3.6 (11.11.2017)

Uzun ve verimsiz bir toplantı sonrası bir tahta molası. Tam aklımdaki gibi olmadı. Biraz daha sabır ve biraz daha sıkıcı bir toplantı lazım. Büyük hali için üstüne tıklayıverin. Rakamlardan (en az) biri hatalı olmuş. Bakın bakalım...

Bir Staj Hikayesi (29.10.2017)

M. Alper Kuyumcu bölümümüzde son sınıf öğrencisi. Şu anda benden ME 485 dersini alıyor. Geçen sene de akışkanlar mekaniği derslerini almıştı. O vakitler yanıma gelip gitmiş, akışkanlara ilgisi olduğunu söylemiş, akıl danışmıştı. Kendisini geliştirebilmesi için birkaç önerim olmuştu. Sonrasında Belçika'da von Karman Enstitüsü'nde (VKI) staj yapmak istediğini söyleyip referans istedi. VKI akışkanlar mekaniği üzerine çalışmaların yapıldığı bir kurum. Yazdım referansı. Alper de geçen yaz yaptı stajını. Dönem başlamadan önce yanıma uğrayıp tecrübelerini paylaştı. Yazılı olarak da birşeyler verirse başka öğrencilerin de okuyup faydalanabilmesi için web sayfama koyabileceğimi söyledim. Yazdı, buyrun...

"Başvurular Enstitü'nün web sitesi üzerinden yapılıyor. Başvurunuzu tamamlamak için gereken en önemli şey hocalarınızdan alacağınız 2 adet referans oluyor. Enstitü'de çalışan hocaların yaptıkları hakkında ek bilgiye sahip olmanız da büyük artı katıyor. Mesela ben 3. sınıfın başında Cüneyt hocanın tavsiyesi üzerine OpenFOAM öğrenmeye başlamıstım. Stajda da VKI'de bu program üzerine çalışan bir hocanın yanına gittim. Bunların yanında Enstitü'deki bilişim sistemi Linux işletim sistemi üzerinden çalışıyor. Bu sebeple başvuru formunda bu sistemler üzerindeki hakimiyetiniz hakkında sorular da var. Ek olarak akışkanlar mekaniği ile alakalı aldığınız dersleri anlatmanızı gerektiren bir kısım var. Benim şahsi fikrim bu kısımda aldığınız ve alacağınız derslerin içeriklerini uzun uzun anlatmanız olacaktır.

Enstitü aynı anda 20 kadar staj öğrencisi alıyor. Bu öğrenciler genellikle lisans seviyesinde olsalar da kural olarak doktora eğitimine başlamamış öğrenciler kabul ediliyor. Bu 20 öğrenci ağırlıklı olarak Türk, İtalyan ve Fransız öğrencilerden oluşuyor (VKI bir NATO kurumu ve tüm NATO ülkelerinin kontenjanı var). Benimle aynı dönemde 6 Türk, 6 İtalyan, 4 Fransız, 1 İspanyol, 1 Alman, 2 Amerika'lı öğrenci vardı. Zamanı dolan öğrenciler gittikçe yerine yenileri geliyor. Enstitü genel olarak 3-6 aylık dönemler için öğrenci kabul ediyor. Ben ise 10 hafta için başvurmuştum. Takvim üzerinden uygun olduğunuz zamanı siz belirtiyorsunuz. Ben finaller bittikten hemen sonra 19 Haziran'da başladım 1 Eylül'de bitirdim. Eğer çalıştığınız hoca sizden memnun kalırsa bu süreyi oradayken uzatmak mümkün oluyor. Yeterince sıkı çalışırsanız ve sizden beklenen işi zamanında bitirirseniz, pasaportunuzun süresi dolmadan Avrupa'da birkaç yeri görmek için zaman ayırabilirsiniz. Mesela ben Amsterdam ve Köln'ü ziyaret etmiştim.

Burs alabilmek için benim bildiğim 2 yöntem var. İlki Enstitü'den burs istemek. Aylık 300€. Başvuru esnasında bunu belirtebiliyorsunuz. Çoğu STP öğrencisi bu burstan yararlanarak geliyor. İkinci yöntem ise ODTÜ üzerinden alabileceğiniz Erasmus staj bursu. Kağıt isleri ile uğraştırıyor olsa da Belçika için aylık 500€ veriyor. Bu miktar kalacak yeri karşılamanız için yeterli oluyor. Ayrıca başvurunuzda VKI'dan para istemiyor oluşunuz kabulünüz için önemli bir artı oluyor.

Kalacak yer ihtiyacı genellikle Enstitü'nün paylaştığı liste üzerinden gerçekleşiyor. Bu liste seneler buyunca evine öğrenci kabul etmiş ev sahiplerinin iletişim bilgilerinden oluşuyor. Ücretlerine ve imkanlarına göre seçip mail atarak sözleşiyorsunuz. Bu işi olabilecek en erken şekilde halletmenizi öneririm zira yakın bölgelerde ucuz yerler çabukça doluyor. Ayrıca epostalarınızı yazarken enine boyuna her şeyi düşünüp şartlarınızı belirtmenizi öneririm. Yoksa evde 2 tane kedi var diye bilgilendirilmişken 2 kedi ve 3 köpek ile yaşamak zorunda kalabilirsiniz.

Harcamalarımı özetleyecek olursam, hafta içi her gün kantinden toplamda 6.5€'luk öğle ve aksam yemeği alıyordum. Hafta sonu yaklaşık 50€'luk market ve yemek alışverişi yapıyordum. Aylık kiram 425€ idi. Bu şekilde aylık 780€'luk bir harcamam oluyordu.

Başvuru formumda yaptığınız tercihlere göre sizi Enstitü'de çalışan bir araştırma mühendisi kabul ediyor. Sonrasında da onların verdiği projeler üzerinde çalışıyorsunuz. İşleyiş hocadan hocaya değişiyor, ama size verilen işi tamamladığınız sürece kimse sabah kaçta gelip aksam kaçta çıktığınıza karışmıyor, keyifli bir çalışma ortamı oluşturabiliyorsunuz. Enstitü içinde önem verilen olgulardan birisi de "uluslararası ortam". Staja başladıktan kısa süre sonra fark ediyorsunuz ki etrafınız işlerini tutku ile yapan, fikir alışverişinde bulunup, en son gelişmeleri duyabileceğiniz alanında uzman insanlarla dolu. Bu insanlar Avrupa'nın ve dünyanın 4 bir yanından gelmişler. Gelirken yanlarında hayata ve bilime dair bakışlarını da getirmişler. Bu insanı etkileyen bir tecrübe meydana getiriyor.

Yanında çalıştığım araştırma mühendisi “çevresel ve uygulamalı akışkanlar dinamiği” bölümünde çalışıyordu. O esnada çelik tellerin galvaniz kaplanması üzerine araştırma yapılıyordu. Problem 450 C derecede erimiş metallerin akışını içerdiği için deneysel veri oldukça kısıtlıydı. Bu sebeple nümerik benzetimleri doğrulamak mümkün görünmüyordu. Hocanın yaptığı açıklamadan anladığım kadarıyla bana atanan proje hocanın merak ettiği ama araştırmaya zaman bulamadığı bir konuymuş. Amacım benzetimi yapılan geometri üzerinde değişiklikler yapıp elde edilen sonuçları raporlamaktı ve OpenFOAM'da çözüm yapmak gerekiyordu. Bu iş için Python'da bir program yazdım, yapılması gereken işleri bu şekilde hızlandırdım ve vaktinde bitirebildim".


Alper'e bu paylaşımı için teşekkür ederim. Diğer öğrencilere de tavsiyem bu 4 senede nasıl en fazlasını alabilirim düşüncesinde olmaları. Özgeçmişinizi çeşitlendirmenin, sınıf arkadaşlarınızdan bir adım öne geçmenin ve bunu yaparken de keyif almanın yolları var. Arayış içinde olmalısınız. Yurt dışı tecrübesi önemli. Fırsatları değerlendirin.

İki Eksik (22.10.2017)

Ha deyince gidilmiyor,
O gel deyince durulmuyor,
Hadi desin artık ne bekliyor,
Biliyorum, iki eksik bir tam etmiyor,
Ama elden gelen budur, başka gelmiyor.

Karıştı Gitti (21.10.2017)

Akışkan nedir? Mekanik nedir? Newton'un viskozite kanunu nedir? Süreklilik varsayımı nedir? Kayma gerilimi nedir? Kimsin? Pascal kanunu nedir? Hidrostatik kuvvet dengesi nedir? Mutlak basınç nedir? Hidrometre nedir? Nereden geliyorsun? Lagrange yaklaşımı nedir? Taşınım türevi nedir? Türbülans nedir? Akım çizgisi nedir? Reynolds taşıma teoremi nedir? Nereye gidiyorsun? Kontrol hacmi nedir? Debi nedir? Bağıl hız nedir? Akış işi nedir? Newton'un ikinci yasası nedir? Neyin peşindesin? Bernoulli denklemi nedir? Dinamik basınç nedir? Pitot tüpü nedir? Toricelli denklemi nedir? Venturi metre nedir? Bu dünyaya ne verdin? Açısal deformasyon nedir? Serbest burgaç nedir? Sıkıştırılamaz akış nedir? Akım fonksiyonu nedir? Euler denklemi nedir? Karşılığında ne aldın? Boyutsal analiz nedir? Buckingham-Pi teoremi nedir? Dinamik benzerlik nedir? Froude sayısı nedir? 10 yıl sonra kendini nerede görüyorsun? Atalet kuvveti nedir? Darcy sürtünme katsayısı nedir? Moody grafiği nedir? Colebrook denklemi nedir? 100 yıl sonra? Peki 1000 yıl?

Yeni Dönem - Yeni Tahta (06.10.2017)

Yeni bir eğitim yılı başladı. Her ne kadar daha önceden verdiğim dersleri veriyor olsam da çok telaşeli başladı bu dönem benim için. İlk haftalar hep zor geçer, ama bu sefer iyice yordu, bunalttı. Lisansta verdiğimiz CFD dersinin notlarını sunum haline getireyim dedim, ama sandığımdan daha zor oldu. Henüz sadece ilk üniteyi halledebildim. Güzel oldu, içime sindi. Ama tüm notları geçirmek gözümde çok büyüyor. Bakalım nerede havlu atacağız? Dönem bittiğinde sonucu paylaşırım. Sunumları hazırlarken sıkıldıkça ofisteki tahtaya gittim geldim ve tahta bu hale geldi. Resmin büyük hali için üstüne tıklayıverin.

17:40 (19.09.2017)

Geçen gün Elif'i basket antrenmanına bırakırken çok fazla trafik ve insan vardı kampüste. Sordu Elif ne oluyor diye. İş çıkış saati dedim. Okul daha açılmadı, kampüste pek öğrenci yok. Ama çalışanlar mesailerini bitirmiş 17:40 semt servislerine yetişmeye çalışıyorlar. Servisler birer birer yol kenarlarında kendilerine ayrılan yerlere park ediyor. İnsanlar tam otobüslerin ön kapısının denk geleceği yerden başlayarak kuyruklara girmişler. Yorulmuşlar, eve gitmek istiyorlar. Sıcak havada, iş çıkışı trafiğinde klimasız otobüs yolculuğu daha da yoracak.

"Çok severim ben bu kampüsteki 17:40 telaşını ve semt servislerini" dedim Elif'e. Merak etti nedenini. Ben ilk semt servisine öğrenciyken binmiştim. ODTÜ'de okurken hep yurtta kaldım. Ama özellikle ilk senemde hafta sonlarında evci çıkar, Cebeci'de oturan dayımlara giderdim. Öğrenci servisi rektörlüğün önünden kalkardı. Aman yarabbim, o nasıl bitmek bilmeyen, yorucu bir yolculuktu. Şükrederdim yurtta kaldığıma, nasıl çekilir hergün o yol? Acırdım sürekli gidip gelenlere. Elbet biterdi yol ve yengemin taze fasülyesi getirirdi beni kendime.

Sonra öğretim üyesi olarak çalışmaya başlayınca uzun yıllar Bahçelievler'den gidip geldim kampüse, ama hep arabayla. Yazın çocukların okulu tatil olduğunda, fırsat bilip servisi kullanmaya çalıştım. Ama uzun süre değil, belki senede 1-2 hafta. ODTÜ'de mesai 8:30-17:30. Ama ben kendi arabamla gelip gidersem çok nadiren uyarım bu saatlere. Genelde işe gelişim daha geç, eve gidişim de daha erken olur. Eve iş götürülür, o ayrı mevzu. Ama servis saatleri mesai ile örtüşür ve tam çalışman gerektiği kadar çalışırsın. Az değil, hakkını verirsin, çok değil, hakkını alırsın. Hoşuma gider bu denge, kendimi iyi hissederim. Gün boyu çalışmış, işlerini bitirmiş insanların 17:40'a doğru kampüsteki koşuşturması bana huzur verir. Bir eşitlik duygusu vardır o servislerde. Kampüste aynı park yerine park edemeyen, aynı yemekhaneden yemek yiyemeyen çalışanlar aynı kuyrukta bekleyip aynı servise binerler. Gerçi hocalar çok nadiren kullanır o servisleri. Başın sıkışınca telefon edip birşeyler sorduğun perde arkasındaki memurlar ve öğrenciler doldurur otobüsleri. Hoşuma gider aralarına karışmak.

Bilen bilir, ODTÜ'nün mavi otobüsleri meşhurdur. Tek tük yenilenseler de hala ilk zamanlardan kalma, 40-50 yıllık otobüsler çalışır. Yanlarında kırmızı, beyaz şeritleri olan Mercedes 302 otobüsler. Hergün 17:40'ta onlarcası çıkar kampüsten. Bu otobüsler aklıma taze fasülye yemeğini getirir. İnsan beyni işte, bir garip çalışıyor.

Okulun İlk Günü - 2017 (14.09.2017)

Bugün Elif 10. Zeynep de 8. sınıfa başladı. Aslında Zeynep gecen haftadan beri yarım gün okula gidiyordu. Bu sene TEOG sınavına girecek ve erken başlamazlarsa konular yetişmiyormuş. Elif'in nispeten rahat senesi, üniversite sınav telaşına daha var. Ama 10. sınıf konuları zormuş diye duymuş, biraz tedirgin. Zeynep derslerle ilgili daha rahat gibi, ama onun da yeni sınıfına sevdiği arkadaşlarından hiçbiri düşmemiş. En sevdiği iki arkadaşı aynı sınıftalar, ama bizimki o sınıfta değil. Yeni sınıfında anlaşabildiği bir erkek öğrenci varmış, ama anlaşabildikleri konu sınıfta anlaşacak kafa dengi kimsenin olmadığı. Elif'in ise tam tersi. Okulun kız basket takımındaki neredeyse bütün arkadaşları aynı sınıftalar. Nasıl olduysa artık. Böyle bir seneye başlıyoruz. Kitaplarımızı, defterlerimizi aldık, kapladık, pantolanların paçalarını uzattık. Hazırız. Hayırlı bir sene olsun inşallah.

New Research Paper (04.08.2017)

This paper, published recently in the Heat and Mass Transfer journal, is the outcome of the dissertation of my PhD student Mustafa Ocak. Dr. Tuba Okutucu was his co-advisor. The paper is about numerical simulation of conductive heat transfer inside multi layer thin films, which serve as highly reflective coatings. The one studied here is a 21 layer, 3 material coating. Based on a quarter wave design, four different non-quarter wave designs are studied in terms of peak and film interface temperatures and reflectivity of the coating. Both the advantages and disadvantages of non-quarter wave thickness modifications are discussed. The full article can be accessed here.

New Research Paper (16.07.2017)

This recently published paper is a product of the TUBITAK project led by Dr. Bülent Özer from TOBB ETU. I was a researcher in the project. It is a by-product of the actual work, which is about the use of tuned liquid dampers (sloshing liquid in a container) to damp out oscillations of buildings under earthquake loads. In this paper we proposed a novel image processing based technique to calculate the sloshing forces acting on the walls of a rectangular container. The idea is to capture the video of several sloshing cycles, extract free surface details of each frame of the video, express the corresponding velocity potential as a Fourier series and calculate the fluid pressure acting on the container walls using Bernoulli's equation. The idea seems to be working reasonably well when the sloshing frequency is close to the natural frequency of the liquid in the container and the sloshing is not wild, i.e. free of 3D effects and break-ups. When applicable, the method serves as a cost effective and simple alternative to the classical load cell based force measurement. Also the full free surface details can be obtained without any ultrasonic sensors. The full article can be accessed here.

Tercih Meselesi (23.06.2017)

Üniversite sınavı sonrası tercih zamanı yaklaşırken bölümdeki bir öğretim üyesi arkadaşımın paylaştığı veriyi grafiğe dökünce aşağıdaki çıktı ortaya. ODTÜ'deki bazı mühendislik bölümlerinin son yıllardaki taban puanlarının değişimi.



Konuya yabancı olanlar için, taban puan bölüme en son sırada kabul edilen öğrencinin aldığı puan. Örneğin 2016 yılında ODTÜ Makina Mühendisliği bölümüne son sırada giren öğrenci üniversite sınavında yaklaşık 6300. olmuş. İnşaat Mühendisliği için bu sayı 15000 gibi. Grafikte ne kadar aşağılarda iseniz o kadar iyi durumdasınız. Son 8 yılda Bilgisayar ve Endüstri Mühendislikleri yer değiştirmiş, diğerleri birbirlerine göre yerlerini korumuş. Taban puanını düşürme anlamında en iyi performansı Bilgisayar ve Makina Mühendislikleri göstermiş.

Bu puanları karşılaştırıken birkaç şeye dikkat etmek gerek. Örneğin bölümlerin kaç öğrenci aldıklarına. Grafikteki bölümlerin 2016 yılında aldıkları öğrenci sayıları çoktan aza doğru şöyle (parantez içindeki sayılar okul birincisi kontenjanları).

Elektrik & Elektronik: 195 (5)
Makina: 190 (5)
İnşaat: 180 (5)
Bilgisayar: 110 (3)
Endüstri: 95 (3)
Havacılık & Uzay: 85 (3)
Metalurji & Malzeme: 80 (2)

Alınan öğrenci sayıları arasında ciddi fark varsa o zaman taban puanı karşılaştırması yanıltıcı oluyor. Örneğin Makina Mühendisliği ile Havacılık ve Uzay Mühendisliği'nin puanları karşılaştırılacaksa bu iki bölüme son sırada giren öğrencilerin puanlarını değil her iki bölüme de 85. sırada (Havacılık ve Uzay Müh. 85 öğrenci aldığı için) giren öğrencilerin puanlarını karşılaştırmak gerek. Bölümleri bu şekilde puanlarına göre karşılaştırmak ve bu puanlara göre birini diğerinden üstün görmek doğru mu? Hayır değil, ama bu sıklıkla yapılıyor ne yazık ki. Bizim zamanımızda olduğu gibi bugün de bölümler en yüksek puanlıdan en düşüğe göre diziliyor ve tercih yapılıyor.

Başka üniversiteler işin içine girince bu karşılaştırmaları sağlıklı yapmak daha da zorlaşıyor. Örneğin hemen yan komşumuz olan Bilkent Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünün 2016 yılında aldığı son öğrencinin sırası 3886 olarak görünüyor bazı tablolarda. Bu ODTÜ Makina'nın aldığı son sıra olan 6336'dan oldukça iyi görünüyor. Oysa pek çok vakıf üniversitesinde olduğu gibi Bilkent Makine'de de birden fazla taban puanla (tam burslu, %50 burslu, burssuz) alınan öğrenciler aynı sınıfa konup aynı eğitim veriliyor. 2016 yılı için kontenjanların ve taban puanlarının dağılımı şöyle.

Bilkent (Tam burslu): 25 öğrenci, 3886
Bilkent (%50 burslu): 30 öğrenci, 18240
Bilkent (Burssuz): 40 öğrenci, 40224

Yani Bilkent Makine Mühendisliği bölümü toplamda 95 öğrenci alıyor (ODTÜ Makina'nın yarısı kadar) ve son öğrenci 40224. sırada giriyor bölüme. Bu sayılar bir yana, burslu ve burssuz öğrencilere aynı sınıfta eğitim vermenin pedagojik sıkıntıları da olabilir. Başka neler önemli okulları ve bölümleri karşılaştırırken? Mesela öğretim üyesi sayıları. Vakıf üniversitelerinin genelde akademik kadroları dar oluyor. Aşağıda bazı üniversitelerinin Makina Mühendisliği bölümlerinin web sayfalarından elde ettiğim öğretim üyesi sayılarını listeledim.

ODTÜ: 46 öğretim üyesi (195 öğrenci alıyor, oran 4.2)
İTÜ: 86 öğretim üyesi (211 öğrenci alıyor, oran 2.5)
Boğaziçi: 19 öğretim üyesi (67 öğrenci alıyor, oran 3.5)
TOBB ETÜ: 14 öğretim üyesi (60 öğrenci alıyor, oran 4.3)
Bilkent: 12 öğretim üyesi (95 öğrenci alıyor, oran 7.9)
Koç: 11 öğretim üyesi (54 öğrenci alıyor, 4.9)

Dar akademik kadro bazı sıkıntılara yol açıyor. Kadro açığı yarı zamanlı hocalarla kapatılmaya çalışılıyor. Kadro her ne kadar saygın hocalardan oluşuyor olsa da, öğrencilere makina mühendisliğinin geniş ilgi alanlarının hepsinde doyurucu eğitim veremeyebiliyor, yeterli sayıda farklı ders açamıyor. Müfredatlar temel zorunlu derslerin ötesine geçmekte zorlanıyor.

Geçtiğimiz günlerde üniversite sınavına giren ve yakında tercih telaşına düşecek olan lise mezunlarına kolaylıklar dilerim.

Aranıyor (31.03.2017)

Öğrenci aranıyor.
Ama ne yaptığını bilen, aklı başında olan.
Askerlik tecili için orta sahada top çevirmeyen.
"Yaa bizim şirkette herkes master yapıyor, ben de bir deneyeyim" demeyen.
Meraklı, öğrenmek için hevesli, azla yetinmeyen, olduğu kadarla idare etmeyen.
Çalışkan, ama çok çalışkan.
Çalışkanlığın not ortalaması ile ölçülemediğinin farkına varmış.
Bilimin gücüne inanan.
Kendine güvenen.
Hak, hukuk, adalet, doğruluğu kendine dert eden.
Elinden gelenin en iyisi yapmak için uğraşıp didinen, mükemmeliyetçi.
İşini bilen ellerin yazdığı bir bilimsel makaleyi okurken içi kıpır kıpır olacak.
Literatürü mükemmel özetlemiş bir çalışmanın ilk sayfasını güzel bir şiir gibi tekrar tekrar okumak isteyecek.
Ben de bunlardan yazmalıyım diye içi gidecek, gaza gelecek.
Aylardır beklediği sonucu aldığında hocasıyla paylaşmak için sabahı zor edecek, gözüne uyku girmeyecek.
Mazaretler üretmeden her koşulda önceliğini araştırmaya verecek.
Bilgisayalarları seven, tozlanmış ekranlar, yağlanmış klavyeler gördüğünde içi cız eden.
Programlamaktan, bilgisayarları emrine amade etmekten keyif alan.
"Ben böyle biri olsam burada ne işim var?" demeyip, vatanını milletini seven.
...
Bir insanın tüm bunların da üstünde, herşeyin üstünde tuttuğu bambaşka değerleri olması gerektiğini kavramış öğrenci aranıyor.
...
Belki tam şu anda değil, belki bu dönem, belki bu sene değil, belki tam siz de bir hoca aradığınızda değil, ama böyle öğrencilere açık işte kapımız.

Spor Acıtır (03.03.2017)

Büyük kızım Elif lise bire gidiyor ve ilkokuldan beri basketbol oynuyor. Hem okulunun takımında hem de ODTÜ Spor Kulübünde. Okulda da klüpte de kız basketboluna pek önem verilmediği için idare edecek kadar bir takım kurabiliyorlar. Basket oynamak için can atan bir sürü kız arasından en iyileri seçeyim gibi bir durum yok yani. Takım sporu yapmak çocukların gelişimine çok büyük katkılar yapıyor. Bazı konularda evde, okulda alamadıkları eğitimi, edinemedikleri becerileri basket sahasında ve soyunma odasında alıyorlar.

Çok başarılı oldukları söylenemez. Ankara liginde ellerinden geleni yapıyorlar, ama genelde bu bir üst tura çıkıp başka şehir takımları ile oynamalarına yetmiyor. Ankara'da ilk üçe girmeyi hedefliyorlar, o da kolay olmuyor. Üç gün önce kendi gruplarında ilk dörde kalıp karşı grupla eşleşebilmek için bir maça çıktılar. Önemli maçtı. Kötü başladılar, fark açıldı. Üçüncü çeyrekte toparladılar, çok güzel bir hava yakaladılar, öne geçtiler. Son çeyrekte karşı takım geri geldi, maç son topa kaldı. Çok heyacanlı idi, bütün maçı ayakta izledim. Sonunda kazandılar. Havalara uçtular. Hepsinin ağzı kulaklarındaydı.

Gruplarının ikincisi olup karşı grupla eşleştiler. Dün de eleme maçları vardı. Bilmediğimiz, daha önce oynamadığımız bir takımla. Takım bizimkilerden oldukça iyi ve boylu da. Elif senelerdir basket oynuyor, ama boyu kısa aslında. Genelde sahanın en kısa 2-3 oyuncusundan biri ve en çelimsizi oluyor. Kıran kırana maçlarda epey dayak yiyor ikili mücadelelerde. Dün de öyle idi. Tüm takım olarak sayısız top kaybı yaptılar. İlk sayılarını bulduklarında skor 20-0 idi. İlk çeyrekte tamamen bizim yarı sahada oynandı maç. Koçları çıldırdı, bunların eli ayağına dolandı, ne yapacaklarını bilemediler.

Ama böyle işte hayat. Bazı günler, bazı haftalar, aylar, yıllar biraz zor geçiyor. Skor 20-0 da olsa gene başlayacak oyun. "Tamam bu kadar, pes ettim" diyemezsin. O topu karşı sahaya senden başka taşıyacak kimse yok. Ne koçun sahaya girip yardım edebilir, ne seni çok seven annen, banan. Zor, ama bir yolunu bulup çıkacaksın oradan.

Çıkamadılar. Karşı takımın koçu insafa geldi. Bir yerden sonra presi azalttı ve bizimkiler dilleri dışarda da olsa biraz nefes aldılar. Rakip galibiyeti garantileyip yedekleri sahaya sürünce biraz skor buldular. Ama gene de farklı yenildiler. Boks maçı oynamış gibiydiler maç sonunda. Tabii soyunma odasında da koçları bunlara vermiş veriştirmiş. Herşey bittiğinde hepsinin yüzünden düşen bin parça, gözler ağlamaklı, kimileri yaşlı.

Spor acıtıyor. Ve bu insanı geliştiren bir şey. İnişleri ve çıkışları var. Hayat gibi. Bir gün sahanın kahramanı yapıyor, kendini Jordan sanıyorsun. İki gün sonra haddini bildiriyor, başını eğiyor, "Yavaş ol" diyor. Sporda "yenmeyi öğrenmek" diye bir tabir var. Favori, üst düzey takımlar için kullanılıyor. Ne olursa olsun, kötü günlerinde de olsalar bir şekilde maçı alabiliyorlarsa yenmeyi öğrenmiş oluyorlar. Bence bizimkilerin seviyesinde spor yenilmeyi öğretiyor.

Biz zaten çocuklara yenmeyi, sıkıntısız, rahat bir hayat yaşamayı gereğinden fazla öğretiyoruz. Saklambaç oynarken bilerek salonu değil mutfağı arıyoruz. Bilmeceleri bir türlü bilemiyoruz. Gözümüzü önce hep biz kırpıyoruz. Kağıt oynarken piştiyi görmezden geliyoruz. İsim - şehir - hayvanda ne hikmetse M ile başlayan bir şehir gelmiyor aklımıza. Anasınıfında arkadaşlarıyla ilk sürtüşmesinde soluğu okulda alıyoruz, "Siz nasıl benim çocuğuma ...". İlkokulda seveceği, becerebileceği bir hafta sonu aktivitesi bulacağız diye 40 tanesini deniyoruz, yeter ki mutlu olsun. Ortaokulda dil dersinde zorlandığını kabullenemiyoruz, "Hocanız da çok abartmış, ne öğretiyor ki ne soruyor? Üzülme". Seçmeli ders seçerken yönlendirmemiz dönüp dolaşıp "Sen hangisini istersen tatlım"a geliyor.

Ama lisede Kahraman Kazan Belediyespor çıkıyor karşılarına. Her ne kadar biz gene maç sonunda "Olsun, siz elinizden geleni yaptınız, iyi mücadele ettiniz" desek de skor değişmiyor ve eleniyorlar.

Hasar Tespiti (15.02.2017)

Yeni döneme başlarken eski dönemin izlerini tahtadan silmek gerekti. Zorlu bir not verme döneminin travması tahtadan biraz kolonya yardımı ile çıksa da bünyede hasar bıraktı.

Eski Bir Dost (18.01.2017)

21 sene önce, 1996 yılında bu bölümde son senemi okuyordum. Yurtdışına master başvuruları yaparken bölümdeki ilan panolarından birinde bir SGI Indy gördüm ve hayatım değişti. Mavi renkli, yatay ince kasalı, farklı, çok güzel bir bilgisayardı. Ben hayatımda ilk bilgisayarı üniversitede birinci sınıfın ikinci döneminde çizim dersinde kullandım. Bizim nesil tam elle çizimden bilgisayarla çizime geçişe denk gelmişti. İlk dönem G Bloğun alt katındaki sınıflarda T cetvelleri ile elle çizim yaptık. İkinci dönem bilgisayara geçeceğiz dediler, tamam dedik. Meşhur CADKEY (şimdiki KeyCreator) ilk bizim üstümüzde denenmişti. Şimdi de çizim sınıfı olan B Bloğun ikinci katında yapardık dersleri. Severdim, ama zorlanırdım. Sınıftaki IBM marka bilgisayarların turbo tuşları vardı. Basınca tuşun yanındaki bir sayı değişir, 2 katına çıkardı. Tekrar basınca eski haline dönerdi. Kimse bilmezdi ne işe yaradığını. Bilgisayarın hızını 2 katına çıkarıyormuş diye konuşurduk aramızda, ama bir etkisi olmazdı. Sınıfta benim arkadaşlarımdan sadece bir kişinin (Erol) evinde bilgisayar vardı. Anlatırdı neler yaptığını, hikaye gibi dinlerdik.



1. sınıfta bir de Bilgisayar Mühendisliği'nden aldığımız Fortran dersinde (O zamanlar C değil Fortran öğretilirdi) bilgisayar kullanırdık. Ödevlerini yapmak için B Bloktaki bilgisayar laboratuvarında ne uğraşırdık. Windows 3.1 yüklü idi bilgisayarlarda. Bilgisayarlar açıldığında önce siyah DOS penceresi çıkardı. Orada yazar çalıştırırdık kodları. Gerekmese de eğlencesine "win" komutu ile pencereli Windows'u çalıştırırdık vaktimiz olduğunda. Yazdığımız kodların dot matrix yazıcıda doğru formatta çıktısını alacağız diye çok uğraşırdık, ama bir türlü beceremezdik. O zamanlar virüsler çok belaydı. Fprot denen bir komut satırı programı ile sürekli virüs kontrolü yapar dururduk, asistanlar kızardı hep virüs bulaştırıyoruz bilgisayarlara diye. Fprot firması bugün bile hala antivirüs programı satıyormuş, çok şaşırdım. Flash bellekler yoktu, USB teknolojisi yoktu. CD bile yoktu bilgisayarlarda. 3.5 inçlik manyetik disklerimiz vardı dosyaları kaydedip yanımızda taşıdığımız. Yüksek kapasiteli olanları 1.44 MB alırdı, yani bugünün bir mp3 şarkısı sığmaz birinin içine. Üçüncü sınıfta bazı derslerde Mathcad kullanmıştık. Mühendislik programı diyebileceğimiz CADKEY ve Mathcad bilerek mezun olmuştuk. Üçüncü sınıf bitince yaz stajı için TÜBİTAK SAGE'ye gittiğimde ofislerde pek çok bilgisayar vardı. Hatırlıyorum da bir sabah herkes sistem yöneticisi gibi birinin masasında toplanmış bilgisayarına bakıyordu. Ben de gittim. Windows 95 çalışıyordu bilgisayarda. O günlerde herkesin kullandığı Windows 3.11'den sonra devrim niteliğindeydi. Çok farklıydı.



Benden 2 yaş büyük olan abim üniversiteyi Bilkent'te okudu. Ben daha liseyi bitirmeye çalışırken yaz tatilinde eve geldiğinde internet diye birşeyden bahsederdi. Dünyanın bir ucunda tanımadığı kişilerle sohbet ettiğini, oyun oynadığını anlatırdı, anlamazdım. Ben lisansı okurken internette hiç işim olmadı. Herhalde kendi bilgisayarım olmadığından bilgisayar başına sadece ödev yapmak için otururdum. Ama 2. yurdun bilgisayar labından hiç çıkmayan ve sabahtan akşama bağımlısı oldukları bir internet sohbet ortamında takılanlar olduğunu duyardım. İnternette arama yapmak gibi bir kavram yoktu, en azından ben bilmezdim. Ama eposta vardı. Hatırlamıyorum kiminle epostalaşırdım (derslerde eposta ile haberleşme olmazdı) ama ODTÜ'nün balina isimlerine sahip (beluga, orca, narwhal, rorqual) merkezi sunucularına bağlanır siyah terminal penceresinden pine programı ile eposta atmaya çalışırdık.



Sadede gelelim. 21 sene önce astığı ilanda Haluk Aksel Hoca bir yüksek lisans öğrencisi arıyordu. Hesaplamalı Akışkanlar Dinamiği (CFD) diye birşeyden bahsediyordu, pek bir bilgim yoktu. O vakitler bölümde lisans seviyesinde CFD dersi yoktu (yüksek lisansta bile yoktu). Gittim kendisi ile konuştum, zaten beni kendisinden aldığım derslerden biliyordu. Konuyu anlattı. Hiç unutmam, kapıdan girince karşı köşedeki masasında duruyordu ilana resmini koyduğu SGI Indy. Sormuştum, o bilgisayarı kullanıp kullanamayacağımı. Kullanabileceğimi öğrenince heyecanım artmıştı.

Master başvurularımdan kabul alamadım ve bölümde Haluk Hoca ile çalışmaya başladım. Hemen mezuniyet sonrası yazın başında kendisi yaz tatiline giderken ofisinin anahtarını bana bırakmıştı o bilgisayarı kullanabileyim diye. Benim için çok büyük bir lütuftu. Hergün ofisine gider o Indy'yi kurcalardım. 100 MHz işlemcisi ve 16 MB belleği vardı. Bugün için komik rakamlar, o günün standardının ilerisindeydi. IRIX isimli bir Unix türevi işletim sistemi çalışırdı bilgisayarda. Çok ama çok tatlı bir arayüzü vardı. Zaten bilgisayar o zamanın multimedya işleri için tasarlanmış çok havalı bir şeydi. Kamerası vardı ekranının tepesinde, başka hiçbir bilgisayarda kamera falan yoktu o devirde. Çok acayip çizim programları vardı içinde. Ekran koruyucuları çok eğlencelydi. Şimdi hiçbir bilgisayarda göremezsiniz, ama o zamanlar ekran koruyucuları çok meşhurdu. Başıboş ekranlarda sürekli çalışır dururlar, ekranı koruyacaklarına daha fazla yorarlardı. Epey sonraları biri sağolsun akıl etti kullanılmadıklarında en iyisinin ekranları karartmak olduğunu. Ama o bilgisayarda esas Unix işletim sisteminin temel komutlarını ve C++ programlama dilini öğrenmeye çalışmıştım ben. İkisi ile ilgili birer kitabım vardı ve onlardan okuyup okuyup uygulamaya çalışırdım kendi kendime.



Masterımın ilk senesinde ilk bilgisayarımı alıp A bloktaki ofisime koymuştum. Onu aldıktan sonra Indy'yi bir daha kullanmamış, master tezim için gereken akış çözücüsünü kendi bilgisayarımda yazmıştım. Bugün de hala bilgisayar satan Tetra Bilgisayar firmasından toplamıştım ilk bilgisayarımı. Özelliklerini hatırlamıyorum, ama CD sürücüsünün olduğunu hatırlıyorum. Sadece okurdu ama, yazmazdı. CD yazmak büyük olaydı, her bilgisayar beceremezdi. Şimdilerde kullanılmayan Borland C++ Builder derleyicisini kullanmıştım tezimde kod yazmak için. Programlara arayüz yazmaya da imkan verirdi. İlk o zaman ilgi duymaya başlamıştım kullanıcı arayüzlerine. Kendi bilgisayarım olduktan sonra interneti de daha çok kullanır oldum. Tarayıcı olarak Netscape, arama motoru olarak AltaVista kullanırdık, 1997'de Google çıkana kadar. İnternette video izlemek diye bir kavram yoktu, mp3 çılgınlığı yeni yeni başlamıştı. Herkesin keyfine göre görünüşünü değiştirip yanar döner taksici teybine benzettiği Winamp ile dinlenirdi mp3'ler. Hey gidi günler...



Geçen yaz CFD labına gitmiştim bir öğrencimle toplantı yapmak için. Labın depo gibi eski bilgisayarların yığılı olduğu köşesini karıştırırken o SGI Indy'yi gördüm tozlar içinde. Çok şaşırdım. Atılmamış, hala duruyor 20 sene sonra. Bilmiyorum benden sonra kullanan olmuş mudur? Acaba ofise getirsem çalışır mı? Çalışsa eminim 20 sene öncesinden kalma benden izler duruyordur içinde. Bir denemek lazım.