Prof.
Dr. Ahmet İNAM |
||||
Prof. Dr. Ahmet İNAM Teknoloji
ile bütünleşmiş bilimin yeryüzündeki yaşama giderek egemenlik kurduğu
bir çağdayız. Çağdaş yaşamı, onu bir çok yönden etkileyen teknoloji
ve bilimi anlamadan anlayamayız.Teknoloji-bilim odağında gelişen insan
yaşamı, yine de sorunlarından, sıkıntılarından arınmış değil. Savaşlar
bitmek bilmiyor, terör dünyayı ayağa kaldırıyor. Açlık, yoksulluk milyonlarca
insanı acıya boğuyor. Doğa afetlerine karşı, sele, fırtınaya, yangına,
depreme, çevre kirliliğine karşı yetersizliğimiz sürüyor. Mutsuzluk,
haksızlık yeryüzünden kaldırılmış değil. Bilim ve teknolojinin nimetlerinden
yararlanan ülkelerin insanı bir anlam bunalımına düşmüş durumda;
yaşamın anlamını, neden yaşadığını sorguluyor. Mânevi açıdan kendini
yoksul hissediyor. Oysa , belki de tarihin hiçbir döneminde bilimle teknoloji bu
denli iç içe, bu denli işbirliği içinde olmamıştı. Bilim artık deyim
yerindeyse “ bilim-tek” olmuş durumda.(Sözcüğü bitişik yazmayı seçeceğim
yazının devamında..) Bilgisayarlar, geliştirilmiş teknolojik gereçler,
deney aygıtları olmaksızın , salt kağıt kalemle ya da düşüncelerimize
dayalı bilimsel araştırmalar yapmak, neredeyse olanaksız hale gelmiş
bulunuyor. Teknolojinin tarihine baktığımızda , üretilen teknoloji ürünü
araç gerecin, bilimin yardımı olmaksızın, sınama yanılmalarla, usta
çırak ilişkileriyle kotarıldığını görüyoruz. Modern bilimin, matematiksel
dil yardımıyla geliştirdiği kuramların teknolojiye uygulamasının tarihi
eski değildir. Sanayi devrimiyle birlikte, mühendislik mesleğinin giderek
gelişmesiyle tarih sahnesine “mühendis” denen ilginç bir insan “tipi”
çıktı. “Makina yapan”, üreten, çözen, çözümleyen, hesaplayan, onaran,
denetleyen, tasarlayan, planlayan, verim arttıran mühendis, bilimin
bilimteke dönüşümünün işaretini veriyordu. Farsça endaze (ölçü)
Arapçalaşarak hendese olmasının ardından , bizim kültürümüzde ölçen,
düzenleyen, insana mühendis denmeye başlanıyordu. Elbette mühendislik
sorunlarıyla “bilimsel” sorunlar arasında dikkat çekici farklar vardı.
Onsekizinci, ondokuzuncu hatta yirminci yüzyılın, laboratuarından çıktıktan
sonra evinin yolunu bulamayan, dalgın,”dünya işlerinin” uzağında bilim
insanı, yapacağı binanın, yolun, barajın, üreteceği makinanın sorunlarıyla
boğuşan mühendisten farklıydı.Yine de Rönesanstan bu yana ortaya çıkan,
Leonardo da Vinci ile yetkin örneğini bulan insanda, sanat, bilim ve
mühendislik bir araya gelmiş, bütünleşmişti. Edison gibi bir mucitin
kuramsal anlamda metalurji, akustik, mekanik bilgisi eksik olmasına
karşın, teknik becerileri, sezgileri çok gelişmişti. Elektromanyetik
kuramdan habersiz, termodinamik bilgisinden yoksun nice tamirci, hatta
mucit aramızda yaşıyor. Buna karşın bilimtek alanında derin bilgisi
olan başarılı bilim insanları ve mühendisler görüyoruz. Bilimde ve mühendislikte
buluşlar yapıyorlar, kuramlar ortaya atıyorlar.(Bu yazıda tıp da mühendislik
içinde ele alınacak!) Uygulama alanından başlayarak kuramsal alana doğru gittiğimizde
karşımıza çıkan “meslek” insanları aşağıdaki gibi sıralanabilir: 1.Zenaatkârlık.Zenaatkâr, kuramsal bilgi olamadan üretim , onarım
, denetim yapabilen bir insandır. "Teknik beceri” diyebileceğimiz,
gelişmiş sezgilerle bütünleşen yetenek gerektiren zenaatkârlık (craftmanship),
teknolojinin tarihinde çok önemli bir yer tutar. Anlama, yorumlama,
açıklama, kuram oluşturma, kısaca Eski Yunan Felsefesinin deyimi ile
epistême ardındaki bilimden ayrı bir yol izler.Örneğin, Eski
Yunan toplumunda (klasik dönemi kastediyorum!) zenaatkârın, o zamanın
bilim insanı filozofa göre toplumsal konumu oldukça düşüktü. Savaşlarda,
yaşanan kimi felâketlerde ondan çözümler bulması istenebilirdi ama saygın
bilge kişi filozoftu. Zenaatkâr,
becerisini, teknik bilgisel donanımını usta-çırak ilişkisiyle edinir.Çoğu
kez, sözcüklere, kavramlara dökülmeyen, açık açık dile getirilmeyen
örtük bilgi (tacit knowledge) ile çalışır.Belki bu nedenle Aristoteles,
zennat bilgisini (epistêmê poiêtikê) “teorik ve”pratik”(ahlak
alanıyla ilgili) bilgilerden ayırmıştır. (Metafizik 1025b ve devamı) 2.Teknisyen, zenaatkârdan bir adım daha kuramsal bilgiye yakındır.Beceri
bilgisini bir ölçüde, kuramsal bilgiyle birleştirebilmiştir.(Teknisyen
deyimi yerine “tekniker” de diyebilirdim!) 3.Mühendis, beceri ve kuramsal bilgi alanlarının örtüştüğü yerde
durur.Beceri bilgisi, kuramda olmayanı uygulamada çözmesini sağlar.
Kuramsal bilgisini beceri bilgisiyle sağlamlaştırabilir.İyi bir mühendisin
bu iki bilgi alanında da donanımlı olması gerekir.Mühendislik bilgisi
beceri ve kuramsal bilginin sentezidir. İkisinin toplamından ibaret
değildir. Onların toplamından fazla, kendine özgü bir bilgidir. Sorunları
çözüm olanaklarıyla görebilen, hangi bilgiyi nerede nasıl kullanacağını
bilen; amacına varmak için en uygun olanakları, en akılcı en ekonomik
(işin ahlak boyutunu da düşünürsek, ahlaka uygun) en verimli biçimde
kullanabilen insandır.”Mühendisce düşünmek”, “mühendisce bakmak”, “mühendis
gibi anlamak” deyimleri mühendese özgü bir bilgi ve beceri alanının
işaretlerini veren sözerdir. Tıp alanında çalışan hekimlerin de mühendis bilgisine yakın,
benzer bilgi ve becerileri vardır. Elbette, çok çeşitli mühendislik
dallarında çalışan, dolayısıyla sorunları, çözümleri farklı olan mühendisleri
“mühendis” kavramı altında toplarken, nasıl zorlanıyorsak, hekimliğin
çeşitli dallarında uğraş veren insanları da “hekim” başlığı altında
bir araya getirirken benzer sorunlar yaşıyoruz. Üstelik, hekimler (veteriner
hekimleri de katarsak) canlılarla uğraştıkları için konularını ele alışlarında,
hastalığa, hastalara yönelişlerinde, mühendislerden oldukça farklı sorun
öbekleriyle karşı karşıyadır.Yine de uygulama ve kuram arasındaki duruşlarıyla,
mühendislere yakındırlar. Çağımız insanı, bilim insanı deyince, genellikle mühendislik
ve tıp alanında çalışanları anlıyor.Tıp alanında yapılan araştırmaları
“bilimsel” araştırma olarak görüyor. Bilgisayarlar, uzay araştırmaları
onun bilim anlayışını belirliyor.Belki bu da bilimin bilimteke dönüşümünün
bir göstergesidir. 4.Deneysel çalışan Bilim İnsanı, mühendisten farklı olarak bilimsel
bir varsayımın, bir kuramın, bir modelin sınanmasının ardındadır. Laboratuarında
değişik olanakları denemekte, dayandığı değişimi, düzeltmeye açık kuramsal
dayanakları ile araştırma yapmaktadır.Deneysel bilim insanı, kendine
özgü beceriler gerektiren deney yapabilme,deney düzeneğini oluşturabilme
becerisiyle, kuramsal çalışmaların yürütülmesi ve açılımları açısından
çok önemli katkıları olan biridir. 5.Kuramsal çalışmalar, matematiksel modelleme içindeki “teknik”
sorunlardan başlayarak, yeni modelleme önerileri, kullanılan kavramların
aydınlatılması, kullanılan kuram içindeki boşlukların varsa tutarsızlıkların
giderilmesi gibi sorunlara odaklanır. Kuramcı bu anlamıyla, bilimsel
topluluk içinde belli bir geçmişi olan sorunlarla boğuşur, kuramsal
gediklerle baş etmeye çabalar ya da kuramsal gedikler yakalar. Düşünce
deneyleri (Gedanken Experiment) yapar. 6.KuramTemelcisi diye adlandırabileceğimiz düşünür
bilim insanı, kuramların temellerini araştırır, kuramların kuramını
yapmaya çalışır. Einstein, Newton, Heisenberg, Poincaré gibi büyük bilim
insanlarının çalışmalarının yanında, Kant, Hegel, Frege, Russell, Reinchenbach…
gibi filozofların araştırmaları da kuram temelciliğinin
örnekleri arasında sayılabilir. Aralarında insanın yeyüzündeki konumundan, varlık yapısından
kaynaklanan tarihsel ayrımlar olmasına karşın, çağımızda bir bilimtek
haline gelen bilim ve teknoloji, insan düşüncesini, algılama kalıplarını,
sahip olduğu değerleri, duygularını, yaşam biçimini derin biçimde etkiliyor.
Biri evreni, insanı anlamaya yönelik, birçok başarıları olan, kendi
kendini yenileyip, değiştirerek geliştirebilen; diğeri insan yaşamındaki
sorunları çözmeye yönelik, uzaklıkları kısaltıp, haberleşmeleri kolaylaştıran,
hastalıklara çare bulan bu iki insan etkinliği, nasıl oluyor da insanın
yaşadığı sıkıntılara, acılara devâ olmakta hâlâ yetersiz kalıyor? Çağımızda
insanın ulaştığı bilimtek aşamasında, bu yetersizliğinin ardında
ne vardır? İşte, çalışmamın odaklanacağı temel soru bu:Bilim ve teknolojinin
kendi arasında ve yaşamla olan temel ilişkilerinde anlaşılması gereken
insan varlığına ilişkin sorunlar nelerdir?Bilim ve teknolojiyi anlayabilmek,
insanın yeryüzündeki yaşamında olan etkisini aydınlatabilmek için sormamız
gereken sorular nedir? İnsanın bilim ve teknoloji ile zoru nedir? Bu
iki etkinliğin ya da birleşmiş halleriyle bilimtekin insan için
anlamı nedir? OLANAK-DURUŞ
-ANLAMA- EDİM BAĞINDA BİLİM VE TEKNOLOJİ İnsanın olanaklar varlığı olduğu felsefî antropolojinin
dikkat çekici bir saptamasıdır.İnsan olanaklarını tanıdıkça, gerçekleştirdikçe,
“çoğalttıkça” insandır.Olanaklarını tüketerek yaşamak, olabileceğini
olarak var olmak insana yakışır. Bu yazı çerçevesinde olanak, insanın
bedeninde, düşüncesinde, duygusal, toplumsal ilişkilerinde, içinde bulunduğu
kültürel, doğal çevrede hazır bulunan, hazır bulunabileceklerin gerçekleştirilmesinin
dayanağıdır.Olanaklar Aristoteles anlamında bir dünamis (potentia),
bir gizilgüç (kuvve) değildir yalnızca; onların keşfedilip gerçekleştirilmesiyle,
insan yaşamı gelişip, zenginleşir ama sınırlanır da. Doğanın hem bedenimize
hem çevremize sunduğu olanaklar, toplumun, tarihin, kültürün sağladıklarıyla
bütünleştiğinde, bizi yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımızla karşı
karşıya bırakır. Teknoloji ve bilimin ortaya çıkışı da, olanakların sağladığı
koşulların gerçekleşmesiyle ilgilidir. İnsan, belki evriminin ilk aşamalarında
âlet yapan (Homo Faber), âlet kullanan bir varlık olarak
teknik becerisinin ilk adımlarını atıyordu.Bu becerinin sayısız deneyimlerle
bir bilgi birikimi haline gelmesi “çok uzun” zaman almış olabilir.Doğanın olumsuz koşullarından kendisini koruyup, diğer insanlarla
aralarındaki kavgadan sağlam çıkarak, beslenmesini, çoğalmasını sağlamanın,
yerleşik düzene geçmenin ardından,insan, kendindeki “bilim yapma” olanağını
geçekleşebilmiştir. İnsanın kendindeki teknolojiyi, bilimi yapma oluşturma
olanağını nasıl gerçekleşebilmiştir? “Belli bir birikim sonunda, koşulların
da uygun olmasıyla” yanıtı, eksik bir yanıt olacaktır. Gerçeklikteki
olanağın ortaya çıkabilmesi, insanın gerçeklik karşısında “uygun” duruşuyla
olur. Duruş, insanın bedeni, duyguları, aklı, çevreyle ilişkisinin
oluşturduğu bütünlükle ortaya çıkar.Salt bir “bilinç akt”ı değildir.Tarih
içinde insan, yeryüzünde, kendisine, kendisiyle birlikte gerçekliğe
öyle bir durdu ki , kendindeki teknoloji yapma, üretme olanağı
etkin bir hâle geldi. Duruş, fenomenologların “bilinç” anlayışıyla sınırlı
değildir. Dörtlü bir bütünlüğün, ortaklığı ile belirgin olur: Beden,
duygu, akıl ve çevre! İnsan yeryüzünde, kimbilir ne zaman, “teknik”
duruşla durduğunda, âlet yapma olanağını keşfetmiş oldu. Elbette olanakla
duruş arasında döngüsel bir ilişki vardır. Olanaklar, koşulları yaratır,
koşullar duruşa izin verir. Duruş olanağı, olanak duruşu etkiler. İnsanda,
evrene karşı “teknik” durma olanağı vardı. Duruş bu olanağın gerçekleşmesini
sağladı. Duruş içinde olabilme, duruş geliştirebilme belli bir evrim sonucu
gerçekleşti.Aşağıda kısaca açıklamasına geçeceğim temel duruşları gerçekleştirmeden
önce, insan, hayvansal yapısı içine sıkışmış, salt hayatta kalıp, varlığını
sürdürebilme kaygılarını taşıyordu. Duruşlar, karşımıza aldığımız gerçeklikle ilişkimizi belirler.
Bu yazımda yedi temel duruştan sözedeceğim. Böylece teknolojinin
ve bilimin kökenleri üstüne açıklık getirmiş olacabileceğimi umuyorum.Temel
duruşların saptanmasında, insanın ürettiği, üretmek için etkinlik içinde
olduğu herşeyin tarihinden, kültür tarihinden yararlandım. Hayvansal davranışların aşılıp “insan” olunmasında, “teknik”duruşun
yeri çok önemli. Teknolojinin anlam kökeninde de bulunan, bu
duruşa, Eski Yunanda Poêtik duruş, Türkçemizde Yapım duruşu
diyebiliriz. Yapım duruşu, âlet yapabilmekle başladı, iletişimde
dilin kullanımıyla gelisti.Dünyaya yapım duruşyla duran insan, üretmek,
ortaya koymak, ortaya konulanı düzeltmek , geliştirmek, onarmak, işletmek
ister.Yapım duruşu, çekirdeğinde kullanmayı barındıran bir duruştur.
(“Dostlarına” yapım duruşuyla duran, değerlerine, hatta kendine bile
böyle “bakan” insanlar,çağımızda çoğunluğu oluşturmuyorlar mı?) “Kullanma”,
kolayca yönetme, el altında tutma, çekip çevirme, gücü elde tutma davranışlarına
kayabilir. Bu da Yapım duruşunun, politik duruşla ne denli iç
içe olduğunu gösterir. Homo Faber, Homo Politicus’un
ikiz kardeşi olmuş, çoğunlukla tarih boyunca. Bu ikinci temel duruşa
Türkçe’de Etkinim duruşu diyorum. Etkili, etkin olma duruşu anlamında.
Etkinim, edilgen kalarak da sağlanabilir! (Örneğin Gandhi!) Bu aşamada duruş kavramını biraz daha açmak gerek.Bu kavram,
kendi içinde en azından dört bileşene sahip: 1.Bakış(Outlook),
2.Tavır, 3.Tutum,4.Zihniyet. Bakış, duruşun eşiğidir.Bakarsınız, bakışınızı içselleştiremediğinizde,
beden duygu, akıl, çevre bütünlüğü kurulamadığında, “bakarsınız” yalnızca.
Bakışın içselleştirilmesi tavrı oluşturur. Tavır, henüz
edim haline gelmemiş, fiiliyata geçmemiş, ortaya çıkmamış, bilincine
bir açıdan varılmamış, duruştur. Tavrın, tutum haline gelmesiyle
duruş belirgin olur,bilinç kazanır, dış dünyaya yansır. Tavır “gizli”,
“örtük” olabilir ama, tutum ortada olandır. Ortada olan tutumun
toplumsallaşıp, kültüre kazandırılması ile zihniyet oluşur. Zihniyet,
toplum içinde, tarih boyunca çerçeveler oluşturur. Bu zihniyet çerçeveleri
(Mentality Paradigms diyebiliriz, örneğin, İngilizce’de buna)
bireylerin duruşlarının sınırlarını oluşturur. O kültürde ya da o toplumda
olanak keşfinin ufkunu belirler. İnsanın erken tarihinde zihniyet çerçeveleri yapım ve
etkinim duruşlarını içeriyordu, çoğunlukla! (İnsan duruşlarının
tarihi yazılmadı daha!) Duruşların oluşturduğu zihniyet çerçeveleri,
yaşam biçimlerini belirliyordu. Yapım, etkinim duruşlarıyla(Eski
Yunanca’da stasis, Almanca’da Einstellung, İngilizce’de
stance sözcüğüyle karşılayabiliriz “duruş”u!) Zihniyet çerçevesini
oluşturan insan, güven gereksinimini giderecek olanakları keşfe yarayan
duruşu edinmek durumundaydı. Bu duruşa inan duruşu diyorum.
İnan, imân, itikad olarak karşılanabilir, eski dilde. İnan duruşu (Eski
Yunanca’ya hê stasis pistikôs olarak çevrilebilir!) Bu üçüncü
duruş, inanma, güvenme duruşudur. Bir açıdan dinin kaynağıdır. İnan
duruşunun gerçekleştirilemeyişi insanda büyük sorunlara yol açabilir.
İnan duruşunun ortaya çıkış biçimlerinden olan güven, insanın yeryüzünde
varoluşu için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. (Bu savım için “Her Şeyin
Başı Güven” adlı yazıma bakılabilir:Sosyal Bilimlerde Güven,
Editör Ferda Erdem, Vadi Yayınları, Ankara, 2003, s.13-26) Yapım,
Etkinim, inan duruşları, uygun koşullar altında, insanlık
tarihini konumuz açısından etkileyen noetik duruşu ortaya çıkardı.İnsanın
gerçekliği anlayıp, kavramasına, kuram oluşturmasına olanak sağlayan
bu duruş, bilimsel düşünmenin,araştırmanın
çekirdeğini de oluşturuyordu.Türkçe’de bu duruşa düşünüm duruşu
diyorum. İçine bir “seyir” olarak “theoria”yı, hesaplamayı, ölçmeyi,
deney ve gözlem yapmayı, felsefece irdelemeyi de içine alıyor, bu düşünüm
duruşu. Öyleyse,yapım, etkinim, inan duruşlarının oluşturduğu
zihniyet çerçeveleriyle etkileşim içinde gelişti, düşünüm duruşu. Düşünüm,
yaşam üzerineydi, insan karakteri, eylemleri üstüne. Bir arada varolan
insan, bir arada varoluşunun sorunları üzerine düşündü. Biraradalığınzorunlu kıldığı duruşu, davranışları, eylemleri
gerçekleştirdi. Özellikle inan duruşu ile yakınlığı içinde ethik
duruş oluştu. Ethik duruş, eylemleri, bu eylemlerin dayandığı değerleri,
değerlere kendini adamayı, saygıyı içeriyordu. Bu duruş, örneğin Kant’ta
inan boyutundan düşünüm boyutuna çekilmeye çalışıldı.(“Pratik Akıl”
alanına!) Altıncı duruş, insanın güzel karşısında, güzellikler karşısında
duruşuydu:Estetik duruş, güzele yönelmeye, güzeli anlatmaya
yönelikti.Yaşanana, yapım, etkinim, inan, düşünüm,
ethik duruşlarının dışında yaklaşan, onu “sanat”la anlatmaya, anlamaya
çabalayan duruştu. Anlatım (ex-pression) öğesinin yoğunluğundan dolayı
bu duruşa Türkçe’de anlatım duruşu diyorum.Başlarda yapım duruşuyla
çok yakındı. (Tekhnê, hem sanat hem zanaattı.) Zamanla yapım
duruşu, etkinim duruşunun etkisiyle, insanı güç elde etme peşinde
koşturdu. Anlatım duruşu, duruşlar içindeçok az insanın gerçekleştirebildiği bir duruş oldu. Bu altı duruşta, duruşla birlikte ya da duruş ardından gelen
bir edim (akt) söz konusudur. Oysa edimin değil de , edilimin
olduğu duruşlar da vardır! Bunlardan ikisi üzerinde duracağım. Evrenle
birleşmek, evrende yok olma duruşu, Doğu bilgeliğinde, mistik öğretilerde
ortaya çıkıyor. “Fenâfillah”, “Nirvana”bu,birleşme, bir olma, yok olarak var olmayı dile
getiren iki kavram, örneğin. Yüce bir güçte eriyip, onunla bütünleşme,
“benliği” ortadan kaldırma duruşu, bizim kültürümüzde tasavvuf ile yaşanıyor. Edilim duruşlarından ikincisi, felsefeye özellikle Heidegger’le
getirilen, yine kökleri Doğu Bilgeliğine dayanan bir duruş. Bu edilim
duruşuna biricikleşim duruşu diyorum. Bu, öyle bir duruştur ki,
önünde durduğumuz varlığın “o oluşu”, “nasılsa öyle oluşu” ortaya çıkar.
Örneğin bir çiçeğe öyle bir dururuz ki , çiçek duruşumuzla, çiçekliğini
gerçekleştirir, “çiçekler”. Ağaca öyle bir biricikleşim duruşuyla dururuz
ki ağaç, ağaçlar. Sevgilim Ayşe’ye biricikleşim duruşum, Ayşe’yi , Ayşe
olarak ortaya koyar. Ayşe Ayşelenir. Bu duruş, Heidegger’in de haklı
olarak belirttiği gibi, bilimdekidüşünüm
ya da yapım duruşundan çok farklıdır. Bilim, örneğin ağacı incelemek
için, ağaca “müdahale” eder. Onu, laboratuara alır, üzerinde deneyler
yapar. Bir anlamda onu “kurcalar”! Oysa bir edilim duruşu olan biricikleşimde,
karşımızda biricik olarak duran, biricikliğiyle ortaya çıkar. Böyle
bir duruş, gerçekleştirilebilir mi? Örneğin kuvantum mekaniği bir açıdan
yorumlandığında, ölçen, gözlemleyen, deney yapan kişi, anlamak istediği
nesneyi etkilemiş olamaz mı? Bu açıdan, bakan, duran; baktığı, durduğu
varlığı etkiler. Biz yokken orada ölçtüğümüz “o” değildir artık;
biz ölçmeye kalktığımızda, bir yorumla, ona hangi duruş olursa olsun,
belli bir duruşla yaklaştığımızda, o “değişir”. Diğer bir deyişle, ben
Ayşe’nin yanındayken, Ayşe hiçbir zaman Ayşeleyemeyecek, benim etkimle(
bu etkilemeyi ne denli istemesem de, önlemeye çabalasam da) bir farklı
“Ayşe” olacaktır. Ayşe’nin Ayşe olmasını sağlayacak duruş, sanki, duruşsuz
bir duruştur ki bu da düşünüm tavrıyla bakınca saçma görünüyor.
Bütün bunları, Teknolojinin ve bilimin çağımızda insan yaşamındaki
yerini sorgulamak için tartışıyorum.Yazımın sonlarında bu soruna yeniden
döneceğim. İnsanın olanaklar karşısında duruşu, olanakların gerçekleşmesinde
anlam oluşturur. Örneğin bir çiçeğin karşısında herhangi bir
duruşumuz, o çiçeğe yönelttiğimiz ilk anlamı ortaya koyar.
Duruşların kendisi yaşadığımız dünyaya verdiğimiz anlamın, anlamların
ilk basamağını biçimlendirir. Yapım ve düşünüm duruşları teknolojik ve bilimsel
etkinliğin temel duruşlarıdır. Bu duruşlarla ortaya çıkan ilk anlamların
ardından, yaşanan, yorumlanarak savlar, kuramlar hâline getirilerek
düzenlenir. Bir makine tamircisi, yapım duruşunun ardından, makineyi
belli bir biçimde anlamlandırır. Onu belli anlamlar bütünü içinde görür,
düşünür. Makinenin yapım, işletim kuramlarını bilen bir mühendisin anlam
çerçevesi ile mühendislik eğitimi almamış tamircinin anlam
çerçevesi büyük olasılıkla farklıdır. Ama duruş ardından gelen anlamlama,
anlam verme etkinliği olmadan insan yaşayamaz. Yalnızca
yapım ve düşünüm duruşlarının değil,diğer temelduruşların ardından da anlamlama etkinliği gerçekleşir. Anlamlama, anlam verme etkinliği sonunda bir edimle birleşir. Örneğin bilimsel araştırma içinde bulunan biri, düşünüm duruşuyla yaklaşır sorununa. Elbette bu duruşunu bütünleyen yapım, ethik , etkinim … duruşları da işin içine karışabilir. Bu duruş, onu araştırmaya bağlayan, yıllar süren öğrenme sürencinin, çilesinin sonucunda geliştirdiği duruştur: Bu duruşla yaklaşır ve varsayımlar, kuramlar, yasalar, açıklamalar, öngörüler, öndeyiler (predictions), kısacası bir kavramlar düzeni içinde bakar sorununa.İşte bu kavramlar düzeni duruş ardı anlamlardan, anlamlamalardan oluşur. Anlamların büyük çoğunluğunu edinmiş, belki bir bölümünü kendisi oluşturmuş olabilir. Bu duruş ve anlam aşamalarıyla edime ulaşır, düşünür, bilgi üretir, etkinlikte bulunur. Anlam çerçevesi bilinç içinde oluşur. Anlamlama çabası zihinsel bir çabadır.Bu çabanın toplumsal, kuramsal, deneysel boyutları edimle ortaya çıkar. Örneğin, bir bilim insanının bir arkadaşıyla bir sorunu tartışması, onun bir edimidir. Bir bildiri, bir makale, konferans edim grubuna girer. Duruş-anlam-edim bağı her zaman kurulamayabilir. Kuruluşunda
beklenen nitelikler bulunmayabilir. Örneğin, bilimsel araştırmanın gerektirdiği
duruşu edinememiş, anlam çerçevesi ezbere malumatla dolu bir akademisyenin
edimini (örneğin konferansını) düşünelim. Ne gereken duruşu ne anlam
çerçevesini gerçekleştirebilmiş biri, kör edimlerle (örneğin
anlayamadığı konuları “kurnaz”ca, zeka yardamıyla, çoktan seçmeli sınavlardan
“başarıyla”geçerek, biliyormuş izlenimi veren, belki de
bu yolda diploma alabilen, duruş ve anlam yoksunu düz, sahtekar edimciler!)
kendisinden bekleneni veriyor görünebilir. Düşünüm duruşu yoktur, yapım
ve etkinim duruşuyla, gerekli sınavlardan geçivermiştir. Eğitim, bu
açıdan, özellikle duruş dönüşümüdür! Duruş edinme, kazanma
sürecidir. Anlam çerçevesi, bu duruşla bütünleşmiş olarak ortaya çıkmalıdır.Bilimsel
araştırma yapan bir insan, nasıl durur sorunlarının önünde? Önceki bilgiler
karşısında nasıl bir anlam çerçevesi oluşturur kendine? Anlamlamalarla
nasıl geliştirir çerçevesini? Bu çerçeveye uygun edimlerle, duruşu arasında
bütünlük var mıdır? Bütün bu sorular, duruş, anlam, edim bağını sorgulayarak,
insan etkinliği olarak bilimsel araştırmanın doğasını anlamaya yönelik
sorulardır. Edim olarak, “araştırma yapıyor” görüntüsünün ardındaki
anlam çerçevesini, anlamlama etkinliğini bilmeden o kişinin bilimsel
anlamda araştırıcı olup olmadığını söylemek zordur. Sorununa bakışı,
onun için gerekli donanıma sahip olup olmayışı, araştırmasından “ne
anladığı”, anlam çerçevesinin düşünsel derinliği onunaraştırıcılığında önemli göstergelerdir. Bilimsel araştırma salt
edimlerden oluşmuyor, çünkü arkada gerçekleştirilmesi gereken bilim
insanlığı duruşu (önemli ölçüde düşünüm temel duruşundan oluşmakla birlikte,
yapım, inan, ehtik… duruşlarını da içerir…) onun niyetini, içtenliğini,
bilim sevgisini gösterir. Bilim insanı kimdir?Nasıl olmalıdır? sorularının
yanıtı duruşunda saklıdır. Tüccar ya da politikacı duruşuyla bilim yapılmaz.
Araştırdığınız konunun kuramsal, düşünsel,giderek ethik, estetik boyutlarını
fark edemeyen bir anlam çerçevesiyle oluşturacağınız bilim insanlığı
görünümünde de eksikler ve özürler olacaktır. Teknolojinin planlayıcısı, yürütücüsü teknik insanın yapıp ettiklerinin
bu üçlü bağ açısından yorumlanmasında da teknolojinin yaşamdaki
yerini anlamada önemli ipuçları elde edebiliriz. Bu üçlü bağa yaşam
bağı diyebiliriz. Bu bağı yalnızca bireyler açısından değil, toplumlar,
kurumlar açısından da ele alabiliriz.Örneğin bir teknolojik ürün tasarlayan mühendisin
duruşunu, bu duruşunun içerdiği duygularını, düşüncelerini, beklentilerini,
anlam çerçevesini, bu tasarımdan ne anladığını, bu anlayışının anlam
çerçevesinin dayandığı düşünce ve kültürel temelleri göz önüne alıp,
ortaya konan ürünün ne gibi edimlerle bu hâle geldiği sorusunun yanıtlarıyla
birleştirerek yaşam bağını sorgulayabiliriz. Kurum olarak sorgulayabileceğimiz yaşam bağı için örneğin, uzay
araştırmaları yapan bir kurumu ele alalım. Nasıl bir duruşla yapmaktadır
araştırmalarını? Salt düşünüm, yapım duruşu, amacı, niyetiyle
mi yoksa etkinim, hele hele bir dogmanın yansıması olabilecek
inan duruşuyla mı? Duruş, beden, duygu, düşünce, çevre bütünlüğünü
gerektiriyordu. Bu açıdan, bu bütünlüğün gerektirdiği içtenlik, kendiliğindenlik
duruşun içinde yansır. Kurumlar söz konusu olunca da duruşlarındaki
içtenlik sorgulanabilir. Neyi, neden, kimin için, kime karşı, ne amaçla
üretmiştir, üretmekte, araştırmaktadır? Edimlerine, edimlerine bağlı
anlam çerçevelerine (ilkelerine, insanı, dünyayı, toplumu, kültürü nasıl
gördüklerine) bakarak duruşlarını belirgin kılabiliriz.
Bilim teknoloji ilişkisinin, bu ilişkinin çağımız yaşamına etkilerinin
irdelenmesinde yaşam bağı adını verdiğim, bir üçlü kavram bütünlüğü
modelinden yola çıktım. Yaşam bağı, varlığın insana sunduğu olanaklardan
besleniyor. Böyle bakınca üçlü bağ, dördüncü bir öğeyle, olanakla birleşiyor.
O zaman, çözümlememiz şu soruyla başlayabilir: Bilim ve teknoloji, bilimtek,
bize ne gibi olanaklar sunuyor, ne gibi olanakları kapatıyor? Dünyada
varlığımızı sürdürmemizi sağlıyor: Onun yardımıyla besleniyoruz, ulaşıyoruz,
korunuyoruz, hastalıklarımıza çare arıyoruz, haberleşiyoruz, öğreniyoruz,
okuyoruz, anlıyoruz, kavrıyoruz, düşünüyoruz…İnsanız dediğimizde, bilimtekle
insanız diyoruz bir bakıma, yaşamı döndüren çarka güç veriyor bilimtek.
Onun sağladığı olanakla, olanaklarımızı tanıyoruz. Bilimtek gündemini belirleyemeyen, sunduğu bilgileri sonradan
öğrenen, bizim gibi ülkelerde, bilimtek çalışmaları için uygun duruşla,
olanaklardan yararlanma pek gerçekleşmiyor. Bilimsel, teknik kurumlarda
çalışan, işi bilimtek alanında üretim yapmak olan insanlar da bile,
bu üretimi yaratıcı biçimde gerçekleştirecek yapım, düşünüm
duruşu yeterince oluşmuyor. Bilimtekin sunduğu olanakları keşfedip,
bunları etkinlik alanına geçirebilecek “bilimsel duruş”, bu duruşun
içerdiği tavır,tutum, zihniyet gelişmiyor. Toplumda böyle bir
zihniyet olmayınca, bilimtek salt pragmacı, çıkarcı bileşenleri çok
fazla gelişmiş, yapım duruşuyla, etkinim duruşuyla karşılanıyor. Bilimtekle
olan ilgi bir çıkar ilişkisine, “dünyadan geri kalmayalım” kaygısına
dönüşüyor. Oysa, uygun duruş gerçekleştiremezsek, bilim veteknolojinin ruhunu kavrayamayız. Bu duruş ise bilimtek eğitiminde,
usta çırak ilişkileriyle aktarılabilir. Bilimteke baktığımız anlam çerçevemiz, onun sunduğu olanakları
kavrayacak düzeyde değil! Aktarılan, arkasında duruş desteği
olmayan anlam çerçeveleri, dünyadaki bilimtek üretimine, etkinliğine
katkımızı zayıflatıyor. Anlam çerçevesinden çok, edime, sonuca odaklandığımız
için kuram, gereksiz, işe yaramaz bir öğe olarak görülüyor. Oysa, edimin,
pratiğin ardında bulunan çerçeve, kuramlar, ilkeler, yasalar, varoluşsal,
metafizik kaygılar, edimin geliştirilmesi, kendi sorunlarımız doğrultusunda
dönüşümler yapabilmemiz açısından önemli. Duruş geliştirmemiş, anlam
çerçevesi çarpık, sığ bir kültürün, bilimtekin olanaklarını, kendi gereksinimlerine
uygun olarak yeterince kullanması zorlaşıyor. Bilimtek, insanın yaşadığı evreni, anlayıp kavrayarak, beklentilerini,
umutları doğrultusunda, hakça bir siyasal düzen içinde, toplumsal ilişkileriyle,
kendini gerçekleştirebilecek, ötekini ezmeyecek bir çevrede yaşaması
için olanaklar sunuyor. Bu olanakların okunması, gerçekleştirilmesi,
insan yaşamının olumsuz yanlarını ortadan kaldırmaya yönelik biçimde
geliştirilmesi, olanaklardan beslenen yaşam bağı ahlakının
temel ilkeleri oluyor. Edim yoğun bir yaşam içinde, insanların duruş ve anlam
çerçevelerini oluşturmalarında, duruş ve anlam çerçeveleriyle ilgili
farkındalıklarında büyük sorunları var. Duruş özürlü bir dünyada
yaşıyoruz. “Sonuca ulaş da nasıl ulaşırsan ulaş” anlayışı, sonucun gerektirdiği
duruşu yok saymamıza yol açıyor. Bu çıkarcı duruş, varılan sonucun insan
yaşamına etkisinde büyük sorunlar yaratıyor. Salt edimlere yönelik bakış,
bilim veteknolojinin gözlemler,
deneyler, hesaplamalar, tasarımlar sonucu ortaya çıktığını öne süren
görüş, insanların birbirine karşı duruşlarında çarpıklıklar yaratıyor.Birbirlerini
sürekli denetleyen, gözetleyen, izleyen, kuşkucu, gergin, bıkkın, yılgın,
korkak, tedirgin insanların yaşadığı bir dünya oluşuyor. Bilimtek duruşu,
yapım ve düşünüm duruşlarından önemli ölçüde etkilenen duruş olmasına
karşın, diğer temel duruşlardan yeterince beslenemediği, bir ehtik,
bir anlatım, bir inan, bir edilimduruşlarının bileşenlerine yeterli ölçüde sahip
olamadığı için, insan bütünlüğünü zedeleyici, insanın yaşam ufkunu
daraltıcı bir yaşama yönlendiriyor onu. Bu duruşa sahip bilim insanları
ve teknoloji uzmanları, oluşturdukları ürünlerin (bilimsel modeller,
kuramlar, teknolojik aygıtlar…) giriştikleri etkinliklerin sonucunda,
olanaklarının bir bölümünü keşfedip , gerçekleştirirken,bir bölümünü de sınırlandırıp, yitirebiliyorlar. Bilimtek, yalnızca
“kazandırmıyor”, eski yaşamlar da sürekli dönüşümlerle yitiyor. Bilimtek
insanının çağımızdaki duruşu, yalnızca bilimtekten kaynaklanmıyor. Bilimtek,
yoğun biçimde piyasayla, ekonomik düzenle, siyasal yapıyla,ahlak yaşamıyla bağıntılı. Bilimtek çekirdeğinden
çıkan enerjiyle beslenen dünya yaşamı, bu enerji üzerinde etkili diğer
etkenlerden de etkileniyor. Etki, hem bilim insanı hem de sıradan insan
üzerinde. Özellikle sıradan insanın duruşu, kendisine eğitimle, medyayla,
toplumsal ve ekonomik yaşamla verilen, dayatılan anlam çerçevesinden
dolayı, farkındalık sınırının dışında kalıyor. Sıradan insan çoğunlukla
gerçeklik karşısında nasıl durduğunun ayırdında değil. Duruş zafiyeti
geçirmektedir. Duruş zafiyeti anlam yoksunluğuna yol açıyor: Çağımız
insanı nasıl bir dünyada neden yaşadığı konusunda bunalım yaşıyor; bu
bunalımdan çıkmak için dogmatik kaçışlar arıyor, inan
duruşuna sığınmak istiyor, ama duruş zafiyeti onun imânını da çıkarcı
bir gözle yaşamaya götürüyor. Dini bu dünya ve öbür dünya için bir “sigorta
şirketi” gibi görüyor! Dolayısıyla, insanın duruşu, olanaklarının açılmasını,
keşfedilmesini sağlamıyor. Anlam çerçevesinden ve edimden kopuk yaşanıyor. Anlam çerçevesi ile ilişkisine baktığımızda, çağımız insanı,
çerçevesinin ayırdında değil. Elbette, bir çağın egemen anlam çerçevesi
içinde yaşayanlar bir açıdan o çerçevenin dışına çıkamadıkları için,
kendi çerçevelerinin ayırdına varamıyorlar.Çağımızdaki farkındalık eksikliği,
salt sonuca, salt edime yönelmiş, edim yoğun yaşamdan kaynaklanıyor.Bilimtekin
yürümesi, bu alanda çalışanların bilgileriyle ilişkilerinde, belli bir
ihtiyat taşıması ile sağlanıyor. Bilgileri , belgeye, belli bir dayanağa,
kanıta dayandırıp, ileride edinilecek bilgilerle değişmeye açık tutma
tavrı, bilimtek uzmanlarının, öğrencilerinin anlam çerçevesini biçimlendiriyor.
Yazık ki, bilimtekin bilgiye takındığı tavrın zıttı olan dogmatik inançlar,
batıl inançlar ortadan kaldırılabilmiş değil. Bilgi, bilimtekin piyasa
ekonomisi ile yakın ilişkisinden dolayı, bir güç, bir ekonomik değer
olarak görülüyor. Bilgi üreten güçler arasındaki yarışmadan dolayı bilgiler
gizlenebiliyor.Alınıp,satılabiliyor.
Bir meta durumuna gelebiliyor. Bu durum, anlam çerçevesinin katılaşmasına,
bu çerçeve içinde yaşayan insanların eleştiri gücünü, özerkliğini, kendi
başlarına düşünebilme başarısını zayıflatıyor. Bu da, o kültürde yaşayan
insanların üzerlerine giydirilmiş elbiseler haline getiriyor anlam çerçevelerini. Nasıl oluyor da bir “ihtiyatlı” inceleme, hesaplama, denetleme,
sınama olan bilimtek etkinliği, insanlar üzerinde darlaştırıp, gerginleştirici,
onların özgürlüğünü, özerkliğini ortadan kaldırıcı etkiler yaratıyor?
Çünkü, insan zengin varolma olanaklarıyla beslenen, çeşitli duruşlar
bütünlüğüne sahip bir varlık.Kimi duruş biçimlerinin, anlam çerçevelerinin
dayatılması, bu çerçeveler, hakikat araştırıcılarının, eleştirel
yoğunluk taşıyan, açılmaya değişmeye, değiştirilmeye, eleştirilmeye
açık çerçeveler de olsa,sorunlar yaratıyor. Bilimtek duruşu, bu duruşla
gelen çerçeve topluma, buyurucu, yukarıdan bakan bir görüntüyle yansıyor.Ne
denli popüler hale getirilmeye çalışılsa da, bilimtekin anlam çerçevesi
tam anlaşılamıyor, toplumda yaşayan bireylerin çoğunun içselleştirebileceği
biranlam çerçevesi olamıyor. Son olarak, bilimtekin yaşambağı çözümlemesinde edimle
ilgili sorunları ele alabiliriz. Edim yoğun bir kültürde yaşadığımızı
söylemiştim. Edimin sonuç almaya yönelik, çerçeve ve duruşla bağlar
kuramayan bir özellik taşıdığını belirtmiştim. Bilimtekin gündemini
belirleyen, bu alanda etkin olan kültürlerde bu bağı kurabilen kişiler,
kurumlar olabilir. Bu bağın bir biçimde kurulabilmesi de yeterli değil.
Duruşların ve çerçevenin (elbette anlam çerçevesini kastediyorum!) insan
bütünlüğünü yok saymayan özellikler taşıması gerek. Edim yoğun bir yaşamda,
edimleri “meşru” kılacak çerçeveler kolayca inşa edilebilir.Edimlerimizin
ardında bulunduğunu savladığımız anlam çerçevesi ile, bize “dıştan”
bakabilenlerin gördükleri çerçeve farklı olabilir. Kendimizin de yeterince
farkında olmadığı, salt edimlerimize uysun diye oluşturuverdiğimiz,
edimlerimize yapıştırıverdiğimiz çerçevelerle edim-çerçeve bağını kurmuş
olmuyoruz.Bu bağın “kendiliğindenliği”, “içtenliği” önemli.Burada duruşumuz,
taklit edemeyeceğimiz, kendimizden saklayamayacağımız içtenlik göstergesidir.
Tüccar duruşu (yapım ve etkinim temel duruşlarının bir bireşimidir!)
ile bilimtek içindeysek, edimlerimizde, yaşayışımızda bunu saklamamız
çok zor olsa gerek. Bilimsel ihtiyat, olgulara saygı, açık seçik bir anlatım, dikkatli
ölçme gibi anlam çerçevemizdeki temel ilkeler, edimlerimize çarpık biçimde
yansıyor: Pragmacı, işletmeci, çıkarları kollayıcı edimler bürüyor bilimteki. Bilim, soyutlayarak, evrensel bir dille, evrensel yasaları arayan
bir çerçevede geliştiğinden, çerçeve yukarıda anlatmaya çabaladığım
zenginleştirmeler içine girmedikçe öteki yoğun, ötekine saygıya
dayanan bir yaşama zemin oluşturamıyor. Bilimin böyle bir görevi yok
diyebilirsiniz. Oysa yaşam içindir, farklı inançlarda, farklı geçmişlere,
yaşam biçimlerine sahip insanların birarda yaşayabilmeleri içindir.
Öteki yoğun, birlikte yaşama sorununa çözümler nasıl bir duruş
ve anlam çerçevesine sahip bilimtekten gelebilir? Daha önce de, edilimin, özellikle biricikleşim adını verdiğim
edilimin öneminden söz etmiştim. Edim yoğun bir yaşamda edilim belki
yeterince anlaşılmıyor. Edilim, hele, olumsuz biçimleriyle, “boşvermişlik”,
“tembellik”, “sorumsuzluk”, “pısırıklık”, “korkaklık” olarak anlaşıldığında,
iyiden iyiye gözden düşüyor. Oysa edimle biten, edimle son bulan duruşlar
için de edilimin bazı biçimlerinden öğreneceklerimiz var. Örneğin biricikleşim
edililimi, belli bir duruş ve anlam çerçevesinden kaynaklanır. Karşısında
olduğumuz, doğrusu, karşı karşıya bulunduğumuz gerçekliğe “uygun”, onunla
titreşim sağlayacak bir duruşla durarak, “onun o oluşunun” ortaya
çıkmasına olanak sağlayacak bir hâl içinde olabilmektir edilim.
Edilim duruşu, her duruş gibi belli içselleştirmelerle gerçekleşir.
Belki, edimsel bir duruştan farklı olarak daha yoğun yaşanır. Edilim
duruşuna hâl diyebiliriz. Hâl, bilimtek duruşundan farklıdır. Bilimtek, varlığı çekip çevirecek,
etkileyecek, denetleyecek, kısaca ona müdahale edecek bir duruşa
sahiptir. Hâl duruşu ile evreni anlamak olanaklı mıdır? Gerçekten de
örneğin elimdeki kaleme kaleme uygun bir hal ile yaklaşabildiğimde,
kalem, kendini bana açabilir mi? Elbette mistik çağrışımları olan, ama
öteki insanla birlikte yaşama, birlikte varolma sorunu için ipuçları
taşıyabilecek hâl duruşu ve bu duruşun dayandığı çerçeveyle gerçekleştirilecek
edilim, bilimtek yoğunluklu bir yaşamın dar ufuklarını açabilecek bir
olanak olarak görünüyor. Sanatçıların, kimi düşünürlerin (Meister, Eckehart,
Kierkegaard, Heidegger…) dikkatini çekmekte olan, benim kendi yorumumla
şimdilik biricikleşim dediğim yaşambağı, yirmibirinci yüzyılın
insanı için önemli bir öneri gibi görünüyor. Bu önerinin Batılı insana
sunulan, Doğu Bilgeliği, Yoga, çeşitli “meditasyon” teknikleriyle hiç
ilgili olmadığını düşünüyorum. Çevre sorunlarının
çözümü için ileri sürülen yine Doğu kökenli mistik “kurtuluş” reçeteleri
de farklı bir yaşambağı, olanak, duruş, anlam çerçevesi, edim
(edilim) bağı olarak duruyor önümüzde. SONUÇ Çağımızdaki görünüşüyle bilimtekin kavramsal yapısını
analatmaya çalıştığım bu yazıda, geliştirmeye çabaladığım yaşambağı
modeliyle, bilimtekin sorunlarını, çağdaş yaşam içindeki yerini irdeledim. 2003, Eylül, Dikili |
||||
İletişim
Bilgileri
: |
||||
Adres:
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye Telefon: + (90) (312) 210 3141 Fax : + (90) (312) 210 1287 (attn: A. İNAM) Oda Numarası: Z-43 E-mail : ainam@metu.edu.tr |
||||