İNSAN
YÜZLERİ
HIYARLAR
DEVRİM YAPAMAZ
Prof.
Dr. Ahmet İNAM
Neden hıyarlar var dünyada? Yanıt basit: Dünya bir bostan. Peki, neden
gülistân değil? Hiçbir zaman olmadı, belki. Kavga, güç elde etme savaşı,
sahip olma kaygısı ile yaşanan çatışmalar. Ben merkezli, kültür merkezli,
ırk merkezli dünya görüşleri... Yaşam kavgasının aman vermez zulmü altında
ezilen insan, tarihi boyunca hıyarlığını inceltecek kültür ürünleri
(sanat, bilim, din, düşünce alanlarında...) ortaya koysa da kendi yaşam
alanını bostanların dışına çıkaramadı. Giderek acımasız kapitalist düzenin
yarışmalarla varolmaya çabalayan insanı, hıyarlığını geliştirdikçe daha
başarılı olacağını düşünüyor. Hıyar olmayan 'yırtık' olmayan, atılımlar
yapıp, yatırımlar geliştiremez. Hıyar değilseniz, bu düzende varolamazsınız.
Hıyarlardan çıkıyor iş adamları. Hıyarlardan çıkıyor iktidarı ele geçiren
insanlar. Saldırgan, atılımcı, iş bitiricilerin önemsendiği, değerli
görüldüğü bir dünyada, hıyarlardan rahatsız olunmuyor. Hıyarlar el üstünde
tutuluyor. Hıyarlar sınav kazanıyor. İşe giriyor. 'Yukarılara' doğru
tırmanıyor. Politika, hıyarların oyun alanı olmuş. Dünya hıyarların
dünyası. Çevresel koşullardan, toplumsal, ekonomik, kültürel nedenlerden
dolayı. Kaba, kendi kabalığını kabul edemeyecek kadar vahim bir gaflet
içinde! Karanlık yanlarını fark edebilecek duyarlılıktan yoksun. Entel,
bilgi küpü ama bilgisi iç dünyasına sızmamış. İç üzerine kitap yazıp,
kendisini içinde göremiyor. Sözcük şaklatıyor. Felsefe yuvarlıyor. Bilgi
kumkuması. Kibrinden, yüksek perdeden konuşmasından yanına varılamıyor.
Ruhu kanıyor. Bakımsızlıktan iç dünyasını yaban otları bürümüş. Toplumsal,
politik, ekonomik, kültürel çözümlemeler yapıyor. İçinden gelen sesleri
dinlemesini bilmiyor. Kabalığı, hıyarlığı, yüksek düşünsel gücünden
ve bilgisinden geldiği sanılıyor. Oysa, bilgisi ve düşünsel gücü, iç
dünyasına ulaşamıyor. Hıyar böylece narşisist imgeler yaratıyor, kendisi
hakkında. Bu imgeleri kendi sanıyor. Tapıyor bu imgelere. Bu, yarattığı
kendi imgelerim 'beslemek' için, kendisini sevecek insanlar
arıyor. Kimseyi sevemiyor.
Teknoloji ve bilimin hıyarlarla ilgisi var mı? Olmaz mı? Çağdaş bilim
ve teknoloji, hıyarları besliyor. Model kurmaya, deney yapmaya, sınamaya,
yanılmaya ayrılmış bir yaşamın gündeminde hıyarlık yok. Peki, kimin
sorunudur, hıyarlar? Hepimizin. Hıyarlığını fark etmiş insanların.
Bütün dünya bostana dönmüş dediğimde elbette kendimi de azılı hıyarların
arasında görüyorum. Sıkıntım, keskin Freudgillerden dostların sanabileceği
gibi, bir 'yansıtma' sorunu değil. İçimin hıyarlığını dışa vurup, herkes
hıyar demiyorum. (Biraz etkisi vardır elbette!) Hıyarlık, çağımızın
en büyük sorunlarından biri. İlim irfan yoluyla, 'hıyarsızlaştırma'
kampanyaları ya da eğitimleriyle tez elden giderilebilir bir 'üst yapı'
sorunu değil! Bir yaşama sorunu. İnsan olma sorunu. 'Sev' denmiş, 'say'
denmiş. Bunların ince yaşam durumlarına nasıl uygulanacağı bilinmiyor.
Nasıl seveceğim? Kendisi olabilen, kendi yaşamına sahip biri olarak
nasıl seveceğim? Biricik bir insan olarak, biricik sevgilimi, yaşadığım
biricik ortamlarda nasıl seveceğim? Biricikliğimizi yaşayabilme, genel
ahlâk ilkelerinin özel durumlarda gerçekleştirilebilmesi, yaşama ustalığı
burada. Yaşama ufukları dar; kendisiyle karşılaşmamış, giderek
kendisine hiç rastlamamış insanların dünyasında hıyarlaşma
hızlanıyor. Güçleniyor.
Hıyarları önce dostlarımda gördüm. Sağolsunlar, bu konuda benim gözümü
açtılar. Hıyarân diye bir kitap yazdım. Hıyarca yazılmış bir
kitaptır. Sonra anladım ki ben de az hıyar değilmişim. Hıyar olmayanlara
(gül mü diyeyim onlara?) rastladıkça yüreğim burkuldu. Hem kıvanç duydum,
şükrettim, içimdeki sonsuzluğa: Hâlâ güzel insanlar var. Bu çirkin yaşam
çarkının kirletemediği. Biliyorum, insan, hâlâ onlar var diye insan.
Dünyanın yönetiminde yerleri yok. Belli etmiyorlar kendilerim. (Eski
deyimiyle, 'mahviyet mesleğine mensup'lar!) Hem içimin bir yerleri sızladı.
Kalakaldım. Kendimin hamlığını görmekten.
Dostlarım, bana her gün bostanda yaşadığımı anımsatıyorlar: "Ahmet,
sakın kendini gökyüzünde sanma, burası bostan. Burada gücü gücü yetene
bir kavga, entrika, stratejik davranışlar, kullanma ve sömürme ilişkileri
egemen. Burası, Platon'un göğü değil! Burası Epikür'ün bahçeleri, Stoa'nın
aradığı 'âsûde bahar ülkesi' değil. Burası sana göre değil. Silâhların,
ağır iş makinalarının, güneş gözlüklerinin arkasına ruhlarını gizleyebileceklerini
sanan, kendine, dünyaya, geleceğe, doğaya, evrene karşı acımasız, kaba
odunlaşmış insanların dünyası.
Elinde bastonu, iki büklüm yürüyen huysuz bir yaşlı adamın dünyadan
yakınması değil bu söylediklerim. Teknoloji, birçok yaramızı sararken
hıyar olma potansiyelimizi hızla arttırıyor. Bizden sonrakiler, belkide
bizi şöyle anacaklar: "Yirminci yüzyılın sonları, yirmi birinci
yüzyılın başları mı? Çok hıyar vardı dünyada, hem de çok". Bir
zamanların 'Kahramanlar Çağı' gibi, çağımız belki de 'Hıyarlar Çağı'
olarak anılacak.
GARİP,
GARİP DURUYOR HAYATIMIZDA!
Garipler her çağda azdılar. Çağlarındaki haksızlığı, zulmü, kabalığı
anladılar. Hıyarları tanıdılar, onlara tahammül ettiler, anladılar.
Garipler, tuhaf insanları olarak kaldı, çağlarının. Smıflandırılamadılar.
Saraydan da gelebiliyorlardı, sokaktan da. Bu dünyanın yabancılarıydılar;
dikiş tutturamayanları. Elbette tutunamadılar. Her tutunamayan garip
değildir ama, her garip, tutunamayandır. Zekâları, yetenekleri yetmediği
için değil, yaşam mantıkları, bu dünyanın yaşam mantığına uymadığı için
'dışarıda' kaldılar. 'Marjinal' değillerdi. Marjinallik 'entelektüel'
vıdı vıdıların kendilerine yakıştırdığı rütbeydi; entelektüel ise daha
baştan garipliği yitirendir.
Garip, hasbî insandır, olduğu gibi olandır. Daha başka nasıl olunduğunu
bilmeyen. Kendiliğinden: Öylece. Yalnızlığı belki ondandır. Yapayalnızdır.
Çevresindeki insanlarla birlikte. İçine kapanık uyumsuz, suratsız biri
gibi gelmez garip bana. İnsanlar arasında dolaşır. İşi gücü de vardır.
Kravat bile takabilir. Kendini belli etmeyenlerdendir. Sıradan, basmakalıp
görünür. (İsteyerek değil, görüntüsü makyaj değildir.) Bildiğini zorlanmadıkça
söylemez. İkide bir kendini ileri sürmez.
Kendisiyle karşılaştığı için, kendisiyle diyaloğu, iletişimi, muhabbeti,
hesaplaşması olduğu için hıyar insanın tam zıddıdır. Hıyarlar
çoğaldıkça garipler azalır. Az oluşları elbette, hıyar nüfusunun artışı
değildir, yalnızca. Garip, hıyarı, hıyar gibi göremez. Olgunlaşmamış,
ham, sevilesi bir varlıktır hıyar. Garibin hıyarlarla bir zoru, bir
derdi, bir alışverişi yoktur. Dünya bir gurbettir. İçinde gurbeti taşır
garip. Hep yabanda, hep uzakta, hep bir başına, hep yapayalnızdır. İnsanları
kırmamak için, istemediği görüntülere bürünebilir zaman zaman. Ticaretle
uğraşabilir. Sporcu olabilir. Memurluk yapabilir. Hep iğreti durur,
girdiği işlerde. Kendi gibi olanlara rastlarsa, yalnızlığını paylaşmak
isteyebilir. Büyük beklentileri, hırsları, tutkuları olmadığı için,
hayal kırıklıkları yaşamaz. Kendini terk eden, sözünde durmayıp onu
aldatan dostlarının ardından ilenmez. Kızmanın anlamsızlığını bilir.
"Bütün insanlar nankör", "Herkes hıyar", "Türkiye
batıyor" demez. İyimserdir. Umudu, iyimserliği, ahlâkıdır onun.
Evrenin, tüm çirkinlikleri, çelişkileri, haksızlıkları, sömürüleri,
içine alıp, yeni soluklarla yeni canlar ortaya koyacak mucizeler taşıdığına
inanır. İnsana güvenir. Güveni, çâresizliğinin son durağıdır.
Evrendeki varoluş hırsının yarattığı hasarı bilir. Bilinçlidir. Bilinçsiz,
garip olamaz.
Garip, elbette garip edebiyatı yapmaz. Açık oturumlarda, konferanslarda,
televizyonlarda 'garip' üzerine konuşup, geçimini sağlamaz. Garip, garip
olduğunu, 'kendiliğinden' bilir. Benim gibi entelektüel bozuntularının
anlattığı gibi anlatmaz kendini. Çok satan kitapları imzalayan, ünlü
insanlardan değildir.
Bu düzenin elinden nasıl kurtulmuştur? Kurtulmaya çalışarak! Düzenle,
'garip', bir uyuma girmiş göründükleri için, düzen onları fark edememiştir.
Nara atıp, kavga etmedikleri; kendilerini, inançlarını, bilgilerini
abartmadıkları; sevgilerin sıcaklığını duyup, hesabî yanlarını görmezden
geldikleri; herkesi kendi farklılıkları içinde 'öyle' kabul ettikleri;
içlerindeki sonsuzluğu keşfedebildikleri; sıradanlığı, basitliği,
sığlığı, abartılmış bilgiçlikleri, kabalığı fark ederek, içlerindeki
sonsuzluğu, dışlarındaki sonsuzlukla birleştirebil-dikleri; günlük tartışmaların,
moda olmuş geçici görüşlerin, paranın (yoksuldur garip!), ünün, her
türlü darlaştırıcı bağımlılığın uzağında kaldıkları için gariptirler.
Kendilerinden bakabilirler. Kendi pencerelerinden. Kendi varoluş zeminlerinden.
Kavramlara bulanmış, yaşamda onlarla birlikte yaşamayan bilgileri, bilim
adına, felsefe adına, teknoloji adına yapılan nice ukalâlıkları ince
bir gülümsemeyle önemsemezler.
Garipler ne bankalarda yönetici ne yüksek düzeyde devlet memuru ne herhangi
bir üniversitede akademisyen olabilir. Olmak istemezler. Elbette hiçbir
gazetede köşe yazarı olmak akıllarından geçmemiştir.
Hiç garip gördünüz mü? Tarihte ve zamanımızda. Varlar. Belki bazılarımız
onları uzaylı sanıp, taşlıyor olabilir.
MAHZUN
Hüzün 'biz'e özgüdür. Osmanlı'nın yaşadığı, Cumhuriyet'te yaşamakta
olan bir ruh durumudur. Batı dillerine, olanca derinliğini vererek çevrilebileceğini
sanmıyorum. Hüzün, bir 'ardından bakma'dır. Yaşanana. Yaşananın tortusuna.
Yaşanmış gerçeklikle birlikte titreşmektir. Yaşanmış üstüne bir yoğunlaşmadır.
Yaşanmışın yarı belirsiz değerlendirilmesidir. Kaçırılanlar, yanlışlıklar,
acılar, çâresizlikler, geçip giden zamanın bir daha geri gelmeyeceği...
Bir pişmanlık, derin bir melankoli değildir. Tutku, kızgınlık, nefret,
öfke, coşku (geleceğe yönelik), yoktur hüzünde. Hüzün, gerçekliğin,
geçmiş zaman dilimini, dingin bir tatla değerlendirme yaşantısıdır.
Çığlık yoktur hüzünde, çılgın bir sevinç de. Hüzün, bir talep değildir.
Bir beklenti. Bir doyurulması gerekli arzu. Hüzün, 'olduğu gibilik'le
çıkılan bir geçmiş yolculuğudur. Yaşanmışın belli bir ışıkla aydınlatılmasıdır.
Turuncu bir ışıkla belki. Rengi, hüznü yaşayanın yaşadığına yönelik
yorumundan kaynaklanacak ışıkla.
Hüzün, giderek seyrek yaşanır oldu. Gerçeklikle girdiğimiz bir ilişki
türü olarak, nasıl yaşanacağını bilenlerin sayısı azalmakta. Mahzun
insan, bu çağın insanı olarak görünmüyor. Çağımızda üzülen, bunalan,
'depresyona' giren insanların sayısı pek çok. Hüzünde, yaşanan sarsıntıların,
tutkuların, sevinçlerin, tatların; sessiz, telaşsız, insanın iç dünyasında
bir yerlerini sızlatan bir yorumu var.
Mahzun, garip değil. Garip, garipliğinin farkında değil; tıpkı hıyarın
hıyarlığının farkında olmayışı gibi. Mahzun, puştun zıddı idi: Garipliğinin
yarı bilincinde olan biri. Mahzun, garibin geçmişte yoğunlaşanı. Geleceğe
kapalı değildir yine de. Geleceğin, gelip geçeceğini duyar. Hüzün, yaşanmış
olandaki acı ya da sevincin arasındaki ayırım üzerine odaklanmaz. Yaşanmış
sevinç dolu da olsa, bıraktığı tortu, hüzündür. Belki, sevinçlerin hüznü,
acıların hüznünden daha yoğundur: "Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz."
Sevinçlerin uçuculuğu, biricikliği, bir daha 'aynı' olarak geri gelmeyeceği...
Yine de hüzün, umutsuzluğu, küsmüşlüğü barındırmaz içinde: Dünyadan
vazgeçme, geri çekilme değildir. Hüzünde çok alttan alta işleyen bir
sevinç bileşeni vardır. Üzüntünün kabalığını hüzne çeviren
de bu sevinçtir. Yaşanmış önünde soğukkanlı bir tebessümle durabilmek!
Sanki, "yaşanmış olan, sen neredesin bilmem ama, ne denli yüreğimi
burkarsan burk, ben buradayım" deriz, hüzünde. Acı bizi savurmaz,
sevinç hoplatmaz, öfke titretmez: Hüzün dingin bir ruh müziğidir: İçinde
kıpırtılı sevinçler taşıyan. "Şöyle ya da böyle ne yaşadım ama!"
Yitirdiklerimiz önünde, derin acıların hüzne dönüşebilmesi, bizim mahzunluk
duyarlılığımızla ilgilidir. Hüzün, kabalığı, hesabı, kıskançlığı,
çıkar hesaplarını kaldırmaz. Onlar gelince, o gider.
Geçmişe hüzün bakışı bir 'ders alma' bakışı mıdır? Değildir. Hüzün,
'vaaz veren', kürsüde ders notlarını okuyan bir öğretmen değildir. Hüznün
öğrettiğini anlayabilmek, hüzün üstüne hüzün yaşamakla olur. Çifte hüzün,
hüzünlenmenin hüznüdür. Hüzün, 'kullanılacak', yararlanılacak, sömürülecek
bir yaşantı değildir.
Bir hâldir. Hâlde (stimmung!) gerçeklikle girdiğimiz ilişki
sonucunda, gerçekliğin fark edemediğimiz boyutları çıkar ortaya. Hüzünde,
gerçeğin diğer yaşantılarla tanıyamayacağımız 'yüzleri' görünür. Kendimizi
bu yaşantıyla yeniden fark eder, yeniden keşfederiz. Düz bir 'keşif
değildir bu; hüzünle dönüşürüz.
Saldırganlığın, kabalığın, kurnazlığın, insanları kullanmanın egemen
olduğu bir çağda, bir kendini geçmişe bırakarak, geçmişle dingin
ilişkiye girme yaşantısı olan, içinde üzüntüyle sevinci birarada taşıyan
hüzün ortalıkta görünmüyor.
Mahzun insan, savaşın, çıkar kavgasının, politik oyunların uzağındadır.
Dünyanın çirkinliği, dünyadaki haksızlıklar, kalabalıklar ona acı verir.
Bu acı, içindeki gariplikle birleştiğinde hüzne dönüşür. Garip, mahzun
değildir. Garipliğini hüzünsüz yaşar. Mahzun insanın arada kalmışlığı,
bir kıyısında garipliğin diğer kıyısında acıların, yaşam kavgalarının
olduğu iki kara parçası arasında ağır ağır akan derin, geniş, sessiz
bir nehir oluşundandır.
Hüzün şairleri, giderek kurumakta olan bu nehri canlandırabilecek şiirler
yazabilecek mi? Yoksa hüzün, bir zamanlar hüzün diye yaşanan bir yaşantının
hatırlanmasıyla ortaya çıkan ikinci dereceden bir duyguya mı
dönüşecek?
HIŞIR:
BİR HÜZÜN YOKSULU
İnsan aklının çok boyutlu yapısıyla, insan karakteri arasında ilişkiler
var. İnsan aklının teorik, denetleyen, anlayan, şiirleyen, erotik,
bağlanan, eleştiren akıllardan oluşturduğunu söylemiştim. Teknoloji
yoğun çağımızda, bu akıllar, çevreden ve ortamdan
gelen etkilerle, çeşitli insan 'tip'leri ya da 'karakter'i oluşturuyor.
Çevre, fiziksel, toplumsal, ekonomik, kültürel özellikleriyle etkiliyor
insanı. Ortamsa, düşünsel etkilerden oluşuyor.
Denetleyen akıl, diğer akıllarla uyumunu yitirip, kendi başına 'büyümeye',
etkili olmaya başladıkça hıyarlar ortaya çıkıyor. Hıyar, yarışmacı,
satışa, pazarlamaya dayalı kapitalist dünyanın insanıdır. Çevre ve ortam
dünyayı bostana çevirmiştir.
Çağımız, sayıları hıyara göre az da olsa, çeşitli karakterleri barındırıyor
içinde. Benim ilgimi çeken, yazılarımda ele alacağım 'tip'ler arasında
şunlar var: Hıyar, Hışır, Hınzır, Ulu, Ermiş, Çelebi, Mahzun, Garip.
Belli bir dizilim içinde verdim 'tip'leri. Hıyar, Garip ve Mahzun'u
anlatmıştım. Şimdi hışırlardan söz edeceğim.
'Hışır', kavun ve karpuz içinin sert kalan kabuk tarafı, olgunlaşmamış
kavun karpuz anlamlarına geliyor. Elbette, bu anlamlarla birlikte kaba
ve görgüsüz insan anlamı da var. Ben hışırı, bir 'hıyar' türü olarak
görüyorum. Hışır, uyanık, anlayan, entelektüel hıyardır. Hıyar, kendinin
farkında değildir. Hışır ise farkına varmıştır hıyarlığının. Bu farkındalığını
örtmeye çalışır. Dâhiyane kılıflar bulur hıyarlığına. Hıyarlığını 'estetize'
eder. Entelektüel biçim verir ona. Dinsel, psikolojik kılıflar da giydirebilir
hıyarlığına. Düşlerinde hıyarlığını fark etse de, uyanınca hıyar olmadığını
söyler. Ahlâklılık örneği kesilir. En büyük bilim adamı ya da en iyi
dindar, en iyi vatansever, en iyi solcu, en iyi ressam, en iyi psikiyatrisi,
en iyi filozof, en iyi şair, en iyi sanatçı olduğunu iddia eder. Bilinç
dışından gelen "sen aslında hıyarsın" tehdidini duymamak için
çırpınır. Kitaplar yazar, yardım yapar, hacca gider, parti kurar, felsefeyle
uğraşır, kendini spora verir. Çiçek yetiştirir. Kedi köpek besler. Sergi
açar. Vakıf kurar.
Hıyar, derin çelişkiler ve çatışmalar yaşamaz. Düz yaşar, genellikle
yaşamını. Hışır ise huzursuz ve acılıdır. Tasavvuftaki 'nefs-i levvâme'
olan, 'levm eden', azarlayan nefsi, ona sürekli olarak acı verir. Hıyarlıktan
kurtulmak ister, kurtulamaz. Kurtulamadığı için, çektiği acıyı dışına
yansıtır, insanlara acı verir, zulmeder. Çok hassas, kırılgan biri olduğunu
söyler, herkesi kırar geçirir. Kendini eleştiremediği için gözünü öteki
insanlara çevirir, boyuna onlarla uğraşır. Hıyar gibi, hıyarca değil
belki, daha ince, daha kurnazca uğraşır. Onlara acı verdiğini gördükçe,
kendi çelişkilerinden, acılarından, çatışmalarından kurtulabileceğini
sanır. Oysa, "sen hıyarsın" sesi, düşlerini karabasana çevirmektedir.
Kendisiyle karşılaşmayı kabul etse, kendisiyle görüşebilse,
bu depremi yaşayabilecek yürekliliği gösterebilse, yaşadığı sıkıntılardan
kurtulabilecektir.
Hışır, Jungcu anlamıyla gölgesinden korkmakta, gölgesini ışığa
taşıyabilecek atılımı yapamamaktadır. İçindeki çirkinliği dışarıya yansıtmakla
kurtuluşu elde edebileceğini sanmaktadır. Yarı bilinçli bir hıyar olarak,
dünyanın tadını çıkarabilmeyi, güç kazanmayı, saygın bir insan gibi
değerlendirilmeyi istemektedir. Kendisine hıyar olduğunu hatırlatacak
davranışlarla karşılaştığında, çok kızmakta, ısrarla asıl hıyarın bu
hatırlatmayı yapanlar olduğunu söylemeye çalışmaktadır.
Hışır, tüm yarı bilinçliler gibi tehlikededir: Güvenilmez bir kişiliği,
kolayca tersine çevirebileceği savları, sık sık mızıkçılıkla son bulan
ilişkileriyle, kendisine acı veren gerçekleri kolayca çarpıta-bilse
de, dünya ona cehennemdir.
Hışırlardan yaratıcı insanlar çıkarabilir, birçok bilim adamının, filozofun,
sanatçının komutanın hışırca özellikleri vardır.
Hışırın acısını, biraz tuhaf gelebilir ama, hüzün dindirebilir. Hışır,
hüznü yaşayamayan biridir. Nasıl gariple hıyar iki zıt kutupta duruyorsa,
mahzunla da hışır ayrı kutupların insanlarıdır.
HINZIRLAR
Teknoloji yoğun dünya değişiyor hızla. Akıl diye bildiğimiz, 'tek' olduğunu
sandığımız gücümüz, bileşenlerine ayrılıyor: Ben yazılarımda adlarını
anıp duruyorum, teorik aklın yanında denetleyen, anlayan, şiirleyen,
erotik, bağlanan, eleştiren akıllar, ortak akılla düzenleniyor. Akıl
bölünmesi ya da çoğalmasının ardında, farklı boyutlarıyla
çeşitli insan tipleri oluşuyor! Bunlardan biri de 'hınzır' insan tipi!
Hınzır, zeki, çok zeki insandır. Zekâsı, onu seçeneklere, bulduğuyla
yetinmemeye götürür. Kendisine öğretileni, verileni hızla kavrar, çerçevesini
çizer kafasında. Bu çerçeveyi irdelemeye başlar, didikler. Sorgular.
Eski Yunan'da sofistler hınzırdılar. İnançsız hınzırlar! Her savı çıkar
karşılığında savunabilirlerdi. Tartışmayı, araştırmayı bir oyun olarak
görenlere, 'hınzır' diyemeyiz. Hınzır, bir hedefin, bir kaygının, bir
inancın ardındadır. Sokrates bir hınzırdı. 'Hakikat'in peşine düştüğü
için! Toplumunun inançlarıyla yetinmediği, onları sorgulamayı seçtiğinden.
Üstelik, kullandığı ironi, hınzırlığını pekiştiren bir özelliğidir:
"Bilmiyorum" der, örneğin. Amacı, bildiğini sanan insanların,
bilgi sanılarını çürütmek, onları araştırmaya itmektir.
Her araştırmacı hınzır değildir. Her aydın, her entelektüel, her bilim
adamı, her sanatçı. Hınzır, çağından, çağındaki kültürel ve bilgi ortamından
rahatsız olandır. Memnun, yetinen, hoşnut kalan, kabul eden, verileni
irdelemekten kolayca vazgeçen hınzır olamaz.
Hınzır, zoru olandır. Derdi olan. Taklit eden, basmakalıp görüşler içinde
kalakalan, memur zihniyetli insan, hınzır değildir. Basmakalıp insan
kurnaz olabilir ama hınzır olamaz.
Benim hüsnü kuruntularımdan biri de hınzır olduğumu sanmam-dır. Hınzır
insanları severim. Onların seçenekli dünya arayışlarına vurgunumdur
(örneğin, Feyerabend!, Nietzsche!). Hınzırın ahlâksızına domuz
diyorum. Zekâsı dünyayı çabuk kavramaya götürür onları; düzenin zayıf
yanlarını çabucak görüverir, bu zayıf yanlarından yararlanmaya çalışırlar.
Ülkemizde bunlardan çok sayıda vardır. Bankaları, kurumları soyanlar,
ticarette fark edilmeyeceğini düşündükleri hilelerle para kazananlar,
hınzırın ahlâksızıdır. Bilim ve sanat alanlarında da ahlâksız hınzırlar
vardır. Kurnazlıkla doktora tezi yazan, insan ilişkilerini başarabildiği
için akademik merdivenleri tırmanan akademisyenler bu gruba girer. Zekâ
ve kurnazlıkla, sanki 'ustaymış' gibi şiir yazan şairler var edebiyatımızda.
Adı ünlüye çıkmış nice ahlâksız hınzıra her çağda rastlayabilirsiniz.
Hınzırları severim, domuza dönüşmemişlerse. Masum hınzırlar, dünyamızın
kokuşmasını engellerler. Tez elden, basmakalıp, üstün körü çözünleri
sevmezler. Hınzır, kuşkuyla bakar önerilere: Kandırılmaktan, aldatılmaktan
korkar. Kuşkusu, sağlıksız bir kuşku değildir. Araştırmayı, yeniden
gözden geçirmeyi sağlar.
Söylediklerimden, filozofun, saygın sanatçının hınzır olması gerektiği
sonucunu çıkarabilirsiniz. Karşı çıkmam bu görüşünüze. Ben filozofun
hınzırını, sanatçının hınzırını severim. Saf, çocuksu, tertemiz, pırıl
pırıl olanlarına da (örneğin, felsefede Spinoza, bizim şiirimizde. Behçet
Necatigil!) saygı duyarım, hayran olurum. (Örneğin, yine felsefede Husserl
böyle bir masum, çocuksu filozoftur! Rausseau, Derrida hınzırdır! Nedense
Einstein bana çocuksu yanlarına karşın hınzır biri gibi gelir!)
Hınzırın Türkçemizde olumsuz çağrışımları yok değil! Bu çağrışımların
olumsuz etkilerini azaltmak amacıyla, bir hınzırlık ahlâkından,
âdâbından söz edebiliriz. Hınzırlıkla, daha önce söylediğim gibi, kurnazlığı
birbirinden ayırmak gerekir. Hınzırla domuzu. Hınzır, olumlu yorumuyla
erdemli biridir. Çerçeveleri kıran, çerçeveler içindeki tutarsızlıkları
fark eden, eleştiriyi, bakış genişliğini seven insanlardır.
Hınzırların zekâsı, teknoloji ve bilimin gelişiminde çok gerekli. Sakın
yalnız bırakılmamalı. Hınzır insana, duygu zenginliği, bakış genişliği,
sevgi coşkusu gerekli.
Hınzırlığımızı geliştirelim. Her insanın hınzırlık donanımı var. İnsan
olma çabamızda, diğer yetilerimizle birleştirip, terbiye edilebildiğinde
insanlığa katkısı olabilir. Yoksa, bu savımda da bir kurnazlık olmasın?
ÇELEBİ
Çelebi, tarihsel ve kültürel çağrışımları yoğun olan bir sözcük. Çağımın
insanlarını tanımada, belli özellikleri olan bir grup insana 'çelebi'
sözünü yakıştırmaktan çekinmiyorum. Garipler ve mahzunların yanında
yer alırlar. Garipler kadar yalnız, mahzunlar kadar yoğun hüzün yaşayan
insanlardan değildirler. Çelebilerin dikkat çekici özelliklerinden biri
içtenliğidir. İnsanlara güvenmesi. 'İnsan sıcaklığı' ile dolu olması.
İyimserliği. İyimserliği elbette, bilgi ve zekâ eksikliğinden kaynaklanmaz,
duyarsız, kaba bir insan değildir çelebi. Eksikliklerinin, sorunlarının,
yetersizliklerinin, perişanlığının, dünyanın gidişindeki haksızlığın
farkındadır. Derinden derine duyduğu acı, ruhunun 'çok diplerinde' yaşanır.
Çelebiyi hep gülümserken görürsünüz. Gülümsemesi yüzüne yapıştırılmış
bir yama gibi durmaz. Çektiği acılar yaşam karşısındaki duyarlılığından
gelir. Acıları onu güzelleştirmiş, sevimli kılmıştır.
Bir anlamıyla 'acıların çocuğu'dur çelebi, oysa acıdan hiç söz etmez.
Acı çekmekten övünen, karamsarlık, asık yüzlülük, saldırganlık şampiyonu
'entellere' hiç benzemez. Acının şirin kıldığı bu sevimli insan, uzatıverir
avucunu avucunuza, tutmazsanız, kızmaz; anlar, geri çeker. Saldırganlık
duygularını mizahın, sporun, dansın, müziğin yoğunluğunda eritebilmiştir.
Öfkelenmez. Hınç duymaz. İntikam duyguları taşımaz.
Kendinden memnundur. Neden? Çelebi, yaşam enerjisini nereden alır? İnsan
sevgisinden. Nasıl olup da insanları sevebilmektedir? Kendini sevebildiği
için. Peki, neden kendini sevebiliyor? Çünkü güvenebiliyor. İnanabiliyor.
Bağlanabiliyor. İnsanlara, geleceğe, kendisine güveninin ardında ne
var? Hiç düş kırıklığına uğramıyor mu? Uğramaz olur mu? Bu denli duyarlı
bir insanın, bağlanıp, kendini duygularına, düşüncelerine, inançlarına,
sevdiklerine, söz verdiklerine adayabilen insanın, sık sık umutsuzluklara
düşebildiğini, beklentilerinin gerçekleşmediğini gözlemleyebilirsiniz.
Çelebi, bunca sıkıntıya, çileye katlanmayı bilendir. Neden? Sıkıntılardan
kaçmadığı, onları kabul ettiği için. Yitirdiklerini görür, karşılaşır
onlarla. Çâresizlikleriyle muhabbete geçebilir: "Elbette, ben buyum.
Artılarım ve eksilerimle böyle biriyim ben. Böyle biri olarak yaşayacağım.
Böyle biri olarak gökyüzünün altında, yeryüzünün üstündeyim. Acılarımı
bir paratoner gibi çeker, gökyüzüyle yeryüzü arasında bir köprü olduğumu
duyarım. Acılarım yalnız bana özgü değildir. Diğer insanlarla birlikte
yaşıyorum. Acılarım beni güzelleştirmek, olgunlaştırmak, beni yaşadığım
dünyada öteki insanlara karşı daha sorumlu kılmak içindir.
Bir anlamı vardır, başıma gelenlerin. İnsanlara daha yararlı olmak,
daha güzel dünyaların kurulması için, çekilir bu çileler. Benim ve insanlığın
çektikleri daha güzel bir dünyayı oluşturmak için adımlardır. Kişisel
varlığımın bu evrenin bütünlüğü içinde kendi başına bir anlamı yoktur,
ben herkes içinim, insanlık içinim. Acılarım insanlığa armağan olsun."
Çelebi, kendi varlığının bir 'aşama' olduğunu düşünür. Gelişmeye, eleştiriye
açık ruhu ile günlük dünya içinde, günlük dünyanın uzağındadır. Toplumsal
ilişkileri başarabildiği için, siyasal, yönetimsel roller alabilir.
İlkelerini içselleştirdiği için, ikide bir insanların yüzüne vurmaz.
"Adalet, insan hakları, demokrasi, yüksek etik değerler, sanat,
edebiyat, felsefe" gibi kavramları kullanmayı pek sevmez. Yaşar
ve örnek olur insanlara.
Dünya görüşünü ve inançlarını da insanların yüzüne tokat gibi vurmayı
sevmez. Çelebinin siyasal görüşlerini ancak eylemlerinden çıkarabilirsiniz.
Çalışmayı sever. Sevmeyi sever.
Hınzırlardan farkı, sorgulamayı fazlaca sevmeyişidir. Sorgulamanın,
irdelemenin, olur olmaz eleştirinin insanı geliştiremeyeceğini düşünür.
Çelebi, eleştirilerini dolaylı olarak yapar, satır aralarında
anlatır.
Gelecek korkum azalıyor, çelebilere rastladıkça.
ULULAR...
Usta insan her zaman oldu. Bir işi iyi yapan, başaran, deneyimlerinden
öğrenmiş, deneyimlerini aktarabilen becerikli insanlar. Her ustanın
bir işi, bir becerisi var. Her beceri sahibinin ustalaşamadığını
biliriz. Yetenekli olmak yetmiyor. Sabır, direnç, kararlılık, uzun yıllar
yaşanan yaşantılardan devşirebilme gücü: Usta; yetenek, emek, bilgi
ve aşkla varoluyor. Yeteneği olup da ne denli çalışırsa çalışsın alanında
diğer ustaların görgü ve bilgilerine ulaşamayan, onları özümseyip, kendini
geliştiremeyenin ustalığından kuşku duyarım. Kendi başına usta olunmaz:
Diğer ustaların varlığından haberli olmak gerekir. Coşkusuz usta da
olmaz, içinde yaptığı işe aşk duymayan. Usta kendini işine adayandır.
Ustanın göbek adı 'adamış' olmalı ya da adayan, adamakta olan. Bıkkından,
yorgundan, yılgından usta mı olur hiç?
Virtüyözlük ayrı. İncelmiş, gergin bir ustalık. Tekniğin çok büyük bir
emek, yoğunlaşma, elbette sıra dışı bir yetenek sonucu doruğa ulaşması.
O yüzden çok az kişi ince ve üstün usta, yani virtüyöz olabiliyor. Takmak
(obsesyon!) hâline gelmiş bir ısrar, inat, becerinin gerektiği alanda
ruhsal, sinirsel, kassal, düşünsel) yapımızın diğer alanlarını kör bırakacak
biçimde şiddetli bir yoğunlaşma. Virtüyözlere saygı duymamak olanaklı
değil. Nedense içim ısınmaz onlara, kendilerini çok fazla gerdiklerini,
kopacak denli inceldiklerini düşünürüm. Çağımız, teknolojinin katkısıyla,
ilâçlar ve diğer yöntemlerle, belki genetik müdahalelerle bir alanda
çok büyük, sıradan insanların ulaşmaları olanaksız becerileri olan virtüyöz
insanlar yetiştirebiliyor.
Usta da, üstün ve incelmiş usta (virtüyöz) da, işlerini, yaşama zenginliklerini
yitirerek gerçekleştiriliyorsa, diğer yanlarını kurutup bir tek yanlarını
geliştirme tutkusuyla, gönüllerini yoksullaştırıyorlarsa, o ustalığın
o insana yakışmadığını düşünürüm. Usta, bir insandır. Bir bütündür.
Yaptığı işin dışında da 'işi' vardır: Yaşama işi. Bir alana sıkışmışlık,
o alanda başarı da sağlasa, insan bütünlüğüne zarar verip, yaşamı kısıtlıyorsa,
çok tehlikelidir.
Çağımız uzmanlık çağı. Her uzman, usta olamıyor, her ustada üstün usta
(virtüyöz!). Ustalık elbette özendirilmeli, bir konunun uzmanının, beceri
sahibinin yaşam için gerekli olduğu çok açık. Ustalar yol gösterecek
bize, uzmanın sıradanlığını aşmış; çalışkan, yetenekli, bilgili, aşk
dolu, sürekli olarak kendini yenileyebilen, her dem taze ustalar,
yaşamımızın zenginliğidir.
Usta da zengin, ruh zengini olmalı diye düşünürüm. Einstein bir ustaydı;
kör, sıkışık, dar bir usta değil, cıvıl cıvıl, çılgınlığını yaşayabilen
erotik bir usta. Örneğin, Freud'un ustalığına yine Freudgil bir gözlükle
bakmak gerek, sancılarla doludur.
Şöyle bir düşüm var: Hangi konunun, işin ustası olursanız olun, yaşama
ustalığına da sahip olun. Bu önerime 'düş' diyorum, bir düşsel öneri
belki ya da önerisel düş!
Kıskanç, ruhu azâp içinde ustalar vardır: Çırakları ve kalfaları, cehenneminde
yaşarlar. Bildiğini bir türlü öğretmeyen, doğrusu püf noktalarını köşe
bucak saklayan ustalarım oldu. Ne oldu peki? Onları sevmiyorum şimdi.
Kendimi ne denli zorlasam da saygı duyamıyorum onlara. Elbette, kötü
sözler söylemiyorum onlar için, hatta tersini yapıyor, övüyorum onları.
Yüreğimin bir yerleri sızlıyor ama, bütün insan olamadıkları, iç
insan, içten insan, özgür ruhlu olamadıkları için.
Başarabilselerdi, ulu olurlardı! Ululuk, dinsel, hamâsî çağrışımlarının
dışında, bilgelik sahibi ustalara yakıştırdığım sıfattır. Yazık
ki ulu ustalarım fazla değildi benim; çevremde azdılar. Yaşam koşulları,
insan ruhunu buduyor, cüceleştiriyor. Dışarıdan bakılınca kocaman görünen
insanların ruhları gelişmemiş kalıyor. Engin ruhlu, zengin iç dünyasına,
yaşama rengine sahip aşk dolu ustaların, uluların hasretiyle yanıyor
yüreğim.
Kunduracı, demirci, berber, iş adamı, yazar, akademisyen, herhangi bir
konuda uzman, hele hele hekim, teknisyen ulular... Neredesiniz? Bana
görünmediniz, benden önce gelenlere göründüğünüz gibi sonrakilere de
görünün.
İnsanlığın yüz aklarısınız. Oradasınız biliyorum. Yaşıyorsunuz.
EREN
Hangi yaşamın erenleriyiz? Hangi yaşamın yolcuları? Nereye doğru yürüyoruz?
Böyle sorular tuhaf mı geliyor size? Öyleyse gerenlerdensiniz.
Durup yaşamınızı seyredecek, onu yeniden gözden geçirecek gönlünüz yok.
"Sırası mı böyle soruların?" diyorsunuz belki. Peki, bu gerginlik
niye? Neden geriyorsunuz kendinizi? Yaşamınızı? Günlük yaşamın sorunlarının
örtüp, kararttığı gerçeklerin olabileceği hiç aklınıza gelmedi demek
ki.
Öyle insanlar var: Efsânelerde, kutsallığın yoğunlaştığı destanlarda,
din merkezli kültürlerde. Günlük yaşamın vıdı vıdısından, pılı pırtısının
dışında anlam deren insanlar. Çağdaş dünyada da var. Erenler.
Yolda olduğunu fark edenler. Bir yere doğru yürüdüğünü fark edenler.
"Yolda bir hedefe doğru yürümek" sözü, çoğunluk,
dinsel öğretilerin yaslandığı anlatım kalıplarından. Erenlik, dinsel
kültürün tekelinde değil ki! Evrenin gizlerine doğru yürümenin sınırsız,
bitimsiz yolları var. Yürünecek yolların çeşitliliği, insan olabilmenin
önemli olanaklarından. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin, bu dünyada
varolabilmesinin, evrene sesini duyurabilmesinin o denli çok yolu var
ki! Sorun, insanın bu yollar zenginliğim kavrayamayışında, kavrasa da
gerçekleştiremeyişinde. Dönem dönem yaşadığı derin sarsıntılarda (savaşlar,
doğal âfetler, salgın hastalıklar, yoğun siyasal cinayetler, zulümler
gibi...) kendini çâresiz, yoksul olarak algıladığına tanık oluyoruz.
O dönemlerin yolda olan, yolda yürüyenleri, yollar sunuyorlar birlikte
yaşadıkları insanlara. Zenginlikler sunuyorlar. "Yollar bitmedi,
çâre tükenmedi" diyorlar. İnsan yaşadıkça çâre hep vardır, ölüm
de olsa.
Teknoloji, bir çâre arayışı idi. "Bitmedi daha, yürünecek yollar
var, çözebiliriz" iletisi idi, insanın insana. Ölümle yaşam bitmiyor.
Ölen bireyler, hattâ türler ölüyor, yaşam sürüyor. Yaşamı öldüremezsiniz.
Bütün şiddeti ve dehşetiyle kayaların, lavların içinden çıkar gelir.
Erenin demek istediği belki de odur: Yaşamın sunduğu olanakları tanıyalım
ve yürüyelim. Yaşamak yolda olmaktır. (Felsefe, yolda olmaktır
diyen, dayım Jaspers'in kulakları çınlasın!) Yolu, bindiği taşıtın yolu
olarak anlayan çağdaş insana, yürüdüğü yolları anımsatmalı: Yürüyorsun.
Yoldasın. Belediyelerin döşediği bu yaşam içine batmış yollarda değil,
ötede bir yolda. Dünyan bu kadar değil, sen bu kadar değilsin. Yolunu
tam.
Yolunu tanıyıp yürüyebilene, yürümeyi göze alabilene 'eren' diyorum.
Neden 'eren'? Nereye ermiş? Yol hangi yol? Belki de o bir ceren. Öylesine
saf, yolunda yürümekten. 'Ermiş' değil, eren. Erememiş, ermeye çabalayan,
ermeye, erişmeye doğru yürüyen. Döşenmiş yollardan değil. Hiçbir
eren asfaltta yürümez. Erenin yolu arkasındadır. Önü yürünmemiş
bilinmezliklerle doludur. Eren, izleyen, ardında giden değildir. Elbette
kültürünün, toplumunun değerlerini tanır, sayar. Onları, onlara zenginlik
getirecek biçimde yorumlar, onların yürüyeceği yeni yollar sunar.
Erenlere ne çok gereksinimimiz var! Sıkışmışız daracık yaşamlarımızda!
Yaşamımıza temiz hava getirecek, pencerelerimizden içeriye taze kır
havası dolduracaklar.
Kim olursan ol, eren ol! Böyle bir buyruk, belki hiçbir kitapta yazmıyor.
Havalandıralım yaşamlarımızı. Daracık, sıkışmış, çoğu kez pis kokan.
Yaşam var evrende. Yaşama dönelim. Yeni yollar arayalım. Yürüyelim.
Erişmeye çabalayalım. Varamazsak, bir daha. Aynı yolu ya da yeni yolları.
Yollar bitmez. Yaşamak yolda olmak demektir. Umut tükenmez. Sakın ola,
umut dangalağı değiliz. İktidarın aldatmaya çalıştığı iyimser enâyilerden
asla değiliz! Yol çetin. Yol zor. Ama hiçbir zulüm, hiçbir güç içimizdeki
varolma aşkını ortadan kaldıramaz.
Erebiliriz. İçimizin özgürlüğü ile. Bilimle. Teknolojiyle. Kültürümüzün,
yaşam biçimimizin olanca zenginliği ile. İnsanız biz. Tükenmeyiz. Yaşam
tükenmez.
Tarih, tüketmeye çalışanların mezarlarıyla dolu.
Taze yaşamların, canlı düşüncelerin, heyecanlı duyguların erenleriyiz.
Her iktidar bizden korkmalı. Yaşam adına hesap sorarız. Bilimden. Teknolojiden.
Şiirden.
Yoldayız. Sakın ola, korkmayalım. Bir gün varacağız. Yaşamanın, has
yaşamaların erenleriyiz.
-------------------------------------------------------------
Ahmet İnam'ın Gönülden Bilime adlı kitabınının 47-63 sayfaları
arasındaki yazılarından alınmıştır; Hece Yayınları, Ankara, 2002.