İçindekiler

Ölçek ekonomisi ve ağ dışsallığı

İktisatçıların yaygın olarak kullandığı iki kavram üretim ve tüketim süreçlerindeki değişimi anlamamız açısından önemli: ölçek ekonomileri ve ağ dışsallıkları. Ölçek ekonomisi ile başlayalım.

Ölçek ekonomisi, üretim ölçeği arttıkça birim üretim maliyetinin nasıl değiştiğini tanımlayan bir kavram. Üretim ölçeği arttıkça birim maliyet düşüyorsa, o üretimde ölçek ekonomisi olduğunu söylüyoruz. Örneğin yılda 1,000 otomobil üretildiğinde birim maliyetin 1 milyon TL olması, fakat üretim 100,000’e çıktığında birim maliyetin 50,000 TL’ye inmesi otomobil üretiminde ölçek ekonomisinin olduğunu gösteriyor.

Ölçek ekonomisinin iki önemli nedeni olabiliyor: uzmanlaşma ve sabit maliyetler. Üretim ölçeği-uzmanlaşma-birim maliyet ilişkisini, daha 1776’da Adam Smith Ulusların Zenginliği kitabında detaylı bir şekilde açıklamıştı. Üretim ölçeği arttıkça hem işçiler, hem de kullanılan makine-teçhizat uzmanlaşıyor, uzmanlaşma (iş bölümü) her işçinin ve makinenin daha hızlı ve üretken olmasını sağlıyor, artan üretkenlik birim maliyeti düşürüyor. Bu nedenle otomobil üretimi gibi ölçek arttıkça uzmanlaşmanın artabileceği ürünlerde ölçek ekonomilerini gözleyebiliyoruz.

Ölçek ekonomilerinin ikinci nedeni sabit (bölünemeyen) maliyetler. Maliyetlerin bir kısmı üretim ölçeğine bağlı (değişken) maliyetler. Örneğin otomobil üretiminde, her otomobil için belirli miktarda çelik levha kullanılması gerekli. Üretim ölçeği 10 kat artınca çelik levha kullanımı ve toplam maliyeti de aynı miktarda artacak, birim maliyet değişmeyecek. Fakat bazı maliyet unsurları üretim ölçeğinden bağımsız, bunlar sabit maliyetler. Örneğin otomobilin tasarımı bir sabit maliyet: diyelim yeni bir otomobilin tasarlanması 10 milyar TL’ye mal oluyor. Üretilecek otomobil miktarı ne olursa olsun, bu maliyetin karşılanması gerekiyor. 1,000 otomobil üretildiğinde birim tasarım maliyeti 10 milyon TL, 1 milyon otomobil üretildiğinde ise sadece 10,000 TL oluyor. Günümüzde sabit maliyetlerin önemli bir kısmını araştırma-geliştirme (Ar-Ge), tasarım ve reklam maliyetleri oluşturuyor.

Ölçek ekonomisinin önemli olduğu ürünlerde büyük firmalar önemli bir maliyet avantajına sahip. Bu nedenle bu sektörlerde az sayıda firma bulunuyor, sektör oligopolistik yapıya sahip oluyor.

Ağ dışsallığı kavramı da daha çok tüketim ile ilgili. Ağ dışsallığı, bir ürüne olan tercihin, o ürünü kullanan/tüketen sayısına bağlı olarak arttığı durumu gösteriyor. Ağ dışsallığının tipik örneği telefon: dünyada telefon kullanan sadece bir kişi varsa, telefonun o tüketiciye hiç bir faydası yok. Telefon kullanan sayısı arttıkça, daha fazla insan ile iletişim kurulabileceği için telefonun faydası ve tercihi artıyor. Günümüzdeki tipik örnek de sosyal medya. Arkadaşlarınızın çoğu Whatsapp kullanıyorsa, Signal’in daha iyi olduğunu düşünseniz de Whatsapp’ı kullanmaya devam ediyorsunuz.

Ağ dışsallıklarını oluşturan başka etkenler de var, örneğin tamamlayıcı ürünlerin olması. Bir ürün yaygın olarak kullanılıyorsa, o ürünü tamamlayan başka ürünler de üretilmeye başlanıyor. Bu tamamlayıcı ürünler ana ürünün tercih edilmesini sağlıyor. Örneğin elektrikli otomobil kullanmayı tercih etseniz de, şarj istasyonları yaygın değilse bu tercihinizi gerçekleştiremiyorsunuz.

Son olarak, malumat eksikliği de ağ dışsallığına yol açıyor. Farklı seçenekler arasında yeterli bilginiz yoksa, diğer kullanıcıların/tüketicilerin davranışına bakarak tercih yapma eğilimimiz var, diğer insanların bir şey bilerek tercih yaptıklarına inanıyoruz. Örneğin yan yana iki lokanta var ve biri boş, diğeri doluysa, dolu olanı tercih ediyoruz. Bu durumda yine tüketici tercihi tüketici sayısına bağlı.


Kitlesel üretim ve kitlesel tüketim: Fordizm

Onsekizinci yüzyıl ortalarında tekstil ürünlerinde el üretimi yerine makine ile üretimin yaygınlaşması Sanayi Devrimi’nin başlangıcı olarak kabul edilir. Sanayi Devrimi ile makinelerin yaygınlaşması, hem enerji kaynaklarının değişmesine (insan ve hayvan yerine su, buhar, elektrik, petrol), hem de tahta makineler yerine metal makinelerin kullanılmasına yol açtı. Makine üreten makineler (takım tezgahları) sayesinde üretimin hassasiyeti arttı, değiştirilebilir, standart parça üretimine dayalı “Amerikan İmalat Sistemi” 19. yüzyılda ABD’nin teknolojide öncü olmasını sağladı. Sanayi-öncesi toplumlarda ürünler, yerel piyasalarda kişisel tercihlere uygun, farklılaşmış bir şekilde az miktarda üretiliyordu, Amerikan İmalat Sistemi ile ölçek ekonomilerinden yararlanmak için standart ürünler büyük ölçekte üretilir oldu, buna da “kitlesel üretim” diyoruz. Kitlesel üretim 20. yüzyıl başlarında (önce ABD’de) baskın üretim yöntemi haline geldi.

Kitlesel üretime karşın kitlesel tüketimin olmaması 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nin en önemli nedenlerinden biriydi. Bu krizden sonra tasarlanan düzenleyici kurumlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tüm “gelişmiş” ülkelerde yaygınlaştı. Düzenleyici kurumların temel işlevi, kitlesel olarak üretilen ürünlerin kitlesel olarak tüketilmesini sağlamaktı. 2. Dünya Savaşı’ndan 1970’lere süren dönem kitlesel tüketimin kitlesel üretime eşlik ettiği ve bu temelde hızlı büyümenin, yani hızlı tüketimin sağlandığı bir dönem oldu. Bu dönem, hızlı büyümeden dolayı kimileri tarafından “Altın Çağ”, kimileri tarafından da “Fordizm” olarak adlandırıldı.

Bu dönemde tüketimin, özellikle otomobil, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi ürünlerin tüketiminin artması için tüketici kredileri yaygınlaştı, işçilerin işsiz kaldıklarında bile tüketime devam edebilmesi için işsizlik sigortası benimsendi (“refah devleti”), ücretlerin üretkenlik artışına paralel artması sağlandı… ve tüketicilerin tüm ürünleri, aynı yerde rahatlıkla tüketebilmesi için alış veriş merkezleri (AVM) gerekiyordu. AVM’ler, ailece gün boyunca hoş vakit geçirebilecek, sadece ürünlerin değil, zamanın da tüketebileceği mekanlardı. Aynen ailece pazar günleri kiliseye gider gibi AVM’ye gidilebilirdi. Orta çağın şaşalı tapınaklarının yerini, Altın Çağın şaşalı AVM’leri aldı.

Altın Çağ’da tüm sorunlar çözülmüş gibiydi, fakat 1970’lerin başlarında gelişmiş ülkeler 1929’dan sonraki en büyük ekonomik krizi yaşadı. Krizin faturası önceleri petrol şokuna bağlandı, fakat kısa süre sonra bunun petrol şoku olmadığı, arkasında çok daha önemli sorunlar olduğu anlaşıldı. Fordizmin artık sınırlarına ulaştığı, bu temelde büyümenin, yani tüketimi artırmanın mümkün olmadığı söylendi. Krizin nedeni ne olursa olsun, kârlarını ancak daha fazla üreterek ve daha fazla tükettirerek sürdürebilen kitlesel üretim, yeni piyasalar için az gelişmiş ülkelere açılmaya başladı. 1980’lerden itibaren sadece gelişmiş ülkelerdeki müreffeh tüketicilerin tüketebildiği ürünler, az gelişmiş ülkelerde tüketilmeye başlandı. Gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin AVM’leri arasında adeta bir fark kalmadı. Artık tüketim de küreselleşiyordu.

Aynı dönemde kitlesel üretim yapan firmalar, üretim maliyetlerini düşürmek için montaj gibi emek yoğun üretim faaliyetlerini az gelişmiş ülkelere aktarmaya başladı. Bu nedenle tüketimin küreselleşmesi ile üretimin küreselleşmesi, birlikte ve birbirini destekleyecek şekilde gelişti. Kitlesel üretim ölçek ekonomilerine dayandığı için, üretimin küreselleşmesi sonucu oligopoller de küresel ölçekte oluştu. Otomobilden danışmanlık faaliyetlerine kadar çok farklı sektörlerde az sayıda firma küresel piyasayı kontrol etmeye başladı.

Fakat ne üretimin, ne de tüketimin kürselleşmesi, krizden kalıcı olarak çıkılmasını sağlayamadı. Standart ürünlerin kitlesel üretimi temelinde yeterli tüketim artışı sağlanamayınca, kişiselleştirilmiş ürünlerin kitlesel üretimine geçildi. Yeni, esnek üretim sistemlerinin de yardımıyla tüketici tercihlerine uygun ürünler üretiliyordu. Her mevsim değişen/değiştirilen tüketici tercihleri ile müthiş bir ürün farklılaştırılmasına gidildi… fakat bu da Altın Çağ’a dönülmesine yetmedi.


Hayalin tüketimi, katedral ve pazar

1990’larda yaygınlaşmaya başlayan fakat etkisini 2000’li yıllarda güçlü bir şekilde gösteren internet (ve mobil telefon) ve dijital teknolojiler ekonomik ve toplumsal ilişkilerde önemli değişikliklere yol açtı. Bu yeni teknolojilerin tüketim açısından üç önemli etkisi oldu:

  1. İnternet, ürünlere erişim için ucuz, pratik ve etkili bir kanal açtı (on-line satış). Özellikle pandemi koşullarında hızla yaygınlaşmasına karşın on-line mağazalar, henüz bütüncül tüketim deneyimini sağlayamadığı için, AVM’lerin konumunu değiştiremedi.

  2. Yeni ürünler ortaya çıktı, bir yanda eski ürünler dijital formata dönüşürken, diğer yanda, daha önemlisi, yeni dijital ürünler ile tanışmaya başladık. Dijital teknolojiler hızla büyüyen yeni sektörlerin oluşmasına yol açtı, tükettiğimiz ürünlerin içerisinde dijital ürünlerin payı arttı.

  3. Ayrıca yeni dijital ürünlerin önemli bir kısmı tüketicilere ücretsiz sunuluyor. Günlük hayatımızın bir parçası olan ve onsuz edemeyeceğimiz pek çok “ürün” tamamen ücretsiz. İstediğimiz bilgiye anında ücretsiz ulaşabiliyoruz, herkesle ücretsiz video görüşmesi yapabiliyoruz, dünyanın bir başka köşesindeki bir konseri ücretsiz canlı izleyebiliyoruz…

Bu gelişmelerin önemli bir kısmı dijital teknolojiler, internet ve açık kaynak yazılımın olağanüstü özgürleştirici potansiyeli ve bu potansiyeli ciddiye alan gönüllülerin çabası ile gerçekleşiyor. Fakat bu özgürleştirici olumlu potansiyele rağmen, yukarıda özetlediğimiz üç süreç de tüm toplum açısından olumsuz sonuçlara yok açıyor. Aynı sıra ile bu süreçlere bakalım:

  1. On-line satış kanallarının tüketicilere sunduğu bilgi sayesinde piyasalarda rekabeti artırıcı bir etkide bulunması bekleniyordu. Gerçekte ise küresel ölçüde bir yoğunlaşma ile karşı karşıyayız. Çok kısa bir sürede Amazon ve Alibaba gibi firmalar dünya genelinde egemen hale geldiler. Bir on-line satış kanalı oluşturmak çok kolay ve ucuz, fakat sürece bir adım önde başlayan firmalar, ölçek ekonomileri ve ağ dışsallıkları sonucu hızlı bir şekilde diğer firmalarla aralarını açıyorlar, ki Amazon ve Alibaba gibi firmalar bu sürece çok önce başlamıştı. Ölçek ekonomileri ve ağ dışsallıkları sonucu piyasada egemen olan firmaların konumunu değiştirmek giderek güçleşiyor.

  2. Yeni, dijital ürünlerin temel özelliği ölçek ekonomileri. Çünkü dijital ürünlerde ilk geliştirme/yazılım maliyeti yüksek, fakat ürün bir kez üretildikten sonra (daha doğrusu ürün bir kez kodlandıktan sonra) çoğaltma maliyeti hemen hemen yok, internet üzerinde herkese dağıtımı yapılabiliyor. Bir başka deyişle, üretim maliyetinin büyük bir kısmı sabit maliyet, değişken maliyetin payı düşük. Bunun yol açtığı ölçek ekonomileri bu piyasalarda tekelleşme eğilimini güçlendiriyor. ABD’nin patent ve telif hakkı konularında baskıları ve Çin ile kavgası bu nedenle gündemde.

  3. Ücretsiz ürünler ve uygulamalara ilişkin olarak, öncelikle, “ürün için ödeme yapmıyorsanız, ürün sizsiniz” sözü bir gerçeğe dönüşmüş durumda. Ücretsiz uygulamaları kullanan tüketici aslında ücretsiz çalışan işçi konumunda. Tüketici ücret almadan kendisi hakkında ürettiği veri ile diğer firmaların kendisini nasıl daha rahat biçimlendirebileceğini gösteren bir ürün üretiyor. Bu bilgi üretiminde de ağ dışsallıklar belirleyici: bir uygulama kullanıcı sayısı artınca daha cazip hale geliyor, daha fazla kişi tarafından kullanıldıkça daha fazla veri üretiyor, yani ürün daha “değerli” oluyor, uygulamayı geliştiren firma daha fazla yatırım ile (şimdi ölçek ekonomilerinden bahsediyoruz) konumunu pekiştiriyor.

Son olarak, son günlerde çok sık duyduğumuz metaverse ve sanal dünyalara bakalım. TDK, “sanal”ı “gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum, farazi, tahminî” olarak tanımlıyor fakat burada “sanal” veya “sanal gerçeklik” derken kastedilen “gerçekte var olmayan” bir şey değil, aksine gerçekte var olan somut bir olgu; sadece farklı, pek aşina olmadığımız bir formdan bahsediyoruz. Fakat sanal dünya fiziksel kısıtlamalardan bağımsız1 olduğu için olağanüstü bir etkileşim, ve, haliyle, tüketim olanağı sunuyor, artık hayallerimiz bile gerçek bir tüketim nesnesi haline geliyor. Metaverse bütüncül bir tüketim deneyimi sağlamayı hedefliyor.

Metaverse veya sanal dünyalar, piyasaların doyması ve düşük üretkenliğe ek olarak artan çevre sorunları ile karşılaşan kitlesel üretimin krizini aşabilecek yeni bir tüketim dalgası yaratabilir mi? Bu dalganın tüketicilere etkisi ne olur?

Bu soruların cevabı dijital teknolojilerin özgürleştirici potansiyeli ile sermayenin ve bilginin merkezileşmesi arasındaki çelişkinin nasıl çözüleceğine bağlı. Burada E.S. Raymond’ın “Katedral ve Pazar” metaforunun geçerli olduğunu söyleyebiliriz.2

Dijital teknolojiler ve sanal dünyalar yazılım ile kuruluyor. Yazılımı geliştirmenin de iki yolu var: i) önce yaratıcı olan, fakat bir adım öne geçtiğinde ölçek ekonomileri ve ağ dışsallıkları yoluyla piyasada egemen olup yenilikleri engelleyen devasa firmalar, ve ii) sadece “tüketici” olmayan, yazılım sürecinin farklı aşamalarına aktif olarak katılan, ölçek ekonomileri ve ağ dışsallıklarının faydalarını tüm topluma yayan topluluklar. İkinci yolun gerçekleşmesi için tüketicilerin artık tüketim mabedlerinden çıkıp kendi özgür pazarlarında hem üretici, hem kullanıcı olması gerekiyor. Böylece “yeni bir tüketim ve büyüme dalgası yaratma” sorusu ve sorunu anlamsız bir hale gelecek, insanlığın hedefi daha fazla üretim için daha fazla tüketim olmaktan çıkacak. Dijital teknolojiler bu olanağı sunuyor, fakat bu olanağı kullanabilmek için bize tanımlanan tüketici rolünden vaz geçmemiz, kendi geleceğimizi (yani yazılımı) hep birlikte yazmamız gerekiyor.



Notlar

1 Sanal gerçekliğin tamamen fiziksel kısıtlamalardan bağımsız olmadığını da vurgulayalım: sanal gerçeklik için en azından fiziksel cihazlar (bilgisayar, sanal gözlük, internet bağlantısı, uydu, vb) gerekiyor. Ayrıca bu uygulamaların enerji tüketiminin de ihmal edilemeyecek düzeyde olduğu biliniyor.
Kaynak: Psikeart, 2022, sayı 80.