Prof.
Dr. Ahmet İNAM |
||||
(4 Kasım 2004'te Um-ag'da yapılan konuşma metni) Ahmet
İNAM
"Bize ne oluyor?" sorusu diğer açıdan bakıldığında büyük bir şok sorusudur. Yaşayıp giden insanın çok fazla sormadığı bir şeydir veya arada çok ufak takıntılar için sorulan, daha doğrusu bize değil de belki başkalarına sorulan bir soru olabilir. "Bu kıza ne oluyor?", "Bu adama ne oluyor?". Yani "Hiç böyle bir davranış beklemezdim, neden böyle yapıyor?" anlamında. Ama "Bize ne oluyor?" sorusu, başka çağrışımları da içinde taşıyan bir sorudur diye düşünüyorum. "Bize ne oluyor?" sorusu, "Ne ile karşı karşıya geliyoruz, başımıza ne gelmekte, ne gibi dönüşümler geçirmekteyiz?", çünkü "Bize ne oluyor?" sorusu, sanki çok hazırlıklı olmadığımız bir şeyle sanki karşılaşmışız da bu soruyu öyle sormuşuz gibi bir sorudur. Çok beklediğimiz bir şey bize olduğunda veya önümüzdeki seçenekleri görebildiğimizde "Bize ne oluyor?" diye sormayız. Bize zaten iki şey olabilir. Sınava girdim, ya geçerim ya kalırım. Dolayısıyla ikisinden biri de olsa "Bize ne oluyor?"u pek sormam veya "Bana ne oluyor?" ile "Biz" arasındaki ilişkiyi pek kuramam. Çünkü bana bir şey olmuşsa "Bana ne oluyor?" derim, ama "Bize ne oluyor?" demişsem, demek ki olanı benle paylaşan insanlar olduğunu düşünüyorum. "Bize bir şeyler oluyor..." Yaşamak,
arkadaşlar, bana öyle geliyor ki, hep bir şeylere uğramaktır. Yaşıyorsak
bize hep bir şeyler olur. Yani bana bir şeyler olur, ama ben tek başına
bir varlık olmadığım için, diğer insanlarla olduğum için onlara bir şeyler
olur ve onlarla birlikte, onlarla bütünleştiğimi düşündüğüm dünyada "Biz"e
bir şeyler olur. Bize neler olduğu sorusu aslında benim tek başıma yanıtlayacağım
bir soru değildir. Çünkü söz konusu "Biz" ise, "Biz"i
oluşturan insanlarla birlikte oturup düşünmem gereken, tartışmam gereken
bir sorudur, diye düşünüyorum. "Bize neler oluyor?", günlük
yaşamın içinden bakıldığında, mesela bir köşe yazarı arkadaşın böyle bir
başlık attığını görebilirsiniz, "Bize neler oluyor?". Büyük
olasılıkla Türkiye'yi kasdediyordur. Türkiye'nin şu zamanlarda konusu
Avrupa Birliği ilişkileri ise, o ilişkide aksayan bir şeydir, veya hükümeti
eleştirmek için söylüyordur, veya Türk insanının sahip olduğu değerlerin
yozlaşmasıyla ilgili bir soru olabilir, büyük olasılıkla. Ama benim bugün,
bu akşam sizlerle kurcalamak istediğim nokta bunlar değil. Başka bir şeyi
sizlerle paylaşmak istiyorum. Yani biz deyince Türkiye anlıyorsa, "Bize
ne oluyor?" acaba bundan on sene sonra Türkiye'nin hali ne olacak,
acaba Türkiye bölünecek mi, Avrupa Birliğine girerse nasıl girecek, neler
değişecek, neler değişmeden kalacak, içinde bulunduğumuz coğrafyada ne
gibi çatışmalar olacak?... Dolayısıyla bu sorular hepimizin merak ettiği
sorular olmakla birlikte, benim, "Bize ne oluyor?" sorusu bunlara
ilişkin değil. Burada birlikte, sizlerle konuşmaya veya birlikte sormaya
çalıştığım soru, günlük yaşamın içerisinden çıkarılıp hemen cevaplanabilecek
bir soru değil. Kalabalıklar
içerisinde yürürken, etrafıma bakınıyorum. Herkes bir yerlere koşturmakta.
"Ne oluyor?" diye bağırıyorum ama onca gürültü arasında çığlığım
kaybolup gidiyor. Demek ki diyorum çoğu zaman kendi kendime, ben tek başıma
bir birey olarak "Ne oluyor?" sorusunu bile soramam. Çünkü ne
olduğunu söyleyen merkezler var. "Ne oluyor?"un cevabını veren
danışmanlar var, enformasyon büroları gibi. Orada "Ne olduğunu merak
edenlere cevap verilir" diyorlar ve "Ne oluyor?" diye aklıma
bir soru geldiği zaman yanımdakiler diyor ki, "Bak en yakın 'Ne oluyor?'
bürosu elli metre ileride, sağa dön, oradaki adama sor, ne oluyor sana
cevabını verecek." Gidiyorum soruyorum "Ne oluyor?", "İyi
oluyor." "Biz sizin hakkınızda bütün başınıza gelebilecekleri
düşündük ve size olabilecekleri öngördük, gerekli tedbirler alınmıştır,
merak etmeyin, ne olursa olsun sizin hayatınız devam edecek." O zaman
diyorum ki, ne olduğunu bilenler var ve bunlar bürolar açmışlar, bu bürolar
gazete çıkarıyorlar, televizyon kanalları var, dergileri var, siyasi güçleri
var, partileri var, paraları var ve bize "Ne oluyor?"un cevabını
her dem, her an veriyorlar. Onun için fazla "Ne oluyor?" diye
sorarsan, belki bir şeylerden de korkmaya başlıyorum çünkü fazla soranların
başına iki şey geliyor. Bir tanesini tutup, bir yer var, biz "Ne
oluyor?"un cevabı konusunda seni, tamir edeceğiz denen bir tamirhane
var, işte orası da klinik yahut akıl hastanesi bilmem ne diyorlar. "Çok
fazla soru soruyorsun, çocukken sorabilirdin ama bak sen kocaman eşek
kadar adam oldun, hâlâ bu yaşa geldin 'Ne oluyor?' diye soruyorsun, burası
Türkiye, her ne olduğunun cevabını büyüklerimiz biliyor. Büyüklerimiz
bilmiyorsa, köşe yazarlarımız biliyor, büyük yazarlarımız biliyor. 'Ne
oluyor?'un cevabı üzerine ihtisas yapmış hocalar var üniversitede, cübbelerin
içinde, onların hepsine sor. Ben sana söyleyeyim evladım ama bunun cevabını
anlayabilmen için, yüksek düzeyde ekonomi bilmen lazım veya integral çözmen
lazım. Büyük ustalar var, üstadlar var ve onlar biliyorlar, onun için
ben susuyorum. Yani düşünün, şu ahir ömrümüzde -kaç sene yaşayacaksak-
bir şöyle doya doya "Ne oluyor yav?" millete soramıyorum. "Sus
başkaları duyar, ne oluyor deme. Sonra başımıza kötü şeyler gelebilir,
ne oluyor diye sormayalım. Ne oluyor, şikayet mi ediyorsun, hayatını beğenmiyor
musun, ne demek ne oluyor, ne istiyorsun, ne diye soruyorsun, zorun ne?",
"Ne oluyor?" diye sorma, sen 'Ne yapmamı istiyorsunuz?' diye
sor. 'Ben neye yakışırım?' diye sor." Zaten senin yerini önceden
tespit ediyorlar. Senin yerini önceden, küçücük yaşlarda, aile içinde,
ne olman gerektiğini, sana neler olabileceğini büyüklerimiz kararlaştırıyorlar.
Eskiden belki, Osmanlının son dönemlerinde veya Osmanlı dönemlerinde,
işte erkek çocuksanız "Paşa" olur, "Oğlum büyüsünde Paşa
olsun" deniliyormuş, değil mi? Ne olacağınızı biliyorsunuz veya küçük
yaşlarda itfaiyeci oluyorsunuz, polis oluyorsunuz, hemşire olmaya çalışıyorsunuz,
doktor olmaya çalışıyorsunuz. "Ne oluyor?"u çok da iyi bilemiyorsunuz.
Bu beşikten mezara kadar, belki bize sorma fırsatı verilmeyen bir soru
gibi duruyor, ne oluyor?. Çünkü sormaktaki sıkıntımız şuradan kaynaklanıyor,
o otobüs örneğini tekrar anımsarsak, etrafımızda çok fazla "Ne oluyor?"
sorusunu soran yok. O zaman "Ne oluyor?" sorusunu siz sormaya
başladığınız zaman, ya aptal olduğunuzu düşünüyorsunuz, çünkü herkes ne
olduğunu biliyor, bir tek ben bilemiyorum herhalde, ya cahilim, ya geri
zekâlıyım. "Ne olduğunu bilmiyor musun, gazete okumuyorsun herhalde,
bak televizyon programlarında ne olduğunu anlatıyor, kursu var kursa git,
ne olduğunu öğren gel. Herşeyin cevabı var." O zaman korkuyorsun,
"İyi, tamam, peki..." Olan oluyor herhalde, ne bileyim ben.
Yani bir şeyler oluyor ve demek ki bu dünyada bir şeyler olur ve ben hiç
soru sormam. Ne diye soru sorayım. Bu soru çok
önemli bir soru "Ne oluyor bize?" ve de çok yakından ilgili.
Avrupa Birliği'ne adım atma durumundayken verdiğimiz ödünler, "Biz"
olmayı, "Ben" olmayı, bu topraklarda yaşayan insan olmayı, cumhuriyet
çocuğu olmayı unutup, tamamen farklı bir platformda kendimizi düşünüyor
olmamız, bu çok kötü bir şeydir. "Biz" olmak, bu demek değildir.
Yani, başkalarıyla kucaklaşmak elbette, sonunda çünkü bütün insanlar olarak
"Biz" olacağız. Ama o "Biz" içinde yok olmak istemiyoruz.
O "Biz" içindeki yerelliklerimizi yitirmek istemiyoruz. O "Biz"
içindeki, türkülerimizi, şiirimizi, Türkçemizi, geçmişimizi, geleneklerimizi
yitirmek istemiyoruz. Dünya vatandaşı olalım diye tamamen kendimizi silip
süpürmek istemiyoruz, yüzümüzü yok etmek istemiyoruz. "Avrupalı,
gel bana bir yüz çiz." demiyoruz, böyle bir şey değil Avrupalı olmak.
Avrupalı olmak; Anadolulu, Türkiyeli olarak, Avrupalı olmak; "Biz"
olmak, Sivaslı olarak biz olmak, Çorumlu olarak biz olmak, Diyarbakırlılı
olarak biz olmak, Edirneli olarak biz olmak. "Biz" olduk diye
bütün yerelliklerimiz ortadan kalkacak değil ki. Dolayısıyla, "Gelin
canlar bir olalım" dediğimiz zaman, biz orada "canlar"
olarak hepimizin birer "can" olduğu duruyor, yani canımız çıkmadan
bir oluyoruz. Yoksa canlarımız elimizden alındıktan sonra bir olmanın
anlamı yok ki. Benim yok olduğum bir "Bir"e girmek istemiyorum.
O "Bir"e ben farklılığımla girmek istiyorum, bağımsızlığımla
girmek istiyorum, geleneklerimle girmek istiyorum, inançlarımla girmek
istiyorum. Kendi hayat tarzımla girmek istiyorum. E bütün bunları elimden
aldığın zaman, artık "Ben" olmuyorum ki, ben nereye gireyim.
Ben yokum ki bir yere gireyim. Tamamen siliniyorum ve bir yere beni dahil
ettiklerini söylüyorlar, "Hah, şimdi 'Biz' oldun" diyorlar.
Ben yokum ki "Biz" oldum, "Sen" oldum ben. Ben "Biz"
falan olmadım, beni "Sen" yaptın, yok ettin hani "Biz".
Yalancıktan "Biz", hani çocuklar yoktur aslında ama büyükler
çocuklar adına hep "Biz" derler, öyle "Biz" olmak
istemiyoruz ve ne olduğumuzu da bilmek istiyoruz, hem "Biz"
kimiz? Kendimiz olarak "Biz" olmak istiyoruz bu dünyada, çünkü
bu dünyalı olmak istiyoruz arkadaşlar. Ama bu toprakların çocukları olarak,
dünyalı olmak istiyoruz. Bu topraklarda yalıtılmak, bu toprakların dışındaki
dünyaya kapanmak istemiyoruz, dünyalı olmak istiyoruz. Yalnız Avrupalı
değil, Afrikalı da olmak istiyoruz, Avustralyalı da olmak istiyoruz, Eskimolarla
da birlikte olmak istiyoruz. Ufak, kısa vadeli çıkarların ardında bir
yere gitmek istemiyoruz. Dünyayı kuşatmak istiyoruz, dünya ile birleşmek
istiyoruz. Dünya ile "Biz" olmak istiyoruz ama kendimiz olarak
"Biz" olmak istiyoruz. Dolayısıyla, kendimizin ortadan kaldırıldığı
şeyde "Ne oluyor?" diye soruyoruz tabii. Bizi yok ediyorlar,
yani "Bize ne oluyor?" değil, sonunda "Biz" diye bir
şeyin olmadığını anladığımızda "Ne oluyor ona, onlara?". Artık
kendinize böyle bir dünyada 'O' demeye başlıyorsunuz. Çünkü, "Ben"
oluşunuz, "Sen" oluşunuz ortadan kalkıyor ve yalnız "O"
lardan oluşmuş kimliği, kişiliği, varlığı silinmiş, yüzü olmayan, geçmişi
olmayan, görüşü olmayan, kendine özgü duygusu, aklı, yaşama tarzı , yaşam
biçimi olmayan, hep taklit eden, hep ezilen, silinen insanlar olarak mı,
"Biz" oluyoruz? 1.
Katılımcı : Adım Akif Teker. Ahmet Hocam tebrik ediyorum sizi.
Bu sorunun üzerinde o kadar uzunca bir gezinti yaptınız fakat sorunun
cevabını da vermediniz (gülüşmeler). Sanıyorum cevabı bizden alacaksınız.
Bana göre bu sorunun cevabı içinde gizli. 'Bize neler oluyor?' da 'biz'i
meydana getiren, 'ben'i çok iyi tanımadan, çok iyi anlamadan, içini doldurmadan
'biz' oluyoruz. Biz olunca, benim esamem okunmuyor artık bu kadar kişi
içerisinde, benim ayaklarım yerden kesiliyor, işte o zaman olanlar oluyor,
teşekkür ederim. A.İ. : Bunu bir sağlık belirtisi olarak mı, yoksa patolojik bir hal olarak mı…….? 2.Katılımcı: Yok hayır öyle bir yorumda bulunmuyorum ama, öyle koşullara maruz kalınca insanın kolay kolay ben duygu sağlığının yerinde olabileceğini zannetmiyorum. Sağlığı yerinde olanlar diye düşünüyorum, onlar da genelde yalnız kalmayı tercih ediyor. Yalnız kalmak derken, biraz tek başınalıktan bahsediyorum, anlatabildim mi? Yani yalnızlık değil de, biraz tek başınalık. Çünkü kendi var oluşunun sanırım farkına varamıyorsunuz. Sabahtan akşama kadar sürekli bu şekilde uyarılma yoluyla. Benim söyleyeceklerim bu kadar. 3. Katılımcı: Nesli Bilecan. Ben şöyle düşünüyorum; 'ben' bilinci olmadan 'biz' bilincinin çok fazla oturabilceğini düşünmüyorum, çünkü şöyle düşünüyorum: Değer yargılarıyla ve önyargılarla yetişen bir nesiliz ki kesinlikle kavramları oturtamıyoruz. Yani, bir 'ben' bilinci olmadan, 'Bize ne oluyor?' sorusu çok ortada kalan bir soru. Çok ortada olduğu için, bence önce 'Ben kimim, ben bilinci ne?',. soruları irdilenmeli. 'Ben' bilinci oturduktan sonra, bunlar gelmeli. Değer yargıları ile yetiştiğimiz için de bir yanda 'biz'in içine giriyoruz ve 'bize ne oluyor?'a geliyoruz. Başımızdaki insanların 'ben'leri 'biz'de oluşmaya başlıyor. O yüzden 'ben' yok olup, 'Onlar'dan biri oluyoruz. Ben böyle düşünüyorum. A.İ.
: Teşekkür ediyorum. Bir yorum yapmak istiyorum bu noktada. Şimdi
tabii içimizde sosyolog arkadaşlar varsa veya sosyolojik düşünmeye eğilimli
olan, bu tip konuşmalardan son derece rahatsız olacaklardır. Çünkü ben
zaman zaman bu tip böyle 'ben', 'biz' ilişkilerini konuştuğumda, çok büyük
itirazlarla karşılaşıyorum. "Ben, diye bir şey uyduruyor bu adam.
Toplumdan bağımsız bir 'ben' olamaz" diye itiraz ediyorlar haklı
olarak. Doğru tabii. Yani buradaki 'Ben' sözünden anladığımız, toplumdan
yalıtılmış, tamamen kendi içinde her türlü yapıp etme gücüne sahip bir
varlığı anlamıyoruz. Her 'ben' bir toplum ve bir kültür içindedir ve bir
değer sistemi içindedir. Dolayısıyla zaten hepimiz 'ben' olarak ortaya
çıkmayı düşündüğümüzde veya 'Ben kimim?' diye sorduğumuzda, önce zaten
bir topluluğun ve onların bir parçası oluyoruz. Yani doğar doğmaz 'ben'
diye bir şey oluşmuyor. Önce onlardan biri oluyoruz, bebeklerden biri
oluyoruz. Sonra bilincimiz yerine geldikçe belki 'Biz' demeye başlıyoruz,
'Ben' bilinci bayağı ileri bir yaşlarda oluşuyor. Yani sosyal psikolojik
açıdan baktığınız zaman, şimdi benim burada 'Ben' dediğim şey, tamamen
bu anlamdaki 'Ben'dir. Belli bir kültürün içinden geçmiş, toplumun bir
öğesi olan, toplumla birlik olan, kültürle birlik olan, onun üstünde ve
dışında olmayan, bir 'Ben'i kastediyorum. O bakımdan yanlış anlamamak
lazım. Yani tamamen kendi başına bağımsız bir bireyden söz etmiyorum.
O anlamda bireyciliğin bir moda işi olduğu batıda ve çok da insanı tanımaya
yardımcı olmayan bir şey olduğunu düşünüyorum. O anlamda bireycilik batı
düşüncesinde bolmuş. Aydınlanma düşüncesinde vardır birey, Descartes'tan
bu yana başlayan modern düşüncenin içerisinde 'Ben' düşüncesi vardır ama,
'Ben' her zaman bir toplumun, bir kültürün parçasıdır. Buradaki 'Ben'den
kastettiğimiz şey, tekrar ediyorum, önce 'Onlar' olabilmiş, yani bütün
insanlar içerisinde 'Onlarla' birlikte yaşamış, onlarla birlikte eğitilmiş,
onlarla birlikte öğrenmiş, ondan sonra içinde bulunduğu 'Onlar' topluluğunda
'Biz' olmayı da kendisine öğretilmiş birisi ve sonra 'Ben' olmuş. Yani
insanın yaşam gelişimi içinde 'Ben' son aşamalarda oluşuyor. Küçük çocukta
olmuyor. Hani küçük çocuk belki kendini düşünür ama orada çok yüksek düzeyde
bir 'Ben'lik, bir bireylik, bir kişi olma özelliği fazlaca yok. Sonradan
geliştirdiğimiz bir şeydir ve orada haklısınız elbette, özerk insanlar
olabilmek, yani kendi karar verme gücüne sahip, kendi dünyası olan, kendi
bakış tarzı olan. Yani bir gazateyi okuduğu zaman, orada yazılanların
tamamen etkisinde kalıp, "Haaa, vay be, demek dünya böyleymiş! Şimdi
ne olduğunu anladım.Bunu okumasaydım, anlamayacaktım." Hemen böyle
kararlara varmayan, eleştirme gücü olan, birkaç köşe yazısı okuyup, aralarında
karşılaştırma yapan, birini seçen veya hiçbirini seçmeyen, birçok görüşe
birden karşı çıkabilecek gücü olan, alışılmış görüşlere karşı çıkabildiği
için yalnız kalmaktan korkmayan, çünkü hepimiz ondan korkuyoruz, yani
afaroz edilmekten, bir parti içinde çalışıyorsak, kendi görüşümü ikide
bir desem o zaman beni atıyorlar, yani birçok siyasi partide bir lider
sultası var ve 'Ne oluyor bize?'nin cevabını başkan biliyor zaten. Ve
onun için bütün partililer olarak, 'Bize olan oluyor, başkanın dediği
oluyor, o biliyor' diyoruz. Dolayısıyla 'Ne oluyor bize?'yi kendi bakış
açımızdan görme gücümüz pek yok. 4.Katılımcı : Gültekin Söylemezoğlu. Sayın İnam'a çok teşekkür ediyorum. İrticalen böyle bilimsel bir konuyu bizlere ifade ettiler. Şimdi, yalnız, konuşmanızın sonunu bağlarken, Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır' sözünü belirttiniz. Evrenin de, dünyamızın da bir gün yok olacağını söyleyerek konuşmanızı tamamladınız. Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti'nin mimarı, inşa edeni ve arkadaşlarıyla birlikte donatanı olarak, 1979 yılında Birleşmiş Milletler UNESCO'nun 156 ülkenin oybirliğiyle kabul edilen bir kararı var. Müsaade buyursanız onu ifade etmek istiyorum. Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak evrensel nitelikleri, değerleri tescil edilen bir kişi ve kişiliktir Atatürk. Şimdi, "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacak, Türkiye Cumhuriyet ilelebet payidar olacaktır" dediği gibi, Türk Gençliğine Hitabesi'nde de biliyorsunuz, "Türkiye Cumhuriyeti'nin istiklal ve cumhuriyetimizi ilelebet muhafaza ve müdafa etmektir." Bir de, "Ey Türk Gençliği, mevcudiyetinin yegâne temeli de budur" tümcesi var. Şimdi, devletler bildiğiniz gibi, kurulur, gelişir ve bir gün yok olur. Bu gözlediğimiz bir vaka. Atatürk bunu elbette biliyordu. Ama "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacak" derken Türk gençliğine ve Türk ulusuna bir hedef gösteriyordu. Şimdi sizin bu "Bize ne oluyor?" sunumunuzdaki bütünlük içerisinde bir çelişki olmuyor mu acaba? Teşekkür ederim. A.İ.
: Tamamen haklısınız. Yani ben orada belki biraz ölçüyü kaçırmış
olabilirim sorgulamada. Şöyle bir ahlaki yükümlülük hissediyorum kendimde.
Biz gerçekten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak zor bir dönemden
geçiyoruz. Belki çok kritik dönem diyebileceğimiz dönemler. Ve bu zor
dönemleri atlatabilmek iyimser ve umutlu olmakla olanaklıdır. Çünkü aşırı
karamsarlık, gerçekçilik adına da olsa ahlaki değildir. Çünkü karamsarlık,
karşılaşacağımız yaşam sorunlarının üstesinden gelmeyi engeller. Bizi
güçsüz bırakır. Onun için iyimser ve umutlu olmak, o açıdan bir ahlaki
yükümlülüktür ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın gereğidir. O yüzden
ben, zaman zaman kendim başka türlü konuşsam da demek ki arada bir çelişkiye
düşebiliyorum. Çünkü hep şeyi söylemeye çalışmışımdır: Mutsuzluk ve umutsuzluk,
en büyük ahlaksızlıktır. Çünkü mutsuz ve umutsuz olduğunuz zaman, insanlara
verebileceğiniz hiçbir şeyiniz kalmıyor. Bu çok büyük bir yaşam ayıbıdır.
Ama diyeceksiniz ki "Ben nasıl mutlu olayım? Bak başımda bir sürü
bela var, bu kadar sıkıntı var, Türkiye gibi bir ülkede insan nasıl umutlu
olabilir? Sen gel de umutlu ol." Bir sürü sıkıntınızı sayabilirsiniz,
Türkiye'de dönen bir sürü dolabı söyleyebilirsiniz, sorunları söyleyebilirsiniz,
gerçekleri söyleyebilirsiniz tırnak içinde ama beni hiçbir zaman umutsuz
olmak için ikna edemezsiniz. Çünkü ben size sürekli olarak "Tamam
haklısın" derim. Ama bütün bunlarla baş edecek insanın umutlu olması
lazım. Yoksa Atatürk neden 1919'da oralarda işi neydi? Eğer öyle öngördüğü
bir Türkiye Cumhuriyeti, öngördüğü bir gelecek ve bu topraklarda süren
hayatın devamı için bir beklentisi, umudu, düşüncesi, tasarısı olmasaydı,
bu savaşın nasıl üstesinden gelecekti ve bu kadar devrimi, değişikliği
nasıl yapabilecekti. Karamsar, bıkkın, yorgun, yılgın, vazgeçen, ödün
vermeye hazır, insan bunu başarabilir mi? Ama çok enteresan, Atatürk'le
birlikte yola çıkanlardan bir kısmı, entellektüel takımı diyelim, okumuş
yazmış, hoca filan olanlar, dil bilenler bir kısmı mandayı savundular,
dikkat ederseniz. Çünkü zaman zaman ben düşünürüm, Atatürk'ün yanında
olan bir hoca olsaydım o zamanda yani cami hocası da olabilirdim, ama
kesinlikle manda aklıma gelebilirdi. Çünkü mümkün değil bunların çözülmesi
ve yapılabilmesi. Bir yerden destek almamız lazım. Amerika'dan, büyük
devletlerden, yardım istememiz lazım. Onun için gereken ödünleri de vermek
gerekir diye düşünürdüm. Sanıyorum şimdi Avrupa Birliği ile olan ilişkimizde
de böyle bir hava hakimmiş gibi, yani "Biz kendimizi kurtaramayız,
biz kendimiz kendi başımıza bağımsız olamayız, işte durumumuz ekonomik
açıdan, toplumsal açıdan etnik açıdan...." falan filan bir sürü sorunlar
içerisinde olduğumuzu görerek hep kendimizi birilerinin yardımına doğru
itmiş oluruz ve onlara sığınmaya çalışırız. Bu çok yanlıştır çünkü galiba
Atatürk'ten öğrendiğimiz de budur ve o yüzden bu topraklardan böyle bir
insanın çıkıyor olması, bizim buradan çıkmış olması, bizim bundan sonraki
hayatımızda karşılaşacağımız sorunlarda bize destek olacak çok büyük bir
umuttur. Madem ki bu topraklar böyle bir insan çıkarabiliyor, bu tip insanlar
çıkartabiliyor tarih boyunca, o zaman hâlâ umut vardır. "Türkiye
batıyor, Türkiye elden gidiyor, herşey kötü, hiçbir şey düzelmez.."
Birçok entelektüel, aydın bu tip karamsarlığa çok eğilimli, çok teşne.
Bizim entel barlara filan gidin, muhabbetlere baktığınız zaman "Türkiye
batıyor" bir sürü komplo teorileri, 'yakında batacağız, Türkiye bölünecek,
işte bir tek biz Konya, Ankara kalacak, bütün hepsi şeylere gidecek. Onunla
Türkiye olarak, sap gibi iki vilayet kalacak' böyle bir sürü senaryolar
yazılıyor. Bizim beş para etmediğimiz, bilimde ilerlemediğimiz, düşüncemizin
olmadığı, dilimizin düşünmeye ve bilim yapmaya elverişli olmadığı ve bir
sürü karamsarlık. İyimser olanların salak zannedildiği bir ülkede yaşıyoruz.
İyimserlik ve salaklık arasında bir ilgi olabilir çünkü cahil ve durumdan
habersizse iyimser olabilir, ama o bizim istediğimiz iyimserlik bu değil.
Bizim istediğimiz iyimserlik ve umut, gerçekleri bildiği halde umutlu
olmak. Öbür türlü babam da umutlu olur, bilmiyor nasıl olsa. Yani cahil
umudu değil, bilenin gerçekçi çözümlemeler yapabilenin umudu, bize bu
yakışır, bu yakışması gerekir, zor olanda budur. Gerçekleri bildiğiniz
halde, canınızı sıkan birçok şeyi gördüğünüz halde umutlu olabilmek. Bu
umut tabii politikacıların, umut tacirliği yapması anlamında bir umut
da değildir. 'İşte vatandaşlarım kalkınıyoruz!' hep böyle bir takım edebiyatlar
yapılmıştır. Bu aldanma içerisindeki bir umut da değildir. Bu umut galiba,
kendimize güvenme, geçmişimize güvenme, insanımıza güvenmeden kaynaklanan
bir umuttur. Çünkü bu güvenimizden başka güveneceğimiz başka bir şeyde
yoktur, yani insanımıza olan güvenden başka. Çünkü şöyle bir şeyde söylenir
hatırlarsanız, Türk insanı için denir ki, Türk insanının, ancak yumurta
kapıya dayandığı zaman aklı başına gelir. Belki henüz yumurta kapıya dayanmamıştır.
Yani aklımız başımıza gelecek midir ama, dayanalı bana soracak olursanız
epey oluyor. Çoktan dayanmıştır ve kırılmaya başlamıştır (gülüşmeler).
5.Katılımcı : Hareket etmiyoruz efendim, kusura bakmayın da, yani biz burada hareket etmiyoruz. Aydınlarımız gerçekten çok konuşuyor, konuşuyoruz ama hareket yok. Bakın, şu andaki eğitim sistemimiz gerçekten koşullu eğitiyor. Koşullanan bu insanlar, çocuklarımız nasıl diyorum yaşamı düzeltecek? Biz olumsuz düşündüğümüzden değil, gerçekten kuşatılmışlığın içindeyiz. Aydınlar işbirliğine giremiyor, hareket edemiyor, kendileri referans oluşturamıyor, konuşmada kalıyor ve bu da bağışıklık sistemimizi her geçen gün giderek daha da zayıflatıyor. A.İ. : Güzel bir deyim kullandınız "bağışıklık sistemi", yani yaşam sağlığımız. E6: Hocam, 'Ben' ve 'Biz' olmanın ve 'Neler oluyor?' konusunun günlük hayattaki birçok unsuruna değindiniz. Ama bence çok önemli olan, anlattıklarınızı çok etkileyen bir alana hiç girmediniz. Üstelik bu alan öyle bir alan ki, ne 'Ben'in ne 'Biz'in kim olduğunun hiç sorgulanmasına izin verilmediği, ne olduğunun, nasıl olduğunun, niye olduğunun hiç sorgulanmadığı bir alan. Bu alan metafizik alanı, mistik alan, özetle din ve inanç alanı, eminim siz de kabul edersiniz ki bu anlattıklarınızla doğrudan ve çok önemli derecede ilgili bir alan. Son zamanlarda siz, gönül felsefesine biraz fazla daldığınız için biliyorum, 'Ahmet Hoca, o tarafa mı kayıyor?' diye eleştirildiğinizi de biliyorum. Belki de bu yüzden, eleştiriden korktuğunuz için mi girmediz, onu bilmiyorum ama? A.İ. : Mübarek ramazan günü.... E6 : O yüzden bütün bu anlattıklarınızın, o dünya ile olan ilişkisine ve çelişkisine de değinirsiniz zannederim, çok yararlı olacak. A.İ. : İyi olurdu ama herhalde zaman sorunumuz var. Belki onu bir başka konuşma konusu yaparım. O tip şeyleri konuşmaktan kaçmıyorum. Şöyle bir görüşüm var, inanç konusu çok önemli tabii. Şimdi bakın, bir zekâdan söz ediliyor değil mi? Bir problem çözme zekâsı var, son zamanlarda da duygusal zekâdan söz edildi. Bu da yine duygu zekâsı ile ilgili. Ama bir zekâ daha var, bu yine batı literatüründe söz edilen bir zekâ türüdür. Bu zekâya, manevi zekâ deniyor, SQ diye gösterilen bir, EQ diye yazılıyor. Bir IQ, bir de SQ diye yazılıyor. Manevi zeka. Biz belki MZ Türkçe'de diyebiliriz veya isterseniz biraz daha Türkçe TZ tinsel zekâ. Şimdi manevi olan, yalnız dinin tekelinde değildir. İnanç sadece dinle tayin olan, dinle sınırlı bir şey değildir. Bunu birçok insan anlayamıyor. Yani insanın manevi güçlerinin olması muhakkak camiye, kiliseye, havraya gitmesiyle olanaklı olduğunu sanıyorlar haklı olarak. Çünkü yüzlerce yıl manevi olanın yönetimi, dinlere kalmış, ruhban sınıfına kalmıştır. Ama bence bir ateistte pekala manevi, onların deyimi ile, cihazlanma içinde olabilir. Tinsel gücü çok yüksek olabilir. Tinsel zekâsı, manevi zekâsı çok gelişmiş olabilir, çok güzel bir insan olabilir. Çünkü tinsellik, yani maneviyat, insanlığın çok yüksek değerlerini içeren bir şeydir. O yüksek değerleri, yaşamakla ilgili bir şeydir. Bunu yaşayabilmek, doğrudan doğruya dinle, tekrar edeyim, sınırlı değil. Dinsiz de bunların yaşanabileceğini, insanlarımıza anlatabilmek gerekiyor ama Türkiye'de böyle bir ortam yok. Birçok dinsiz arkadaşım var, korkularından dinsizim diyemiyor, Allaha şükür, ben de müslümanım diyorlar. Ulan hiçbir şey yapmıyorsun, ne camiye gidiyorsun, ne bir şey yapıyorsun, ne besmele çekiyorsun, ama ben dindarım. Dindar olmak başka, Tanrıya inanmak başka. Çünkü dindarlık yine bir mensubiyetle ilgili olsa gerek. Yani bu konular, önemli konular olarak gözüküyor ama, 'Ne oluyor bize?'nin o tarafına bu konuşmada fazla girmek istemiyorum. Yani bu kadar ipucu vermek istiyorum. 7. Katılımcı : Biz, 'biz' dediğimiz benler içinde benliklerimize onur kazandırmadığımız sürece bu devam eder gider. Özellikle sizin için geldim yani televizyonda birkaç kez sizi dinledim, hoşuma gittiniz. Ben satırlarla okumayan bir adamım. Okumadan yazan bir adamım, satırları okumam. Önce yazarım, sonra okurum. Dolayısıyla aklı iradeyle sağlanmış diri bir bedenle, mutlu olmuş bir ruha sahip olmadığımız sürece bu işleri çözemeyiz. Çünkü bu ruh içinde bütün duygu ve düşünceler. Onu sağlamadığımız sürece, benliklerimize de onu kazandırmadığımız sürece kesinlikle bu işlerin üstesinden gelemeyiz. Bu kadar, saygılar sunuyorum, hepinizi de çok seviyorum. "Ey ademoğlu, geçmişten ders alarak yaşasana, aklın yolu bir, doğruyu gösteren hak sana, danışmadan akla sakın gitme nefsten yana, sonra başınızı taştan taşa vursanız kaç para." 8. Katılımcı : Efendim, şimdi bütün anlattıklarınızın neticesinde şöyle bir durum ortaya çıkıyor, sanki toplumumuz çok kaliteliymiş gibi. Yani, bu toplum aslında, bin yıldır, hiçbir müesseseleşmeyi, hiçbir şeyi gerçekleştirememiş. Yani ona da vereceğim örnek de şudur: Türk Ceza Kanunu'nun yeniden yapılması reforme edilmesi sırasında bir sürü şeyler oldu ve engellendi. Neticede Avrupa Birliği'nden bir bastırma olduğu zaman çıktı. Yani toplum kendisi birleşerek, bütünleşerek bir şey başarma gücünden yoksun. Yani biz kalitesiz bir kitleyiz aslında. Fakat bunu ikide bir de dönüp dolaştırıp yani Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne veriyorlar ama mesela çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma bu şimdi Avrupa Birliği'yle özdeşleşti. Acaba toplum çağdaş uygarlık seviyesine ulaşabilecek kalitede mi? Bir de onu sorgulamak lazım, yani bu çerçevede biz bir müsesseleşmeyi gerçekleştirebilirsek belki 'biz' olabiliriz ve birtakım niteliklerle o genel birliğe katılabiliriz. Ama bu halimizle sanıyorum ki, toprakların altında belki büyük medeniyetler var ama hiçbirimizin haberi yok. Zaten bin yıldır sadece sığır otlamışız. Yani bir de kılıç çekip bütün herkesin servetini buraya aktarmışız. Yani Osmanlı hanedanı mesela, hanedan deniyor ama bir köylü hanedanıdır neticesinde. Herkesin temelini araştırsanız bir köylü çıkar. Yani biz köylüyüz. Göçebe köylü bir toplumuz. Bunu aşıp da bir demokratik sistem ortaya koymak, kurumsal bir yapılaşma sağlayamadan sizin söylediğiniz 'biz'e ulaşmamız ve de ferdin ortaya çıkması, bireyin ortaya çıkması sanıyorum mümkün değil. Yani bence farklı şekillerde düşünüls,e belki gençler daha iyi anlar diye düşünüyorum. Bu bakımdan, buyurduğunuz gibi 'biz'e katılmamız dünya çapında doğru, evet haklısınız ama, ben bu kalitesiz toplumla pek bu işin sağlanabileceğini sanmıyorum. 9. Katılımcı: İnsan programlanabilen bir yaratık. Bu yaratığa birçok 'ben' programı, birçok 'biz' programı verilmişken, bu önceden verilmiş programların oluşturduğu labirentin içinde bireyin özgür bir 'ben' ve 'biz' oluşturabilmesini nasıl arzu ediyorsunuz, diye sormak istiyorum. Bu şuna benziyor, yerçekimi var insanları yeryüzüne bağlayan, bunun bir benzeri de sosyal ilimlerde var, toplum çekim var. Yerçekiminden ne kadar güç kurtulmak, kurtulsanız dahi ne kadar zor ebediyen kurtulabilmek, sonunda gene dönüyorsunuz buraya, kürkçü dükkânına. Toplum çekimde de böyle. Ne kadar süre o toplumdan bağımsız kalabilirsiniz, sonunda gene benziyor kendisine. Bir örnek istiyor musunuz? İçinde bulunduğunuz camia, Ortadoğu Teknik Üniversitesi. Çekmedi mi toplumu kendisine, benzetmedi mi kendisine, ötekilere. Konu çok
çeşitli üst alt boyutlara çekildi fakat başlıklar halinde birkaç şeye
dokunmak istiyorum. Hiçbir fert, hiçbir kurum ve toplum, penceresinden
daha geniş bir bakışa sahip olamaz. Bakış açısı ne kadar genişse o kadar
görebilir, maalesef benim toplumumun şu anda bakış açısı dar. Hele okumuşumun
bakış açısı daha da dar. Okumuşum benim toplumumuna dar geliyor. Okumuşumun
çok kıymetli bir harsi var ama farkında değil. Okumuşum ise hep başkalarının
yazdıklarını okumuş, hiç kendi insanını okumamış. Bakıyor ama görmüyor,
görmediği için tanımadığı o insana kıymet vermiyor. Gözü hep dışarıda,
teknolojisi, konforu, refahı gelişmiş ülkelerde. Bir koyverin onları,
hepsi gidecek. Demin dile getirildi, toplumumuzun kalitesi kalitesizliği
ile ilgili. Tabii zihniniz her gün sahneyi alan, medyanın ön planına çıkan
uç örneklerle dolarsa, ki dolduruluyor, bilerek bilmeyerek dolduruyor,
bu uç örneklerle dolan bir zihnin bu toplumda bir kıymet oluştuğunu görme
şansı kalmıyor ki, çok zor. Ama eğer yerkürede biraz gezer, biraz kaynaşır,
öteki kültürlerin, milletlerin toplumsal değerlerinin ne olduğunu şöyle
beyinlerine, yüreklerine giripte biraz tartabilirseniz, elinizde bir terazi
varsa, bu toplumda dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan bir kıymetin, farkında
olunmadan yattığını, bulunduğunu ve keşfedilmeyi beklediğini görürseniz
ama onu harekete geçirecek bir pencere lazım, gören bir göz lazım. Onu
gören lider, nasıl gördü. Umutsuzlukların arasında o umudu nereden aldı.
İki yerden aldı. Bir, penceresi geniş bir dünyaya baktı, "başka yapanlar
var, biz niye yapamayalım" dedi, birincisi bu. Örnekler varsa başkaları
yapıyorsa biz de yapabiliriz dedi. İkincisi, insanların, toplumların bütün
birikimleriyle karşı karşıya gelip güç mücadelesine giriştikleri, o çatışma
alanlarında o önderdi. O toplumların, birikimleriyle karşında o durdu,
arkasında kendi insanı. Eğer o insan arkasında durmasaydı, tek başına
o da duramazdı. O önder, o toplum beraber durdular. Ben şöyle diyorum.
Türkiye'nin İstiklâl Savaşı, Türkün yabancıyla savaşı değildir, daha doğrusu
ilk çatışması Türkün, yabancıyla çatışması değildir. İlk çatışma Türkün
Türkle vuruşmasıdır. Umutlu bir bireyin umutsuz bir toplumla buluşmasıdır.
Ama umut kazanmıştır. Umut nasıl kazanır? Siz, hâlâ nasıl umutlusunuz?
Örneği Galile'den vereceğim. Galile ne dedi "bana bir dayanak gösterin,
yerküreyi yerinden oynatayım.", daha henüz oynatamadık ama umutlu
umutsuz şuradaki bütün insanlara soruyorum, "inanıyor musunuz bunun
doğruluğuna, böyle bir dayanak noktası bulsanız, dünyanın da yerinden
oynatılabileceğine inanıyor musunuz?" Sanıyorum "evet"
diyecekler. O halde umut var. Küçük kitlelerle egzersiz yapıyoruz, kaldırabiliyoruz,
oynatabiliyoruz. Eğer iyi bir dayanak noktası bulabilirsek, yerküreyi
de oynatabiliriz. Umutlu olmakta haklısınız, çünkü o enerjinin en pozitif
seviyelerinden de birisi. Teşekkür ederim. 4
Kasım 2004
|
||||
İletişim
Bilgileri
: |
||||
Adres:
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye Telefon: + (90) (312) 210 3141 Fax : + (90) (312) 210 1287 Oda Numarası: Z-43 E-mail : ainam@metu.edu.tr |
||||