Yok Çünkü (27.12.2021)

Her günün 48 saat sürdüğü,
İki yıla denk bu yıl da bitiyor.
Zamanı sündüren yıl,
Yordu, üzdü ve çekip gidiyor.
Geride ne kaldı hiç umrunda değil,
Az dur hele, bir konuşalım da denmiyor.
Ama en çok neye kızıyorum biliyor musun,
Namussuz, giderayak bir de don yapıyor.

Sımsıkı sarıldığı bembeyaz atkısının örtmeye kıyamadığı estetikli burnu fazlaca üşümüş muhabirin teki,
YouTube'de ilk defa rafadan yumurta yiyen 2 aylık, kısa bacaklı kedi sevimliliğini takınıp,
Yolda durdurduğuna soruyor: "Son olarak yeni yıldan beklentileriniz?"

Adam düşünüyor,
Estetiksiz burnunu zaptedemeyen maskesini düzeltiyor,
Düşünüyor,
Düşünüyor,
Düşünüyor...

Yok, ..., bulamıyor.

Bitti Diyosun Ha? (26.12.2021)

Yapma be... Yapma bee.. Ne yani, böyle mi bitecek? Bi eposta ile biter mi? Bu kadar kolay mı?

Yapma ama, söyleme öyle. Kaç haftadır ne yaşıyoruz biz?

Yaaa ne alakası var? Yok öyle bişey. Yetme, yetmeme meselesi değil bu. Nerden çıkarıyosun bunları? Kim giriyor senin aklına? Hep o arkadaşların değil mi? Neyse problem konuşalım. Olmaz böyle uzaktan, görüşmeden...

Sabrın kalmadı demek ha? Yıprandın, tükendin ha? Ya ben? Ya ben? Benim de bunaldığım zamanlar oldu. Kolay mı sanıyosun? Ama devam etmeyi seçtim. Sen şimdi ilk tökezlemede havlu atıyorsun...

Tamam, kabul, benim de hatalarım oldu. Belki yeterince zaman ayıramadım. Ama biliyosun işte durumları. Karantinaydı, pandemiydi falan derken... Gerçekten çababadım ama. Bu kadar geldi elimden. Uğraştım, boşvermedim, bunu inkar edemezsin.

Yaaa bak bi şans daha ver. Söz farklı olacak. Kolay soracağım ikinci midterm'de. Hem biliyosun curve yapıcaz zaten sene sonunda. Bırakma dersi. Bu kadar emek verdin. 10 hafta, dile kolay. Az sabret, bak söz dedim. Tamam AA'yı garanti edemem, ama sen bu dersi geçersin. Sana güveniyorum. Sen de biraz güven bana. İlk günleri hatırla. İlk haftamızı. Syllabus'a bakarken Zoom'da ne kadar mutluyduk tüm sınıf. Şakalar falan. İlk sen bağlanmıştın, hatırladın mı? Üstünde yeşil kabanın vardı, kütüphanede kaloriferler bakımdaymış. İlk teneffüste mikrofonun açık kalmıştı, "Abi müthiş ders, hoca çok iyi" diye anlatıyodun arkadaşlarına. Ne oldu şimdi? İlk midterm'de curve'den 40 yemiş olabilirsin. O bi hataydı. Herkes hata yapar. Bende de hata var. Zor sordum, kabul. Ama düzeltebiliriz. Beraber aşarız bu sıkıntıyı. Daha makul sorarım ben, sen de son geceye bırakmazsın. Çözülemeyecek bişey değil yani...

Tamam kabul, daha adını bile bilmiyorum. Özür dilerim. Ama bir Zoom ekranında 65 kişi. Kolay değil yani... Mehmet'lerden biri olabilir misin? Mehmet diyicem ben, 9 tane var zaten. Evet, son kararım...

Berkecan demek... Hmmm... İkinci adın da mı yok? Tamam, anladım, tamam kızma. Yok yok, unutmam artık. Ama senden pek bi Berkecan vibe'ı alamadım, onu da diyim.

Bitti diyosun ha... Gerçekten çekiliyosun dersten. Vay, vay, vay... Ne diyeceğimi bilemiyorum. Şaşkınım. Gerçekten şaşkınım. Üzgünüm. Böyle bitsin istemezdim.

Kendine iyi bak. Öbür derslere çalışıcam diye uykusuz kalma. Görüşürüz seneye.

Başkasından mı alırsın seneye? Yok artık. Giderayak son bi tekme... Alacağın olsun. Yalan yok, bu koydu biraz... Ne eksiğimizi gördün ki?

Sınavdaki son soru, değil mi? Biliyorum, biliyorum, son soru. Çok düşündüm aslında onu sorup sormamayı, ama oldu işte. Daha sınav başlamadan pişman oldum, ama iş işten geçmişti. Olmadı o son soru, hakkaten olmadı... Ama onu da yapan 2 kişi olm... Tamam, evet haklısın, karşılaştırmamam gerek. Biliyorum...

Ne demek yaa böylesi ikimiz için de daha iyi olacak? Ama iyi, sen bilirsin, ne diyeyim? Belli ki sen kararını vermişsin. Ne desem boş. Ama bunu beklemezdim. Senden beklemezdim.

Yaa tamam, hadi git yaa... Kalbini kıracağım bak... Tamam onaylıyorum withdrawal'ını. Tamam, hadi, hoşçakal... Tamam, anladım, tamam...

Yok be yaa, ne kişisel alıcam. Sen kaybedersin, bak diyorum. Eee öyle valla... Kolay değil irregular, irregular. Bağlayanıydı falan uğraş dur... Tamam, hadi ben de... Oldu, tamam, onayladım... Gelir birkaç dakikaya epostası. Silme onu, hatıra kalsın...

P.S. Dönemin 10. haftasına girmiş olsak gerek ki withdrawal istek epostaları gelmeye başladı. Üzülüyor insan. Bu kadar olmasa da, üzülüyor. Bi emek var yani sonuçta, iyi kötü bi yaşanmışlık :-) Kendinize iyi bakın gençler. Hepinize çoooooooooooook çoooooook çoook çok iyi yıllar...

Sütlü Çorba (27.11.2021)

Anneme gittim geçen akşam. Kapıdan girince yüzüme baktı, "Ne oldu, bişey mi oldu?" diye sordu. "Akşam oldu" dedim.

- Yani?
- Zor geçecek gibi duruyor.
- Neden ki?
- Sabahın şükrü bol olsun diye herhalde.
- Kolay geçsin akşam, sabah biz yine şükredelim.
- Biliyosun bu işleri. Olur mu dersin?
- Olur... Aç mısın?
- Ne var?
- Sütlü çorba yaptım.
- Şimdi acıktım.
- Otur hadi. Nasıl evdekiler?
- İyiler. Herkes işinde gücünde koşturuyor. Sen ne yaptın?
- ... Sütlü çorba... Turşu da çıkarayım mı?
- ...

Sütlü çorba ve turşu ekseninde bir güzel hayat işte bu. Ben de kendi hayatımın eksenini buraya oturtabildiğim gün bulur muyum huzuru? Çorbanın tuzunu, turşunun sirkesini dertlerimin en tepesine çıkarabildiğim gün olacak mı bu iş? Ya da diğer dertlerimin topunun bir çorba tuzu etmediğini anlayabildiğim gün? Bu dünyayı bu basitliğe indirebildiğim gün olacak mı?

Özlem (19.10.2021)

Dört kardeştik biz,
Sandım üç kaldık.
İmtihan ağır geldi,
Bittim, hiç kaldık.

Başucunda beklerken,
Dilde okudum.
Kalp anlamayınca,
İsyankar oldum.

"Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, "Doğrusu biz Allah'a aidiz ve kuşkusuz O'na döneceğiz" derler", Bakara - 155, 156.

Özlem kardeşimdi. Öğretmendi, çalışkandı, dürüsttü. Hastalandı, sabretti, müjdelendi. İki yıldır çok hırpalandı, inşallah şimdi huzur bulacak. Mekanı cennet, makamı âli olsun. Anlayamadım ben onu. Dinleyemedim. Hayatını kolaylaştıramadım. Olmadı, yapamadım.

Sebep - Sonuç (11.09.2021)

Güneşin etrafında dön baba dönelim bir dünya. Neden döner ki? Kimi diyor Kepler, kimi diyor Newton. Yerçekimi diyorlar. Aslında yerçekiminden ötürü güneşe doğru düşüyormuş, ama aynı zamanda, çok çok eskiden artık nereden bulduysa bulduğu hızından dolayı ondan kaçıyormuş. Bunların bir dengesi olarak da bilindik eliptik yörüngesinden çıkamıyormuş. Bak sen... Einstein diyen var. Güneş'in devasa kütlesiyle büktüğü Riemann'ımsı bir uzay-zaman manifoldunda düz bir çizgide, bir geodesik üzerinde hareket ediyormuş aslında. Hmmm...

Bu sabah Bahçelievler sokaklarında dolanırken market çalışanları trafiği tıkayan kamyonetlerden taze mallar indirip tezgahlarına diziyordu. "Yeşil Mandalina 5.90 TL" etiketine takıldı gözüm. Karmaşık fiziksel sebepleri elbet vardır da, basit gündelik sonuçları daha şaşırtıcı geliyor bana. Sen kalk bükük bir Riemann'ımsı uzay-zaman manifoldunda bir geodesik üzerinde dön dur. Ne diye? Yeşil mandalinalar sararsın diye işte. Yeşil mandalinalar sararsın diye.

Bugün Baktığımda (29.08.2021)

Kendini bildi bileli ilime bilime ilgi duyan biri falan değildim. Normal bir çocuktum. Biraz sessiz sakin. Hep sorulan "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna sürekli verdiğim bir cevap var mıydı hatırlamıyorum. Ailemi geç, bütün sülalemde bildiğim bir akademisyen, hala bugün bile, yok. Üniversite okumuş insan sayısı da bir elin parmağını geçmez herhalde. Anadolu liselerinin gerçekten Anadolu liseleri olduğu yıllarda onlardan birinde okudum ve sağlam bir üniversite öncesi eğitimi aldım. Çalışan, sınıfını geçen, yıl sonlarında teşekkür alan bir öğrenciydim. Hiç bir zaman sınıfın en parlağı falan olmadım. Genelde İngilizce derslerinde, bir sene matematik dersinde, fizik derslerinin bazı konularında zorlandığımı hatırlıyorum. En sevdiğim ders neydi sorusu da aklıma bir cevap getirmiyor şimdi düşününce. Daha önce burada yazdığım gibi ne olduğunu pek bilmeden ODTÜ Makina'yı üniversite tercihlerime yazdım ve kazandım. Bugün baktığımda, bilmeden de olsa doğru bir seçim yapmış olduğumu görüyorum.

Lisans eğitimim sırasında çok çalıştım ve bölümü birincilikle bitirdim. Bugün baktığımda, üniversite yıllarımda arkadaşlık ilişkilerine, sosyal faaliyetlere daha çok vakit ayırmış olmayı isterdim, ama ben hiç bir zaman gezeyim, tozayım, eğleneyim kafasında biri olmadım. Bölüm birinciliği etiketi zaten sizi akademisyenliğe doğru itiyor. O etiket kalan hayatımı şekillendirdi. Böyle olmamış olsaydı bugün bu işi yapıyor olmazdım herhalde. Lisans eğitimim sırasında üzerimde "Ben de onun gibi akademisyen olmak istiyorum" diye etki yaratan bir hocam olmadı. İşini çok iyi yapan, kaliteli hocalarım oldu. Dersleri güzel anlatırlardı, ben de dinler anlardım, ama bu çarkın bir parçası olayım diye düşünmezdim. Hatırladığım bir anım, kayıt zamanları danışman hocam Prof. Tülay Yeşin'in yanına gittiğimde bana yüksek şeref öğrencisi belgemi verirken ortalamamım ne kadar yüksek olduğunu söyleyip beni tebrik ederken gururlandığım, mutlu olduğum. Derslerine giren, ödevlerini yapan, sınavlarına çalışan bir öğrenciydim. 4 sene boyunca bir mazaretim yokken karçırdığım sadece tek bir ders hatırlarım. İkinci sınıfta Malzeme Müh. bölümünden aldığımız servis dersinde dönemin sonu gelmiş ve artık anlatılacak konular bitmişti. Galiba son haftaydı. Derse gitmedim, ama içim içimi yemişti, çok rahatsız olmuştum. Bugün en başarılı öğrencilerin bile rahat bir şekilde derse devamsızlık yapmasını garipserim, kabul edemem.

Klasik başarılı öğrenciliğin ötesinde ekstra bir çabam olmadı akademik hayata bulaşmak için lisans eğitimim sırasında. Ne bileyim, mesela hocaların araştırma projelerine yardım etmek (ki o zamanlar bunu yapan bir arkadaşımı da hiç duymadım), derslerim dışında ilgimi çeken teknik konularda fazladan okuma yapmak, popüler bilim dergilerini karıştırmak, kütüphaneye gidip araştırma yapmak gibi şeyler hiç olmadı mesela. Zaten internet yoktu ve ne okuyup öğreneceksen basılı materyallerle yapmak zorundaydın. Lisans eğitimim sırasında bana akademik hayatı anlatan bir hocam, beni yönlendiren, teşvik eden biri olmadı.

Lisans eğitimimde 3. sınıfta nümerik metotlar ve 4. sınıfta sonlu elemanlar derslerini sevdiğimi hatırlıyorum. Aslında 1. sınıftaki Fortran programlama dersini sevmemiştim, çünkü zorlanmıştım. O güne kadar hiç bilgisayar görmemiş olmanın verdiği bir çekingenlik vardı üstümde. Ama sonra algoritmik düşünmedeki kesinlik, bir yol haritasını harfiyen uygulama pratiği ilgimi çekti. Bugün baktığımda fark ediyorum ki eldeki alternatifleri karşılaştırma, var olan opsiyonlar arasından muhakeme yoluyla en iyisini seçme gibi konularda iyi değilim ve nümerik hesapları bunların az olduğu bir alan olarak görmüş olmalıyım. Aslında klasik manada bir mühendislik işi yapmaya hiç uygun bir yapım yok. Mesela tasarım işleri, ucu açık problemler bana göre değil. Pek çok artısı ve eksisi olan bir dizi çözümden en uygun olanına bir şekilde ulaşmaya çalışmak beni yıpratan, sevmediğim bir iş. Güzel tanımlanmış problemlerin ince detaylarıyla uzun uzun uğraşmayı seviyorum ben ve nümerik hesaplamalarda bu bolca var. 3. sınıftaki nümerik metotlar dersinin sınavlarında hesap makinesi ile hiç bitmeyen işlemler yapmak herkese zul gelirken ben hiç sızlanmadan yapardım. Yapacağım işin net olması ve bilinen bir tarifi uygulayınca sonuca ulaşacağım gerçeği içimi rahatlatırdı. Daha sonraki yıllarda algoritmaları bilgisayar kodlarına çevirmek ve bir makineye ne yapacağını söyleyerek hükmetmek hoşuma gitti.

Lisans eğitimim biterken, bölüm birinciliğinin de verdiği cesaretle, ABD'de birkaç üniversiteye master başvurusunda bulundum. Yüksek ortalamalı öğrencilerin aklında eğitimlerine yurt dışında devam etme isteği o zamanlar da vardı ama bugünkü kadar yaygın değildi. Pek de bilinçli seçimler yapamamış ve kendimi iyi pazarlayamamış olmalıyım ki burslu kabul alamadım. Bugün baktığımda master başvurularımı daha ciddi yapmış olmayı, master'ımı yurt dışında yapmış olmayı isterdim. Mezuniyet sonrası firmalara iş başvurusunda bulunmadım hiç. Aslına bakarsanız ben bugüne kadar hiç iş aramadım. Bugün baktığımda aramış olmayı isterdim. Akademisyen olmuş olmaktan memnunum, endüstride çalışsam pek çok sebepten ötürü sıkıntı çekerdim. Ama kısa da olsa akademi dışında bir iş tecrübem olmasını, belki de sırf meraktan, isterdim.

Mezuniyetim yaklaşırken CFD alanında çalıştıracak bir öğrenci arayan, master danışmanım olacak hocam ile görüştüm ve beraber çalışmaya karar verdik. Sonlu elemanlar dersini de kendisinden almış ve sevmiştim. İşin garibi, lisansın son senesinde o dersten başka akışkanlar mekaniği ile ilgili hiç teknik seçmeli ders almamıştım aslında. Ne deneysel akışkanlar mekaniği dersini, ne akışkan makinaları dersini, ne de gaz dinamiği dersini almıştım. Bunların eksikliğini hep yaşadım. Bugün baktığımda 4. sınıfta daha biliçli ders seçimleri yapmış olmayı isterdim. Daha master'a kabul edilmeden hocam yaz tatilindeyken onun ofisindeki bilgisayarları kullanarak CFD ve C++ dilini öğrenmeye başladım. Öğrenecek çok şey vardı ve ben öğrenmeyi seviyordum, heyecanlıydım.

Master eğitimim sırasında da derslerim iyidi ve tezimi vakitlice yazıp 2 senede bitirdim. Fen Bilimleri Enstitüsü'nden maaş alan bir araştırma asistanı idim. Bölümde bu şekilde çalışan neredeyse başka kimse yoktu. Bildiğim diğer tüm asistanlar eğitim asistanı idi ve derslerde hocalara yardım ediyorlardı. Benim hiç böyle bir sorumluluğum olmadı ve onların arasına pek karışamadım. Tüm zamanımı araştırmama verme lüksüm olsa da aslında pek de pozitif bir tecrübe değildi bu farklılık. Bugün baktığımda diğer türlü olmuş olmasını tercih ederdim. Master tezim daha önceki bir tezde Fortran dilinde yazılmış olan bir Euler çözücüsünü nesne tabanlı programlama tekniklerini kullanarak C++ diline geçirmekti. Bugün baktığımda pek de bir araştırma işine benzemiyor ve Makina Mühendisliği bölümünde bir tez olup olamaycağı şüphe götürür bir iş, ama o zaman benim bunu sorgulayacak bir durumum yoktu. C++ dilinin inceliklerini öğrenmekle ve kod yazmakla geçerdi zamanımın çoğu. Kod yaz, derle, çalıştır, hata ayıkla, ... Severdim işimi. Danışman hocamın eski öğrencisinden kalan master tezi ve onun da kullandığı ana referansımız olan bir makale lime lime olmuştu 2 senenin sonunda sürekli kullanılmaktan. Bugün baktığımda bu makalenin esas derdinin çoklu ağ hızlandırması olduğunu görüyorum. Ama master'ımı yaparken neredeyse 2 yıl boyunca hergün elimde olmasına rağmen makalenin o detaylarıyla hiç ilgilenmezdim. Bugün baktığımda daha meraklı, daha araştırmacı olmuş olmayı, işimi daha az ezbere yapmış olmayı isterdim.

Master'ımı yaparken bir araştırma grubunun içinde değildim. Hatta danışman hocamın başka bir lisansüstü öğrencisi ile tanıştığımı bile hatırlamıyorum. Düzenli toplantı da yapmazdık. C++ dilini çok iyi bilen ve sanayide çalışan, daha sonra tez jürimde de yer alacak olan eski bir mezunumuz vardı, Cem Bey. O gelirdi ara ara bölüme ve C++ dilinin kullanımı özelinde neler yapmamız gerektiğini konuşurduk. Akış fiziği ve sayısal metotlarla ilgili pek tartışma yapmazdık. Bugün baktığımda bunun eksik bir çalışma şekli olduğunu görebiliyorum ve bunu o günlerde fark edebilmiş olmayı isterdim. A bloktaki ofis arkadaşım Yılmaz başka bir hoca ile termodinamik alanında master yapıyordu ve onun da epey bir kod yazması gereken zamanlar olmuştu. Çalışmamakta direnen kodlarımızı çalıştıracağız diye gece yarılarına kadar uğraşır dururduk beraber. İyi arkadaştı, şimdi Hollanda'da çalışıyor, selam olsun kendisine. Tezimi bitirmeye yakın, bilgisayar kodlarına grafik arayüz yazma işine merak saldım. Geliştirdiğim çözücüye, pek de gerekmediği halde, bir arayüz yazdım. Fena da olmadı. Bugün de grafik arayüz geliştirmek en çok hoşuma giden, beni en çok rahatlatan işlerden biridir. Bugün üniversiteden mezun oluyor olsam bu alanda bir işim olsun isteyebilirdim, mesela mobil oyunlara grafik arayüz geliştirmek gibi bir şey.

Master'ımı yaparken kütüphaneye gitmeyi öğrendim. Orada saatlerce basılı dergi rafları arasında dolaşır, makaleler bulur, bulamadıklarımı depodan istetir, fotokopilerini çeker, ofise gider okurdum. Kütüphanenin müdavimleri olduğunu öğrendim. Herhalde doktora öğrencisiydi onlar, hoca da olabililer. Ne zaman gitsem orada olan, indekslerin ve dergilerin içine gömülmüş insanlar. Bizim bölümden de Kemal İder hocayı kütüphanede çok sık gördüğümü haırlıyorum. Herhalde yazmaya çalıştığı bir makale ile ilgili araştırma yapıyordu, ama bana bir garip gelirdi o zamanlar bir hocanın kütüphaneye gitmesi. Oradaki işini çoktan bitirmiş olmalıydı gibi hissederdim. Kendi master tezimden bir makale çıkarma veya bir konferansta sunma gibi bir telaşımız olmadı hiç, gündemimizde böyle bir şey yoktu. Tanıdığım diğer lisansüstü öğrencilerin de böyle telaşları olduğunu hatırlamıyorum. Tamamen içimize kapanık bir şekilde yapıyorduk çalışmalarımızı sanki. Bugün baktığımda elbetteki doğru yapmamışız, ama bu konuda bir yönlendirilmemiz olmadı. Master tezi çalışmamı taa doktoram bitmeye yakın kimsenin adını sanını duymadığı bir dergide yayınladık. Bugün baktığımda büyük resmi o günlerden daha iyi görebilmiş olmayı, araştırma yapmanın mantığını daha iyi kavrayabilmiş olmayı isterdim.

Master'ım bitmeye yakın ABD'de doktora başvuruları yaptım. Bugün daha popüler olan Avrupa pek yoktu kimsenin aklında o zamanlar. Yurt dışına gidilecekse neredeyse tek adres ABD idi. Master'ımda başvurmadığım Minnesota Üniversitesi'ne başvurdum esas olarak çünkü orada CFD alanında çalışan bildiğim meşhur bir hoca vardı. İki sene önce bölümden tanıdığım bir öğrenci master için o hocanın yanına gitmişti ve hayatından memnundu. Kabul aldım. Master'ım bitti ve yola çıkma hazırlıkları yaparken, danışmanım olacak hoca Teksas'ta bir üniversiteden çok cazip bir teklif aldığını ve oraya gideceğini, hemen oraya da başvurmamı, beni oraya kabul ettireceğini haber verdi. Dediğini yaptım ve oraya da kabul edildim. Master'ım sırasında tanıştığım kızla nişanlandım ve daha sonra evlenmek üzere vedalaşıp ABD'ye gittim.

Doktoramın ilk döneminde danışman hocamı hiç görmedim. Ben Teksas'ta okurken o hala Minnesota'daki işlerini bitirememiş, yanımıza gelememişti. Uzaktan danışmanlık yapıyordu bana ve biri Japon, biri Koreli, biri de Türk olan diğer 3 öğrencisine. Çok güzel bir CFD labımız vardı. İçinde pek çok yepyeni ve kuvvetli bilgisayar. Tüm bölümün gözdesiydi lab, herkes imrenerek bakıyordu. ABD ordusuna ait bir yüksek başarımlı bilgisayar merkezine erişim iznimiz vardı. Bu merkeze güvenli bir şekilde uzaktan erişim kurabilmek için, bilim kurgu filmlerindeki gibi, anlık şifre üreten yaka kartlarımız vardı. Çok havalıydı. İlk dönemimde derslerime girdim ve hocamın uzaktan verdiği görevleri yaptım. Başarılıydım, bir sorun yoktu. Tezim sonlu elemanlar metodu ile yüksek başarımlı CFD kodları geliştirmek üzerineydi. Danışmanımın eski öğrencilerinin geliştirdiği kodları inceliyor, yazdıkları tezleri, makaleleri okuyordum. Hocamın bazı katı kuralları vardı. Her hafta yaptıklarımızı Pazar günü gece yarısına kadar eposta ile kendisine iletmemizi isterdi ve bunu yapmazsak kızardı. Pek hoşgörüsü yoktu bu konuda. Ben tembellik yapmıyordum, çalışıyordum, ama bazen haftalık raporumu çıkaramıyordum. Sorun oluyordu bu aramızda. Birinci dönemin sonunda Minnesota'daki işlerini bitirip Teksas'a geldi. Ama gene fazla görüşemedik, çünkü bölüm başkanı oldu. İlerleyen günlerde kendisi ile anlaşamadık ne yazık ki. Bir gün ipler gerildi, tartıştık. Labdan ayrılmamı ve kendime başka bir danışman bulmamı istedi. Tamam dedim. Bugün baktığımda yanlış mı yaptım acaba diyorum. Patron oydu, oyunu onun kurallarına göre oynamak gerekiyordu. Geçinmesi kolay bir insan değildi. Ben ayrılırken diğer 3 öğrencisinden ikisi daha ayrılmıştı labdan. Gene de alttan almak ve belki bir süre daha denemek iyi olurdu. Bugün baktığımda öyle yapsaydım ne olurdu, kariyerimde ne değişirdi diye düşünürüm.

O sıkıntılı zamanlarda bir yılbaşı izninde Türkiye'ye gelmiş, nişanlımla evlenmiş ve beraber dönmüştük ABD'ye. Oldukça dar bir akademik kadrosu olan bölümümde kendime yeni bir hoca ararken eşim de MBA başvuruları yapıyordu civardaki okullara. Kendi okulumda değil ama gene Teksas'ta başka bir üniversitede bir hoca buldum çalışabileceğim. Oraya taşındık. Eşim de benimle orada MBA yaptı. Yeni danışmanım akademik olarak yükselmek için sürekli araştırma projesi teklifleri yazan, para bulmaya çalışan genç bir Türk hoca idi. Ana araştırma konusu mikro akışlar ve MEMS sistemleri idi. Benden başka 3 öğrencisi daha vardı, bir Hintli, bir Pakistanlı ve bir de Bangladeşli. Ayrılmak zorunda kaldığımız okulumdaki laba göre çalıştığımız ofis çok daha mütevazi idi. Programlama yapmaktan hoşlandığımı söyleyince hocam beni doktora tezim konusunda serbest bıraktı. Kendim kurguladım tezimi. Hocamın diğer öğrencilerinin hepsinin mikro ve nano akışlarla ilgili tez konuları varken benim tezim sadece programlama üzerineydi, bir uygulama içermiyordu. Bu o zamanlar bana güzel gelse de bugün baktığımda hata yaptığımı görüyorum. Hocamın uzmanlık alanına daha yakın bir konuda doktora yapıp onun tecrübelerinden daha çok faydalanmam gerekirdi. Master tezimde olduğu gibi doktora tezimde de kendi kendime çalıştım. Her ne kadar hocamın tüm öğrencileri sayısal analizler yapıyor olsalar da, ofis arkadaşlarımdan farklıydı benim işim ve onlarla akademik anlamda pek etkileşime geçemedim. Tezimi fianase eden bir araştırma projesi de yoktu ortalıkta ve düzenli proje raporları falan yazıp gelişmeleri birilerine beğendirmeye uğraşmadım hiç. Kulağa güzel gelse de aslında bu tip raporların olması da çalışma disiplini açısından iyi olabiliyor. Danışmanımın kendi doktora danışmanının geliştirdiği bir akış çözücüsünde değişiklikler yapmak, ona yeni yetenekler kazandırmakla ilgiliydi tezim. O zamanlar adaptif ağ sıklaştırma konusuna ilgi duyuyordum ve tezimde ağırlığı ona verdim. Benim seçimimdi bu ve hocam da kabul etmişti. Master'ımdaki gibi tüm zamanım kod yazmak, kod derlemek ve hata ayıklamakla geçiyordu. Master'da yaptığımdan pek de farklı bir iş yapmıyor olmak, bugün baktığımda net olarak görebildiğim, ama o zamanlar fark edemediğim, bir hata idi. Akademik anlamda gelişmem sınırlı kaldı ve sonra bunun sıkıntısını yaşadım.

Doktora danışmanımdan elbette çok şeyler öğrendim. Bir kere işini iyi yapmaya çalışan, disiplinli bir akademisyendi. Sürekli yazdığı araştırma projesi tekliflerini bana okutur, fikrimi sorar, bazı kısımlarını bana yazdırırdı. Bu güzel bir tecrübe idi. Kendisine hakemlik yapması için gelen makaleleri benimle paylaşır gene fikrimi sorardı. Bunu da severdim ve sonraki yıllarda faydasını da gördüm. 3 makale yazdık beraber. Enteresandır, bunların ikisinin doktora tezimle ilgisi yoktu. Danışmanımın üzerinde çalıştığı başka konularla ilgiliydi. Doktoramın ilk yıllarında bu çalışmalarda kendisine destek vermiştim ve benim birinci yazar olduğum 2 makale yazmıştık. Kaliteli makalelerdi bunlar. Yazdığımız üçüncü makale doğrudan doktora tezimle ilgiliydi. Onu yayınlatabilmek kolay olmadı. İlk gönderdiğimiz dergi kabul etmedi çalışmayı. Doktoramı bitirip Türkiye'ye döndükten sonra daha kaliteli başka bir dergiye gönderdim ve kabul edildi. Gurur duyduğum bir makaledir.

Doktoramın ilk yılında eğitim asistanı idim. Akışkanlar mekaniği dersinin lablarından sorumluydum. Son yılında ise bütün mühendislik fakültesine verilen bir mühendisliğe giriş dersinin hocalığını yapmıştım. Bugün baktığımda her ikisinin de beni geliştiren güzel tecrübeler olduğunu görüyorum. Doktoramı yaptığım bölümdeki en meşhur hocalardan biri Prof. J. N. Reddy idi. Sonlu elemanlar camiasında saygın bir akademisyendi. Ondan aldığım dersi unutmam. Kendisinin konusuna hakim olma derecesi beni çok etkilerdi. Sonlu elemanlarla ilgili karmaşık formülleri tahtaya yazarken "Beni uykumdan uyandırsanız ve bunları yazmamı isteseniz hiç tereddüt etmeden yazarım ve doğru yazarım, siz de o seviyede öğrenmelisiniz bunları" derdi. Doktorama ilk başladığım üniversitede aldığım bir başka sonlu elemanlar dersinin hocası Prof. J. E. Akin da farklı kişiliği ve ders anlatma tarzı ile beni etkilemişti. Diğer hocalara benzemezdi. Üstü açık spor bir araba kullanır, kovboy şapkası ve çizmeleri ile dolaşırdı.

Doktoramı bitirince hiç beklemeden eşim ve kızımla birlikte Türkiye'ye döndük. Post-doc yapmayı ve ABD'de bir süre daha kalmayı hiç düşünmedik. Bugün baktığımda 1 senelik bir post-doc yapıp, farklı bir akademik ortamı tecrübe etmek fena olmazmış diye değerlendiriyorum. O kadar da acele etmeye gerek yoktu belki de. En azından dönmeden önce doktora tezimi güzel bir konferansta sunabilirmişim. Hatırlıyorum da, dönüşüme yakın bir tarihte danışman hocam ne yapacağımı sorduğunda ODTÜ'ye dönüp hoca olacağım demiştim. Bunun olacağına dair bir şüphem yoktu ve aklımda alternatif bir plan da yoktu. Dünyaya daha geniş bir perspektiften bakabilmiş olmayı isterdim. Hocam ne konuda araştırma yapmak istediğimi sorunca bilmediğimi, ama lise öğretmeni gibi ders versem de bana yeteceğini söylemiştim. Kendisi bana akademisyen olduktan sonra ilk birkaç yıl ders vermeyi sevdiğini, ama artık bunun kendisine zor geldiğini, araştırma yapmayı daha çok sevdiğini söylemişti. Bugün baktığımda bu konuşmanın benim akademik kariyerimle ilgili önemli ipuçları barındırdığını, hayatımın sonraki 20 yılını şekillendirdiğini görebiliyorum. İdeallerimi daha büyük tutabilmiş olmayı, kendimi o idealleri hedefleyebilecek donanımda yetiştirebilmiş olmayı isterdim. O sonraki 20 yılı da bir başka yazıda anlatayım.

Susam (23.08.2021)

Mucizeler insana kendi kendine göremediğini göstermek için, fark ettirmek için gelir. Susam bir mucizeydi.

Göremediğim bütün güzellikler, kalbimin karanlıklarına hapsettiğim tüm sevgilerdi. Dileyemediğim bütün özürler, dilimin ucuna gelen tüm güzel sözlerdi. Affedemediğim bütün hatalar, bilemediğim tüm kıymetlerdi.

Her can pek çok diğeri için, ama en çok biri için ölürmüş. Bir eş eşi için, evlat annesi için. Susam da sanki benim için öldü.

"7 senede anlatamadıysam benden bu kadar, kendine gerçek bir hayat bul" dedi ve gitti. Üzülemediğim bütün kayıplar, ağlayamadığım tüm acılar oldu.

Bana anlattığın her şey için teşekkürler Susam. Umarım anlayabilmişimdir. Olabilecek en iyi arkadaştın. Seni hiç unutmayacağım.

Kafasına Kafasına (12.08.2021)

Tokyo 2020 bitti. Türkiye 13 madalya kazanarak bir rekor kırdı. 2 altın, 2 gümüş, 9 bronz, toplam 13 madalya aldık. Altınlardan biri okçulukta geldi ve sevindim. Mete abilerini örnek alıp, heves edip pek çok genç okçuluk sporuna yönelecektir. Diğeri boksta geldi ve sevinemedim. Ne yazık ki pek çok genç de Busenaz ablalarını örnek alıp boksa ilgi duyacaktır.

İki kadın boksörümüz madalya kazandı. Biri altın, diğeri gümüş. Tebrikler. Ama ben boksu bir spor olarak göremiyorum. Olimpiyatlarda yer alan o kadar spor branşı içinde izleyemediğim tek spor. İzlemediğim değil, izleyemediğim. Bana hitap etmeyen ve izlemekten pek de keyif almadığım spor dalları var elbette. Ama boks başka bir yerde. Bu yazıyı yazmadan önce madalya alan boksörlerimizin maçlarına bakayım dedim, ama olmadı, birkaç yumruk sonrası kapattım. Ana amacı karşısındakinin canını yakmak, özellikle rakibin kafasına atılacak yumruklarla onu etkisiz hale getirmek, eğer becerebilirsen bilincini yitirecek şekilde, geri kalkamayacak derecede yere sermek olan bir spor. Kusura bakmayın ama böyle spor olmaz. Bunun spor yapmakla alakası yok.

Fiziksel temasın üst düzeyde olduğu, rakiplerin birbirlerine vurdukları başka spor dalları da var. Mesela taekwondo. Ama hiçbirinde bokstaki barbarlık, acımasızlık yok. Burnun kırılacak, kaşın gözün patlayacak, bilincini kaybedeceksin, molalarda kan tüküreceksin, seyirciler seni izleyip alkışlayacak, tezahürat yapacak ve sen de rakibini çok güzel dövdün diye madalya alacaksın.

Dünya Tıp Örgütü özellikle kafaya alınan yumruklar sonucu oluşan beyin hasarına odaklanarak boksun yasaklanması gerektiğini söyleyen bir bildiri yayınlamış 1983 yılında. 2005 ve 2017 yılında da bu kararını revize etmiş, hala yasaklanması gerektiğini savunarak. Amerika, İngiltere, Kanada ve Avustralya tıp birlikleri de benzer bildiriler yayınlamışlar. Ama Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) bu yönde bir karar almamış ve boks hala olimpik bir spor. Bunun ardında boks lobisi ve profesyonel boksta dönen para olsa gerek.

Boksun 2 çeşidi var. Profesyonel ve amatör. Amatör olan olimpiyatlarda gördüğümüz. Diğeri ve esas paranın döndüğü daha vahşi. Kask takılmıyor, süresi daha uzun ve hakemler daha az müdahale ederek dövüşün olabildiğince uzamasını sağlıyorlar. Elbette dövüşe para yatırmış olan seyirci kan ve nakavt görmek istiyor. Eee, müşteri velinimetimiz, istediğini vereceksin. Profesyonel boks horoz dövüşünün insanla yapılanı. Amatör boks da horozlara kask takmak gibi bir şey oluyor.

Boks olimpyatlara 1904'te dahil edilmiş ve o günden beri hep var olmuş. Tek istisnası 1912 Stokholm olimpiyatlarında, çünkü o zamanlar İsveç'te boks yasakmış. Evet boksun yasak olduğu ülkeler varmış bir zamanlar, hala da birkaç ülkede yasak. 2008 olimpiyatlarına kadar sadece erkekler boks yapıyorum bahanesi ile birbirlerini dövmüşler. 2012 yılından itibaren kadınlar da dövüşme hakkı elde etmiş. 1904'ten beri yapılan tüm olimpiyatlarda Türkiye boksta toplam 7 madalya kazanmış, 1 altın, 3 gümüş, 3 bronz. Bunların zaten ikisi geçen hafta kazanıldı. Toplam boks madalyası sıralamasında dünyada 32. sıradayız.

Boksun seveni çok. Bu sporla uğraşan pek çok sporcu, antrenör var. Boks eğitimi veren salonlar var. Federasyonlar var. Kolay bir şey değil bir spor dalını olimpiyatlardan atmak. Yukarıda IOC tıp örgütlerinin bildirilerine ve uyarılarına kulak asmamış ve boksu yasaklamamış dedik, ama aslında başka sebeplerden ötürü boks olimpiyatlardan atılma tehdidi ile karşı karşıya bugün. IOC boksu ve halteri 2024 Paris oyunlarından atmayı tartışıyor. Bokstaki temel sıkıntı şike. 2016 Rio olimpiyatlarında boks maçlarında şike meselesi gündeme geldi. Hakemler kuralarda ve maçlarda şike yapmakla suçlandı. IOC genel olarak Uluslararası Boks Örgütünün (AIBA) şike problemini ve finansal meseleleri yönetmesinden memnun değil ve zaten bu yüzden 2020 Tokyo'da boksu AIBA'nın kontrolünden tamamen aldı. Bu sıkıntılarla ilgili somut iyileştirmeler yapılmadığı takdirde boksu 2024 olimpiyatlarından atmak istiyor. Halterde de problemler benzer. Orada bir de doping meselesi var sağır sultanın bile duyduğu. Onlar da kendilerine çeki düzen vermezlerse bir sonraki olimpiyatlarda yer alamayabilirler.

Boksu yapmayı ve izlemeyi sevenlerin boksun yasaklanmaması ile ilgili argümanlarını okudum bu yazıyı yazmaya karar verince. Elle tutulur bir şey dedikleri yok. Bokstan başka sporlarda da rakibe vurma ve şiddet varmış, onlarda da beyin hasarı olabiliyormuş. Olabilir de en azgını boks. Önce ondan bir kutulalım, varsa başkalarına da bakarız. Boks insanı bedensel ve zihinsel olarak çok geliştiren bir spormuş. Rakibinin kafasına sürekli olarak yumruk atmadığın başka pek çok spor dalı var bedenen ve zihnen gelişebileceğin. Boks fakir mahalle sporuymuş ve buralardaki pek çok genci kötü yollara düşmekten kurtarmış. Daha başka pek çok spor dalı var gençlerin ucuz bir şekilde uğraşabileceği. Eğer yasaklanırsa yer altına iner ve daha da kontrolsüz bir hal alırmış. Güzelim olimpiyatlardan bir gitsin de nereye gittiğine sonra bakarız.

Gençlerin boksa değil, başka spor dallarına ilgi duymaları dileğiyle. Pek çok seçenekleri var. Ama enteresandır bu seneki 13 madalyamızın 11'ini karate, taekwondo, güreş ve bokstan almışız. Yani itmeyi, kakmayı, vurmayı, kırmayı seven ve becerebilen bir milletiz. Ok da atabiliyoruz. Bir de paralel bar var. Ama umut vadeden ve madalyayı kıl payı kaçıran pek çok başka sporcumuz da var. Bu sene kırdığımız rekoru önümüzdeki olimpiyatlarda tekrar kırmamız çok olası.

Dey Ney Ağn (25.07.2021)

İkinci aşımı oldum bu sabah. Bayram sonrası Pazar günü erken saatte de olsa sıra vardı az biraz Ankara Şehir Hastanesinde. Keşke daha çok olsaydı. Randevuya da gerek yok, çat kapı gidene de yapıyorlar. Aşı var diyorlar, gelin olun, bedava diye yalvarıyorlar, ama millet gitmiyor. Bedava her şeye karınca gibi üşüşen, Cuma çıkışı dağıtılan şerbetli hayır lokmasının ikincisini cebine tıkıştıran yurdum insanı küçücük virüsten korkup aşıdan medet ummayı kendine yediremiyor. Yan etkisi varmış, yeterince test edilmemiş, aceleye gelmiş deyip çekineni anlarım, ama onların sayısı kaçtır ki? Ekşi sözlük okuyarak dünya düzenini çoktan çözmüş, bütün komplo terorilerini kavramış olan vatandaşım olayın iç yüzünü biliyor da olmuyor. "Çip takıyorlarmış, dey ney ağn'la oynayacaklarmış." Türk milleti işte, zeki, ne yapacaksın?

Aslında tüm dünyada durum pek farklı değil. Aşağıda görülen 11 Ağustos 2021 tarihli güncel aşı istatistiklerine göre Türkiye'de çift doz aşı yaptırmış kişilerin nüfusa oranı %37. Tek doz yaptıranlar ise %14. Bunların toplamı %51. Yani nüfusun yarısının hiç aşısı yok. Bu durumda bile tüm dünyada 11. sırada ülkemiz. Tüm dünya nüfusunun %31'i en az bir doz aşı olmuş. Çift dozu olanların oranı %16. Düşük gelirli ülkelerde bu oranlar %1-2 seviyesinde. Aşıya ulaşamayanın durumu kötü. Ama bizde olduğu gibi aşısı olup da yaptırmayan ülkelerde dert eden dert ettiğiyle kalıyor. Hayat vurdumduymaza güzel bizim buralarda. Halbuki kronik hastalığı olanlar, kesinlikle ama kesinlikle virüs kapmaması gerekenler var. 1.5 yıldır evinden çıkamayanlar var.



Aşı olmayı beceremeyen halkım maske takmayı da beceremedi. Onun kimseye bir zararı, yan etkisi de yoktu halbuki. Ulusal kanalların akşam bültenlerinde çarşıda pazarda sırıta sırıta maskesiz gezen, ağzını kapatsa burnunu kapatamayan o embesiller yok mu? "Var maskem de, çantamda..." Dirseklerindeki, çenelerindeki, çantalarındaki o maskeleri alıp birer birer yediresim geliyor. Maskeni tak, birbirini salya sümük öpme. Buydu isteğimiz. "Akdeniz insanıyız ya, sıcak kanlıyız. Dokunmak var bizde, öpüyoruz yani..." Hay ben senin sıcak kanına...

Aşıları yapan hemşirelere üzülüyorum. Aylardır olduğu gibi bu bayram da gece gündüz nöbet tutup çalıştılar. Millet lütfedip gelecek de aşı olacak diye. Allah razı olsun.

New Research Paper (22.07.2021)

This paper got published recently in Computer Methods and Programs in Biomedicine. It is the third paper published from Kamil Özden's PhD thesis, which we supervised together with Dr. Yiğit Yazıcıoğlu. The focus of this paper is the effect of stenosis severity and eccentiricity on the sound generated by the turbulence induced pressure fluctuations. We were able to generate distinct and realistic sounds from the wall pressure flucutations obtained downstream of different stenosis models using Large Eddy Simulations. We concluded that CFD studies that simulate large number of cases with different severities and morphologies will play a critical role in developing the necessary sound databases, which can be used to train new acoustic based, non-invasive diagnostic devices. Full paper can be accessed here.

Sporumsu (27.06.2021)

Seveni çok biliyorum, ama ben futboldan hoşlanmam. Çocukken de aram yoktu. Topu çok sert bir kere. Üç gün oynarsın, ayakkabının ucu patlar, kafa atarsın, canın yanar. Lastik topla oynarsın, vurursun istediğin yere gitmez, 3 dakkada diken girer, o da patlar. Bir de Pazar günlerini sevmem. Haftanın en sevmediğim günüdür Pazar. Bugün de günlerden Pazar ve içim daralıyor. Çocukluk yıllarında Pazar günü ile özdeşleşen birkaç şey vardı, hepiniz bilirsiniz. Birisi haftasonu ödevlerini bitirmen gerektiği gerçeği. Diğeri banyo yapmak. Bir diğeri ütü, ki onunla aram fena değil. Bir de radyoyu ve televizyonu ele geçirmiş futbol maçları ve onların bitmeyen özetleri, yorumları.

"Hasan rakibini geçiyor ve ileriye oynuyor... Kubilay... Kubilay'dan tekrar Hasan'a... Hasan geriye dönüyor, Mert... Mert arkadaşlarına bakıyor, uzun oynuyor... Cengiz'in kontrolü güzel... Cengiz pas verecek arkadaşını arıyor, geriye Motombo'ya dönüyor. Pası kısa... Araya girmek isteyen Franco... Uğur yetişiyor ve kalecisi Yasin'e kazandırıyor topu... Yasin bekletmeden rakip sahaya gönderiyor... Ama topun düştüğü yerde pembe morlulardan kimse yok... Cenk'in kontrolünde taca çıkıyor top... Cenk taç atışını kullanmak için kenar çizgisinde... Arkadaşlarını yanına çağırıyor, ama hareketlenen kimse yok... Topu Burak'a bırakıyor... Burak'ın taç atışı en geride kaleci Babamba'ya kadar geliyor... Bu dakikalarda oyunun temposu oldukça düştü... Babamba arkadaşlarına ileriye gidin diyor... Topun düştüğü yerde yükselen Oğuz'la Cenk'in ikili mücadelesinde top Oğuz'da kalıyor... Atak yönü şimdi sol kanat... Diego... Diego hareketlenen Mesut'la oynuyor... Ama top hızlı, aut..."

Bu nasıl bir spor ya? Bekle bekle bir şey olmaz. 1.5 saat boyunca al gülüm, ver gülüm, yok ileriye oynadım, yok geriye, bir sola, bir sağa. Olursa 2 gol olacak, onun da biri VAR'dan bakılınca görülecek ki Totoo'nun sol elinin küçük parmağı savunma oyuncusunun, çok afedersin, poposunun kenarından 3 santim önde olduğu için ofsaytmış. Gol iptal... Zaten seyir zevki yerlerde sürünen bir sporumsunun 40 yılda bir olan golünü de süper teknolojik sistemlerle ofsayt diye saymıyorsun. Bu nasıl bir akıldır? Bırak gol olsun, daha çok gol olsun.

Sevimsiz geliyor bana. Oyuncusu mesela... Herşeye itiraz eder, hakeme bağırır çağırır, üstüne yürür, dayılanır, hatta iter kakar. Yalandan yerlere atar kendini. Takımı öndeyse düştü mü kalkmaz, sanırsın ayağı koptu. Yanından geçen rakibin formasına, hakem görmesin diye her türlü mahareti göstererek, öyle bir asılır ki forma 5 katına süner. Oyuncu değişikliği olur son dakikalarda, bir türlü varamaz kenar çizgisine, sanırsın yürüyerek hacca gidiyor. Tribünler desen küfürbaz. Koro halinde hakeme saydırır. Sahaya atılan türlü türlü ıvır zıvır, maç sonunda korner direğinin etrafı işportacı tezgahına döner. Yetmez 90 dakika, çıkışta kavga, dövüş, döner bıçaklarına varana kadar. Bilmiyorum bugünlerde nasıl, ama benim bildiğim futbol bu.

Çocukken Pazar öğleden sonraları ve geceleri bu eziyete çok maruz kaldık. İster istemez her evde bir seveni oluyor bu meretin ve radyoda, televizyonda açılıyor. Ama sonra bir şeyler oldu ve durum değişti. Futbol endüstrisi dedi yorumcular buna. Artık TRT'de bedava izleyemez oldun maçları. Gece özetler, yorumlar var gene, ama hiç değilse maçlar şifreli kanalda. Bin şükür, kurtulduk. Millet fakir, nerden bulacak şifreyi çözecek parayı. Haydi kahvelere. Benim de kahve alışkanlığım pek yok. İyi oldu.

Ama bu aralar TRT'de gene şifresiz futbol var. O kadar uzun zaman olmuş ki izlemeyeli, arada bakayım diyorum. Ama değişen pek bir şey yok. Ezik ülkem Türkiye'ye gömlek gömlek fazla geliyor Avrupa futbolu. Son grup maçından sonra mafya babası giyimli yorumcu diyor ki "Bizim mahalleden gençleri toplamış gibi takım". Hay dilini seveyim senin. 2 hafta kadar öncesinde, şampiyonanın başındaysa herkesin ağzı kulaklarındaydı. Eleme maçlarını izlemedim ama artık ne yaptıysak, öve öve bitiremiyorlardı takımı. "Avrupa'nın en üst düzey liglerinde oynayan bireysel kalitesi çok yüksek oyunculardan kurulu genç bir takım". Şampiyonaya da çok iyi hazırlanmışız. Ya kardeşim, insan bu kadar mı haddini bilmez, bu kadar mı kendini ve etrafını tanımaz. Sanırsın final maçı garanti, ikinci olursak büyük sürpriz.

Maçların tek güzel tarafı yemyeşil sahalar. Korona günlerinde sanki pikniğe gitmiş gibi, insanın gönlü açılıyor o yeşil çimenlere güneş vurdukça. Futbolcular olmasa, ben o çimenleri izlesem 90 dakika belgesel gibi ne güzel olur. Ama kalan her şey sıkıntı. İki şeye çok sinir oldum. Biri takımın başına kaptan yaptıkları o tuhaf tip. Onun neresi futbolcu Allah'ını seversen? Bildiğin kavga etmeye çıkmış sahaya. Kaptan dediğin aklı başında olur, efendi olur. Bunun işi gücü hakeme el kol hareketi yapmak. Nasıl atmıyorlar sahadan anlamadım. Bir de gamsız teknik direktörümüz. Ruhunu bir önceki turnuvada teslim etmiş, sadece bedenen orda bulunan bir yaşlı amca var takımın başında.

Ne oldu peki? Grubumuzda İtalya, Galler ve İsviçre ile 3 maç oynadık. Hepsini kaybedip grup sonuncusu olarak elendik. 1 gol atıp 8 gol yedik, -7 averaj. Toplam 24 takım katılmış şampiyonaya. Bizden başka sıfır puanla bitiren bir takım daha var, Kuzey Makedonya. Kalibremiz buymuş. Böyle bir Avrupa ülkesi olduğunu dahi bilmiyordum, futbol sayesinde öğredim. Ama Kuzey Makedonya bile bizden bir tık iyi, çünkü 8 gol yiyip, 2 gol atmışlar, -6 averaj. 24 takım içinde sayısal olarak en kötüsü Türkiye. Tamam, kabul ediyorum, iş rakamlara döküldüğünde bir en kötü olacak mutlaka. Desen ki ben futbolu hobi olarak yapıyorum, pek de umurumda değil, bir iddiam yok, ve sonra da gidip sonuncu olsan hadi eyvellah, anlarım. Ama öyle değil ki bizdeki durum. Bizim için milli şeref meselesi bu. Medyasında futboldan başka neredeyse hiç bir spor dalına yer verilmeyen, devre aralarında göstermek için uzun uzun, bol al bayraklı, bol göz yaşlı reklam filmleri çekilen bir ülkeyiz biz. Uluslararası arenada bu kadar beceremediğimiz bir sporu bu kadar tutkuyla seven bir garip ülke.

Öğrenci Arıyorum (06.04.2021)

Pnömatik taşıma sistemlerinin CFD analizleri konusunda çalışacak lisansüstü öğrenci arıyorum. Bu öğrencinin aynı zamanda aşağıda gördüğünüz gibi bu konuda Ar-Ge çalışmaları yürütmekte olan OPTİMA Mühendislik firmasında yarı-zamanlı olarak çalışması da mümkün olacak. Bu duyuruyu ilgileneceğini düşündüğünüz öğrencilerimizle paylaşabilirsiniz.

İki Bardak Çay (20.02.2021)

Basit insanlardık biz,
Mutlu olunca çay demlerdik.
Küçüktü sevinçlerimiz,
İki bardakta içer bitirirdik.

4K'da Şirin Kedi (18.02.2021)

Aşağıdaki grafik sizce ne anlatıyor? Zor soru. Zilyon farklı şey olabilir. Bir ipucu verelim. Yatay eksen zamanı gösteriyor. Hmmm... Covid-19 hasta sayısının pandeminin ilk günlerindeki artışı olabilir mi? Logaritmik bir artış gibi... Yok değil. Yatay eksen yılları gösteriyor... Rüzgar enerjisinden üretilen elektriğin yıllar içindeki yükselişi mi? Hayır. Son yıllarda yurt dışına çalışmaya giden mühendislik mezunlarımızın sayısındaki artış? O da değil. 1990 - 2018 yılları arasında değişiyor yatay eksen. Yani veri 1990'da başlıyor. Ne oldu 1990 yılında? Bir sürü önemli şey oldu. İnsan genomu projesi başladı mesela. Hubble uzay teleskobu fırlatıldı. Yugoslavya'da rejim çöktü, doğu Avrupa'da haritalar değişti. Hapisteki Nelson Mandela serbest bırakıldı. Tim Berners Lee ilk web sunucusunu yarattı ve www hayatımıza girdi.



Evet işte bu sonuncusu ile ilgili grafik. Orijinaline buradan ulaşabilirsiniz. Tüm dünyada internet üzerinden iletilen veri miktarının yıllar içindeki artışını gösteriyor. Yatay eksen 1990 - 2018 arasındaki yıllar (her bir çizgi 2 yıl), dikey eksen ise exabayt (EB) cinsinden aylık veri transferi miktarı. Sıfırdan başlıyor ve 120 EB'ye kadar çıkıyor. 2018 yılında tüm dünyada aylık 120 EB kadar data transferi olmuş. Exabayt mı? 1 EB = 1024 Petabayt (PB). Peta? 1 PB = 1024 Terabayt (TB). Tera biraz tanıdık geldi gibi. Taşınabilir diskler var terabayt kapasiteli. 1 TB = 1024 Gigabayt (GB). Şimdi oldu. Gigabayt'ı biliyoruz. Mobil internet paketleri oluyor 5 GB, 10 GB falan diye. İşte ondan.

İnternet kullanımındaki bu artışın altından nasıl kalkıyoruz? Bu kadar veriyi iletmek sıkıntı olmuyor mu? Sürekli yeni uydular gönderiyoruz ya işte uzaya, Türkiye'nin de var hani. İşte onlar hallediyordur... Yok öyle değil. Bu veri transferinin sadece %3'ü uydular aracılığı ile oluyor. Geri kalan %97'si denizlere ve okyanuslara döşenmiş kablolarla. İyi de cep telefonlarımızla giriyoruz çoğu zaman internete mobil olarak. Tamam, ama orada da veri kablosuz olarak en yakındaki GSM kulesine kadar gidiyor ve ondan sonrası gene kablolarla. Önce yer altında, sonra okyanusların altında. Eğer gezdiğiniz sosyal medya sitesinin sunucuları Türkiye dışında ise, ki büyük ihtimalle öyledir, o vakit okyanuslardan geçip geliyor bilgiler avucunuza, uydulara falan uğradığı yok. Dünyadaki internet iletişimini kesecek bir siber saldırının genelde Hollywood filmlerinde gördüğümüz gibi uyduları devre dışı bırakmakla bir ilgisi yok. Okyanuslara dalıp kablo kesmemiz gerekiyor. Neden peki onbinlerce kilometrelik kablo döşemek tercih ediliyor uydular yerine? Çünkü çok çok daha fazla bant genişliği (birim zamanda iletilen veri miktarı) sağlıyor. Ayrıca uydulara göre veri transferi dış etkenlere daha kapalı ve hata yapma olasılığı daha az.



Yukarıdaki resimde Akdeniz'in tabanında döşeli kabloları görebilirsiniz. Resme tıklayarak gideceğiniz sayfada ise dünyadaki tüm denizleri ve okyanusları ören kablo ağını görmeniz mümkün. www'deki webin belkemiği bu işte. Elbetteki trafiğin büyük çoğunluğu Amerika'yı Avrupa'ya ve Asya'ya bağlayan ve Atlantik ve Pasifik okyanuslarını geçen çok sayıdaki kablodan akıyor. Gördüğünüz gibi internet Türkiye'ye iki yerden giriyor, İstanbul ve Marmaris. Yurt dışına çıkmanın başka bir yolu görünmüyor. Sosyal medyada dolanıyor, internetten film mi izliyorsun? Marmaris'e selam olsun. Bir de Mersin'i ve Hatay'ı Kıbrıs'a bağlayan iki küçük hat var, ama belli ki onlar bizden ziyade Kıbrıs'a hizmet ediyor, adayı dünyaya bağlamaya yarıyor.

10 binlerce kilometre uzunluğunda olabilen bu fiber optik kabolar yaklaşık 2.5 cm çapında. Bahçe hortumu gibi bir şey getirin gözünüzün önüne. Denizlerin tabanında öylece yatıyorlar. Bu 2.5 cm'nin neredeyse tamamı koruma ve güç aktarımı için. Veriyi taşıyan birkaç fiber optik telin her biri saç teli inceliğinde. Karalara yaklaştıklarında güvenlik açısından yerin altına giriyor kablolar ve görmüyoruz. Üzerlerindeki koruma katmanları da kalınlaşıyor, bir teneke kola boyutuna ulaşıyorlar. İçlerideki detayı bu videoda izleyebilirsiniz. Bu kablolardan sadece veri değil güç aktarımı da oluyor. Veri sağlıklı bir şekilde ancak birkaç yüz kilometreye kadar aktarılabiliyor bir fiber optik kablo üzerinden. Binlerce kilometrelik mesafeleri aşabilmek için yaklaşık her 100 kilometrede bir tekrarlayıcılar kullanılıyor sinyali kuvvetlendirip ilk haline dönüştüren. Bunların çalışabilmesi için de güç gerekiyor ve bu da kablonun kendisi tarafından taşınıyor.



Bu kabloları döşemek zahmetli ve pahalı bir iş. Kim yapıyor bu işi? Büyük veri sağlayıcılar ve telekomünikasyon firmaları. Mesela en yenilerinden olan MAREA (her bir kablonun böyle bir de ismi var) Virginia/ABD'yi Bilbao/İspanya'ya bağlıyor. Atlantik okyanusunu geçiyor yani. 2 yıl önce döşenen 6600 km uzunluğundaki bu kabolunun sahipleri Microsoft ve Facebook. İşi finanse eden onlar yani. Üreten, döşeyen, işleten ve bakımını yapan ise İspanya'da Telxius isimli bir telekomünikasyon firması. Dünyadaki en hızlı denizaltı internet kablolarından biri bu . Teorik veri taşıma hızı saniyede 200 Terabit. Teraları konuşmuştuk daha önce. 1 baytın da 8 bit olduğunu bilirseniz hesabı yaparsınız siz. Ama ben gene de yardımcı olayım. Bu hızda Netflix'in tüm koleksiyonunu 1 saniyede indirebilirsniz. Hızlı işte yani. Benim bu satırları yazdığım evimde şu an itibarı ile internet hızım saniyede 13 Megabit. MAREA'daki hız benim evdekinin 15 milyon katı kadar. MAREA'nın içinde 8 adet fiber optik tel çifti (her iki yöne giden 8'er tel) var. Bunların iki tanesi Microsoft'un hizmetinde. 2 tanesi de Facebook'un. Kalan 4'ünün kullanım hakkı Telxius'un. O da bunlardan birini Amazon'a kiralamış, diğerlerini kendisi kullanıyor. Bir fiber optik kabloda veri ışık hızının üçte ikisi kadar bir hızda ilerliyor. Yani 6600 km'lik MAREA'nın bir ucundan diğerine varması 35 milisaniye kadar sürüyor. Finans sektöründe, borsa yatırımı gibi işlerde her bir milisaniyenin önemi büyük.

MAREA, Atlantik'i geçen pek çok kablodan sadece biri. Diğerleri de benzer şekilde finanse edilip, döşenip, işletiliyor. Aşağıdaki resimde Atlantik'ten Avrupa'ya ulaşan en alttaki gri renkli kablo Dunant. Sahibi Google. Daha geçen yıl hizmete girmiş. 6400 km uzunluğunda ve ABD'yi Fransa'ya bağlıyor. Onun iki üstündeki ise Apollo. Sahibi Vadofone. Böyle böyle büyüyor bu firmalar. Kendilerine ait okyanus otoyolları var. Marmaris'e de gelen SeaMeWe-5 kablosu 20 bin kilometre uzunluğunda. 20 kadar ülkeye uğruyor ve bizim Türk Telekom gibi her ülkenin telekomünikasyon firmalarının ortaklığında bir yatırım. Gene Marmaris'e uğrayan SeaMeWe-3 ise 39 bin kilometrelik uzunluğu ile dünyanın en uzunu. İstanbul'a gelen kablonun adı ise MedNautilus. İtalya, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail'i birleştiriyor. Neredeyse 20 yaşında, yani emekliliğine az kalmış. Kablolarla ilgili bu tip detaylı bilgilere Submarine Cable Map sayfasından ulaşabilirsiniz.



Bugün böyle 400'den fazla denizaltı kablosu var dünyada. 25 sene kadar ömrü var her birinin. Sürekli olarak eskiyenler emekliye ayrılıp yenileri döşeniyor. Bu sayede tüm kıtalar birbirine bağlanmış durumda. Biri hariç. Antarktika'ya giden kablo yok. Oradaki araştırmacılar iletişim için uyduları kullanmak zorunda ve bu yüzden de biraz sıkıntıdalar. Aslında tüm kıtaların böyle birbirlerine kablolarla bağlı olması yeni bir şey değil. 1870'lerden beri durum böyle. Evet, neredeyse 150 yıldır tüm kıtaları birbirine bağlayan kablolar var. Tabii o eski kablolar fiber optik değillerdi, çünkü bu teknoloji 1970'lerden beri var. İlk trans-Atlantik fiber optik kablo olan TAT-8 1988 yılında hizmete girdi. O zamanlar internet yoktu. Telefon görüşmelerine hizmet ediyordu. Saniyede 280 Megabitlik kapasitesi bugünkü standardın 1 milyonda biri kadar. Gene de 10 binlerce telefon devresine karşılık geliyordu. Hizmete girdiğinde bu kapasitesinin kullanımına 10 yıllık bir sürede gerek olmayacak diyenler vardı. Hatta bu kapasiteye hiç bir zaman gerek duyulmayacak iddiasında bulunanlar da olmuştu. Ama 2 yıldan az bir sürede tüm kapasite kullanılır oldu. Zaten 1990'da intenet devreye girince iletişim ihtiyacı inanılmaz bir hızda artmaya başladı ve yeni kablolar döşendi. Bir sonraki olan TAT-9 1992 yılında döşendiğinde kapasitesi TAT-8'in 2 katı idi.



Bu TAT kabloları TAT-14'e kadar gidiyor. Peki TAT-1 yok mu? Var elbette. İlk trans-Atlantik telefon kablosu TAT-1. 75 yıl önce, 1955'te, ABD ve Birleşik Krallık ortaklığında döşenmiş Kanada ile İrlanda arasına. Öncesinde Amerika ile Avrupa arasında radyo-tabanlı telefon görüşmesi yapılabiliyormuş, ama çok pahalı imiş. Bugünkü para ile dakikası 150 doları aşıyormuş. TAT-1 kablosu ile bu ücret 5'te birine inmiş. Gene de inanılmaz pahalı. TAT-1 aynı anda 35 telefon görüşmesini ve 32 telegraf mesajını kaldırabiliyormuş. Böyle ilerliyor işte teknoloji, adım adım. Hizmete girdiğinde ilk 24 saat içinde 600 telefon görüşmesi yapılmış TAT-1 üzerinden. Kimdi o şanslı kişiler acaba ve neler konuştular?

Atlantik'i geçen en eski kablo TAT-1 yani, öyle mi? Hiç değil. Dedik ya 150 yıldır tüm kıtalar birbiri ile bağlı kablolarla. Atlantik'i geçen ilk kablo 1858 yılında hizmete girmiş. Ama ne internet ne de telefon için döşenmiş. Peki ya ne için? Telegraf için. O yılların teknolojisi bu. İlk telefon görüşmesini Graham Bell 1876'da yapmıştı. Bu kablonun hizmete girmesinden neredeyse 20 yıl sonra. İlk trans-Atlantik telegraf mesajı Birleşik Krallık kraliçesinin Amerikan başkanına gönderidği tebrik olmuş. Mors alfabesi ile her bir karakter 2 dakikada iletilince, mesajın okyanusu aşması 1 saati geçmiş. Gene de 10 günlük gemi seyahatine göre oldukça iyi. 4 sene sürmüş döşenmesi bu kablonun, ama sadece 3 hafta kullanımda kalabilmiş. Veri transfer hızı hemen bozulmaya başlamış ve iyileştirmek için voltaj artırımı yapınca da tamamen çalışmaz olmuş. Bir sonraki telgraf kablosu ancak 8 yıl sonra döşenebilmiş. Dakikada 8 kelime iletebiliyormuş ve minimum limit olan 10 kelimeyi göndermek bugünkü para ile 1300 dolardan fazlaymış. Aman aman... Tabii bu astronomik ücretle kişilere değil, sadece büyük şirketlere ve devlet kurumlarına hizmet etmiş.



Sabit cihazlar için artık pek çok yerde internet sınırsız. Yavaş yavaş mobil internet kullanımı da oraya gidiyor. Ama insanın bir sınırı olmalı, her konuda. Birileri seni sınırlamıyorsa sen kendini sınırlayacaksın. Yoksa ziyanlık olur. İnternetin ziyanlığı olur mu? Olur elbette. Türkiye'de her gün 5 milyon ekmek çöpe gidiyormuş. Acaba her gün kaç Exabayt veri çöpe gidiyor? Bugün ABD'de gün içinde internet kullanımının zirve yaptığı saatlerde, tüm veri aktarımının %70'i video izlemeye gidiyormuş. Netflix %37 ile birinci, YouTube %18 ile ikinci. İkisi beraber %50'den fazla. 2K, 4K video izleme imkanı var artık video servisi veren sitelerde. Videolar 4K olacak, selfie'ler 20 Megapikselde çekilecek, televizyonların ekranları, telefonların kameraları, internet paketlerinin kotaları yetmeyecek, insanlar bir saniye bile olsun internetsiz kalamayacak ki bu teknoloji devridaimi sürsün. Televizyon hayatımıza neredeyse 1 asır önce girdi. Türkiye'de ilk televizyon yayını yarım asır önce yapıldı. Artık yeni nesilde pek yüzüne bakan yok. İnternetle 32 sene önce tanıştık. Bugün geldiği noktada birçokları için, ola ola, yeni televizyon oldu. Amazon 26, Google 22, Facebook 16, YouTube ve Reddit 15, Twitter ve Spotify 14, Netflix 13 (internetten video izleme olarak), iOS 13, Android 12, WhatsApp 11, Snapchat 9, Instagram 8, Tik Tok 3, Clubhouse 1 yıldır hayatımızda. Çağımız internet çağı, ama tadı çoktan kaçmış vaziyette. Ya da, bu çağın son 10-15 yılını yakalayamamış olan bana öyle geliyor. İnterneti tahtından edecek, dünyayı onun kadar değiştirecek bir sonraki teknolojinin AI olacağı (olduğu) konuşuluyor. Onun da suyunu, daha kendisi ile tanışmadan çıkarmayı başardık.

İyi De Herkes Nerde? (12.02.2021)

Geçenlerde Contact filmini izledik evde. Daha önce izlemiştim, ama bizim kızlar bilmiyormuş, onlarla beraber ben de tekrar izledim. Jodie Foster ve Matthew McConaughey oynuyor. Carl Sagan'ın aynı adlı bilim kurgu romanından uyarlama. Foster'ın oynadığı karakter Ellie bir radyo astronomu. Dünya dışı akıllı yaşam araştırması (SETI) yapıyor. Küçük yeşil Marslıları bulma derdinde. Filmin aşağıda görünen afişindeki radyo teleskopları New Mexico/ABD'deki VLA'nın bir kısmı. Ellie burada çalışırken ilk defa bir dünya dışı akıllı yaşam formundan radyo sinyalleri alıyor. Sonra da onlarla temas kuruyor. Ama aslında Ellie filmin başında o zamanın en büyüğü olan Arecibo radyo teleskobunda çalışıyor.



Arecibo... "s" ile okunuyor. Ne güzel geliyor kulağa. Karayip Denizi sularında hüküm sürmüş eski bir kralının isminden geliyormuş. Porto Riko'da bir şehir Arecibo. O civarda yaşıyorsan ve manasında bir yamuk yoksa, kızına isim diye koyarsın. Porto Riko Atlantik'te, 3 milyon nüfuslu, Kıbrıs büyüklüğünde bir ada. Amerika'nın sağ alt köşesindeki Florida'yı bildin mi? Ordan az aşağıya in Küba, hemen sağında Acun'un Survivor'ı çektiği Dominik, onun da sağında Porto Riko. Porto Riko'nun kuzey kumsalında da Arecibo. Kasırgalara alerjin yoksa, böyle bir coğrafyada, Arecibo isimli bir şehirde ne iş olsa yapılır da, radyo teleskobunda astronomluk mu? Aman diyim. Bir de üstüne SETI araştırması yapmak mı? Dur, fena oluyorum...



Büyük mühendislik yapılarını severim. Mesela barajları. Bayılırım barajlara. Akan suyun önüne duvar ör, insanlığın en kritik ihtiyaçlarından birini, elektriği üret. Bazı çevre sıkıntıları yaratıyorlar, kabul. Olur olmaz her yere kurmayacaksın. Emekli olunca Ege'de bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri vardır ya. Beni bir baraj gölünün yanına bırakın yeter. Baharda suyu yükselsin, kapaklarını açsın boşaltsın, gövdesinin üstündeki ince yoldan karşıya geçeyim mantar toplamaya, arada türbinleri bakıma girince beni de çağırsınlar, ben de izleyeyim eğlenceyi. Radyo teleskoplarına da bayılırım. Büyükçe bir tencere kapağını uzaya doğrult, evrendeki en muhteşem olaylardan birine, bir pulsarın kalp atışına şahit ol. Emekli olunca Arecibo'ya yerleşmek mi dedin? Alırım ben. Ama yerleşsem bile teleskobu ziyaret edemem, çünkü 2.5 ay kadar önce parçalandı. Ne yazık ki çalışmıyor artık. Eskimişti ve güvenlik sıkıntıları yüzünden kullanılamıyordu bir süredir. Kontrollü bir şekilde sökülecekti, ama Atlantik kasırgalarının hırpaladığı vücudu daha fazla dayanamadı ve 1 Aralık 2020'de devasa çanağının üstünde asılı duran alıcıyı taşıyan halatlar kendilerini koyverdi. Buradan izleyebilirsiniz o hüzünlü anı.



1963 yılında çalışmaya başlayan Arecibo, 305 metrelik çanağıyla 2016'ya kadar 53 yıl boyunca dünyanın en büyük sabit, tek çanaklı radyo teleskobu idi. Çanağının ağız dairesine 10 futbol sahası sığdırmak mümkün. Futbolla aranız yok mu? O zaman 170 tane basket sahası sığdırın. ABD Savunma Bakanlığı'nın füze savunma sistemi geliştirme ihtiyacı üzerine atmosferin iyonosfer tabakasını araştırmak amacıyla tasarlanmış. Cornell Üniversitesi tarafından işletiliyordu. Yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi dağların arasında doğal bir çöküntüye oturuyor çanağı. Yani zaten var olan bir doğal çukurun üstüne inşa edilmiş. Çanağı 38 binden fazla sayıdaki 1 metreye 2 metrelik metal plakadan oluşuyordu. Yıllar içinde SETI projesi kapsamında dünya dışı akıllı yaşamı ve dünyaya yakın geçen astreoidleri araştırmak için kullanıldı. Neredeyse 60 yıllık çalışma hayatında pek çok buluşta ve bazı Hollywood filmlerinde rol aldı. Güneşin etrafında 88 günlük bir periyotla döndüğü sanılan Merkürün aslında daha aceleci olduğunu, bir turunu 59 günde bitirdiğini anlamamızı sağladı. Merkürün buz kaplı kutupları olduğunu gösterdi bize. Bilinen en genç pulsar olan Yengeç pulsarını onun sayesinde tanıdık. Araştırmacılarına fizik Nobelini getiren ilk ikili pulsarın keşfinde kullanıldı. Apollo uzay araçlarının ayda, Viking araçlarının ise Marsta inecekleri yerleri belirlemede işe yaradı. Satürn'ün uydusu Titan'ın yüzeyinde hidrokarbon gölleri olduğu gösterdi. Sokaktaki vatandaşa en çok hitap eden işlevi ise SETI ve METI çalışmaları oldu. SETI (Search for Extraterrestrial Intelligence) dünya dışı akıllı yaşamın araştırılması, METI (Messaging to Extraterrestrial Intelligence) ise bunun uzaya mesaj göndererek aktif olarak yapılması. Arecibo'daki METI çalışmalarının en bilineni 1974 yılında 25 bin ışık yılı uzaklıktaki Messier 13 yıldız kümesine gönderilen aşağıdaki mesajdı. 25 bin ışık yılı uzağa mesaj göndermek? Sabır işi...



Arecibo mesajı aslında ikili sistemde sıfırlardan ve birlerden oluşan 1679 bitlik bir kod. Ama 23 piksele 73'lük yukarıdaki resmi temsil ediyor. Kolay anlaşılsın diye resmin farklı kısımları farklı renklerde gösterilmiş burada. Amerikalı astronom ve astrofizikçi Frank Drake, Contact kitabının yazarı Carl Sagan'ın yardımı ile oluşturmuş bunu. Tek bir sefer ve 3 dakikadan az bir süre için gönderilmiş uzaya. Denk gelirsen duyarsın. Mesajda en yukarıda beyaz renkte sıfırdan ona kadar onluk sistemdeki sayılar, altında mor renkte DNA'yı oluşturan hidrojen, karbon, oksijen, nitrojen ve fosfor elementlerinin atom numaraları, yeşil renkte DNA'daki nükleotitleri oluşturan kimyasal bileşiklerin formülleri, beyaz ve mavi renkte insan genomundaki tahmini nükleotit sayısı ve DNA'nın çift sarmal yapısının bir görseli, mavi, kırmızı ve beyaz renkte normal bir insanın boyutları ve dünyadaki insan nüfusu, sarı renkte güneş sistemindeki gezegenlerin bir şeması ve en altta Arecibo teleskobunun grafiği ve boyutları var. Özenle, düşüne taşına seçilmiş öğeler. Eğer uzaylıların Microsoft Paint'i varsa anlamamaları için hiç bir sebep yok. Ola ki biz de bir gün dünya dışı canılardan bir mesaj alırsak, buna benzer şeyler bekleyebiliriz herhalde diyeceğim, ama Contact filminde Ellie'nin keşfettiği mesajda bir gizli video vardı. Hitler'in 1936 olimpiyat oyunları açılış konuşmasına dair. Yani mesaj diyor ki "Biz sizin ciğerinizi biliriz". Ürkünç...

Arecibo'dan gönderdiğimiz bu selamımızı alan olmadı. Sonra benzer başka mesajlar da gönderdik. Mesela 1977'de Voyager uzay aracına iliştirip yolladığımız aşağıdaki altın kaplı plak gibi. Plağın içeriği gene Carl Sagan'ın önderliğindeki bir komite tarafından oluşturulmuş. Rüzgar, gök gürültüsü gibi doğa sesleri, dünyamıza ait 100'den fazla resim, değişik kültürlerden müzikler, 55 farklı dilde söylenmiş "Merhaba yabancı, biz dostuz" cümleleri gibi romantik şeyler. Üstünde de kayıtların kodunun nasıl çözüleceğini anlatan zekice hazırlanmış diagramlar var. Türkçe bir cümle de var plakta: "Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız. Sabah şerifleriniz hayrolsun". Enteresan bir seçim. Söyleyen ise ABD'li Peter Ian Kuniholm. Haydaa, Türkçe mesajı bir Türk seslendirmemiş mi? Hayır. Plak Amerika'da kaydedilirken etraftaki Türkçe bilen birinden rica etmişler. Kuniholm bir arkeolog. 1949'da babasının işi sebebiyle Türkiye'ye gelmiş ve sonra da bağını hiç koparmamış. 60’lı yıllarda Robert Kolej’de İngilizce öğretmenliği yaparken ünlü şair Behçet Kemal Çağlar da aynı okulda öğretmenmiş. Çağlar kendisini her sabah böyle selamlarmış. Bu da ona basit bir merhaba veya günaydından daha süslü, daha güzel gelirmiş. Kendisinden Türkçe bir merhaba cümlesi söylenmesini istediğinde de bunu tercih etmiş. Plağın sesli içeriğini buradan dinlemek mümkün. Bu mesaj 40 küsür senedir ilerliyor uzayda. Bir gören, duyan olduğunu sanmıyoruz şu ana kadar. Ama kim bilir, belki birkaç ışık yılı sonra biri denk gelir.



"Evrende yalnız mıyız?" sorusu, milyonu bırak, katrilyon dolarlık bir soru. Arecibo mesajının mimarı Frank Drake SETI'nin de kurucusu. Bu işlere fazlaca kafayı takmış meraklı bir şahsiyet. Meşhur Drake denkleminin de isim babası. Bu denklem Samanyolu galaksisindeki olası iletişime açık, dünya dışı medeniyetlerin sayısını tahmin ediyor kabaca. Böyle bir şey nasıl bir denkleme dökülebilir? Bunun matematiği olur mu? Olurmuş. Aşağıda görülen denklemde 7 çarpan var. R* galaksimizdeki her yıl kaç yeni yıldız oluştuğu, fp bu yıldızlardan gezegenlere sahip olanların oranı, ne bu gezegenlerinin ortalama kaç tanesinin yaşamı destekleyebileceği, f1 yaşam desteği sunan bu gezegenlerden geçmişte bir vakitte bir yaşam formunu başlatabilmeyi başaranların oranı, fi yaşam olan bu gezegenlerden akıllı bir yaşam, yani bir medeniyet ortaya çıkarabilenlerin oranı, fc bu medeniyetlerden bizim keşfedebileceğimiz bir sinyal üretecek teknolojiyi geliştirebilmiş olanların oranı ve son olarak L bu sinyallerin uzaya ne kadar bir süredir gönderildiği. İşte bunlarmış bizim dünya dışı akıllı bir medeniyet bulabilme ihtimalimizi etkileyen faktörler. Basit düşüneceksin...



Basit düşün de, biliyor muyuz ki biz bu faktörleri? Drake bu denklemi 1961 yılında masaya koyduğunda her bir faktör için şu değerleri önermiş.
R* = 1   (biricik Samanyolu galaksimiz yılda ortalama 1 yeni yıldız üretiyormuş)
fp = 0.2 - 0.5   (bu yıldızların beşte biri ile yarısı kadarının gezegenleri varmış)
ne = 1 - 5   (bu gezegenlerden 1 ile 5 kadarında yaşam oluşma ihtimali olsa)
f1 = 1   (yaşam oluşma ihtimali olan gezegenlerin hepsinde yaşam oluşsa)
fi = 1   (oluşan yaşam formlarının hepsi akıllı olsa)
fc = 0.1 - 0.2   (akıllı medeniyetlerin %10-20 kadarı bizimle iletişim kuracak teknolojiyi geliştirebilse)
L = 1000 - 100 milyon yıl   (ve iletişim sinyallerini bu kadar yıldır gönderseler bize)

Elbette bu parametreleri, özellikle de son dördünü doğru bir şekilde tahmin etmek çok zor. Drake kafadan mı sallamış bunları? Yok, Drake öyle biri değil. Elinden gelenin en iyisini yapmış diyelim. Ne var ki her bir parametredeki belirsizlik bir araya geldiğinde denklemin sonucu pek de güvenilir olamıyor. Ama zaten denklemin esas amacı doğru bir sayıya ulaşmak değil. Bu sayıyı etkileyecek faktörleri düşünmek, düşündürtmek, buna kafa yordurmak, herkesi bu egzersize teşvik etmek, bu merakı, bu bilinmezliği tatlı tatlı kaşımak. Drake'in tahmin aralıklarının alt ve üst limitlerini kullandığımızda N için elde ettiğimiz aralık 20 ile 50 milyon. Yanlış anlama olmasın. 20 milyon ve 50 milyon değil. Sadece 20 (dört elin parmağı yani) ve 50 milyon. Samanyolu galaksisinde bizimle iletişim kurabilecek bu kadar medeniyet varmış tahmini olarak. Büyük bir aralık. Ama hiç yoktan iyidir. Bu medeniyetlerden bizimle temas kuran olmadı henüz. En azından bize bu yönde bir bilgi ulaşmadı.

1961'den bugüne 60 yıldır bilim adamları Drake'in denklemi ile daha doğru tahminler yapmaya ve onu iyileştirmeye çalıştılar. Bunlardan en karamsar olanları N'i 10-13 gibi inanılmaz düşük bulurken, daha iyimserleri 107 gibi çok büyük hesapladı. Uzaklarda bir yerlerde birileri yaşıyor mu bilemiyoruz. Bu soruyu pek çok kişi pek çok formda sordu, ama en ünlüsü İtalyan-Amerikan fizikçi Enrico Fermi'nin "Ama herkes nerde?" sorusu oldu. Ünlü fizikçi 1950'de bir gün arkadaşları ile öğle yemeğine yürürken gündemdeki UFO haberlerini tartışıyordu ve birden pat diye bu soruyu sordu. Fermi'nin bu "Bizimle temas kurma potansiyeli olan bu kadar çok sayıda medeniyet olabilecekken neden şimdiye kadar bir temas kurulmadı?" çelişkisine Fermi paradoksu diyoruz. Ben sorsam bu soruyu kimse iplemez, ama nükleer fiziğin mucidi, atom bombasının babası sorunca böyle literatüre giriyor işte. Bilim adamları, felsefeciler, sosyologlar, ekonomistler tarafından bolca tartışılan bu paradoksun envai çeşit açıklaması var. Mesela en basiti aslında o kadar çok sayıda medeniyet olmayabilir. Veya yıldızlararası iletişim kurma ve seyahat etme teknolojisini geliştirmek düşündüğümüz kadar kolay olmayabilir, diğer medeniyetler bizim onları merak ettiğimiz kadar bizi merak etmiyor olabilir, bir sebepten dolayı bizden özellikle uzak durmak istiyor olabilirler, herkes bizim gibi bolca dinliyor, ama gene bizim gibi nadiren uzaya sinyal gönderiyor olabilir, yeterince uzun ve dikkatli dinlemiyor olabiliriz, gibi, gibi, gibi...



SETI araştırmaları günümüzde de devam ediyor. Bunlardan en canlısı Breakthrough Listen projesi. İsrailli-Rus girişimci Yuri Milner'in ortaya koyduğu 100 milyon dolarla yürüyor. Bu paranın üçte biri ile teleskop zamanı satın alınıyor. Mesela 100 metre çapıyla dünyadaki en büyük tam döner çanaklı radyo teleskobu olan Batı Virginia/ABD'deki Green Bank teleskobunun (resmi üstte) önümüzdeki 5 yılının gözlem zamanının %20'si satın alınmış durumda. Güney yarımküredeki ikinci en büyük döner çanaklı radyo teleskobu olan Avustralya'daki Parkes teleskobunun da önümüzdeki 5 yılda gözlem zamanının %25'i bu projede kullanılacak. Bitmedi... Arecibo'yu, yıkılmadan 4 yıl önce 2016'da, tahtından eden Çin'deki FAST teleskobu da bu projenin bir parçası. Aşağıda görünen FAST aynı Arecibo gibi doğal bir çöküntüye inşa edilmiş. Sabit çanağının çapı 500 metre. Arecibo'nun neredeyse iki katı. Kaç basket sahası eder siz hesaplayın. Bitti mi? Hayır... Kaliforniya/ABD'deki Otomatik Gezegen Bulucu teleskobu da (gezegen bulucu mu? Evet, işi gezegen bulmak) bizimle kurulmaya çalışılan olası lazer iletişimi ile ilgileniyor proje kapsamında. "Hoca ne diyorsun, birileri gözümüze lazer mi tutuyor"? Kim bilir, belki de... Senelerce radyo sinyalleri gönderdiler ve biz bir türlü anlamadıksa, artık son çare olarak böyle yanar döner şeyler yapıyor olabilirler.



Peki Türkiye'deki en büyük radyo teleskobu hangisi? Kaç tane var ki? İlk girişim 1990-1997 yılları arasında TÜBİTAK-MAM'ın Ukrayna'dan aldığı 2 metre çaplı bir teleskop oluyor. Ancak kullanımı bazı lisansüstü tez çalışmaları ile sınırlı kalıyor ve teknolojisi eski olduğu için ciddi bir araştırma yapılamıyor. Sonrasında Kayseri Erciyes Üniversitesi'nde 2 adet 5 metre çanaklı teleskopla çalışmalar yürütülüyor. 2007 yılında TUG (TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi) ülkenin ilk radyo astronomi gözlemevini kurmak ve buna bir yer seçebilmek için Devlet Planlama Teşkilatına (bugünkü Kalkınma Bakanlığı) bir öneri sunuyor. 2009 yılındaki sonuç raporunu buradan okuyabilirsiniz. Raporun sonunda yazana göre Antalya-Elmalı ve Karaman-Yazılı bölgeleri uygun görülmüş bu iş için. Ama bugün buralarda bir radyo teleskobumuz yok. Bu projenin lideri Erciyes Üniversitesi'nden Prof. İbrahim Küçük'ün anlattığına göre TUG işi takip etmiyor, proje ortada kalıyor. Üzülme Sayın Hocam, olur öyle, hangimizin reddedilen projesi olmadı ki? Prof. Küçük'ün daha küçük ölçekli bir diğer DPT projesi ise finanse ediliyor ve Erciyes Üniversitesi bünyesinde UZAYBİMER kuruluyor. Bu gözlemevinde optik teleskopların yanısıra bir de 13 metre çapında döner çanağa sahip bir radyo teleskobu var (resmi aşağıda). Şu anda ülkemizdeki tek radyo teleskobu bu diyebiliriz. Elbette şimdi en merak ettiğimiz soru buna kaç basket sahası sığacağı? Ya da bir basket sahasına bundan kaç tane?



Emekli olunca bir radyo teleskopunun yanına yerleşeyim dedim ama, şimdi düşününce Kayseri pek de cazip gelmedi. 13 metre yetmedi gibi buna. Ama yanında bir de baraj olursa neden olmasın? Erciyes'teki çabaların daha kapasiteli gözlemevlerinin kurulmasına önayak olması umuduyla... Ülkemizde daha öncü bilim yapılabilmesi, gençlerin bu güzel bilim dalına teşvik edilmeleri umuduyla...

Sanki Gibi (03.02.2021)

Erken kalktım bu sabah, sanki işim varmış gibi.
Uzun oturdum son selamda, bu sefer olacakmış gibi.

Üşenmedim simit aldım, eski günlerdeki gibi.
Gölgeler farklıydı sanki, bahar pek yakınmış gibi.

Çayıma iki şeker attım, sanki bir yetmezmiş gibi.
Yolu uzattım işe giderken, bir umut sonu değişir mi ki?

Kara kedinin kabını yıkadım, göz kırptı sevinmiş gibi.
Bol not verdim kağıtlara, sanki herkes ermiş gibi.

Bir ara maskemi çıkardım, ne gereği varmış gibi.
İçim pek bir hoştu bugün, sanki yarın yokmuş gibi.

Copy - Paste (24.01.2021)

Baştan sona uzaktan eğitimle geçen bir dönem bitiyor. ODTÜ'de dersler tamamlandı, şimdi final sınavları yapılıyor. Hocalar olarak öğrencilere nasıl kopya çektirmeyeceğiz derdine düştük gene. Enteresan yöntemler iş başında. Trajikomik bir çaresizlik ve güvensizlik. 20 küsür yaşına gelmiş birine bir sınavda neden dürüst davranması gerektiğini öğretememişiz, bu olgunluğa getirememişiz, ve şimdi derdimiz ona kopya çektirmeyerek hak ettiği notu vermek. Gençler, dahiyene yöntemlerimizle üç beş sınavda kopya çekemese bunu kazanç sayıp mutlu olacağız. Deniyor ki bazı kritik derslerde kopya çekerek mezun olursa bir öğrenci, mühendislik yaparken ona nasıl güvenebiliriz? Bu öğrencilerin yaptıkları binalarda nasıl oturur, uçaklara nasıl bineriz? İyi de binalar kopya çekerek mezun olan mühendislerin hatalı hesapları yüzünden çökmüyor ki. Etrafında polis olmadığında malzemeden çalmayı huy edinmiş, kendi oto kontrol mekanizmalarını geliştirememiş müteahhitler ve buna göz yuman mühendisler yüzünden çöküyor. Boeing'in 737 MAX fiyaskosu aerodinamik bilmeyen mühendisler yüzünden mi oldu sanıyorsunuz? Kopya çekmekte sıkıntı görmeyen bir öğrencinin elini kolunu bağlayınca bunu yapmamayı mı öğrenecek sihirli bir şekilde, yoksa ilk fırsatını bulduğunda yapmaya mı meyledecek aksine?

Kopyayı önlemek mi istiyorsun? Ya da bir şekilde çekildi ve sen de yakalayıp cezalandırmak derdinde misin? Çözüm basit.

- Asistanlarla birlik olup kesenin ağzını açar, olabildiğince öğrenciyi kendi safına çekersin. Aralarına köstebekler sokarsın. Rededilemeyecek cazip tekliflerle WhatsApp gruplarında ne dolaplar döndüğünü anlattırırsın.

- Öğrencilerden mahalle muhtarından ıslak imzalı güncel ikametgah ilmuhaberi toplarsın. Adreslerdeki ağzı dualı, güvenilir yaşlı komşu teyzelerle iletişime geçer, sınav saatlerinde dumanı üstünde poğaçalarla birlikte evlere gönderir, herkes uslu duruyor mu kontrol ettirirsin.

- Sınav kağıtlarına "İki gözüm önüme aksın ki kopya çekmedim" yazdırtırsın. Sınavı takip eden 24 saat içinde öğrencilerle Zoom üzerinden görsel temas kurar, ciddi göz problemi olanları önce tam teşekküllü bir hastaneye, sonra disiplin kuruluna sevk edersin.

Çifte kameralara, ayna sistemlerine, özel yazılımlara, 40 parametreli, kişiye özelleştirilebilir sorular hazırlamaya ne gerek var? Pratik olmak gerek :-) Ben sınavlarımda özel bir önlem almıyorum. Öğrencilere kopya çekmeyin, başkalarının hakkını yemeyin, benim emeklerimi zayi etmeyin diyorum. Dürüstlük zorla olmaz, insanın içinden gelmeli diyorum. Özellikle içinde olduğumuz bu zor zamanlarda bu iş daha da anlam kazanır, insan kendisiyle başbaşa kalır, düşünür, bu karmaşık meseleleri daha farklı yorumlar, siz de öyle yapın diyorum.

Kopya çekiyorlar mı? Çeken de var çekmeyen de. Fark ettiğim bir şey olursa görmezden gelmem, ama özellikle de bunun polisliğini yapmam. Ben ders anlatmaktan, mesleğin uzmanlık alanıma giren kısmını öğretmekten ve genel olarak mesleği sevdirmekten anlarım az biraz. Polislikten anlamam. Kopya çekip, uygunsuz şekilde arkadaşlarından bir adım öne çıkmaya, haketmediği notu almaya çalışan bir öğrenciye denk geldiğimde ne yapıyorum? Kuduruyorum. Çok ama çok sinirleniyorum. Keşke onlar yerine, üniversite sınavında 2 soru az yaptığı için bu bölümü kazanamamış, ama onlardan daha dürüst öğrencilerim olsa diyorum. Sayıyorum, sövüyorum, kendilerini ulvi makamlara havale ediyorum. Soğuyorum bu meslekten. İçimden ders anlatmak, öğrenci yüzü görmek bile gelmiyor. Sınav okumaya çalışıyorum bu aralar ve işte bu ruh halindeyim.

Burda Değil Gibisin (19.01.2021)

- Nasıl olmuş oğlum, önce tavada hafif bir çevirip, sonra fırına attım. Arda'nın sayfasından bulduk.
- Hıı? Ne dedin?

- Abi, hani ilacın öncesinde verdikleri alerji için olan şey var ya, uykumu getiriyor işte o. Yoksa iyiyim.
- Hıı? Ne dedin?

- Bak bicik, bugünkü eğitimde bu deseni gösterdiler. Epey karışık ama çok güzel. Ankara'daki bir camide de kullanılmış, gidip bakacağım.
- Hıı? Ne dedin?

- Baba, bugün derste yapılan hatayı duysan inanamazsın. Vegetable'a veciteybıl dedi biri. Bunu duydu bu kulaklar.
- Hıı? Ne dedin?

- Nasıl geçti günün baba, okuyabildin mi sınavlarını? Bugünkü deneme fena değildi, ama fizik zordu gene.
- Hıı? Ne dedin?

Böyle geçiyor günler işte. Anlamadan, dinlemeden, bulaşmadan, hissetmeden. Var mısın, yok musun? Burda mısın, değil misin?

Donmuş Kalmış (06.01.2021)

Pandemi dolayısı ile eğitim uzaktan yapılıyor olsa da ben derslerimi sınıfta veriyorum. Normalde hep ders anlattığım G bloktaki sınıflardan birine gidiyorum haftalardır her ders. Sınıflara girip çıkan benden başka kimseyi görmüyorum. Zaten bizim binada bildiğim 3 hoca var her gün işe gelip giden. G-203'ü seçtim kendime sınıf olarak. Ofisime en yakın olan oydu. Ama şimdi, haftalar sonra, bendeki yeri ayrı. Tüm sınıflar bir yana, G-203 bir yana. Bundan sonra, hayat ve eğitim normale döndüğünde de derslerimi orada anlatmak isterim. Herkes gibi ben de evden veya ofisimden anlatabilirim derslerimi. Ama evden çıkıp ofise gitmek, ofisten çıkıp sınıfa gitmek bana iyi geliyor. Dersin havasına daha iyi girebiliyorum böylece. Dersin sınıfta anlatıldığını, saati geldiğinde hocanın notlarıyla, kalemleriyle, bilgisayarıyla sınıfta hazır olduğunu bilmeleri, arka planda, özlediklerini düşündüğüm sıralarını görmeleri öğrencilerin de hoşlarına gider, onları da motive eder gibime geliyor.

Seviyorum ben ders anlatmayı. Ders notları, ders malzemeleri hazırlamayı seviyorum. Yeni bir dönemin başında, daha önce belki 10 kere anlattığım bir ders de olsa, bir kez daha heyecanlanmayı seviyorum. Dönemim ilk günü, ilk derste sınıfın kapısına kadar gidip de içerideki kalabalığı görünce ürkmeyi, içeri girmeğe çekinmeyi seviyorum. Öğrencilerin ağzımdan çıkacakları duymak için beklemelerini seviyorum. Doğrusunun nasıl yapılacağını kimsenin öğretmediği bu işin nasıl kotarılacağını kendi kendime öğrenmeyi seviyorum. Nadir de olsa bir dersi iyi anlattığımda, işler tam olması gerektiği gibi gittiğinde bunu hissedip içimin kıpır kıpır olmasını, kendi kendime oldu bu iş, ancak bu kadar yapılır, dahası da olmaz zaten demeyi seviyorum. Akşam evde kızlar baba günün nasıl geçti diye sorduğunda o güzel performansı hatırlayıp gayet iyiydi deyip sırıtmayı seviyorum. Öğrencilere nasihat etmeyi, nutuk çekmeyi, bilmiş bilmiş konuşmayı, büyük laflar etmeyi, onları motive etmeye çalışmayı seviyorum. Bir öğrencinin ters köşe bir sorusunda apışıp kalmayı, yüzümün kızarmasını, lafı eveleyip gevelerken öğrencilerin kıkırdamalarını görmezden gelmeyi seviyorum. Ders notlarını her dönem tekrar tekrar elden geçirmeyi, saatlerce, günlerce, haftalarca onları ilmek ilmek işleyip durmayı, bunun hiç bitmeyecek bir iş olduğunu bilmeyi seviyorum. Defalarca anlattığım bir konuyu bir kez daha anlatırken çok temel bir detayı hiç anlamamış olduğumu fark etmeyi, bunu öğrencilere hissettirmemeye çalışmayı seviyorum. İlk defa verdiğim bir ders için uykusuz kalmayı, kütüphaneyi ofise getirmeyi, interneti talan etmeyi, ne kadar uğraşsam da o ilk derslerin içime hiç sinmemesini seviyorum. 17:40 sınavlarında öğrencilerin o stresli hallerini görüp kendi öğrencilik yıllarımı hatırlamayı, hallerine üzülüp sınavı toleranslı okumaya karar vermeyi, ama okurken yapılan basit hatalara sinirlenip bunlar adam olmaza dönmeyi seviyorum.

Bugün 4 saat ders yaptım G-203'te. İkinci teneffüste hareket olsun diye sıraların arasında dolaştım. Silgi pislikleri vardı sıraların üstünde. Büyük ihtimalle 9 ay önceden kalma. Kim bilir en son hangi dersin quizi yapıldı bu sınıfta pandemiden önce ve yaptığı bir hatayı kim son dakikada farkedip alelacele sildi tüm sayfayı? Boş bir karton çay bardağı vardı. Kimdi acaba saatinin alarmını duymayıp, koşa koşa derse son anda yetişen, en arka sırada hocasına çaktırmamaya çalışarak peynirli poğaçasının yanında çayını içen? Bir sıranın altında fotokopi ders notları, birinde yarım şişe su, birinde çikolatalı gofret kağıdı.

9 ay önce donmuş kalmış bir sınıf. Ukrayna'daki Çernobil veya Japonya'daki Fukushima afetlerinden yıllar sonra terkedilen şehirlere dönen belgeselcilerin her şeyi zamanda donmuş kalmış bir halde bulmaları gibi. Ocağın üstünde bir tencere, lavaboda bulaşıklar, masada tabaklar, ortalıkta oyuncaklar, kapı girişinde ayakkabılar, yatak odasında kıyafetler. 9 ay önce donmuş kalmış, çözülmeyi bekleyen, öğrencilerini bekleyen bir sınıf. 9 ay önce donmuş bir bina. 9 ay öncede kalmış bir kampüs.