Felsefe
Şeytanla Muhabbettir
Prof. Dr. Ahmet İNAM
Emrah SERBES
Mantık,
bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefe tarihi, kültür
felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof.Dr.
Ahmet İnam, Türkiye Felsefe Derneği Başkan Yardımcılığı'nın yanı sıra,
ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor... İnam ile hayat üzerine
konuştuk...
-
Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?
Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce
Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır
da ben söylüyorum. Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle.
İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü,
ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli
şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar
entelektüel oluyorsunuz. Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada
mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri
görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini
düşünür, yolunu yordamını bulur. Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde
başlıyor. Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri
kendimizi adam yerine de koymuyoruz. Yemek yemiyor artık çağımız insanı.
Tıkınıyor. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir
çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü
ortada zevk yok. Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.
-
Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?
Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için,
sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi. Eğlenmek
için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek
deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor,
herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem
ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir
şeye dönüşüyor. Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor.
Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor.
Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize
giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir
tehlike.
- Öğrencilerinizin
yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?
Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde.
Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi
büyüyor. Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma
giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki,
acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya
başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye
çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.
-
Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?
Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını
bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun. Sürekli önüne havuç konmuş
eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun. Başarısız olsan geride durmaya
tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir
hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence.
Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı
oluyorsunuz. Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı
olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında
bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi
değerlerinizin olması gerekir.
-
Mutsuzluk bulaşıcı mı?
Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz
ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün.
Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin.
Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım.
On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam
tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.
-
Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur
demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?
Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin
hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının
ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle
konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır,
magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler
ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı
Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.
Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır
hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan, hayatın
içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel
bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp
demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat
almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı
yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi
bir şey olur.
Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez
biri olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını
kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur. Bu tanıma göre bilgelik,
akademisyenlikle pek örtüşmüyor.
Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not
veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır
diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik
arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir
arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni
kalabilirsiniz.
-
Biraz da aşktan konuşalım mı?
Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda
kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi
salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı
bir şey. Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk. Hıyarların, hamhalat
heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir
ateş düşüyor ve aşık oluyorum. Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir
mi? Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da
olmaz. Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim
hemen diyorsan, orada aşk yoktur. Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı,
yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk
odur. Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş
var. Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine
gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız
aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka
giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle
bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı
kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk.
Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün
insanlığı sevmektir.
-
Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?
Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum.
Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle
düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince,
"bu dünya düzelmez arkadaş" deyip yatarım." Bugün de
kurtaramadık dünyayı ne yapalım" derim. Hesabi duruş, mutluluğu
öldüren şeydir. Örneğin Nietzsche, hayatı boyunca bunu anlattı. Ama
Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek
istiyorum bazen. Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan
gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya
çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek
zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş.
Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı
da bastırmışız. Hâlâ içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık
var. Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı
düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros
yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıpların dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların
yeridir, şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman
insan olduğunuzu anlarsınız
(BİRGÜN gazetesinde 5 Şubat 2005 tarihinde yayınlanan konuşmadır.)