|
|
ŞİDDETİ ANLAMAK
Ahmet İnam
"Şiddet"i
neden anlamalıyız? Şiddetin yaşamımızdaki yerini, ortaya çıkışının ardında
yatan etkenlerin neler olduğunu, şiddetle yaşanan yaşamın olumsuzluklarını,
bu olumsuzlukla nasıl başedebileceğimizi öğrenmek, bilmek, tartışmak için
şiddeti incelemeli, tartışmalı, yorumlamalıyız. Şiddetin önüne geçebilmek,
şiddete karşı bir duyarlılık geliştirmek, bir şiddet bilincine
sahip olmakla olanaklıdır.
Şiddetin olduğu bir yaşam, mutsuzluğun, acının, tutsaklığın, ezilmişliğin,
kendini gerçekleştirememenin yaşandığı bir yaşamdır. Böyle bir yaşamda
insanlar sağlıklı düşünemezler, algılayamazlar, tartışamazlar, sorgulayamazlar,
dolayısıyla da bilim yapamazlar, sanat etkinliğinde bulunamazlar, inançlarını
yaşayamaz, gönüllerindeki dünyayı gerçekleştiremezler.
İşte ilk bakışta hemen gözleyivereceğimiz böylesi bir olumsuz güce sahip
şiddetin kaynaklarını, etkilerini anlayabilmek amacıyla beş ayrı, ama
zaman zaman da örtüşen anlamlarının dile getirilmesi gerekir.
ŞİDDET VE BOYUTLARI
Doğada,
evrende gördüğümüz, varoluşun köklerinde bulunduğunu düşünebileceğimiz,
adına da kozmik şiddet diyebileceğimiz, şiddeti tanımakla başlayalım.
Bakışımızı Dünya Gezegeninin dışına, ötesine çevirdiğimizde görüyoruz:
Evrende sürüp giden bir devinim var, "yeni" gök cisimleri oluşuyor,
"eskileri" ortadan kalkıyor, dönüşüyor, dağılıyor; patlamalar,
saçılmalar oluyor. Bu uçsuz bucaksız evrende muazzam bir "kıpırtı",
bir gerginlik, bir "çatışma" var sanki. Bir yorumla söylersek,
evrenin varlığında, ortaya çıkışında "şiddet" var.
Dünyaya dönüp, doğayı gözlediğinizde bu kozmik şiddetin gezegenimizde
de bir anlamda yaşandığını söyleyebiliriz.
Şiddetli depremler yaşıyoruz (Örneğin 7 şiddetinde !). Yağmur şiddetini
artırıyor. Şiddetli seller önüne kattığı cisimleri sürüklüyor, ağaçları
yerinden söküyor, canlıları yok ediyor; rüzgâr şiddetini artırıyor, deniz
üstündeki gemilerin, insanların, kıyılardaki yerleşim bölgelerinin altını
üstüne getiriyor; yangın şiddetle örneğin bir ormanı sardığında, ormandaki
canlıların yaşamını etkiliyor. Yanardağ patlamalarının, salgın hastalıkların,
büyük ve etkili iklim değişikliklerinin, dünyaya düşebilecek bir gök taşının
yapacağı tahribatın, evrendeki şiddetin dünyadaki bir yansıması olduğunu
söyleyebiliriz. Doğadaki canlıların varolma, yaşama uğraşında, sürüp giden
savaşın, kavganın (yaşama kavgası!) da işaret ettiği şiddet, bu kozmik
şiddettir.
Demek ki şiddet evrenin bütünün de doğada hep vardı, hep var. Doğadaki
bu şiddeti, ilk dile getiren düşünürlerden biri Herakleitos'tur. "Savaş,
herşeyin babası, herşeyin kralıdır" diyor. Onun evren anlayışında
evren, sürekli çatışmaların, sorunların yaşandığı bir yerdir. "Kavga
herkes için ortak; adalet, bir çatışmadır". Adalet bile onun gözünde
kavgayla sağlanabilir. Şiddet doğaldır. Doğada vardır şiddet, bir yanıyla
parçası olan insanda da. Yalnız bu şiddet, belli ilkeler, ölçüler içinde
olur. Şiddet ölçüyü bozmaya çalışır, şiddet ölçüsüzlükle birliktedir.
Oysa, şiddetin ölçüsüzlüğünün de bir ölçüsü vardır. Bu ölçü evrene egemen
olan temel yasalardan gelir. Herakleitos bu yasalardan oluşmuş temel ilkeye
logos diyor. Batı dillerinde "mantık", "bilim", "söylem"
gibi anlamlara gelen bu sözcüğü, örneğin, jeoloji, yerbilim teriminde,
geo-logos (ge, yer anlamında), psikoloji, ruh bilim teriminde, psükhe-logos
(psükhe, ruh anlamında) olarak görebiliriz. İşte bu ölçü içinde çatışmalar,
gerginlikler, gerilimler taşıyan bir ölçüdür: Ölçüsüzlüğün, ölçüsüdür.
Herakleitos'un bu yorumunda, şiddetle, yasa kavramlarının örtüştüğünü
görüyoruz.
Oysa, on yedinci yüzyılın ünlü düşünürü Leibniz için evren bir uyumdan,
"harmonia"dan oluşmuştur. Evrenin varlıkları arasında önceden
kurulmuş bir uyum vardır. Uyum önceden kurulduğu için tanrının evrenin
işleyişine sık sık müdahalesine gerek kalmaz. Demek ki evrende, kozmik
bir şiddet bulunduğu görüşü "uyumcu" düşünürlerin kabul edebileceği
bir sav gibi görünmüyor.
Evrenin yapısında şiddet var mı? Bu sorunun yanıtı "şiddet"ten
ne anladığımıza bağlıdır: İnsana bağlıdır. Bu anlayışa göre, evrende,
doğada şiddet yoktur. Örneğin, doğadaki devinimlerin, dönüşümlerin, değişimlerin,
canlılar arasındaki yaşama kavgasının "şiddetle" ilgisi yoktur:
Birbirleriyle bir dişi için kıyasıya kavga eden erkeklerin aldığı yaralar,
bir zulüm, bir şiddet değildir, doğanın olağan akışı içinde olup biten
doğal olaylardır. Şiddet, insanın olup bitenleri algılaması, değerlendirmesi,
yorumlamasıyla ortaya çıkar. Doğa, insanın onu değerlendirmesinden bağımsız
olarak, kendi devinimini, dönüşüm süreçlerini sürdürmektedir. İnsana zarar
verdiğinde, onda acı yarattığında, onu üzüp sıkıntıya soktuğunda şiddetten
söz ediyoruz. Yanardağ patlamasının bir şiddet olarak algılanabilir oluşu,
püsküren lavların, insan yaşamına, insanın değerli gördüğü varlıklara
verdiği zarardan geliyor! Başına gelen doğal âfetleri, sevdiği insanların
ölümünü, sahip olup, değerli gördüğü eşyanın yitimini kendisine yöneltilmiş
bir şiddet olarak algılayabiliyor. Kozmik şiddet onun yazısını belirliyor
sanki, uğradığı "haksızlıkları" da şiddet olarak yorumlayabiliyor.
Kozmik şiddetin adaleti var mıdır? Bu soru, insanın başına gelen zorlukların,
uğradığı doğal felâketlerin, acısıyla yandığı kayıpların etkisiyle, mitolojilerde,
dinsel tartışmalarda, felsefede yüzlerce yıldan beri, değişik biçimlerde
kendine sorduğu bir sorudur. Neden fırtına evimi yıktı, hastalık çocuklarımı
öldürdü, yıldırım hayvanlarımı kül etti, sel tarladaki ürünlerimi aldı
götürdü? Adalet bu yaşamın neresinde?
Bu soruya verilen yanıtlar arasında, en dikkat çekici olanlardan biri
de, şiddetin yol açtığı acıyı akıl yardımıyla azaltma çabasını en fazla
gösteren düşünürlerden gelenleridir: Şiddetin bizim kavrayamadığımız bir
mantığı vardır. Karşılaşıldığında, bize "haksızlık", "saçmalık",
"anlamsızlık", "vahşet" gibi gelen şeyler, bizim bütünü,
evrenin tümünü göremeyişimizden kaynaklanıyor. Şiddete uğrayan kişi olarak
yalnız kendimizi gördüğümüz, şiddetin evrendeki diğer olaylarla ilgisini
kavrayamadığımız için, başımıza gelenler haksızlık gibi görülüyor. Daha
önce de tartıştığımız gibi evrende bir ölçü, bir düzen, bir "logos"
vardır. Her şey bu ölçüye göre olur.
Doğanın, evrenin kendi içinde şiddet taşıdığı yorumlarının karşısında,
"şiddet"in bir yaşantı olduğu, içimizde yaşadığı savı
ileri sürülebilir. İşte şiddetin ikinci anlamı burada ortaya çıkıyor.
Şiddetin bundan sonra kısaca dile getireceğimiz anlamlarının tümünde,
insanın içinde olduğunu göreceğiz: Şiddetin insanın yaşadığı yaşam için,
sahip olduğu inançlar ve deneyimler açısından bir anlam taşıdığı anlaşılacaktır.
Şiddetin bir davranış biçimi olduğu, içinde hoşgörüsüzlük, saldırganlık,
öfke, hınç bulundurduğu görüşü, şiddetin ikinci anlamını oluşturuyor.
Bu anlamdaki şiddet, bir amaç içeren, önceden düşünülerek planlanmış bir
şiddet değildir. Apansız parlamaların, birdenbire çılgınca davranışların
ardında bulunur, onları tetikler. Elbetteki bedenin fiziko-kimyası, sinir
sisteminin işleyişi ile yakından ilgisi vardır. "Cinnet getirme",
adıyla tanınan saldırganlıklarda kişi hem çevresindekileri, hem de kendini
yok etmeye eğilim gösterebilir. "Kör şiddet"tir bu, düşünmeyen,
bilinçsiz şiddet. Bir anlamıyla içimizdeki kozmik şiddetin dizginlenemeyerek,
denetlenemeden, ölçülerini aşarak patlayıvermesidir. Kozmik şiddeti, yeryüzündeki
mağmaya benzetirsek, mağma yer kabuğunun "zayıf" bölgelerinden,
kendi akış dinamiği içinde yeryüzüne çıkmaya çalışacaktır. Kimi insanlar,
birey olarak böylesine şiddete açık zayıf bölgeler taşıyorlarsa içlerinde,
şiddet enerjisi, oralardan, "dışarı" çıkacaktır. Benzer
durumun tarih boyunca toplumlarda da görüldüğünü söyleyebiliriz. Kendi
kültürel geçmişleri içinde, şiddet enerjisinin çıkış noktası bulabileceği
zayıf noktalar; şiddet çatlakları taşıyan toplumlar fazla direnç
göstermeksizin şiddetle sarsılabiliyorlar (örneğin, Hitler Almanyası gibi!).
Neden şiddet çatlakları var? Neden kimi kişilerde, kimi toplumlarda şiddet
püskürmelerine (yanardağ püskürmeleri gibi) rastlıyoruz? İçimizdeki şiddet
enerjisini, kozmik şiddeti doğuran enerjiyi düzenleyemiyorsak, bu enerjiyi,
olumlu enerjilere dönüştüremiyorsak, "kabuk"larımızda çatlaklar
oluşur ve kozmik şiddet bu çatlaklardan fışkırır!
İçimizdeki enerjiyi tanımak, kendimizi tanıyabilmekten geçiyor. Bedenimizi,
bedenimizin gereksinmelerini, duygularımızı, sevinç ve üzüntülerimizi,
bunların olası nedenlerini, düşüncelerimizi, düşüncelerimizin dayandığı
inançları, çevremizi, ilişkilerimizi, toplumumuzu, geçmişimizi tanıyabilmeye
çalışma, bunda istekli olmamız; bize acı veren, bizi rahatsız eden olgu
ve olayların farkına varmaya çabalamamız, içimizdeki kozmik şiddetin hışmına
uğramayı bir ölçüde azaltabilir. Şiddet püskürten biriysem, çevremi, çevremdekileri,
duygusal, düşünsel açıdan yıprattığım gibi, onlara fiziksel olarak da
zarar verebilirim. İçimdeki şiddete direnebilmek, onu görmezden gelmekle,
körü körüne bastırmaya çalışmakla başarılamaz. Şiddeti, dostluğa, sevgiye,
beden eğitimine, müziğe, sanata, edebiyata, bilime çevirebilirsek, şiddet
enerjisinden yararlanmış olabiliriz. Böylesi bir enerji dönüşümünü sağlayabilme
bilgi ve becerisine şiddet mühendisliği diyebiliriz. (Bir ölçüde,
sosyal hizmet uzmanlarının, eğitimcilerin, ruh bilimcilerinin, ruh hekimlerinin,
din adamlarının, insanın güzel bir dünyada yaşaması için şiddeti ortadan
kaldırmaya yönelik etkinliklere kendini adamış herkesin bu mühendisliği
başarabilmesi gerektiğini düşünüyorum.)
Şiddet mühendisliği ya da daha açık dile getirildiğinde, şiddeti önleme
ve dönüştürme mühendisliği çeşitli disiplinlerden, insanların bir araya
gelerek gerçekleştirmesi gereken bir çabadır.
Şiddetin üçüncü anlamı, kaba kuvvet kullanmayla ilgilidir. Şiddetin "belli
bir amaçla" uygulanması söz konusudur. Sıklıkla insanları "eğitmek",
"terbiye" etmek için başvurulan yoldur. Koca karısını ya da
karı kocasını biraz önce sözünü ettiğim şiddet püskürmesi ile dövüyorsa,
şiddetin ikinci anlamı iş başında demektir. Bu dövme işini bir taraf diğerine,
"eğitim" amacıyla, onu "adam" etmek için gerçekleştiriyorsa,
işte şiddetin yeni bir anlamı, üçüncü anlamı ortaya çıkar. Belli bir şiddet
bilinciyle yola çıkılıyor, burada. Temel varsayım: İnsanlar şiddetle
terbiye edilebilirler! Bu anlamdaki şiddeti, anne çocuğuna, öğretmen öğrencisine,
kolluk güçleri suçlulara uygulayabiliyor. İyi niyetle uygulanan şiddet!
Sanki "dört köşeli üçgen" sözünü anımsatıyor bizlere: "İyi
niyet"le "şiddet" hiç bağdaşır mı? İyi niyetle şiddeti
yan yana getirebilmenin, onları birarada düşünebilmenin bile üzerimizde
yarattığı şiddetten söz edebiliriz.
Gizli şiddet burada işe karışıyor. Değişik anlamlarını göz önüne aldığımızda,
her anlamın gizli bir bileşeni olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar birbirine
dokunmadan da, birbirlerine şiddet uygulayabilir. Sözle, yazıyla, jestlerle,
hatta severek de şiddet uygulanabilir. Önemli olan, karşı tarafı ezmek,
rahatsız etmek, onun iç dünyasını (düşünce ve duygularını) ele geçirmektir.
Düşüncelerimize, yüreğimize, özümüze yapılan saldırı, uygulanan şiddet
belki, salt bedene yöneltilen şiddetten daha tehlikeli, daha ele geçirici,
daha şiddetlidir.
Dördüncü anlamıyla şiddet, tam bilinçli şiddettir. İlk anlamındaki şiddete
kozmik şiddet, ikincisine püsküren şiddet, üçüncüsüne eğiten
şiddet, dördüncüsüne sindiren şiddet diyebiliriz. Sindiren
şiddete geçmeden önce, eğiten şiddetle olan ilişkimizle ilgili bir saptamamı
belirtmek istiyorum. Sözde eğitmek amacıyla, şiddet uygulandığında, bizde
"ters" tepkiler yaratabilir, eğitilmeyi kabul etmeyebiliriz.
Oysa, gördüğümüz, yaşadığımız her şiddetin "kendiliğinden" bir
öğreticiliği vardır: Dünyadaki olup bitenleri şiddet gözlüğünden görerek
öğreneceğimiz çok şey vardır. Bu açıdan, şiddet kullanarak gerçekleştirilen
eğitim yerine, yaşanan şiddetlerden, onların olumsuz etkilerinden öğrenilerek
gerçekleştirilen eğitimi, bir şiddet karşıtı eğitimi, şiddeti önleme,
şiddete direnebilme, şiddetin üstesinden gelebilip, yaşamı daha anlamlı,
daha güzel kılma çabamızda onu olumlu yönlere dönüştürebilme eğitimini
oluşturabilmeliyiz. (Şiddetin, taşıdığı kozmik enerjiden yaralanıp, zararlarından
korunmak tıpkı bir bomba olabilecek nükleer enerjiyi, hastalıkların tedavisinde
kullanmak gibidir.)
Şiddetin en tehlikeli, en acımasız biçimi, bu yazımdaki dördüncü anlamı,
yıldırma, korkutma, sindirme, direncini kırma özellikleriyle kendini gösteren
şiddettir. Tarihte örneğine sık rastladığımız dikta yönetimlerinde, baskı,
zulüm, kıyım ve işkence ile, bilinçli "şiddetin en şiddetli biçimi"nin
uygulandığını görüyoruz. Zaman zaman "terör" adını da verdiğimiz
bu şiddet biçiminde, insanlar belli inançlar doğrultusunda korkutulup,
yıldırılarak, bu inançlara direnmelerinin önü kesilmeye çalışılmaktadır.
Üçüncü anlamdaki, sözde eğiten şiddetin yanında burada da bir inanç kalıbı
içine sokma, belli bir yaşam biçimine zorlama söz konusudur. İlkin de
sanki bir "iyi niyet (!)" varmış gibi görünse de (döverek adam
etmeye çalışan bir baba, çocuğunu sindirdiğini, ona zulmettiğini aklına
getirmiyordur pek) bu ikincisi, sindiren şiddet, bir yok etme, ortadan
kaldırma kaygısı taşır. Din kavgalarında, ideoloji savaşlarında yok edilen,
zulüm gören insanların çoğunun uğradığı şiddet, sindiren şiddettir.
Sindiren şiddet, güç peşinde, iktidar tutkunu şiddettir. Bu şiddet amacına
erişmek için, iktidarına engel olduğunu düşündüğü bütün güçleri kendine
düşman sayar ve ortadan kaldırmayı planlar. Bunu her zaman bilinçli, planlı
yapmaz. Sindiren şiddet, savaşla, kavgayla, huzursuzlukla, terörle var
olan şiddettir. Şiddeti açık olarak, fiziksel, toplumsal, siyasal, ruhsal
şiddet olarak uygulayabildiği gibi, örtük olarak, "aba altından sopa
göstererek", değişik kılıklarda da ortaya koyabilir. Bilimi, insan
hakları, demokrasi, din kavramlarını kullanabilir. Yapmamızı istediği
şeyleri yapmadığımızı, onun gibi düşünmemiz gerekenleri düşünmediğimizi
anladığında, bunun bilime, insan haklarına, demokrasiye ya da dine aykırı
olduğunu söyleyerek bize mânevi baskı uygulayabilir.
Sindiren şiddetle püsküren şiddet arasında kaldığını düşünebileceğimiz
bir şiddet türü de, soygun yapma, çıkar ya da haz elde amacıyla uygulanan
şiddettir. Bu şiddet bozuk toplumsal koşullarda bireyin, bedeni, duyguları,
düşünceleri ve çevresiyle bütünleşememesi sonucu ortaya çıkar. Gasp, şantaj,
ırza geçme gibi suçların oluşmasında belirleyicidir. Bu şiddet bir amaç
elde etmek için ortaya çıkan, belli bir düşünce ve yaşama biçimini savunmak
için uygulanan bir şiddet değildir. Soygun yapma, haz elde etme de bir
tür çıkar sayılabileceği için bu şiddet türüne çıkarcı şiddet diyebiliriz.
Böylece, şiddeti, sırasıyla kozmik, püsküren, eğiten, sindiren ve çıkarcı
şiddet olarak beş ayrı anlamıyla gözden geçirdik.
Şimdi, dünyayı bize cehennem eden bu şiddetlerden nasıl kurtulabileceğimiz
sorununu irdeleyebiliriz.
ŞİDDETE
KARŞI DİRENME YOLLARI
Gerek
bireysel gerekse toplum olarak, gerek açık gerekse örtük biçimlerde, şiddet
yoğun bir yaşam sürüyoruz çağımızda. Şiddet yoğun yaşam, mutsuz insanların
yaşadığı, bir yaşamdır. Şiddet, insandaki güven, emniyet duygusunu sarsıyor;
kendisiyle, diğer insanlarla ilişkilerde çatlaklar yaratıyor. Şiddetin
önlenmesi gerektiği düşüncesinin kaynağı burada: Mutlu, güzel, huzurlu
bir yaşam içinde insan insan olur. Elbette, mutluluk sürekli olamaz, yaşam
sorunlarından tümüyle arınamaz. Şiddetin en büyük kötülüğü, insanın kendi
olanaklarını gerçekleştirmesini engellemesidir. Üzerindeki baskıyla, insan,
kendisi olamıyor, özgüveni eksik, kendini geliştiremeyen, olabileceğini
olamayan bir insan görünüşüyle çıkıyor ortaya: Yorgun, aldırmaz, boş vermiş,
vurdumduymaz, yılgın.... Şiddet direncimizin artması, bizi yok
etmeye çalışan şiddet güçlerini tanımamızla, kendimiz ve çevreyle daha
yoğun biçimde ilgilenmemizle ilgili.
Şiddetin ortadan kalkmasının, ekonomik, toplumsal, kültürel, eğitsel koşulları
var. Bunlara dış koşullar diyebiliriz. Şiddet bir çevre içinde ortaya
çıkıyor. Bu çevre, içinde haksızlıklar, eşitsizlikler yaşanan bir çevre
ise, kolayca şiddet üreten çevreye dönüşebilir. Orada, insanlar,
kendilerini gerçekleştirebilecekleri, kendi olabilecekleri olanakları
oluşturabilirlerse, toplumsal ilişkiler, şeffaf, dürüst, açık biçimde
kurulabilirse, insanların gelir düzeyi en azından kendi karınlarını doyuracak
durumda ise, eğitimde sorunları yoksa, o çevrede bulunan toplumun şiddet
üretimini belli ölçüde engelleyecek dış koşullar oluşmuş demektir.
İç koşullara gelince, kendine, diğer insanlara şiddet uygulaması için,
bir insanın (ya da bir toplumun) özüyle, kendisiyle etkileşimi
olması gerekir. Kendi özüyle, kendi düşünce ve duygularıyla yüzleşemeyen
insanlar, içlerindeki kozmik şiddetle başa çıkamazlar.
Eğer kişi (ya da toplum!) kendiyle barışık değilse, içtenlikle
kendini ortaya koyamıyor da, kendisiyle hesaplaşamıyorsa; bir başka deyimle
kişi kendini özgür biri olarak duymuyorsa, bu özgürlüğünü yaratıcı etkinliklere
dönüştüremiyorsa, kendi kararlarını verecek, bilgisi, görgüsü ya da cesareti
eksikse, sürekli birilerine bağlı, bağımlı yaşadığı için, özerkliğini
yitirmişse, gelecekten umudunu kesmiş, sürekli yakınan, geçmişini, geleneğini,
toplumun değerlerini değerli bulmayan, özellikle yaşamanın, canlı kalmanın,
bir cân taşımanın önemini takdirden uzaksa, şiddet kapımızda demektir.
İki anlamıyla kapımızda olacaktır; Ya o, şiddeti diğer insanlara uygulayacak
ya da şiddet, diğer insanlar tarafından ona uygulanacaktır. Doğrusu, o,
insanların birbirleriyle ilişkilerinde, etkileşimlerinde karşılıklı şiddet
akışının sürüp gittiği bir dünyaya kapısını açmış olacaktır.
|
|
|