|
|
TÜRKİYE'DE EĞİTİMİN İÇİNDE BULUNDUĞU PROBLEMLER HAKKINDA AHMET İNAM
İLE YAPILAN SÖYLEŞİ
Ahmet
İNAM
AG:
Türkiye'deki eğitim problemleri hakkında neler düşünüyorsunuz. problemlerin
asıl kaynağı size göre nedir?
İNAM:Türkiye'de
eğitimin problemleri genel olarak Türk kültürünün, Türk insanının Türkiye'deki
hayatı ile ilgili problemlerinden çok ayrı değildir, diye düşünüyorum.
Büyük problemlerden biri, alt yapı problemidir.
Bu alt yapı
problemleri; bina, laboratuar, öğretmen, ders araç ve gereç eksikliği
gibi problemlerdir. Bunlar tabii eğitimle uğraşan iktidarların çözmeyi
düşüneceği problemlerdir. Benim üzerinde duracağım asıl konu eğitim politikası
olabilir. Eğitim politikası da genellikle "Nasıl bir dünya istiyoruz?"
ve "Nasıl bir insan bu dünyada yaşasın" sorusuyla çok yakından
ilgilidir. Bunu zaman zaman Milli eğitim bakanları dile getirseler de,
milli eğitim politikalarımızda böyle bir şey olduğundan çok emin değilim.
Ama hiçbir hükümetin eğitim konusunda geliştirdiği doğru dürüst ve sonraki
hükümetlere de geçebilecek biçimde çok iyi irdelenmiş temelleri oturtulmuş
bir politikasının olmadığını görüyoruz. Sıkışınca tabii Cumhuriyet ilkeleri
deniyor, Atatürk deniyor, atılımcı iş yapabilen, hayatın sorunlarıyla
baş edebilen insan deniyor. Tabii, hiçbir şey yok diyemeyiz, elbette vardır
ama yine de böyle bir politikanın üzerinde düşünülmesinden yanayım. Düşünülünce
(tabii) bu uygulanabilir anlamına gelmiyor. Milli eğitim politikasını
uygulayacak olanlar nihayetinde kadrolardır. Seçilmiş insanlar başta olmak
üzere ve milli eğitim bakanlığında çalışan yüzlerce bürokratın belki çabalarıyla
gerçekleşecek bir şey bu. Henüz Milli Eğitim Bakanlığının yapılandırılması
içerisinde ne kadar iyi niyetli, çalışkan ve açık görüşlü insanlar varsa
da böyle bir eğitim politikasının günlük hayatın ufak tefek kaygıları
dışında "Bizim parti, öbürlerinin partisi; bizden olanlar, bizden
olmayanlar; benim adamımın buraya tayini, öbürünün şuraya tayini, müsteşar
kim olacak, yardımcısı kim olacak?" gibi kaygıların uzağında olabilen
insanların oluşturabileceği, bir Türkiye- Dünya anlayışı olan; geleceğin
dünyası nereye gitmektedir, Türkiye burada nasıl bir tavır alacaktır,
Türkiye'de yaşayan insanların hayatı nasıl bir hayat olacaktır? gibi düşünceler
geliştirebilecek ve bunu da basmakalıp biçimde yapmayacak. Profesyonelce
kurulan bir takım şirketler bu tip soruların cevaplarını bulabiliyorlar.
Yani bu Batıda bir endüstridir. Siz "eğitim nasıl olmalı" diyorsunuz
bir şirket var, danışmanlık şirketi o şirkete problemlerini söylüyorsun
şirket senin adına bir sürü senaryolar veya çözümler üretebiliyor. Bu
da çok profesyonelce olmuş bir şey.
AG:
Dünyaya ve Türkiye ye baktığımız zaman eğitim bilimleri alanında çok büyük
araştırmalar ve tezler var aslında, ancak neden eğitim problemleri çözülemiyor.
Uygulamalardan kaynaklanan sıkıntılar var, diyebilir miyiz?
İNAM:
Haklısınız. Bugün Türkiye 'de eğitim bilimi ile uğraşan 2000- 3000 akademisyen
var, bunlara araştırma görevlilerini de dahil edebiliriz. Korkunç bir
potansiyel ve güç var eğitim politikalarını belirleyecek; ancak sıkıntının
uygulamalardan kaynaklandığını sanmıyorum. Eğitim fakültelerinde yapılan
eğitim biraz memur zihniyeti ile yapılıyor. işte "Ben bu fakültedeyim,
başka bir yerde değilim, bu fakültede de eğitim konusunda şu tezler yapılacak,
şu dersler alınacak" deniliyor ve o insanlar, o çalışmaları (tezleri
, yayınları vb.) yapmak ihtiyacı hissediyorlar; ama bunları yaptığınız
zaman, yaptığınız çalışmalar Türkiye'deki eğitim hayatını nasıl dönüştürebilir?
Böyle bir kaygı çok da olmuyor doğrusu. İşte, bir şey yapıyoruz, biz de
çalışıyoruz, araştırma yapıyoruz, görüntüsü içerisindeler sanki, diye
düşünüyorum. Hiç kaygıları yoktur eğitimci arkadaşların, demek istemiyorum.
Ancak, eğitim politikası üzerine düşünebilmek demek, yaşama politikası
üzerinde düşünebilmek demektir. Onların alışılagelen deyimleriyle; vizyonlarında
ve misyonlarında sorunlar olduğunu düşünüyorum; Çünkü eğiticilik, hep
böyle olagelmiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerine filan bakınca: Eğitime
biraz gönül vermiş insanların, biraz memur olmaktan öte bilge, yol gösterici,
aydınlatıcı insanlar olmaları gerektiği görülüyor. Oysa bizde "ya
bize de eğitim fakülteleri lazım eğitimleri için Amerika'ya 3 tane adam
gönderelim; doktora yaptıralım; getirelim, şu şu dersleri koyalım. Zaten
dışarıda ne yapılıyorsa, ondan aşağıda kalmadığımızı gösterelim türünden,
bizim AB'ye girmek için yaptığımız manevralara benzeyen ama aslında hayatımızın
o derin kökleriyle birleşmeyen bir eğitim entelektüel çalışma işleyişi
var. Onun için de çok faydası olacağını doğrusu çok düşünmüyorum. Yüzlerce
makale yayınlanıyor: Coğrafya dersi nasıl verilmeli? Kimya nasıl anlatılmalı?
Beden eğitiminde ne yapmak lazım? Sanat eğitimi nasıl verilmeli? Kitaplar
çıkıyor, tezler yapılıyor, makaleler yayınlanıyor.
AG:
Şimdi gündemde olan; çoklu zeka teorileri, duygusal zeka, NLP
konuları var, ancak temelde nasıl bir problem var? Yaşam politikaları
dediğiniz, eğitim felsefesinin oluşturulmasında mı bir problem var?
İNAM:
Güzel, benim orda gördüğüm; eğitimle uğraşan arkadaşların yaptıklarına
(Belki batılı belki de biraz Marksist anlamda)
"yabancılaşmalarından" kaynaklandığını düşünüyorum. Yani; ne
yaptıklarını ve ne adına uğraştıklarını insanlar, zaman içinde
unutabiliyorlar veya öyle bir çevre içine düşüyorlar ki: " Ben burada
ne arıyorum? Bütün bu çalışmaları niye yapıyorum, bütün
bu çalışmalar neye yarayacak?" diyorlar. Eğitim felsefecilerimiz
var, eğitim müfredat araştırmacılarımız var, bir sürü kalabalık insan
görüyorsunuz; ama bu kalabalık insanların: (tıpkı Sovyetler döneminde
ki bürokratlarda olduğu gibi) "Şu kadar memur alacağız, hepsine masa
alacağız, sandalye alacağız" meselesi. Ama o kadar memuru neden alıyoruz
? O memurlar gerçekten bizim içine düştüğümüz eğitim problemlerinin çözümüne
bir katkıda bulunabiliyorlar mı? Ondan çok emin değilim. Galiba bu iş
yine yukarıdan çözülecek gibi. Yukarıdan demek, birtakım insanlar gelecek,
"bizim politikamız böyle olacak" anlamında demek istemiyorum;
ama bu tip çalışmalara bir ruh getirmek, bir hava getirmek lazım. Şimdi
mesela deniyor ki Üniversitedeki eğitimi yükseltmek için Üniversiteleri,
şu şekilde düzenleyelim. Herkes yabancı yayın yapsın. Bu yayınlar da çok
değerli akademik dergilere konsun. A tipi B tipi C tipi yayınlar olsun
filan. Biz Türk insanında, pragmatik tedbirler alma durumu söz konusu.
Sanıyoruz ki bir takım kurumlar, bir takım dersler, bir takım düzenlemelerle
biz, bu işi çözeriz. Oysa düzenlemeler bir araçtır. Yani biz, düzenlemek
için bunları yapmıyoruz. Düzenleyerek eğitimimizdeki sorunlar çözmek istiyoruz.
Eğitimimizdeki sorunlardan bir tanesi; ne adına eğitim yapıldığı konusundaki
bilinç eksikliğidir. Bugün binlerce kişinin (üniversite kapısında bekleyen
ve üniversite okuyan) nedir amacı? Diploma almaktır . O diplomayı niçin
alıyor? Çünkü hayatta, hem toplumsal konumu yükselsin, hem karnı doysun,
istiyor. Ama, onun dışında "Benim, bu öğrendiğim bilgi ile olan ilişkim
nedir?" diye
düşünülmüyor. Bilginin kendi içeriği ile ilişki yok; çünkü temel kaygı,
diplomaya sahip olmaktır. İlköğretimden başlayarak insanlar test sınavlarıyla
bir takım yarışmalar içersine sokuluyor ve siz genç bir insan olarak sanıyorsunuz
ki; bir takım sınavları başarı ile verebilirsem bir takım test sorularını
çözebilirsem, işte benden isteneni gerçekleştirmiş olurum ve annemi, babamı,
aile çevremi, sevgilimi mutlu etmiş olurum. Kendimi de mutlu etmiş olabilirim.
Peki sen bilgi ile ilişkiye geçen birisisin, bilgi edinen, bilgiyi özümsemeye
çalışan ve bilgideki sorunları çözmeye çalışan birisisin. Bilgi ile sen
nasıl yaşayacaksın? Öyle bir sorun yok. Bir biçimde "Bunu al ve bunu
da, daha önceden belirlenmiş mekanik yollarla geliştir." Yani; "bilgini
al, öğren ve bak: Neler eksiktir ve ya nerde, nasıl yayın yapmak gerekir.
Oralarda o açıkları bul ve oralarda yayın yap, o yayınlar doğrultusunda
ne olacaksan, (Yrd. Doç., Doç) ünvanlarını al." Peki biz bunları
neden yapıyoruz? Yani, şu YÖK yasası tartışmalarında da gördüğünüz gibi
bir takım kurumsal ve yasal düzenlemelerle biz, eğitimimizi düzenleyeceğimizi
ve çözeceğimizi sanıyoruz. Peki, buradaki ruh nerededir? Bilgi ile olan
ilişki nedir? O bilgiyle bizim tavrımız ne olacaktır? Yani bilgi dediğimiz
şey: Bir yerlerden alınılacak, edinilecek yabancı kitaplardan veya yabancı
araştırıcıların bir takım sonuçlarından veya bizde ki TÜBİTAK' lar TÜBA'
lar her neyse, işte onları (yabancıları) taklit eden bir takım kurumsal
çalışmalardan ve oradaki kurumsal çalışmaları ne pahasına olursa olsun
(ünvanlar, proje gerçekleştirmeler, paralar) beklentilerle yürütmeye çalışmak...
Bu değildir ki ! Yani eğitime bakışımızda, bilginin kendisi gözükmüyor
ortada. Bilgi hakikat araştırması ise, hakikat araştırması nasıl bir araştırmadır?Araştırıcı
kimdir, neden araştırır? Bir şeyi bilmek demek, özümsemek demek, o özümseme
çabasına uygun bir hale gelmek demektir. Dönüşebilmek demektir. Benim
bir matematik problemini anlayabilmem için bende bir takın dönüşümler
gerekir. Yani bu psikolojik noetik, bakış açımda büyük değişikler olması
gerekir ki ben matematik problemlerini yaklaşabileyim ve problemleri anlayabileyim;
ama ben onu görmüyorum ki! Ben, matematik problemlerini kurnazlıkla mekanik
bir biçimde işte bu sorulursa nasıl cevap verilir? Acaba bu uğraştığım
istatistik sorunu konusunda son çıkan makalelerde kim ne demiş. Acaba
ben kes- yapıştır şeklinde biraz oradan, biraz buradan alsam, azıcık şunu
uygulasam, bir doktora tezi çıkarabilir miyim?" Dikkat ederseniz
bilginin kendisiyle ilgili bir şey yok. Bilgi ile ben neyi başarabilirim
ve sosyolojik olarak içinde bulunduğum akademik cemaatte nasıl kendimi
ispat edebilirim? İyi de sen bu cemaat içinde kendini ispat etmek için
var değilsin. Sen, bilgiyle olan ilişkin ve bilgiye yaptığın katkıyla
o cemaat içinde yer alacaksın. Yoksa, bir takım kurnazlıklarla bilginin
içine girmeden, sadece malumatfuruş ağzından, sürekli anlamlı- anlamsız
bir sürü kavramlar dökülerek filan değil. Ve maalesef bizde hem aile içi
eğitimden başlayıp, ansiklopediler okuyarak, üniversitede, üniversite
sonrası akademik hayatta bilginin kendisi bilginin bir hakikat araştırması
ardında yürünülecek, buna göre dönüşümler yaşanarak gerçekleştirilecek
bir etkinlik olduğu unutuluyor. O yüzden üniversite koridorları bilim
kokmuyor. Üniversite
koridorları terfi kokuyor. "Nasıl terfi edebilirim, nasıl yüksek
lisans yapabilirim acaba şu hoca ile mi çalışsam bunla mı çalışsam, hangisi
bana çabucak bu ünvanı verebilir? Bilgi yok ortada bilgi bir vesiledir.
Yani ben ha elektrik mühendisi olmuşum ha inşaat mühendisi olmuşum ha
bilgisayar önemli değil. Bilgi nedir bir takım kurnazlıklardır. Halledeceğim,
başedeceğim bu sorulursa böyle cevap verilir. Bu çok ileri aşamalarda
böyledir. Yani bir insanı profesör, araştırmacı yapan çalışmalarda da
böyle bir anlayış vardır. Bir kimyacı olarak ben, laboratuara girip araştırma
yaparken de ya acaba bu araştırmayı Nature dergisinde yahut science dergisinde
yayınlatabilir miyim? Filan üniversiteye kapağı atabilir miyim?Yani o
19. yy.'ın laboratuarından çıktığı zaman yolunu kaybeden, evininin yolunu
bulamayan coşkulu bilim insanının yerini fırlama, anasının gözü,uyanık,
iş bitirici bir insan tipi geldi. Yani bilgi ile olan ilişkimizde bilgiyi
sömürerek bilgiyi kullanarak bilginin içini arkasını anlamadan, belki
de kötü anlamıyla bilginin ırzına geçerek yani bilgiyle sevişerek, bilgiyi
takdir ederek, bilgiye hürmet ederek değil de "Bilgi benim için hayatta
başarı kazanmak için kullanacağım bir şeydir" bilgiyi hırpalayarak
belki girdiğimiz bir ilişki, kökten böyle bir ilişkiyle bilgiye baktığınız
zaman yaptığınız her türlü altyapı düzenlemeleri, kurumsal düzenlemeler,
müfredat düzenlemeleri, eğitim öğretim teknikleri, pedagojik formasyon
vb. bunların hepsi boştur. Tahtayı nasıl kullanacağız? Tahtayı nasıl kullanacağımı
biliyorum ama ben üçkağıtçı bir adamım. Yani tahtada anlatacağım "bilgi"
midir ki ben tahtayı kullanacağım. Yani ben bilgiyi aktaran eğitici olarak
bilgiyle benim münasebetim nedir? Bu yok kimse eğitici denen insanın veya
öğrenen insanın o bilgiyle içselleştirilmesi, özümsemeyi sorgulamıyor.
Biz bu özümseme işine kalkışmadığımız sürece ancak mukallit eğiticiler
olabiliriz. İşte bir eğitici buna benzer, böyle davranır bende mükemmel
bir eğitici gibi davranıyorum o halde mükemmel bir eğiticiyim diyebiliyorum.
Yani mesele o mühendislerin siyah kutusu gibidir. Girdi ve çıktı ya sen
benim çıktı ve girdime bak abi içinde dönenler önemli değildir. Eğiticinin
kim olduğu öğrettiği bilgiye dahildir. Çünkü o öğreteceği şeyi etkiliyor.
Yani sen özümsememiş o bilgiyi yaşamayan bir insansan, sen o sınıfa girdiğin
zaman onu öğrenci anlıyor zaten. Ve en büyük şanssızlık da budur. Bana
matematik öğretecek bir insanın, matematik aşkı taşımayan, matematik dünyasında
büyük coşkularla aramayan, araştırmayan bir insan olması, benim için öğrenci
olarak çok büyük bir şanssızlıktır: Çünkü büyükolasılıkla büyük notlarla
sınıfa girecektir. Arkasını bana dönecek ve tahtaya bir sürü formüller
yazacak: işte bu budur,bu budur diyecek ve çekip gidecektir. Ne doğru
dürüst bir soru sorabileceksin, ne tartışabileceksin çünkü tartışacak
gücü de yoktur. Çünkü o; problemi hayatının bir problemi olarak yaşamadığı
için, sadece usulüne uygun biçimde onlara aktaracaktır. Bunu sorgulamıyoruz.
Bizim yaptığımız sınavların hiçbirinde, gerçekten matematikçi, fizikçi
veya sosyolog vb.. bir meslek sahibi olacak insanın, o mesleği benimseyip
benimsemediği, yaşayıp yaşamadığı, mesleğinden dolayı sorunların heyecanını
duyup duymadığını hiçbir imtihanımızda anlayamıyoruz; Çünkü sorulara cevap
verdi mi "tamam işte biliyor" diyorsun ve adama diplomayı veriyorsun.
AG:
Buna bir anlamda epistemik hastalık diyebilir miyiz?
İNAM:
Tabii bu bir, biraz önce söylediğim, epistemiyatrik bir problemdir; ancak
altta yatan problem; nöziatrik bir problemdir.
Eğitimden ne anladığımıza ilişkin bir şeydir bu. "Burası üniversite,
bende hocayım gelip size bunu anlatırım ister anlayın ister anlamayın.
Zaten bu çocuklar da giderek salaklaşıyor düşük puanla gelmeye başlıyorlar.
Benim gibi yüce bir hoca ... Yani çok üzülüyorum, böyle aptal insanlara
ders verdiğim için." Öbür yandan sürekli olarak çıta yükseltildiği
söyleniyor. Bir sürü terfi koşulları konularak akademisyenlerin daha evrensel
daha objektif bilim yapmasına çalışılıyor; Ama bu da yine şeklidir Peki,
benim değerli fizikçi olduğumu nasıl anlıyorsun? filanca ve falanca dergide
yaptığım yayınlarla anlıyorsun. Peki, ben o yayınları yapınca, hakikaten
iyi bir fizikçi mi oluyorum? Olabilirim de olmayabilirim de. Tabii bu
problem yalnız bize ait bir problem değil. Bu dünyada yaşanan büyük bir
yaşama problemidir. Akademik çevrenin çok genişlemesi. Eskiden nüfus azdı
ve çok sayıda gerçekten, gönlü fizik problemleriyle dolu insanlar, gelip
fizikçi oluyordu. Ama şimdi nüfus artmıştır ve başka yere giremediği için,
bir sürü kalabalık insan fizik laboratuarlarını dolduruyor ve maalesef
o ruhu da anlayamıyor. Yani, bir fizikçi olmak neye benziyor?Fizik nedir?
Fizikle uğraşmak nasıl bir şeydir Bunu anlayamıyor. Bir şuur problemi
var, mana eksikliği var.Manayı yaşayamıyorlar. Bu da nasıl aşılır? bana
sorarsanız:Bu da, bunu yaşayabilen, hakikaten bir fizikçi gibi fizikçi
gördüklerinde, araştırmaya kendini vermiş, fiziği bir yaşam biçimi haline
getirmiş bir fizikçi gördüklerinde: "Ha demek ki, fizik böyle bir
şeydir, böyle anlaşılabilir." diye düşündüklerinde aşılır. Yani,
siz akademisyen olmasanız lise de ve ilköğretimde fen bilgisi öğretmeni
olsanız dahi, fizikçi olmanın nasıl bir şey olduğunu gördüğünüz zaman,
sizin yüreğinize ve beyninize düşen bir kıvılcım yetebiliyor. Siz de o
kıvılcımı, o genç insanlara aktarabiliyorsunuz. Fizik dersini seviyorlar,
onunla ilgileniyorlar, güçleri, yetenekleri, ilgileri oranında. Ve fiziği
sevdirebiliyorsunuz, iyi bir hoca olabiliyorsunuz. İyi bir hoca olmak:
İşte bir takım tekniklerle öğretilebilecek bir şey değil, insanın içinden
gelebilecek iç gücünü harekete geçirilerek yaptırılabilecek bir şeydir.
Bu tabi eğitimin tek sorunu olarak bana görünmüyor ama çok önemli bir
sorunu olarak gözüküyor. Yani taklitçi, yaptığının çok farkında olmayan,
tartışamayan, alternatif görüşler geliştirmeden yoksun,ezberci, papağan
insanlar yetiştiriyoruz. Matematikçi, mantıkçı yetiştiriyorsunuz, ezbercidir
tamamen insanın düşünmesine yönelik felsefeci yetiştiriyorsunuz, tamamen
papağan ve taklitçidir. Yani insanları, filan kredilik şu kadar ders okutmakla
eğitemezsiniz. Bu bizim maalesef Anglo-Amerikan kültürden aldığımız çok
yanlış bir şey. Şu kadar kredilik, şu kadar ders koyarsak işte"felsefe
dersini koyalım, bütün insanlar kritik düşünmeyi öğrensinler, eleştirel
düşünmeyi" öğrenemezler çünkü o felsefe dersini kimin verdiği ve
nasıl verdiği önemlidir.
AG:
Ruhu manayı müfredatın içine nasıl koyarız? Sizin muhabbet eğitimi, hulya
eğitimi gibi yaklaşımlarınız var bunlar nasıl olacak? "Hadi bakalım
15 günlük bir muhabbet eğitimi hizmetiçi eğitim kursu düzenleyelim"
demekle olacak iş değil? Nasıl olacak bu?
İNAM:
(Gülüyor ) Tabi; öyle şey olmaz. O sözleri fazla kullanmak istemiyorum
(muhabbetmiş hulyaymış). Çünkü onlar çok kolay yanlış anlaşılmaya, gevşetmeye
hazır şeyler. "Muhabbet, hayal ulan ama amma palavra ha bu işte koyarız
önümüze şaraplarımızı muhabbet ede ede müziği de açarız".Eğitim bir
çile bir defa yani muhabbet edebilecek duruma gelebilmek çok büyük emek
isteyen bir şey.
AG:
Sokrates'in diyaloglarını bir tür muhabbet olarak görebiliriz bu anlamda.
İNAM:
Evet. Yani; oturup acı çekeceksiniz, sıkıntıya gireceksiniz, çile çekeceksiniz,
Bu şekilde muhabbeti yaşama imkanı var. Onun için öğrenciye de yanlış
bir görüntü vermemek gerekir. Öğrenmek zordur. Bu zorluk, neyin zorluğudur?
Aşkın zorluğudur; Çünkü aşktır öğrenmek! Şimdi, ben bunu söylediğim zaman,
birçok akademik ortamlarda bana çok kızıyorlar. Diyorlar ki "Şimdi
ben bir biyologum. Oturup çalışıyorum, üretim yapıyorum; ama hiçbir aşk
hissetmiyorum. Eee ben şimdi eğitici veya araştırıcı değil miyim? Böyle
bir reçete yazmaya hakkımız var mı illa bu iş aşk olarak yürütülmelidir"
diye elbette bunu da söyleyemeyiz söylemeye hakkımız var mı veya adam
demez mi sana ne benim aşkımdan bu çok mahrem bir meseledir bunu isteyerek
yaparım istemeyerek yaparım. Bunun eğitim ile ne alakası var diyebilir.
Çünkü çok özelmiş gibi bir şey söylediğimi sanıyorlar aşktır deyince çok
abartılı bir şey söylediğimi zannediyorlar. Özel bir kişilik ancak bu
işi gerçekleştirebilirmiş gibi düşünüyorlar. Hiç de öyle bir şey söylemiyorum.
Yani söylediğim; her insanda olması gereken ve olan bir şeydir. Zaten
aşk dediğimiz şey; sadece mecnun ve meczuplarda olan bir şey değildir.
Her insan merak eder, öğrenmek ister ve kendini bir konuya vermek ister.
Yani, o aşk (ne diyelim buna isterseniz epistemiyatrik aşk diyelim) hepimizde
vardır. Amaç; o aşkı canlandıracak atmosferi yaratmaktır. Yani, coşkulu
öğretmenlerin (öğrencisini, işini, meslektaşlarını seven) olduğu bir dünyada
bu aşk zaten gerçekleştirilir ve eğitimin bir çok problemi de ortadan
kalkar. Dam akıyor olabilir, soba yanmıyor olabilir (tabii aşk ısıtır
gibi bir laf edeceğim palavra gibi gelecek ama) aşk ısıtır tabi. Çünkü
aşk olmayınca sobayı istediğin kadar sınıfta yak. Ama ben geçim problemleriyle
dolu, sinirli işte zorla bir bölümü okumuş, istemediği bir yere tayin
edilmiş, günlük hayatımda birçok istekleri ve kompleksleri olan bir öğretmensem
içimdeki bütün çirkinlikleri o genç çocuklara ne kadar tekniklerle, pedagojik
formasyonla vs... saklasam da o şeyim çıkıyor tabi. Çocuk matematiği öğrenirken
matematikçiyle öğreniyor. Yani matematikçiyi matematikten ayıramazsınız.
Matematikçinin berbat bir insan olması o öğrendiği matematiği etkiliyor.
Bu tabii belki vasat öğrenciler içindir. Matematik dehası olan zaten hocaya
bakmıyor. O alıp başını gidebilir ama ben matematiği sevme durumunda olan,
sevebilecekken işte bu çarpık eğiticiler yüzünden matematikten, fizikten,
sosyolojiden, felsefeden,kimyadan, spordan, müzikten, resimden soğumuş
insanlardan söz ediyorum.
AG:
Teşekkürler.
|
|
|