yazıyı aşar. Oraya da geliriz bir ara. Eğer kendi kodlarınızı yazarak araştırma yapıyorsanız o zaman gereken para sadece bilgisayar için oluyor ve bugünlerde de bu pek sıkıntı değil. Ofisinizde geliştirdiğiniz kodları, örneğin TÜBİTAK ULAKBİM'de bulunan ve tüm araştırmacıların kullanımına açık olan süper bilgisayarlarda ücretsiz olarak çalıştırmak mümkün. Tabii tüm bu çalışmalarda esas önemli nokta işleri yapacak öğrencileri bulabilmek ve onları finanse edebilmek. Sayısal çalışmalarda kod geliştiercek öğrenci bulmak bugünlerde pek kolay değil.

Akışkan problemlerini sayısal olarak çalışmanın, yani CFD yapmanın bence en temel zorluğu, insanı en çok yıpratan tarafı, sürekli kendini birilerine beğendirme mecburiyetinde hissetmen. Yıllar içinde oluşmuş "Deneysel çalışmalar güvenilirdir, sayısal çalışmalara ise soru işareti ile yaklaşılmalı, mutlaka deneysel sonuçlarla karşılaştırılmalı" fikri bazen insanı çok bunaltıyor. Girdiğim tez jürilerinde bu sıkıntıyı hissediyorum. Bazen öğrenci hem deneysel hem sayısal çalışmayı bir arada yapmış oluyor. Neden ikisini de yaptığını soruyorum. Beklediğim cevap "CFD daha hızlı ve daha ucuz. CFD'den güzel cevaplar alınabildiğini gösterip deney sayısını azaltmak için" oluyor, ama bu cevabı pek duyamıyorum. Eğer bu iki tür çalışma beraber yapıldıysa genelde öğrencinin hocası deneysel ağrılıklı çalışan biri oluyor ve günün yükselen trendi olarak araya CFD de karışıyor.

CFD'yi deneyle doğrulama meselesi genelde yanlış anlaşılıyor. Eğer her yapılacak CFD benzetimi için bir de deney yapacak olursak CFD'nin anlamı kalmıyor. Geçenlerde girdiğim bir tez jürisinde deneysel olarak mini kanallarda ısı transferi çalışılmıştı. Deneysel datanın bir kısmında önemli miktarda belirsizlik mevcut. Şaka yollu "Bunu CFD ile çözmeyi çok isterim. Bilgisayarların belirsizliği yoktur, ne hesaplıyorsa doğru hesaplar, yeter ki sen ona doğru şeyi doğru yöntemlerle hesaplat" gibi bir yorum yaptım. O zaman akıllara hemen "Ama CFD bu işi kotarabilir mi, nereden bileceğiz doğru çözeceğini?" sorusu geliyor.

CFD jargonunda Verification ve Validation (V & V) kavramları var. Çok önemliler, ama az biliniyorlar, özellikle de işe yeni başlayanlar ve işin tam içinde olmayanlar tarafından. Bu terimlerin oturmuş Türkçe karşılıkları yok bildiğim kadarıyla. Sözlükler ikisine de "doğrulama" diyor. Zaten İngilizce'de de birbirlerinin yerine hatalı olarak da olsa sıklıkla kullanılıyorlar. Biz kolaya kaçıp verifikasyon ve validasyon diyelim. Konu ile ilgili elimdeki en kapsamlı kaynak ABD'deki Sandia Ulusal Lab'ının Validasyon ve Belirsizlik Tahmini Bölümü'nden çıkan 2002 tarihli şu doküman. Bölümün ismine bakar mısınız? Buradan çıkan CFD tadından yenmez, çerçeveletilip duvara asılır. 122 sayfalık kitap gibi bir makale bu. Burada özetlemeye çalışacağım. CFD ile ilgiliyseniz mutlaka hepsini okuyun. Deneysel çalışanlar için de çok önemli bilgiler var içinde. Konuyla ilgili başka kaynak isteyenlere bu makalenin 353 maddelik referans listesi yetecektir. Onlardan okuduklarınız olursa öğrendiklerinizi benimle paylaşmanızı çok isterim.

Validasyon problemin fiziği ile ilgili. Sayısal benzetimin gerçek hayatla tutarlı olup olmadığının derdinde. Burada deneysel sonuçlarla karşılaştırma yapılması gerekiyor. Bunun sebebi gerçekle en örtüşen sonuçların deney ile elde edilebileceği gerçeği. Ama deneyin hakkıyla yapıldığı ve deney datasının sayısal çözüme göre gerçeğe daha yakın olduğu gibi bir kabullenme yok. Verifikasyon ise işin fiziği ile ilgilenmiyor, tamamen matematiksel. Diferansiyel denklemlerin sayısal çözümlerinin doğruluğunu, basit referans (benchmark) problemler için doğru olduğu bilinen analitik veya diğer güvenilir sayısal çözümlerle karşılaştırarak sınadığımız bir iş. Kolay akılda kalması için V & V şöyle ifade ediliyor; "Validasyon: Doğru denklemleri mi çözüyoruz? Verifikasyon: Denklemleri doğru mu çözüyoruz?". Bayılıyorum bu ifade şekline. Buradaki çok önemli bir detay şu; V & V sadece belli bazı test durumlarının doğruluğu ve hassasiyeti için yapılabilir, ilgilenilen her durum (case) için yapılamaz.

Güvenilir CFD yapabilmek ve akşam rahat uyuyabilmek için (Tuhaftır, daha yastığı görünce uyuyan ben, nedense 1 aydır uyuyamıyorum) V & V'ye önem vermek ve işe verifikasyon ile başlamak gerek. Amacımız mümkün olduğunca sayısal çözümde yapılan hataları matematiksel modellemenin uygunluğundan (kullanılan denklemlerin geçerliliğinden) kaynaklanan hatalardan ayırabilmek ve bu hataların miktarını belirlemek. Bunu bir CFD kodunun çözebildiği her problem için yapmak mümkün değil. Zaten elimizde çok sınırlı sayıda problem için güvenilir başka çözüm var. Bu güvenilir test problemleri ile karşılaştırma yapabiliriz ancak. Ve zamanla bu test problemlerinin sayısını ve problemlerde çalışılan parametrelerin kapsadığı alanı artırmayı hedefleyebiliriz. Verifikasyondaki temel amaç akış çözücümüzün denediğimiz test durumları haricinde de doğru çalıştığı konusunda bir güven oluşturabilmek. CFD kodlarındaki beş temel hata kaynağı şöyle; çözüm ağının yetersizliği, zaman adımının yetersizliği, yinelemeli hesaplamaların yakınsamamış olması, bilgisayarların hep yaptığı yuvarlama hataları ve programlarda biz yazarların yaptığı hatalar (bug). Bunlardan sonuncusunun varlığından haberdar bile olmayabiliriz, ama diğerleri varlığı kesin olan, sebepleri belli ve ölçülebilir hatalar.

Diferansiyel denklemlerimizi uzayda ve zamanda ayrıştırırken kullandığımız şemaların ne gibi kesme (truncation) hatalarına sebep olduğunu biliriz. Örneğin çözücümüzün uzayda ve zamanda ikinci dereceden hassas olduğunu iddia ederiz, ama bu bir takım basitleştirmelerden sonra söylenebilen bir savdır. Verifikasyon çalışmasında bu ikinci derece hassasiyetin, üzerinde çalıştığımız test problemi için ne kadar geçerli olduğunu ortaya koymamız gerekir. Herşeyden önemlisi sistematik bir şekilde sayısal ağı sıklaştırıp zaman adımını azalttığımızda çözümün referans çözüme nasıl yaklaştığını göstermek ve bu işlem sırasında ortaya çıkan hataları hesaplamak mecburiyetindeyizdir. Deneyimim odur ki tezlerde bu hemen hemen hiçbir zaman hakkıyla yapılmaz. Gerekçe genelde "Eldeki bilgisayarlar ile ancak bu kadar yapılabildi" olur.

Verifikasyondaki en temel sıkıntı iyi tanımlanmış, zamanla değişmeyen, güvenilir test problemleri bulmak. Bu konuda bugüne kadar pek çok bilimsel makale yayınlanmış da olsa sistematik bir şekilde oluşturulmuş test veritabanları yok denecek kadar az. Bu alandaki 2 önemli çalışma NPARC Alliance ve ERCOFTAC QNET-CFD. Bu tür veritabanları genişlemediği sürece CFD'nin kredibilitesini yükseltmek zor. Günümüzün birbiri ile sıkı rekabet içinde olan ticari CFD yazılımlarının, araştırma gruplarının ve ülkelerin varlığı bu veritabanlarının genişlemesine engel oluşturuyor. Çünkü neyin doğru, güvenilir olduğu, bir çözümün başarısının nasıl ölçüleceği konularında hemfikir olmak zorlaşıyor. Bu veritabanları için bilgiyi paylaşmak ve özeleştiri yapabilmek gerek, günümüz insanının belki de en zorlandığı konular.

Verifikasyon meselesine mini kanallarda ısı transferi çalışılan tez için bakalım. Öğrenci literatürden okuduklarına göre tezdeki çalışma şartlarında süreklilik varsayımının doğru olduğunu, ve standart Navier-Stokes denklemleri ile çalışılabileceğini iddia ediyor. Kendini laminer rejimle sınırlıyor ve türbülanslı akışlarla ilgilenmediğini söylüyor. Diyelim ki ben bu problemi ticari bir CFD yazılımı ile çözmeyi teklif ediyorum. İlk olarak yapacağımız iş bu yazılımı bir referans çözümle verifiye etmek. Kolay, zaten tezde deney yapılmış, elimizde bir sürü data var. Olmaz! Verifikasyonda deneysel datanın bir kıymeti yok. Kullanmayı planladığımız yazılımın bizim çalıştığımıza benzer bir problem için (ısı transferi içeren laminer kanal akışı) analitik veya güvenilir bir sayısal çözümle daha önce verifiye edilip edilmediğini öğrenmemiz gerek. 10 yıllardır satılan bir yazılımın böylesine basit bir problem için daha önce verifiye edilmiş olması gerekir deyip Yardım dokümanlarına bakıyoruz. Eğer orada bu çalışma varsa ne güzel, birileri bizim için verifikasyon işini zaten yapmış. Eğer yoksa kendimiz yapmamız gerek. Bunun için referans bir çözüm gerekiyor. Biliyoruz ki ısı transferi kitapları ve makaleleri konu ile ilgili pek çok empirik denklemle dolu. Bunlar da deneysel olduğu için gene iş görmez. Analitik çözümler var, ama bazı basitleştirmelerden sonra, örneğin kanala giriş bölgesini ihmal ediyor, sadece tam olarak gelişmiş akış bölgesi için geçerli. Hiç yoktan iyidir. Biz de uygun sınır şartları ile çözümler yapıp yazılımı bu akış rejiminde verifiye edebiliriz. Ya da daha fazla uğraşıp literatürden gelişmekte olan bölgeyi de içeren güvenilir bir referans sayısal çözüm bulmaya çalışırız. Kime göre güvenilir, nereden bileceğim güvenilir olduğunu? Zor sorular bunlar.

Verifikasyonla ilgili benim çok önemsediğim bir nokta da çözüm sonrası (posteriori) hata tahmini yapmak. Aynı problemi aynı sayısal ağla, ama farklı hassasiyette şemalar kullanan kodlarla çözerek ve çözümleri karşılaştırarak hata tahmininde bulunmak mümkün. Ya da aynı probemi tek bir kodla farklı ağlar kullanarak da yapılabilir bu işlem. Böylece çözümde yapılan hatalarla ilgili elimizde data olur ve referans çözümlere ihtiyaç azalır. Bu konuda pek çok çalışma var literatürde.

"Hocam bir de şöyle sıkıntılar var. Ben laminer bölge ile ilgileniyorum dedim, ama literatürdeki bazı çalışmalarda mini kanal akışlarında laminer-türbülans geçişinin makro kanallara göre daha erken olduğuna dair iddialar var. Yani belki de türbülans vardır bu akışlarda. Bir de kanal duvarlarının pürüzlülüğü meselesi var. O da sonuçları etkileyen bir faktör olabilir". Olur mu olur. Navier-Stokes denklemleri türbülanslı akışlar için geçerli midir? Evet, sorun yok. Peki sayısal olarak biz çözebilir miyiz? Çözeriz, ama uygun bir model kullanmak gerek. Eğer türbülansı işin içine katmak istersek verifikasyon için analitik çözüm bulma şansımız kalmaz. Daha önce yapılan güvenilir sayısal referans çözümlere gitmek şart olur. Orada kullanılan türbülans modellemesinin aynısını ticari yazılımda da kullanıp karşılaştırmalar yapmak gerekir. Kanal pürüzlülüğü önemli diyorsak onu da hesaba katmak gerekir. Gene analitik çözüm bulamayız. Çok büyük ihtimalle referans sayısal çözüm de bulamayız. O zaman verifikasyon çalışmamıza pürüzlülük etkisini katamamış oluruz. İyi de bu iş böyle uzayıp gider. Uzar tabii, geceleri uykular durduk yere kaçmıyor. Daha burada bahsi geçmeyen pek çok kafein etkisi yapan incelik var işin içinde.

Validasyon meselesi için uzun makaleye geri dönelim. Bir akış problemindeki bir parametreye yoğunlaşalım. Problem gene mini kanalda ısı trasferi içeren akış, merak ettiğimiz parametre de kanal duvarı üzerinde oluşan maksimum sıcaklık olsun. Problemi tanımlayan parametreler için (Kanal boyutları, malzeme ve akışkan özellikleri, sınır şartları, vb.) ilgilendiğimiz maksimum sıcaklığın bir gerçek değeri olsun. Bir de bizim deneyde ölçtüğümüz değer. Üçüncü olarak bu problemi matematiksel olarak modellediğini düşündüğümüz diferansiyel denklemleri hatasız çözebilsek ortaya çıkacak olan değer. Ve son olarak bu denklemleri bilgisayar ile çözdüğümüzde elde ettiğimiz değer. Bunların hepsi birbirinden farklı olacak. Farkların sebebi deney sırasında, matematiksel modellemede ve sayısal hesaplamada yapılan hatalar ve belirsizlikler. Örneğin debi ölçerimiz hatalı çalışıyor veya hatalı kalibre edilmiş olabilir. Kanala verdiğimiz ısının ne kadarının kanala gittiği, ne kadarının dışarıya kaçtığı konusunda belirsizlik olabilir. Sayısal hesaplamalarda giriş sınır şartı olarak tam ne kullanılacağı belli olmayabilir. Türbülanslı bir akışı laminermiş gibi çözmeye çalışıyor olabiliriz. Validasyonda temel amaç matematiksel modelimizin gerçek hayatı ne kadar doğru yansıttığını anlamak olduğu için öncesinde, kullanılan programın uygun şekilde verifikasyonunun yapılmış olması gerek.

Validasyonu yapılması gereken problem bazen karmaşık olabilir. Örneğin mini kanallarımızı bir askeri antenin ısı yükünü almak için kullanıyorsak ve bu anten sabit değil sürekli hareket halindeyse, o zaman kanal içindeki akışımız bundan etkilenebilir. Yapılacak validasyon deneylerinde basitleştirmelere gidilip sadece sabit kanal içindeki akış çalışılabilir. Bunun gibi basit ve sık karşılaşılan durumlar için literatürde zaten yapılmış validasyon deneyleri olma ihtimali yüksektir. Bahsi geçen tez öğrencisi bu tür çalışmalardan yola çıkarak mini kanallarında süreklilik varsayımının doğruluğunu kabullenmişti. Eğer laminer-türbülans geçişini merak ediyorsak bununla ilgili validasyon deneyleri yapmamız gerekir. Belli bir akış rejiminde bu akışa en uygun türbülans modelini seçmek veya modeldeki parametreleri kalibre etmek için validasyon deneyleri yapılabilir. Tabir yerinde ise burada kod kullanıcısı müşteri pozisyonunda ve deneysel çalışmalarla ilgili taleplerde bulunuyor. Diyor ki "Bana şu şartlarda bir deney yapıver, bakalım matematiksel modelim buna uygun sonuç verecek mi?

Validasyon deneylerini diğer deneylerden ayıran bazı özellikleri var. Kendim deneysel çalışan biri olmadığım için bunların detaylarına giremeyeceğim, ama makalede uzun uzun okuyabilirsiniz. Makalede ayrıca belirsizlik hesapları, istatistiksel hesaplamalar, sayısal benzetimlerde belirsizliklerin hesaba katılması gibi pek çok konuda detay var. Validasyon çalışmalarında sonuca ulaşabilmek için kendi tanımladığımız bazı metrikleri kullanmamız tavsiye ediliyor. Bu metrikler matematiksel modelimizin uygunluğunun (ve varsa yaptığımız sayısal hataların) bir ölçütü oluyor. Verifikasyonda olduğu gibi validasyon çalışmasının sonunda da CFD kodumuzu bütünüyle kontrol etmiş olmuyoruz, sadece üzerinde çalıştığımız problem için geçerli olan bir sonuç çıkıyor. Verifikasyona nazaran validasyon daha zor bir iş çünkü sayısal analistin tek başına yapabilmesi mümkün değil, deneysel çalışan birileriyle ortak çalışmayı gerektiriyor. Bu makalede anlatıldığı detayda bir validasyon çalışmasına ben bugüne kadar hiç rastlamadım. Makaledeki referanslara bakarak bunun hakkıyla yapıldığı çalışmaları okumak istiyorum ilk fırsatta. Eğer çözeceğimiz problem için validasyon yapmamız mümkün olmayacaksa, yapılan sayısal çözüme öngörü (prediction) deniyor. Benzer durumlar için yaptığımız validasyon çalışmalarını bu öngörünün doğruluğu hakkında kesin iddialarda bulunmak için kullanamıyoruz, ama bazı çıkarımlarda bulunmamıza yarıyorlar.

"Hocam CFD ilgimi çekiyordu, ama öyle bir anlattın ki gözüm korktu". Korksun. CFD renkli resimler üretmekten çok öte birşey. Havada şöyle bir elini sallayıverdiğinde göremediğin o türbülansı hakkıyla çözebilmek için yıllarını vermen gerektiğini bilerek yap CFD'yi. Bir gün gelecek bundan çok daha karmaşık akışların, akla hayale gelecek her türlü akışın, hiçbir güven sıkıntısı olmadan bilgisayarlarla çözülebileceğinden kuşku duymadan yap. CFD labına yürürken yanından geçtiğin akışkan labındaki rüzgar tüneli odasının kapı kolunun tozunu aldığını hayal ederek yap :-) Unutma, bilgisayarlar sen ben gibi hatalar yapmaz. Bir ölçüm ucunu (probe) tutarken elleri titremez bilgisayarların, gözleri cetvelleri hatalı okumaz, ölçüm deliklerini 1 mm sağa/sola açmaz bilgisayarlar. CFD kodları bir kanalın etrafını ısı transferi için yalıttım dediyse yalıtmıştır. "Çok uğraştım, elimden gelenin en iyisini yaptım, ama gene de biraz kaçak olabilir" demezler. Kanaldan dakikada şu kadar su akacak dediyse o kadar akar (Ha bazen kanal içinde su kaybolur gider, oraya hiç girmeyelim :-)). CFD kodları sen çalıştırınca başka, ben çalıştırınca başka sonuç vermezler. Bugün başka, yarın başka, sabah soğukta farklı, öğlen sıcakta farklı çalışmazlar. Bilgisayarlar candır. Onları doğru programlayalım. Ticari kodları yazanlara saygı duyalım. Kendi kodlarımızı özenerek yazalım.

Tamam mı, bitti mi? Bitmedi. Hala kafamda pek çok pratik soru işareti var. Anlaşılıyor ki benim esas derdim verifikasyon. Validasyon için daha önceleri çok çalışılmamış, karmaşık fiziksel olaylara, standart korunum denklemlerinden farklı matematiksel modellemeler gerektirecek zor problemlere gitmek gerek. CFD'nin kredibiletisini yükseltmek ve her adı geçtiğinde kalkan kaşları indirmek için V & V'ın önemini kavramak gerek. Bu işlerin tam olarak nasıl yapılması gerektiği konusunda hemfikir olunmuş değil. İzlenmesi gereken yol haritaları, takip edilmesi gereken standartlar yok. Ama zamanla oluşacaktır.

"Hocam Allah aşkına ne diyorsun? Biz firmamızda senelerdir CFD'yi tasarım yaparken kullanıyoruz. Herşey tıkır tıkır çalışıyor. Problem yok yani, üzme o kadar kendini". Bunu duymak beni olsa olsa çok sevindirir. Bir gün biz de bu kampüsten çıkıp sizin oralara gelirsek, bizim de yapacağımız bu olur. Ama şimdilik biz endişeleneceğiz, siz de para kazanacaksınız. İş bölümü yaptık.

Hesap Hatası (01.12.2013)

Gecen Cuma akşamı 413'ün sınavını yapıp eve gittim. Akşam yemeğini yerken telefon geldi. Annem arıyor "Oğlum bizim alt katın mutfağına bizden su gidiyormuş, koş bir bak". Şehir dışındaydı annem, evi boştu. Eskiden annemle dip dibe yaşıyorduk, ama lojmana taşınınca biraz mesafe girdi araya. Atladım arabaya Bahçeli'ye gittim. Korka korka açtım kapıyı. Antrede su vardı, mutfak tamamen suydu, odalar iyiydi. Ne olduğunu, suyun nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Lavabonun içi, ortalık çamur gibi birşeyle kaplıydı. Alt kattaki komşuyla, yöneticiyle konuştum. Bizim dairenin vanasını kapattıklarını söylediler. Ne olduğunu anlamadığım için açmadım vanayı. Islanan halıları banyoya attım. Havulularla, kovalarla evdeki suyu boşalttım. Buzdolabının, bulaşık makinesinin arkasını, tezgahların altlarını temiz su olmadan temizlemeye çalıştım. Biraz dinleneyim deyip işe ara verince, ortalık gene su dolmaya başladı. Meğer bizim evde değilmiş sorun, üst katın kullandığı su aşağıya gidemeyip bizim mutfaktan geri tepiyormuş. Ortalıktaki pislik de oymuş. Üst katı uyardım su kullanma diye. Gittim aşağıdan vanayı açtım. Temiz suyla ortalığı tekrar sildim. Meraktan habire arayıp duran anneme raporlar verdim. Yönetici sabah için bir usta çağırdı. Ne olur ne olmaz diye annemde yattım, 2 saatte bir kalkıp ortalığı kolaçan ederek. Sabah erkenden kalkıp temizliğe devam ettim, usta çalışabilsin diye hazırlık yaptım. Enteresan bir makine ile açtı usta tıkanıklığı. Ömrümde yıkamadığım kadar bulaşık yıkadım, bir kavanoz kırdım. Yerleri defalarca temiz suyla sildim.

Ortalık biraz normalleşince annemin hakkını ödeyebilmek için evini daha kaç kere su basması gerektiğini hesaplamaya çalıştım. Beceremedim.

Yağmurlu Akşamlar (27.11.2013)

Çalıştırmak istemem hiç arabanın sileceklerini. Etrafın ışıkları o damlalı camda daha çok kırılsın ve şenlik biraz daha devam etsin diye. Ne güzel bir görüntüdür o. Gözümün önüne kırmızı bir belediye otobüsü getirir. Dışarısı soğuk, ama otobüs sıcacıktır. Gecedir, otobüs tenhadır. Yollar boş, camlar damlalıdır. Otobüs seni akşam gezmesinden evine götürür.
Hem de bedavaya.
Daha çocuksun ya.

Koç Top (21.11.2013)

Aşağıdaki resmi geçen ay eşim paylaşmıştı. Bilim Teknik Dergisi'nin Ekim sayısından bir haber. Evo One isimli bir basketbol topundan bahsediyor. Üzerindeki algılayıcı sayesinde oyuncuya atış kalitesi hakkında geribildirim veriyor. Süper fikir.



Bugün Milliyet'in internet sayfasında benzer bir haber vardı. Bu seferki topun adı 94fifty. Bu daha maharetli gibi duruyor. Topladığı datayı anında telefonunuza (veya koçunuzun telefonuna) gönderiyor. Top sürme ve şut atma tekniklerinizi geliştirmeye yarıyor. Müthiş. 295 dolara satılıyor. Ama "Dünyanın ilk akıllı algılayıcılı basketbol topu" diye reklam yapmaları bizi üzdü. Çünkü biz bunu daha önce kızımla düşünmüştük.

Büyük Kızım Elif epeydir okul takımında basketbol oynuyor. 3 sene önce 3. sınıfa giderken bir proje ödevi verdiler, teknolojik bir alet tasarlayacaklardı. Düşündük ve basketbolla ilgili birşey olsun dedik, "Koç Top" projesini hazırladık. Topun içini ve dışını gösteren 3 boyutlu bir maketini yaptık. Neler yapabileceğini uzun uzun anlattık. Şunları yazmış Elif ödevinde;

"Koç Top çocukların basketbolu öğrenmelerine yardımcı olur. Onlara yaptıkları hataları bildirerek bunlardan vazgeçmelerini sağlar. Antrenmanlardaki performanslarını hafızasında tutar. Koç Top 2 kalem pil ile çalışan elektronik bir basketbol topudur. Dış görüntüsü normal bir basketbol topuna benzer. İçindeki hız ve pozisyon algılayıcıları ile bir oyuncunun topu nasıl sürdüğünü ve potaya nasıl attığını algılayabilir. Top sürerken ve şut atarken yapılan hataları oyuncunun kulaklığına aktarabilir. Kaçırılan ve basket olan topları üzerindeki sayı göstergesinde gösterir. Bu bilgileri hafızasında tutarak eve gidince hoparlörlerinden oyuncuya söyleyebilir."

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, Koç Top mu, 94fifty mi? Patent almadığımıza yanıyoruz ciddi ciddi.

Yemyeşil Hesaplama (20.11.2013)

Yeşil Hesaplama (Green Computing) kavramı bilgisayarlarla haşır neşir olurken bir yandan da çevreci olmayı unutmamaktan bahsediyor. İlk akla gelen tüketilen elektrik olsa da sadece onunla kısıtlı değil. Örneğin bilgisayar ve bileşenlerinin yapıldığı malzemeler, ne kadar çevreci üretildikleri, geri dönüşümleri de bu kavram içinde yer alıyor. İşin elektrik tüketimi tarafına dönecek olursak, 2015 yılında dünyadaki kişisel bilgisayar sayısının 2 milyar olacağı tahmin ediliyor. Bizim evde 1 masaüstü, 2 dizüstü, ofiste de 4 masaüstü, 1 dizüstü bilgisayar olduğu düşünülürse bu 2 milyar bilgisayarın en az yarısı hiç çalışmadan yatıyordur kesin. Çalışanlar ortalama 110 Watt tüketse, toplam 110 GW'dan bahsediyoruz. İşyerlerinde daha çok, evlerde daha az çalışacaklarını varsayıp günde ortalama 5 saat çalışıyorlar desek, yılda (110 GW) * (5 h/gün) * (365 gün) = 201 milyar kWh eder. EÜAŞ verilerine göre Türkiye 2012 yılında 200 milyar kWh elektrik üretmiş. Yani Türkiye'deki üretim dünyadaki tüm kişisel bilgisayarların ihtiyacını anca karşılıyor. Esasında ülkemizin gerektiği kadar çok üretim yapamadığını düşünürsek rakam çok da korkunç değildir belki.

Buradaki temel sıkıntı günümüz bilgisayarlarının sıradan işler için fazla iyi olması. Patron etrafta değilken eposta okuyup Facebook'da gezinmek 110 Watt'dan çok daha ucuza yapılabilecek bir iş. Bu da kuvvetli merkezi sunuculara erişerek çalışan düşük seviye kullanıcı bilgisayarlarını gündeme getiriyor. Bu yeni birşey değil, ama çevreci endişeler arttıkça bunun da önemi artıyor. "Herkes İçin Yeşil Hesaplama" sloganıyla iş yapan Sundec firmasının pazarladığı ultra ince bilgisayarlar sadece 5 W tüketiyor.

Bilimsel hesaplamalar yapmak için de kullanılan süperbilgisayarlar, çalışmak ve çalışırken soğuk kalabilmek için muazzam elektrik tüketiyorlar ve Yeşil Hesaplama muhabbetinden çok yara alıyorlar. Dünya'daki en hızlı 500 süperbilgisayar listesi olan Top500 bir süredir elektrik tüketimlerini de veriyor. Kasım 2013 listesinin en tepesinde duran Tianhe-2 Çin'de çalışıyor. 3 milyondan fazla çekirdeğe sahip ve 18 MW elektrik harcıyor. Tüm yıl hiç kapanmadan çalışabilmek için 158 MWh elektrik istiyor. Bunu karşılayabilmek için yanıbaşında Ankara'daki Yenice Barajı gibi ufak bir baraj olması gerekiyor. Tabii Çin'deki Three Gorges Barajı'nın tek başına 22 GW gibi akıl almaz bir kapasiteye (Türkiye'deki tüm barajların kurulu gücünün 2 katı) sahip olduğunu düşününce gene rakamlardan gereksiz korkuyoruz galiba diyor insan. Dünya büyümüş de biz küçük kalmışız sanki.

Yeşil Hesaplama endişeleri Top500 listesine 2007 yılında bir kardeş getirdi, Yeşil500. Burada önemli olan FLOPS/Watt, yani Watt başına yapılan hesaplama ölçülüyor. Öyle 3 milyon çekirdek koyayım, yanına da baraj kurayım diyerek burada birinci olunamıyor. Kasım 2013 listesinin tepesinde duran Eurora süperbilgisayarı İtalya'da çalışıyor ve 3.2 GFLOPS/Watt'lık bir gücü var. Yani 1 Watt karşılığı saniyede 3 milyar aritmetik işlem yapabiliyor. Daha önce bahsi geçen Tiahne-2 bu listede 32. sırada. Çok da kötü değil gibi.

Peki Cüneyt sen ne yapıyorsun? Biz hepsinden üstün olan Yemyeşil Hesaplama kavramını getirdik literatüre. Biz hiç elektrik harcamadan hesaplama yapma peşindeyiz. Tabii mecburiyetten. Çünkü ODTÜ'de haftada birkaç kez elektrik kesiliyor. Dün 40 yılda bir yaptığım birşeyi yapayım dedim ve çalışmak için akşam ofiste kaldım. Kalmaz olaydım, elektrik kesildi. Toplamda 2 gün sürmesi gereken bir akış hesaplama işi 10. gününde de tamamlanamadı ve gene yarım kaldı. Araştırma yapmak zor iş, ama bazı yerlerde biraz daha mı zor?

Tahtada Sanat 2 (15.11.2013)

Daha önce ilkini yazmıştım bu yazının. O zamandan bu zamana bizim kızlar benim ofis tahtasına bunları karalamışlar. Üzerine tıklayarak resmin büyük halini görebilirsiniz.


Yazma Zamanı (04.10.2013)

Yazdığı kadar konuşamayanlardansanız anlarsınız halimi. Oluyor bazen. Yazma zamanı geliyor. Herşey üst üste biniyor. Bir arabadan eski bir tanıdık iniyor, bir türkü olur olmaz zamanda karşınıza çıkıyor, gecenin bir vakti bir gönül kırılıyor, sabahları yağmur çiseliyor ve insanlar bir epostanın konu satırında ölüveriyor. Yazma zamanı geliyor... Bugün yazma zamanı.

Ah Deme (03.10.2013)

Annem kendisini büyüten halasına bakıyor senelerdir. Hala çok yaşlı. Odasıyla hemen yanındaki lavabo arasında geçiriyor hayatını. Hep bir yerleri ağrıyor, gözleri iyi görmüyor, her gün ilaçlar yutup duruyor, vitamin takviyeleri alıyor. 1 ay kadar önce mevsim değişirken hastalandı. Hiç yataktan kalkmaz oldu. 2 gün önce akşam yemeğine annemlere gittiğimde odasına uğradım. Beni sever sağolsun. Aklı yerinde, çok güzel sohbet ediyoruz kendisi ile. Bir ara sohbet durulup ortalık sessizleşince bir "Aaahhh" geçiriverdim seslice. Duydu, "Ah deme. Çok şükür de" dedi. "Yemeğe çağırıyorlar" deyip elini öptüm.

Okulun İlk Günü - 2013 (03.10.2013)

İş güç deyip 3 hafta geciktirdim bu yazıyı. Eylül geldi ve canım kızlarımın okulları açıldı. Bu yıllarda Ramazan ayı yaz tatilinin tam ortasına denk geldiği için dedeleri ve anneanneleri ile yaptıkları uzun Bodrum kaçamakları sekteye uğramaya başladı. Neresinden baksan gene 1.5 ay sürmüştür deniz sezonları, ama okul açılacak muhabbeti dönmeye başladığından beri hep bu sene tatilin yetmediğini söyleyip durdular. Gene okul alışverişimizi yaptık. Bu sefer defter, kitap kaplama olayında teknolojik imkanları sonuna kadar kullandık ve kendinden yapışan kaplar alıp işi 1 haftadan 2-3 güne indirdik. Elif 6. sınıf olunca farklı bir binaya taşındı, Zeynep'ten uzaklaştı. Sabahları hangisinin binasına yakın otoparka park edeceğiz, hangisi daha uzun yürümek zorunda kalacak derdine düştü bizimkiler. Çözüm çabuk bulundu. Elif haftanın 4 günü okul sonrası basketbol antrenmanına gittiği için sürekli iki çanta taşır oldu ve ona kıyak geçmek gerekti. Ben de senelerdir yaptığım gibi müsait olduğum sabahlar küçük kızımla beraber sınıfına kadar yürüyüp panolarda asılanları incelemeye devam eder oldum.

Elif 6. sınıf olunca SBS muhabbetlerine kulak kabartır buldum kendimi. Bir şeyleri değiştirdiler, kimseyi memnun edemeyecek bir yol bulmayı gene becerdiler, ama henüz bize bir etkisi olmayacağını öğrenip rahatladık. 8. sınıfta kopacakmış dananın kuyruğu, beklemede kaldık. Zeynep not alacağı sınavlara girme telaşına düştü. Belli ki sınav günleri geldiğinde karnına bolca ağrılar girecek güzel kızımın.

Farkettik ki kızlar büyüdükçe hem onların hem de bizim "okulun ilk günü" telaşlarımız azalmaya başladı. Fotoğraflar da daha az değişir oldu. Olsun, ben bu fotoğrafları onlar "Yeter baba" diyene kadar çekmeye devam edeceğim.

Bursiyer Aranıyor (21.08.2013)

Meraklı Gezgin'in 1 Yılı (07.08.2013)

Curiosity 1 yıl önce Mars yüzeyine inmişti. 1 yıldır geziyor, fotoğraflar çekiyor, kayaları deliyor, atmosferi analiz ediyor. NASA bu 1 yılda yapılan en önemli 5 bilimsel keşfi şu şekilde listelemiş

- Mars, bugün olmasa da, çok çok önceleri Dünya'daki hayata benzer bir hayat için gerekli olan kimyasal yapıya sahip olabilirmiş.
- Bir zamanlar Mars yüzeyinde diz seviyesine kadar yüksek akıntıların olduğu su yatakları varmış. Ve bu suyun içilebilecek durumda olduğu düşünülüyor.
- Mars'a yolculuğu sırasında Curiosity, bir gün Mars'a gideceklerinden kuşkumuz olmayan astronotlar için tehlikeli olabilecek seviyede radyasyona maruz kalmış.
- Yaşayan organizmalar tarafından Mars atmosferine salınmış olması beklenen metan gazına henüz rastlanamamış.
- Curiosity'nin iniş yaptığı Gale kraterinin sunduğu birbirinden farklı yüzey oluşumları sebebiyle bilim adamları bu seçimin beklediklerinden çok daha iyi çıktığını görmüşler.

Curiosity'nin 1 yıllık macerasını bu 2 dakikalık, 70 dakikalık ve 90 dakikalık videolardan izleyebilirsiniz. Curiosity 1 yılda 1 kilometre kadar yol gidebildi. O kadar çok şey vardı ki etrafında ilgisini çeken gerçek hedefi olan Sharp Dağı'nın eteklerine doğru yol almaya daha yeni başladı. Şimdilik günde en fazla 100 metre ilerleyebildiğinden aylarca gitmesi gerek hedefine varabilmesi için. O kadar uzun yolda mutlaka başka şeyler görüp oyalanacaktır. Meraklı Gezgin'e iyi yolculuklar ve nice yıllar diliyorum.

Curiosity'nin amacı Mars'ın bir zamanlar yaşam için elverişli bir ortama sahip olup olmadığını araştırmak. NASA'nın 2020 Mars Rover hedefi ise Mars'ta bir zamanlar var olması muhtemel yaşamın kendisini aramak.

Acıyı Hafifletmek (01.07.2013)

3 hafta kadar önce final sınavları, telafi sınavları, son harf notları, bütünlemeler, vb. trafiğinde yazılmış bir yazıydı bu. Ancak gelebildi buraya.

Sınav kağıdı okumak insanı tarifsiz acılara gark ediyor. Geçenlerde Yiğit Hoca ile kahvaltı yaparken ikimizin de bundan maksimum düzeyde muzdarip olduğunu ve kağıt okuma sıkıntısını hafifletebilmek için aşağıdakine benzer tuhaflıklara başvurduğumuzu gördük (Yazıya bölümden birkaç hoca daha katkı verdi).

- Kağıtları 3-5 gün bekletip, evden ofise ofisten eve taşıyarak hiç gelmeyecek uygun zamanı beklemek.
- Daha çok öğrencinin sınava girebildiği D Blok paketlerini kesinlikle sona bırakmamak, ilk olarak okuyup bitirmek.
- Az öğrencili, tek gruplu sınavlarda öğrencileri tanıyorsak ve isimler kağıtlarda yazıyorsa önce sınıfın en iyi 1-2 öğrencisinin kağıdına bakarak moral bulmak, gerekiyorsa onu çözüm anahtarı olarak kullanmak.
- Bir sınav paketini açınca önce soruyu boş bırakanları ayırıp, onlara sıfır verip kağıt sayısını azaltmak. Ya da bunu yapmayarak paketin en son kağıdının soruyu boş bırakmış olmasını ummak.
- Sınavda en son soruyu sorup, paketten kağıtları ters duracak şekilde çıkartıp, tek bir parmak hareketiyle okunacak soruya ulaşmak ve bununla zaman kazanıldığını düşünmek. Bu ilk soru için de yapılabilir, ama formül sayfası işleri karıştırıyor bazen.
- "Yapılan doğrulara mı puan vereyim, yoksa hatalardan puan mı kırayım?" diye düşünürken 1 saatin geçip gittiğini farkedip ikisinin karşımı tuhaf birşeyde karar kılmak.
- Sorunun cevabı sayfanın arkasına taşıyorsa önce arka tarafı boş bırakanları ayırarak boş sayfayı çarpılamak ve bunun her nasıl oluyorsa zaman kazandırdığını düşünüp rahatlamak.
- Sınav ofiste okunuyorsa bilgisayardan, evdeyse mutfaktan uzaklaşmak. Canın çektiği ne yiyecek varsa masaya önceden getirmek.
- Kağıtları liste numaralarına göre 5'erli gruplara ayırarak o grup bitmeden acı ne boyuta varırsa varsın masadan kalkmamak. Eğer bir 5'li grupta sınava girmeyen öğrenci olmuşsa çok mutlu olmak.
- Saniyeli saate bakıp kaç kağıt kaç dakikada biter hesabı yapmak. Hesapta bir şekilde umulandan öne geçilirse mutluluktan kendine hediye olarak mola vermek.
- Tüm öğrencileri mümkün olan en az sayıda sınıfta sınava alarak paket sayısını azaltıp moral motivasyonu artırmak. Sadece 2 sınıftan gelen 2 paket varsa hemen herşeyi tek pakete tıkmak.
- Soruları arkalı önlü bastırıp, sayfalardaki kenar boşluklarını küçük tutup sayfa sayısını ve paket kalınlığını düşürerek göz korkutmalarını engellemek. Benzer bir etki için sınav sırasında soru ve boş cevap kağıtları ayrı ayrı dağıtıldıysa soruları cevaplara zımbalamamak.
- Tek gruplu derste tüm sorular okunacaksa en zor olandan başlayarak ilk soruyu en kısa sürede bitirip ne kadar kolay oluyor bu sefer diye kendini kandırmak.
- Sık yapılan hatalar için kısaltma uydurarak yazı işini azaltmak ve bu kısaltmaları itirazlardan önce eposta ile öğrencilere duyurmak. Örneğin "Without solving part (b), the rest can not be solved properly = WSB".


Kağıt okuma ve not verme ile ilgili daha fazla PhD Comics burada, burada, burada ve burada. En büyük acımız bu olsun dileği ile.

Saksağan (28.06.2013)

1 ay kadar önceydi. Babannelerden eve dönerken Deneme Lisesi'nin bahçe duvarının üstünde bir yavru kuş gördü Elif. Zaten yavru hayvanlara deli gibi meraklı olduğundan geçip gidemedi yanından, haber verdi. Yuvadan düşmüş bir saksağan yavrusu, uçamıyor. Gazete kağıdına sarıp eve getirdik, balkonda bir karton kutudan yuva yapıp bakmaya başladık. Veterinere telefon edip neyle besleyeceğimizi sorduk. Kavrulmuş kıyma, bulgur, pirinç, makarna, ekmek vermeye başladık. Yanına gidince annesi gelmiş gibi gagasını açıp deli gibi bağırmaya başlıyordu. İnanılmaz gür ve çirkin bir sesi vardı. Biz de yemekleri tıkıştırıyorduk ağzına. Suyu da şırıgayla veriyorduk. Kendisi ne yerdeki birşeyi yemeği, ne de su içmeyi biliyordu. Sağlam görünen kanatları vardı, ama hiç kuyruğu yoktu neredeyse. Süreki yerde geziyor, küçücük karton kutusuna bile girip çıkamıyordu. Gece üşür diye kutuya koyuyor, sabah camla kapalı balkonda gezebilsin diye kutudan çıkarıyorduk.

Eşim ismi ne olsun diye sorduğunda "Yuvasında duramamış düşmüş, Salak olsun" önerimin biraz ağır olacağına karar verip Şapşal'da karar kıldık. Adına yakışır şekilde bakıyordu hep bize, hemen hemen her kuşun yaptığı gibi. 3 haftadan fazla bizim balkonda yaşadı. İlk bulduğumuzdakinin iki katına çıktı. Kanatları büyüdü ve beyaz tüyleri çıktı. Kuyruğu epey uzadı. Kutusuna girip çıkmayı, balkondaki tabureye, masaya zıplamayı öğrendi. O kadar hareketlendi ki ben yem vermek için balkona çıkmaya korkar oldum, üzerime atlıyordu. Kapıyı aralıyor, şırıngayla biraz su veriyor, sakinleşince balkona çıkabiliyordum. Bir keresinde eşimin kafasına uçup pisledi. Hatta bir sefer eşimi ve elindeki yemekleri görünce heyecanlanıp öyle bir hamle yaptı ki açık balkon camından aşağıya uçtu gitti. Hemen kediler kapmasın diye koştuk aşağıya ve son anda kurtardık yem olmaktan. Tuğla gibi düşmemişti yere, ama uçabiliyor da denemezdi. İndiği yerde öyle garip garip bekliyordu.

Bir akşam eve gelince bir baktık açık balkon camına tünemiş etrafı seyrediyor. Gidecek artık herhalde dedik. Ama kendi kendine tek lokma yem yiyemiyordu. Yemleri masanın üstünde bırakıp alıştırmaya karar verdik. Birkaç gün içinde yiyebildiği çıktı ortaya. Demek ki bütün gün aç kalınca yiyordu. Akşamları kutusuna kapatmaz olduk. Açık camda tüneyerek uyumayı daha çok sevdiğini fark ettik. Balkonu acayip pisletiyordu. Her yeri gazeteyle kapladık, ama kümes gibi kokuyordu balkon. 3 hafta baktıktan sonra evin önündeki parka götürdük, bakalım uçup gidecek mi diye. Ama tavuk gibi yerde gezip durdu. Etrafımızı kediler sarmaya başlayınca aldık getirdik gene balkona.

Geçenlerde iş dönüşü ekmek almaya bakkala giderken parkın yanında yaşlı bir amca "Siz buralarda yaşıyorsanız şurada yuvadan düşmüş bir kuş var. Alın götürün bakın, kedilere yem olmasın" dedi. "Amca" dedim "Biz zaten balkonda bir tanesine bakıyoruz. Uçup gittiği de yok, kaldı başımızda". Yanına gittim yavrunun, bizim bulduğumuzdan çok daha küçük, biçimsiz birşey, ayakta duramıyor, öldü ölecek gibi bir hali var. Biz bunu yaşatamayız, öldüğünde üzüldüğümüzle kalırız dedim. Ekmeği alıp eve geri dönerken annesi dikkatimi çekti. Yavrunun başında bir dalda sürekli aynı tempoda bağırıp duruyordu. Eve gidip eşime haber verdim. Aldı kuşu bir veterinere götürdü. O da siz yaşatamazsınız, aldığınız yere bırakın, annesi sahip çıkarsa belki yaşar demiş.

Eşim eli boş eve dönünce balkondaki Şapşal geldi aklımıza. Yem verelim diye çıktık balkona, ama uçmuş gitmişti. Aşağıya indim, apartmanın etrafında, parkta aradım, kedilerden arta kalan tüylere bakındım. Ortalık temizdi. Belki uğrar diye birkaç gün camları açık tuttuk, ama gelen giden olmadı. Bu sabah erken saatte eşimi Teknokent'e bırakırken yol üzerinde sekip duran çok fazla saksağan olduğunu farkettim. Bugüne kadar hiç dikkatimi çekmemişlerdi. Acayip güzel kuşlar, tüyleri pırıl pırıl, kuyrukları upuzun. 1 ay önce saksağanın nasıl bir kuş olduğunu, nasıl ötttüğünü bilmezdim. Öğrendim.



102. Yıl Hava Gösterisi (11.06.2013)

1 Haziran'da Akıncı Hava Üssü'nde Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın 102. kuruluş yılı için bir etkinlik vardı, bir havacılık şöleni. Eşim TAI'de çalıştığı için ailece toplanıp gittik. Türkiye'de böyle bir gösteriye ilk defa katıldım. Solo Türk ve Türk Yıldızları'nın gösterilerini ikişer defa izledik. Türkiye'nin ilk profesyonel akrobasi pilotu Ali İsmet Öztürk'ün PITTS uçağı ile yaptığı şovu da. TAI'nin bir şekilde emeği bulunan pek çok hava aracını yerde yakından inceledik. Güzel bir gündü. İçimdeki maket uçak sevgisi depreşti, belki bu yaz ilgilenebilirim biraz. Ne güzel olur.

Aşağıdaki resmin üzerine tıklayarak daha büyük halini görebilirsiniz.

Bilginin Fiyatı (06.06.2013)

Elsevier bilimsel makalelerin yer aldığı dergiler yayımlayan bir firma. Bugün kendilerinden bir eposta aldım. Özetle ve kabaca Türkçe'ye çevrilmiş hali ile şöyle diyor; "Computers & Structures dergisinde yaptığınız yeni yayınınız için tebrikler. Yazar Dükkanı sayfamıza giderek makalenizin çıktığı derginin basılı halini satın alabilirsiniz. Ayrıca makalenizin parlak birinci hamur kağıda renkli ve profesyonel bir baskısını 6.40 dolardan başlayan fiyatlarla edinebilirsiniz. Makalenizin basıldığı derginin kapak sayfasının renkli ve göz alıcı bir poster haline 47 dolardan başlayan fiyatlarla sahip olabilirsiniz. İsterseniz sizin için 29 dolardan başlayan fiyatlarla makalenizin bir posterini hazırlayabiliriz".

İnanılmaz fırsatlar bu şekilde devam ediyor. İyi de kardeşim ben yaptığım bilimsel çalışmayı seninle tek kuruş almadan paylaşmışken sen neden bana makalemin basıldığı derginin bir kopyasını para almadan göndermekten acizsin? Bir de üstüne utanmadan beni dükkanına davet ediyorsun. Kimin malını kime satmaya çalışıyorsun? Çok merak ettim bunlara para veren bir akademisyen var mıdır acaba?

Elsevier gibi firmaların bilimsel dergileri yayımlama politikaları, bundan para kazanma şekilleri ve kazandıkları miktarlar son yıllarda giderek artan şekilde sorgulanır oldu. Gerçi bizler şahıs olarak dergilere para veriyor değiliz ama kütüphanelerin bu dergilere abone olabilmelerinin bir bedeli var. Bu tartışmalarda Elsevier firması ön plana çıktı. Stanford ve Harvard gibi çok saygın üniversitelerin yönetimleri Elsevier'i eleştiren kararlar aldılar ve üniversite kütüphanelerini bu firmanın dergilerini satın almadan önce iki kere düşünmeleri konusunda uyardılar. Buna paralel olarak Elsevier tarafından basılan bazı saygın dergilerin yazı işleri kurullarında toplu istifalar oldu.

Benim tüm bunlardan haberdar olmam ise 2012 yılında başlayan The Cost of Knowledge boykotu ile oldu (Wikipedia sayfası). Binlerce araştırmacı tarafından imzalanan bu boykotta insanlar Elsevier firmasının yayımladığı dergiler için editörlük ve/veya hakemlik ve/veya yazarlık yapmama kararı alıyorlar. Ben de imzalayanlar arasındayım, ama gördüğünüz gibi imzamın arkasında duramamışım ve makalemi bir Elsevier dergisine göndermişim. İyi yapmamışım. Ama Computers & Structures dergisi gerçekten saygın ve yaptığımız işe çok uygun bir dergi. Gene de neyi imzaladığımı ve neden imzaladığımı gözden geçirmem ve tutarlı olmam gerektiği ortada.

Bu tartışmalar son yıllarda Serbest Erişimli Dergiler ve Akademi Baharı kavramlarını gündeme getirdi. Herkesin bilimsel yayınlara serbestçe ve ücretsizce (veya şimdikinden farklı bir ödeme modeli ile) erişebildiği bir ortamdan bahsedilir oldu. Kağıda basılmadan, sadece dijital olarak dağıtılan bu dergilerin editörlüğünün nasıl yapılacağı, yayımlanacak çalışmaların kalitesinin nasıl üst seviyede tutulacağı, bu dergilerdeki yayınların nerede indeksleneceği ve nasıl taranacağı gibi konular gündeme geldi. Serbest erişimli dergilerin sayısı giderek artıyor ve bu tip dergilerin tanıtım epostaları sürekli posta kutuma geliyor. Hatta birkaç ay önce çok saygın bir dergi olan Journal of Computational Physics'in artık hem ücretli hem de serbest erişilebilen iki tipi olacağını ve yazarların çalışmalarını gönderirken hangi şekilde yayımlanacağını seçebileceklerini söyleyen bir eposta aldım. Bunun detaylarını araştırmadım ve bu uygulamanın yaygınlığını bilmiyorum.

Buradaki temel bir sıkıntı bilimsel yayınların bir akademisyenin atama ve yükseltmesinde kullanılma biçimi. Bugün mühendislik alanında yapılan yayınları tarayan pek çok index var. Bunlar sayesinde binlerce dergideki on binlerce yayını taramak, bu yayınların birbirlerine yaptıkları atıfları görmek ve bu şekilde çok hızlı ve verimli bir literatür taraması yapmak mümkün. Bu indexlerin en bilineni Science Citation Index (SCI). Thomson Reuters firmasının bir hizmeti olan SCI'da yer alan dergiler pek çok kurum tarafından en saygın dergiler olarak değerlendiriliyor. Dergiler bir önceki yıla ait performanslarına göre bu listeye dahil ediliyor veya listeden çıkarılıyor. SCI'nın dergi kalitesini belirlemesi tartışmalı bir durum da olsa ODTÜ de atama yükseltme kriterlerinde bir derginin SCI'da olup olmamasına bakıyor. Bir puan sistemine dayanan atama yükseltme sürecinde eğer yayının yapıldığı dergi SCI listesinde ise belirli bir değeri oluyor. Bu listede değilse, isterseniz makalenizde dağları devirin bir kıymeti yok. O yüzden puan toplayıp ünvanındaki istenmeyen ön eklerden kurtulma telaşındaki bir akademisyene SCI'da yer almayan serbest erişimli bir dergide yayın yap demek mümkün olmuyor.

Akademik yayın yapma meselesinde sıkıntılar bir değil, iki değil. Örneğin bilimsel çalışmaların hakemler tarafından incelenmesi süreci, bunun ne kadar sağlıklı yapılabildiği, bu süreçte ortaya çıkan etik olmayan durumlar gibi konular da tartışılıyor. Bununla ilgili traji-komik örneklere başka bir zaman değinirim.

Eğitim Anlayışım (30.05.2013)

Bu dönem de bitti. Verdiğim 3. sınıf akışkanlar dersinde daha önce pek yapmadığım birşey yaptım. Dönemin ortasında öğrencilere boş bir kağıt dağıtıp dersin gidişatını değerlendirmelerini ve bana yapıcı eleştirilerde bulunmalarını istedim. İsim vermeden özgürce yazın dedim. Çarpıcı sonuçları oldu bunun. Öğrenciler ağız birliği etmişçesine verdiğim ödevlerden memnun olmadıklarını, bunların kendilerini sınava hazırlamadığını ve vakit kaybı olarak gördüklerini söylediler. Bunu söyleten de o ana kadar verdiğim iki ödev oldu. Birisi bence potansiyel akışın en faydalı uygulamalarından biri olan, bir kanatçık üzerinde oluşan basınç dağılımı ve kaldırma kuvvetinin bir MATLAB programı yazılarak hesaplanmasıydı. Diğeri de yaptığımız Ankara Rüzgar Tüneli gezisi sonrası rüzgar tünelleri ile ilgili genel bir araştırma ödevi idi.

Çok net bir şekilde ortaya çıktı ki öğrencilerin büyük çoğunluğunun tek isteği dersten geçecek notu alabilmek. Onun ötesine tek bir adım atma niyetinde değiller. İstiyorlar ki sınavlarda çıkacak şekilde bol bol soru çözülsün, dağıtılan soru setlerinin çözümleri ellerine verilsin. Biraz ucu açık, biraz kafalarını ders notlarından kaldırmalarını gerektirecek bir iş verildi mi isyan ediyorlar. 3. sınıf bizim bölümün en yoğun senesi. Çok fazla iş yükleri var. Ama bence verilen bu farklı ödevler bütün o iş yükünün içinde onlara soluk aldırabilir. İstenirse eğitimi daha keyifli hale getirebilir. İleride yapacakları meslekte sevecekleri birşeyler bulabilmeleri için bir fırsat olabilir.

Bu dönem arası anketine yazılanları derleyip eposta ile öğrencilerimle paylaştım. Katıldığım ve katılmadığım noktaları söyledim. Sonuna da bundan sonra her dönem ilk derste öğrencilerle paylaşmayı planladığım aşağıdakine benzer bir "eğitim anlayışım" paragrafı ekledim.

Üniversitede eğitmenin görevi farkındalık yaratmaktır. Öğrencilere "Bakın böyle şeyler var" der. Onlarda bir merak uyandırmaya çalışır. İlgilerini çekecek şeyler atar ortaya. İlgilenmeleri için onları teşvik eder, ama onları zorlamaz. İlgilenmek, araştırmak, konular arasında sevebileceği birşeyler bulmak öğrencinin sorumluluğundadır. Üniversite öğrencisi madem derse geliyorum, herşeyi derste öğreneyim diyemez. Ölçmenin ve notun arka planda tutulması, çok göz önüne çıkarılmaması gerekir. Eğitimde yapılan en büyük hatalardan biri öğrencinin öğrenip öğrenmediğini ölçmeye verilen önem kadar ders malzemelerini iyi hazırlamaya, derslerin dolu dolu geçmesini sağlamaya, dersi öğrenciye sevdirmeye, değişen zamana ayak uyduracak şekilde sürekli dersi güncellemeye önem verilmemesidir. Bizim bölümümüzde de az ya da çok bundan muzdarip dersler vardır. Ben bunları her dersimde hakkıyla uyguladığımı iddia edemem, ama elimden geldiğince yapmaya çalışırım.

Öğrenci geribildirimlerine önem verdiğimi bu sayfayı takip edenler bilir. Bu dönem arası değerlendirmesinde de kendime ders çıkardığım, öğrencilere hak verdiğim noktalar oldu. Derslerde habersiz quiz yapmanın kimseye bir faydası yok. Ders anlatış şeklimde değişiklikler yapmam gerekiyor, bu halinde sıkıntılar var. Sınavların genel nota etkisi bu kadar çokken sınav soruları öğrencileri daha çok kitap okumaya ve ders dışı araştırma yapmaya teşvik edecek tarzda olmalı. Not telaşı bu kadar üst seviyedeyken, ders başarısının tek ölçütü not iken, öğrencilerden ders dışı aktivitelerde dürüstlük beklemek iyimserlik olur. Zamane öğrencileri çok açık sözlü, "Eee nasıl gidiyor, bir sıkıntı var mı?" diye sormadan önce 2 kere düşünmek gerek.

New Research Paper (24.05.2013)

Prof. Eralp passed away 2.5 years ago. Gencer Koç was his PhD. student at that time. Then he started working with Prof. Albayrak and they included me in their team. Gencer is working at TARU Engineering, a METU Technopolis company founded by Prof. Eralp. Among many things they work on, they are specialized on the design of metro tunnels. Gencer completed his PhD. study last year. He worked on the prediction of vehicle induced air speeds in metro tunnels using artificial neural networks. The subject is very suitable to be studied using neural networks because there is vast amount of data available from Subway Environmental Simulation (SES) software.

Last year we presented our work at ECCOMAS 2012 Conference in Vienna, Austria. And just recently part of our worked is published in the Journal of Rail and Rapid Transit. You can have a look at the OnlineFirst version of the article if you are interested in the topic.


Bi Sorun Mu Var? (04.04.2013)

Dün akşam bir tartışma programında Akil İnsanlar meselesi konuşuluyordu. Biri diyor ki "Bu insanların esas görevi sıkıntının ne olduğunu ve neden giderilmesi gerektiğini, bu konunun neden çok önemli olduğunu vatandaşa anlatmak". Dinlerken aklım lise yıllarına gitti.

Detayları hatırlamam mümkün değil, ama tarih dersinden dönem ödevi hazırlıyoruz. Öğretmen herkese ucu açık bir ödev vermiş. Türkiye'nin bir coğrafi bölgesinin tarihi ile ilgili bir araştırma yapılacak. Bilmiyorum ben mi seçmişim, şansıma öyle mi denk gelmiş, ama benim bölgem Güneydoğu Anadolu. Hazırladım ödevimi, çok büyük ihtimalle çocukken bakmaya bir türlü doyamadığımız, kahverengi resimleri olan, 4-5 ciltlik Hayat Ansiklopedisi'nden. Ödevimin başlığı "Güneydoğu Anadolu Tarihinde Kürt Problemi" gibi birşeydi. Öğretmen ödevi görünce bir irkildi. Bana bağırıp çağırmaya başladı. "Nereden çıkardın bunu, kabul edemem, başımı derde mi sokacaksın benim, git başka birşey yap" dedi. Teslim almadı ödevimi, elini bile sürmedi. Tam olarak neyi beğendiremediğimi, ansiklopedik bilgilerin nesinin yanlış olduğunu anlamadım.

Bugün ise makbul olan çözüm peşinde koşmak. Çözüm ihtiyacı hissediyorsan bir problem var demektir. Problem yokmuş'luktan, çözüm gerekiyormuş'luğa geldik. Çeyrek asırda. Derin mevzular.

Free CFD Software from Autodesk (26.03.2013)

Autodesk is one of the world's largest CAD/CAE companies. And they provide two really nice CFD software freely. First one is a full featured flow solver called Simulation CFD. This is the software previously developed by Blue Ridge Numerics under the name CFdesign. After Autodesk's acqusition of Blue Ridge Numerics, it now has a new home and name. One of the unique features of Simulation CFD is that it is finite element based. I find it quite appealing, considering that most of today's popular CFD software are based on the finite volume formulation. For those who are interested in under-the-hood details, you can have a look at Dr. Rita J. Schnipke's Ph.D. thesis titled "A Streamline Upwind FEM for Laminar and Turbulent Flow" and her related papers. She is the founder of the Compuflo company that developed Flotran. ANSYS bought Compuflo in 1992, after which Dr. Schnipke founded Blue Ridge Numerics. What happened to Flotran? ANSYS ceased its development in 2004, after acquiring CFX in 2003 (Interestingly CFX uses a finite element based control volume approach). And today the education community can download the software with origins going back to Dr. Schnipke's 1986 thesis freely. Thank you Dr. Schnipke and Autodesk.

Second CFD tool offered freely by Autodesk is the Flow Deisgn. I learned about this one just today and I have not used it before. It is defined at its web site as "A free technology preview that simulates air flow around vehicles, buildings, outdoor equipment, consumer products, or other objects of your choosing in a virtual wind tunnel. It is coupled with a transient, incompressible fluid flow solver and LES turbulence model in a way that delivers quick results and requires very little setup on behalf of the user." I watched couple of its promo movies and I'm impressed. Below are two screen captures from these movies, showing air flow patterns and pressure distributions over a low drag race car and a football stadium.

Undergraduate students constantly ask for help about CFD software, either for practicing CFD by their own or to use CFD for their 4th year graduation projects. From now on I'll tell them about these two.



Step by Step CFD Coding - Lecture 0 (21.03.2013)

I started writing CFD codes 17 years ago. Today I still feel that I am quite novice at it. Most of the CFD papers either dive deep into mathematical details of the formulation or they are purely application oriented. When you actually sit down and try to put what you understood from a paper into a code you simply realize that there are many gaps that you need to fill by trial and error, which of course is a very boring task. There are only a few number of good CFD textbooks that are "computer implementation" oriented and as far as I know none of them focus on the Finite Element Method (FEM). And getting help that is easy-to-follow becomes completely hopeless when it comes to the state of the art implementations, such as the Large Eddy Simulation.

When you become an academician and start giving lectures, you realize that the best way to learn a topic is to teach it. When you deliver a lecture for a couple of semesters you start feeling comfortable about it. But you also realize that there are many extra little details here and there that you can share with the students. It is up to you to bring them up in your lectures. If you don't, students can not complain because they are not aware of them. And new challenges arise if you decide to take that step. You force yourself to read and learn new material, discuss new topics with your colleagues and come up with nice ways of squeezing them into a 14 week semester. And it is not only about new topics. Sometimes you realize that the best way to teach a topic is not to say a word about it during the lectures but rather give a reading assignment to the students. While flipping through a new textbook you suddenly come across a very nice example that you can not resist to put in your lecture notes. While searching on the net you find a YouTube movie that explains a topic in such simplicity that you can never achieve, so you decide to show it in your next lecture. This process never stops.

Based on "The best way to learn is to teach" motto, today I am starting a new project that I call "Step by Step CFD Coding". What I have in my mind is to provide online lectures and codes that a CFD novice can use to understand especially the computer implementation details. First I'll focus on a FEM based, incompressible flow solver. I'll start from the very basics and step by step I'll try to go deep into details, even those that I don't know much about. Here, in no way I am claiming to be an expert in the field. I just want to share what I know with you and in the mean time I want to force myself to learn more. Hope to see you in the next lecture.

Büyükşehir İnsanı (12.03.2013)

4 katlı, 9 daireli küçük bir apartmanda yaşıyoruz. Alt komşumuz tek başına yaşayan bir kadıncağızdı. Bizim kızları 10 senedir tepesinde büyüttük, bir kere olsun gelip biraz sessiz olun demedi. Göğüs kanserine yakalandı. Çok çabuk teşhis edildi. İşini sağlama almak için pek çok doktora gitti. Tedavisini oldu. Herşey güzel gidiyorken birden kan değerlerinde bilmemne oldu, hastaneye kaldırdılar ve 2 günde vefat etti. İki ay kadar önceydi.

Rahmetlinin ardından bizim alt kata bir kaç gün akrabaları gelip gittiler, sonra ev kapandı. İşte tam o gün biz yukarıda donmaya başladık. Yer buz gibi, basamıyorsun. Vay be dedik, bizi rahmetli ısıtıyormuş meğer. Bak kadın gitti donmaya başladık. Kombiyi ne kadar yakarsan yak kaloriferler buz gibi. Gece yatağa giriyorum, bir titreme geliyor. Aklıma da bizim yataktan daha soğuk olması muhtemel mezarında yatan komşu. Bir Fatiha okuyorum ruhuna, biz kendinden razıydık, Sen de razı ol diyorum uyumadan önce.

Bir hafta kadar evde böyle donduktan sonra eşim "Bu iş normal değil. Tamam alt kat yanmayınca üşünür de, bu kadar da olmaz, bir usta çağıralım" dedi. Çağırdım birini, geldi. Kapıdan girince ilk söylediği "Yerler buz gibi" oldu. Ben de anlattım hikayeyi. Kombinin filtresine baktı, 20 dakika kadar maksimumda çalıştırdı, su basıncını olması gerekenin bir kaç katına çıkardı ve kaloriferler el değmez hale geldi. Böyle devam etmezse kombinin servisini çağırıp, şunları şunları kontrol ettirin diye tembih edip gitti. Ustanın sihirli dokunuşundan sonra herşey normale döndü. Tekrar ısınmaya başladık.

Artık gece yatınca ne buz gibi mezarlar geliyor aklımıza,
Ne de komşumuz.
Yatağa götürdüğümüz daha büyük dertlerimiz var bizim.
Büyükşehir insanıyız biz.

New Research Paper (12.02.2013)

Co-supervising a hard-working masters student : $500.
Communicating with Prof. Bathe, the editor of "Computers and Structures" : $100.
Collecting 5 points in the game of "Changing Academic Title" : Useless.
Co-authoring a paper with one of your good friends at the department : Priceless.



Numbers Speaking (31.01.2013)

It is quite difficult and time consuming to deliver a course for the first time. And next semester I'll be doing this for ME 510. I've already started preparing its lecture notes. I first searched on the net for similar courses to see what kind of topics they cover and which textbooks they use. I then went to the library and brought like 10 books to my office. Over the next 4-5 months I am sure that getting prepared for this course will take most of my time.

While getting ready for the next semester I noticed that I haven't shared my lecture notes for ME 413 and ME 582 through these pages. I updated my Lecture Notes page and once again realized how much effort and time I put to these notes over the last 10 years. Just for ME 582 I prepared over 200 pages of notes. There are about 50 more pages of stuff that I have in my mind to write and then it'll become the first draft of a textbook :-) For the other four courses, I prepared presentations with more than 850 slides. For almost all of them I had worked on several older versions, which means in total I prepared about 2500 slides. When I first taught some of these courses there were not any electronic versions of these notes and everything was on paper. And of course there are some courses for which my notes are still on paper. Besides these I developed two educational software to use in my courses. Easy Numerics was developed for ME 310 and it has over 7000 lines of Tcl/Tk code. Unfortunately I haven't spent any time on it for the last 5 years. Although I never had the chance to use it, I wrote Virtual Flow Lab for undergraduate level CFD courses. It has more than 7000 lines of Graphical User Interface code that I wrote and more than 3000 lines of solver code that I wrote together with one of my masters students.

Sounds like this is pretty much what I do when I am in my office.

Turuncu (30.01.2013)

Görsel olarak en son 2008 yılında yenilenmişti bu sayfalar. İlk blog yazımı yazarken sayfanın yüzünü de değiştirmiştim. 100. yazımı yazarken tekrar bir yenileme iyi olur diye geçiriyordum aklımdan, ama olmadı. 100. yazı birkaç gün önce tam not verme telaşının ortasına denk geldi. Bu 101. yazıya kısmet oldu değişiklik. En sevdiğim renk olan turuncu var bu sayfalarda. Sadece tasarım değil, başka şeyler de değişti. Yıllardır bir türlü içi dolamayan sayfaları kaldırdım. Pek çok sayfada güncellemeler yaptım. Bir iki ufak sayfa ekledim. Bu değişikliği yaparken CSS ile ilgili basit birkaç numara öğrendim. Önce sayfanın neye benzemesi gerektiğini Paint ile çizdim. Sonra CSS ile pixel pixel aynısını oluşturmaya çalıştım, ama herşeyi kontrol etmek mümkün olmadı. Ne yazık ki her tarayıcıda tıpatıp aynı görünmüyor sayfalar. Ben IE 9 ve Firefox 11 ve 14 ile test edebildim. Siz tuhaf davranışlar veya yazım hataları görürseniz bildirirseniz düzeltirim. Benim farkında olduğum "Firefox'da sayfayı 'Ctrl -' ile küçültünce üstteki menü saçmalıyor" sorunu var. Bir çözüm bulurum ileride. Bu arada ücretsiz Google Web Fonts servisini keşfettim. Sonuçlarından pek memnun kalmasam da kullandım. En tepedeki başlık Exo yazı tipini kullanıyor.

Sayfaları turunculaştırırken, yedeklediğim klasörlerde daha önce kullandığım aşağıdaki sayfalara denk geldim. Hatıraları var, kaybolmasınlar, dursunlar burada.



Gün Günleri (26.01.2013)

Haftasonunda ofise gelmek pek adetim değildir, ama bugün mecbur kaldık. Eşimin iş yerinden arkadaşları güne geldiler bize. Bana da evden kaçmak düştü. Epeydir başıma gelmiş birşey değildi, ama çocukken çok olurdu.

Konu komşu ve akrabalarla hiç iyi değildi aram. En yakın hala, dayı, vb. hariç pek tanımazdım akrabaları. Biraz yabanilik vardı yani. Eskişehir Şeker Fabrikası'nın lojmanlarında otururken ara sıra günler olurdu. Ya lojmandaki komşular ya da akrabalar doluşurdu eve. Tek güzel yanı vardı gün sırasının bize gelmesinin, amonyaklı pasta pişerdi. Bir sürü şeyin yanında o pastayı da hep yapardı annem. Epey heybetli birşeydi, hazırlaması da zahmetliydi. Bütün ev amonyak kokar, insanın genzi yanardı. Ama tadı da müthişti. En az 20 yıldır yememişimdir herhalde. Annem de unutmuştur yapmasını.

Gün sırası bize gelince sabahtan çıkardım evden. Evin hemen karşısındaki koruda geçirirdim bütün günü. Bazen arkadaşlarla, ama çoğunlukla tek başıma. Önce lojmanlardan çıkıp şehir merkezine doğru giderken yol üstündeki ilk bakkaldan çekirdek gibi atıştırmalık birşeyler alır, sonra bütün gün bir ağaç kütüğüne oturur beklerdim. Ne hikmetse okuyacak bir kitap falan da olmazdı yanımda. Abim neden yoktu yanımda bilmiyorum. O n'apardı acaba gün günlerinde? Öyle otura otura saatler geçerdi, ama sıkıntıdan patlardım. Ara ara eve yaklaşır, gün bitti mi, gidenler var mı diye bakardım. Ama mesai bitip babamın eve gelme saati gelmeden de bitmezdi gün. Artık dayanamayıp eve döndüğümde ya annemin en samimi arkadaşları ya da en yakın akrabalar kalmış olurdu. Bir de bir sürü pasta, börek.

Artık amonyaklı pasta avuntusu da yok gün günlerinin. Ama evden kovulmak fena da olmadı. Önce berbere gittim. Çok büyük iş benim için. Yılda iki kere olan sıradışı bir olay. Büyük bir yük kalktı omuzlarımdan. Sonra arabayı yıkattım. Birkaç aydır arabanın arka koltuğunda taşıdığım kitapları kütüphaneye verdim. Epey iş hallettim yani. Şimdi de öğrencilerin harf notlarına karar vermeye çalışıyorum. Bu da en az ağaç kütüğünde oturmak kadar sıkıcı.

Geribildirim (24.01.2013)

Epostalarımı temizlerken aşağıdakine denk geldim. 3 hafta kadar önce gelmiş, ama silmemişim. Demek ki sonra tekrar okurum demişim. Bari buraya koyayım da daha sık çıksın karşıma :-)

"Hocam merhabalar,
2010 Fall döneminde sizden ME 413 dersini almıştım belki hatırlarsınız. Dersiniz kariyer seçimimde son derece etkili oldu ve yaklaşık 2.5 sene Roketsan'da sonlu elemanlar analizi üzerine çalıştım. Aynı şekilde yüksek lisansımda da sonlu elemanları kullandım.
3 ay önce ise İsviçre'de, EPFL'de doktoraya başladım. Burada kırılma mekaniği uygulamalarında FEM kodu geliştirmeye çalışıyorum. Maili atmamdaki asıl neden hala sizin ders notlarınızı ve kodlarınızı kullanıyor oluşum. Gerçekten çok güzel bir referans hazırlamışşınız bizler için. Yüksek lisans dersinizi alamadım, ama 413'ün uygulama ve teorik verilişi ile örnek bir şeçmeli ders olduğunu düşünüyorum. Böyle bir ders hazırladığınız için çok teşekkürler."


Ne demek efendim, görevimiz. Esas biz teşekkür ederiz bu güzel ve motive edici geribildirim için. Yeni biten dönemde bahsi geçen 413 dersinin notlarını sunumlar haline getirmeye çalıştım. Merak edenler dersin sayfasından ulaşabilirler. Ama eksikler var, anlatılan tüm konuları kapsamıyor sunumlar.

Geribildirim demişken aklıma öğrenci değerlendirmeleri geldi. Her dönemin sonunda öğrenciler aldıkları dersleri ve hocaları değerlendirme şansı buluyorlar. Bizim zamanımızda "pembe formlar" derdik bunlara. Çünkü optik okuyucuda okunmak üzere hazırlanmış pembe renkli kağıtlardı doldurduklarımız. Birkaç senedir internet üzerinden, kağıtız olarak yapılıyor. İki kısmı oluyor bu değerlendirmelerin. İlkinde "Hoca derse hazırlıklı gelir mi?", "Derste notlandırma adil miydi?", "Dersin yükü çok ağır mıydı?" gibi sorulara 1'den 5'e kadar bir ölçekte yanıt veriyor öğrenciler. Burada ne yazık ki çok kafadan atma cevaplar çıkabiliyor. Tek bir dersi bile kaçırmamışken öğrencinin biri "Sürekli dersi kaçırırdı" cevabı verebiliyor. Beni esas ilgilendiren ikinci kısımda ise öğrenciler serbestçe fikirlerini yazıyorlar ders ve hoca ile ilgili. Ben bu ikinci kısma yazılanları seneler içinde biriktirdim, buradan ulaşabilirsiniz. Çok enteresan şeyler oluyor bazen. Kimine üzülüyorsun, kimini okuyunca da bir dahaki dönem hemen başlasın istiyorsun. Uzun uzun hepsini okumak istemeyenler için birkaç örnek veriyorum aşağıda.

(305 dersi için) "Bu dersle ilgili en büyük sorunum her hocanın tamamen kendi sistemini oturtmaya çalısması. Çok büyük adaletsizlik olduğunu düşünüyorum. Ben dersten hiç keyif alamadım. Çok çok sıkıcıydı. Ders hiç sistematik değil. Kitap çok değişik. Diğer uluslararası yayınlara hiç benzemiyor. Soruların cevabı yok..."

(305 dersi için, yukarıdaki ile aynı dönemde) "Eğitim hayatım boyunca en keyif aldığım, en iyi anladığım derslerden biri oldu. Yerinde örnekler ve yapılan analojiler ile konuları aklıma kazıdı diyebilirim. Kritik yerlerde söylenen bir Türkçe cümle, dersin seyrini değiştiriyordu benim için. Cüneyt Hoca'ya gerçekten sonsuz teşekkürler bana Fluid Mechanics'i sevdirdiği için."

(413 dersi için) "Hocam belki ders yükü size göre azdır, ama diğer derslerimizle kıyaslayınca göreceli olarak ağır. Çok fazla teoriğe takılıp kalıyoruz. Madem piyasada iş yapacak bir program öğretmiyorsunuz o zaman bari enerjimizin büyük kısmını MATLAB da kodlamaya ayıralım. Bu arada (belki bu döneme hastır ama) öğrencilerin büyük kısmı bence ne olup bittiğinden habersiz, ödevleri, sınavı vb. karambole yapıyolar. Derste kimse soru sormayınca siz de sanırım herkes anladı herhalde deyip kaptırıp gidiyosunuz. İyi tatiller."

(413 dersi için, yukarıdaki ile aynı dönemde) "Zor diye bilinen böyle bir dersi bu kadar samimi bir şekilde işleyerek öğrencinin motive olmasını sağlayan başka bir hocayla karşılaşmadım. Hocanın samimiyetinin öğrenciyi ne kadar etkilediğini bir kez daha gördüm. Her şey çok yerinde ve çok mantıklıydı. Mantıksız/gereksiz hiçbir yük/ödev/sınav olmadı. Bölümde karşılaştığım, "eğitimci" sıfatını en çok hak eden hocalardandır."

Tahtada Sanat (22.01.2013)

Daha önce de yazdığım gibi bizim kızlar bu dönem okuldan çıktıktan sonra benim ofisime gelip biraz vakit geçirdiler eve gitmeden önce. Gerçi Elif basketbol antrenmanları olduğu için pek düzenli gelemedi, ama Zeynep'le epey oyalandık ofiste. Buraya geldiklerinde en severek yaptıkları şey duvardaki yazı tahtasına birşeyler karalamak oldu. Ben de bu sanatsal şaheserlerin fotoğraflarını çektim. Elif bu dönem sporla ve İngilizce ile pek bir haşır neşir olmuşa benziyor. Üzerine tıklayarak resmin büyük halini görebilirsiniz.



Kirli İşler (22.01.2013)

Bu dönemin de sonuna geldik. Final sınavlarını yaptık, şimdi de okuyoruz. Akademisyenliğin beni en çok zorlayan taraflarından biri hep bu oldu. Çok gruplu derslerde genelde en sona hep ben kaldım bu sınav okuma işinde. Ama bu dönem performansım şimdiye kadarkilerin en iyisiydi. Hemen sınavı yaptığın gün başlayacaksın okumaya ve en geç 2 günde bitireceksin. Ama benim için hiç öyle olmuyor. Kağıtlar en az 2-3 gün bir köşede demleniyor önce. Sonra da 3-4 sefer evden ofise, ofisten eve taşınıyorlar.



Aklıma kendi öğrenciliğim geldi. Öğrenci hem sınavın biran önce açıklanmasını ister, hem de notu kötü gelecekse ertelensin ister o kötü haber. Sınavdan sonraki derste sorular hakkında konuşulmasını hiç sevmezdim ben. Doğru zannettiğim bir şey hatalı çıkacak diye endişelenirdim. Bizim zamanımızda web sayfasında veya eposta ile not duyurma yoktu. Notunu öğrenmek için fiziksel olarak bölüme gelmen gerekirdi. En çok final zamanında zorlardı bu insanı. Dersler bitmiş, sınavlar bitmiş, rahatlamışsın, bavulunu topluyorsun yurtta memlekete gitmek için. Bir haber geliyor falanca sınavın finali açıklanmış diye. Hadi hurra bölüme hücum. Her dersin panosu vardı o zaman. Şimdi de duruyor çoğu, ama ya içleri boş ya da 10 sene öncesinin notları asılı. Biz o pano önlerinde not öğrenmek için az uğraşmadık. A Blokta ısı labının karşısındakiler kalmış en çok aklımda. 15-20 kişi üst üste notumuzu ve ortalamayı görmeye çalışırdık.

Not öğrenme ile ilgili en kötü anım 407 dersiyle ilgilidir. 407 bizim bölümün en meşhur dersi. Başka okullarda bitirme projesi olarak geçen şey. Dönem başında 3-4 konu veriyor hocalar. Takım kuruyor ve bir proje seçiyorsun. Önce kağıt üstünde çalışıyorsun projeyi, hesaplar falan. Sonra da tasarladığın makineyi üretiyorsun. Son gün yarışma tarzı birşey yapılıyor. Önceden belli olan kriterlere göre performansları ölçülüyor makinelerin. Değişik takımların birbirine göre nasıl iş çıkardığı anlaşılıyor. Bizim dönemin projelerinden sadece bizimkini hatırlıyorum. Basamakları yere dik olacak sekilde yere paralel duran bir merdivenin bir köşesinden başlayıp basamakları tek tek diyagonal olarak çıkarak merdivenin karşı köşesine ulaşacak bir makine yapmaya talip olduk. Benimle aynı yurtta kalan bir arkadaşımla 2 kişilik bir takım kurduk. Kimin hangi projeyi seçtiği açıklanınca gördük ki bizim projeyi bizden başka seçen grup yok. İlk golü orada yedik. Bir de üstüne 2 kişilik başka takım da yok, hep daha fazla öğrenci var takımlarda. 2-0 oldu skor. Takım arkadaşım (Ahmet Şen) teknik çizime, tasarıma ve üretime acayip meraklı ve becerikliydi. İşin pratik kısmını çoğunlukla o üstlendi, ben de kağıt üstünde hesaplarla ve raporlama ile uğraştım. Elle ne karmaşık çizimler yapmıştık günlerce. Ama bizim makine verilen işi yapamadı. Sonlara doğru panikledik, tasarımda ciddi değişikliklere gitmeye çalıştık, ama olmadı. Yarışma günü de istenen performansı gösteremedi makinemiz ve notumuzu beklemeye başladık. Okul bittiği için yurtlar kapanmıştı, Ahmet'le nöbetçi yurtta kalıyorduk. 407 dersinden kalacağımı, belki uzatma alacağımı ve yazın da bu dersle uğraşmaya devam edeceğimi düşünerek üzülüyordum. Ahmet geldi odaya, "Bizi bölümden çağırıyorlar 407 dersi ile ilgili" dedi. Gittik, tam hatırlamıyorum, ama dersin asistanlarından biriyle konuştuk ve DD ile geçtiğimizi öğrendik. Galiba bize bir kıyak yapmışlardı. Transkriptimdeki açık ara farkla en kötü notu almış oldum.

Dönem sonlarında, finaller de bittikten sonra, yani tam da bugünlerde, 407 dersinin proje gösterim günleri olur bizim G Blokta. Ortalık telaşla koşuşturan, ya çok mutlu, etrafa yaptığı işi ballandıra ballandıra anlatan öğrencilerle, ya da üzgün, elinde tornavida, makinesinin sağını solunu kurcalayan, takım arkadaşları ile tartışan öğrencilerle dolar. Bazen üst kattan başımı uzatıp proje konuları neymiş diye anlamaya çalışırım. Ama hiç içimden gelmez yanlarına gidip ne olup bittiğine bakmak.