|
|
EDEBİYATA BAKIŞTA BİLİMİN VE YORUMUN YERİ
Prof.
Dr. Ahmet İNAM
Konuşmam
şu bölümlerden oluşacak: Önce bu "edebiyat bilimi" konusunda
felsefenin ne gibi katkıları olabilir, felsefenin yeri ve felsefeden beklenen
ne olabilir ? Bu soruya kısaca değindikten sonra, ikinci olarak, bir araştırmanın
bilim olabilmesi için ne gibi ölçütler taşıması gerekir, böyle ölçütler
bulabilir miyiz? Ardından, edebiyat denen alanın bu ölçütlere uygun değerlendirmesi
yapılabilir mi; bir edebiyat bilimi veya edebiyat ilmi olanaklı mıdır?
Olanaklı ise bu olanak nereden geliyor sorularını soracağım. En sonunda
da da bütün bu tartışmalardan bir sonuca varıp, edebiyat alanına ilişkin
yapılabilecek ya da yapılmakta olan araştırmaların bir değerlendirilmesi,
bir eleştirilmesi ile konuşmamı bitireceğim.
Ben bir felsefeciyim ve uzun yıllar bilim metodolojisi üzerine çalıştım.
Söyleyeceğim şeyler benim öznel düşüncelerimdir. Bilim ve kültür ilişkisi
konusunda kendi bakışımdan değerlendirdiğim düşüncelerdir. O yüzden felsefe
böyle diyor diye felsefe adına konuşmam. Bunlar benim kendi özel felsefî
yorumlarımdır. Elbette bunların gerekçelerini belki bu konuşmalarımın
sınırları içerisinde değil ama gereğinde uzun uzun anlatabilirim.
Bizim kültürümüzde de, bütün bu yörede yaşayan halkların kültüründe de,
bilim-kültür ilişkisi acaba böyle midir? Bilimden bir medet umma, bilimden
aşırı bir beklenti var. "Bilim gelecek, cümle eksikler biter",
sözüyle dile getirilebilecek bir durum. Bilim diye bir büyülü güç var,
neyse o. Ben ona " bilimden kuş çıkarma" adını veriyorum. Bilim
gelecek, kuş çıkacak. Bu kuş da bizim bütün kuşkularımızı giderecek. Bizim
insanımız son zamanlarda nedense, felsefeyi tanıdıkça, felsefeden de böyle
bir kuş çıkarma niyeti taşımaktadır. Onlara göre, geri kalmışlığımızın
nedeni kesinlikle felsefe eksikliğidir. Bir felsefe okusaydık hayatımızda
yaptığımız bütün bu yanlışlıkların hiçbirini yapmayacaktık. "Güzelim
felsefeyi bir türlü öğrenemediğimiz için, başımıza bunlar geliyor"
diye bir düşünce var. Bunun hiç felsefî olmadığını söylemeliyim. Öyle
bir felsefe beklentisi ve öyle bir Mesih... "Felsefe gelecek, cümle
eksikler biter", bu Yunus'un sözüdür ama felsefe için söylenmemiştir,
aşk için söylenmiştir. Aşk ve felsefe arasında bence çok fark yok belki.
O yüzden ikisini birleştirebiliriz. Böyle bir felsefe beklentisi yanlış.
Çünkü bu, belki bizim insanımızda olan, ilahi bir güce sığınmayla özdeşleştirilebilecek
bir beklentidir. Felsefe öyle ilahi bir yanı olan bir şey değildir, salt
insanidir. Hatta daha kötüsü şeytanidir. Dolayısıyla felsefeden öyle ilahi
şeyler beklemenin çok da anlamlı olacağını sanmıyorum.
"Ah biz bir felsefe yapabilseydik edebiyat bilimimiz olacaktı. Edebiyat
bilimimiz olduğu için de, edebiyat çalışan akademisyenler olarak daha
saygın bilim insanları olacaktık." Bu "scientism" düşüncesi
epeydir batıda da var. Scientia est potentia denmiştir.(Bilim
güçtür, kuvvettir.) "Bilim" diye iyi bir sihirli bir sözcük
vardır ve akademisyenlerin bir çoğu da bu sözcüğün, arkasına sığınırlar.
Kendi sosyal konumlarını yükseltmek için böyle yaparlar. Bu da felsefeden
beklediğimizle bilimden beklediğimiz arasındaki inanılmaz paralelliği
gösteren bir şey. Felsefeciler de bu modele uymuştur. Örneğin, ABD'de
Avrupa'nın bir çok üniversitesinde, felsefeciler kendi geleneksel çalışma
tarzlarından giderek uzaklaşmışlar ve o üniversitelerinin kendi yapılandırmaları
içerisinde felsefeyi teknik bir alanla sınırlamışlardır. Felsefeci de,
"nedense benim sözlerim gayri ciddi ve hiç bilimsel gibi gözükmüyor",
diye düşündüğü için, herkes gibi "bilimsel olmakla" kendine
akademik hayatta bir yer bulma amacıyla, bilime aşırı öykünme yolunu seçebiliyor.
Onun için Reichenbach gibi düşünürler öyle kitaplar yazmışlardır:
"Bilimsel Felsefe" diye. Oradaki bilimsellik, katı positivist
bakışla sınırlıdır. Oysa, örneğin, Almanca'daki "bilimsellik",
bir anlamıyla, biraz bizim anladığımızdan, pozitivist bilim anlayışından
farklı olarak, ciddiyet demektir. Bilimsel çalışma demek,
ciddi çalışmak demektir. (Bir uyanık eleştirmenim, eşsiz bir mantık dehası
göstererek, "mizah da ciddidir o halde mizah bilimseldir" çıkarımıyla
bu savımı çürütmeye çalıştı. Her ciddi olan bilimseldir" demedim.
Her bilimsel adını verebileceğimiz etkinlik ciddidir" dedim. Galiba
mantık da "ciddi" bir uğraş olsa gerek!) Ciddi çalışma, söylediklerinin
hesabını verebilmek demektir. Söylediğinin gerekçelerini verebilmek demektir.
Diğer arkadaşların aynı alanda söylediklerini sorgulayabilmek, eleştirebilmek
demektir. Bu bir ciddiyettir ve isterseniz buna bilim de diyebiliriz.
Ama bilimden başka bir şey bekliyorsak, ondan doğa bilimleri gibi bir
bilim olmasını bekliyorsak, böyle bir şeyin olanağı yok.
Doğa bilimleri gibi bir bilim anlayışıyla, edebiyata bakılamaz. Böyle
bir bilimle bakılacaksa eğer, o zaman bu bilimin matematiksel bir dili
olacak, kabul edilmiş ölçülerle ölçülüp biçilebilecek, ölçümleri yapılacak..
Örneğin ben, Nedim'in bu şiirini okudum ve bu şiirdeki edebiyat düzeyi
0.78 diye ölçebileceğim. " Baki buna göre 0.92, demek ki edebi değeri
Nedim'e göre daha üstün olmak gerekir" diyeceğiz. İşte böyle ölçütlerle,
bilgisayar programları ile yapılan bir çalışma olacak, makineye vereceğiz;
makine de bu şiirleri ölçecek. Bunlar 1970'lerden itibaren yapılmış şeylerdir.
İçinizde belki bilgisayar programcıları varsa bir şiiri alıp, oradaki
o şiirin bir anlamda matematiksel çözümlemesini yapabilir; size belli
bir ölçü de verebilir. Ben gençliğimde bunu yaptım. Şiirlerin matematiksel
çözümlemesini yaptım. Nedim'in şiirini alırsınız, oradaki kelimeleri sayarsınız,
bu kelimeleri sınıflandırırsınız, işte aşka ait olanlar, tarihe ait olanlar,
mekân adları, zamana ilişkin olanlar, daha başka sınıflamalar yaparsınız
ve buradan sözcüklerin sayısını bulabildiğiniz gibi, frekansını, sıklığını
bulabilirsiniz, ortalama alabilirsiniz. Bu tip matematiksel işlemler yapılabilir,
yapılmaktadır ve bana sorarsanız bir anlamda yapılmalıdır.
Edebiyat bilimi diye bir şeyden söz ediyorsak, her şeyden önce buradaki
bilimselliği bir tür ciddiyet olarak anlıyorsak, bu işin
ciddiyetini, edebiyat yapıtının, matematikle ölçülebilecek bir yanını,
bulup ölçülmekle gerçekleştirebiliriz, örneğin.. Matematiksel ya da formal
bir yapısı varsa yapıtın, dil bilimleri yardımıyla ortaya çıkarılabilir.
Şimdi yapay zeka programları vardır, enformatik çalışmaları vardır. Matematikçiler,
dilbilmciler, edebiyat kuramcıları bu konularda müthiş kafa yoruyorlar.
Yapıtın hesaplanabilecek, ölçülebilecek yanını elbette öğrenebiliriz.
Bu yanıyla ilgili matematikselleştirme yapılabilir. Çıkarılan sonuçlar,
elde edilen bulgular, her zaman işimize yarar mı, yaramaz mı? Onu bilmiyorum.
Edebiyat yapıtının bir matematiği olduğu düşüncesine katılıyorum. Bu nereden
geliyor? Kullandığı kelimelerden geliyor. Kelime sayılarını sayabilirsiniz,
kelimeler arasındaki ilişkiyi kurabilirsiniz, kaç tane sıfat vardır, kaç
tane zarf vardır, fiil vardır? Kaç kelime, hangi zamanda kullanılmıştır?
Zamanlarını analiz edebilirsiniz. Pek çok analizi yapılabilir. Buradan
da o şiir, o roman, o öykü hakkında, onun kelimeleri arasında, kelimelerin
anlamları arasında sentaktik, semantik ilişkiler bulabilirsiniz. Hatta
böyle üslûp analizleri de vardır. Örneğin, bizim alanda da, felsefede,
bir eser Platon'un mudur değil midir diye sorulduğu zaman, oradaki dilin
kullanımına bakarak, uzmanları Platon'a ait olup olmayacağını tahmin edebiliyor.
Çok enteresan bir şey. Kullanılan kelimeler, zamanlar, cümle kalıpları,
bir kelimenin bir yerde kullanılışının sıklığına bakarak bu tip çözümlemeler
yapmak imkânı vardır.
Edebiyat dediğimiz zaman birkaç şeyi de ayırmak lâzım. Okuduğumuz romanlar,
öyküler, şiirler var; buna da edebiyat denir. Ve ben bir okur olarak sadece
bir romanı veya bir öyküyü, bir şiiri onlardan bir şey öğrenmek için,
insana dair bir şey anlamak için veya keyif almak için okuyorum. Dolayısıyla
edebiyatla ilişki bu anlamda bilimsel kaygılar taşımıyor. Ama edebiyat
etkinliğini tanımak amacına yönelik bir çalışma içerisine girersem, yani
salt keyif almanın, bir okur olmanın veya bir yazar olmanın ötesinde edebiyat
dediğim insan faaliyetini tanıma, anlama, sistemleştirme, araştırma işine
girersem, işte orda, belki "edebiyat bilimi"yle ilgili ilk adımı
atmış olurum.
Bu araştırmada felsefenin söyleyebileceği çok şey var. Ama her şeyi felsefe
söylemez. Felsefe diye böyle muhayyel, ne olduğu belirsiz, bir çeşit şahıslaştırma
sonucu ortaya çıkabilecek, genel bir kavram pek açıklayıcı değil; felsefe
diye bir kişinin varlığını ileri sürmek çok anlamlı değil. Felsefe ilk
çıkışına baktığımız zaman, bir insan faaliyeti olarak 2500 sene önceki
Yunan kültürüne baktığımızda, örneğin, bir araştırma ve sorgulama işiydi,
bir meslek değildi. Felsefeyi hiç kimse 4 sene, 10 sene, 25 senedir onunla
uğraşıyor diye kendi tekeli altına alamaz. Dolayısıyla edebiyatçılar olarak
sizin kendinizi felsefeden uzak görmeniz de çok doğru değil. "Felsefe
karar verecek" deniyor. Bu ne demek ? "Ben anlamam ne bileyim,
işte felsefe diye bir şey var, bir mahkeme belki veya birkaç kişi veya
ne olduğu belirsiz bir şey, o kendi kendine karar verecek" mi demek
? Sanki, "zamana bırakalım" gibi bir şey. "Bunun hakikatini
zaman yargılayacak" gibi bir sav.. Böyle bir savın pek anlamı yok.,
bu bağlamda. Felsefe herkesin, her insanın başarabileceği bir şey. Belki
her insanın, her sağlıklı normal insanın ilişki kurulabileceği, sözler
söyleyebileceği bir alan. Çok insanî ve çok basit bir şey. Bunu çok fazla
abartmanın, yukarılara çıkarmanın anlamı yoktur. Belki felsefeden bu kadar
korkmamız, biz felsefecilerden kaynaklanıyor olabilir. Ben pek yapmaya
çalışmıyorum ama, bu konuşmamda da yapıyor olabilirim. Havasından geçilmeyen
tipler olabilir. Ağzını açtığı zaman anlaşılmaz laflar söyleyenler; onlar
yüzünden "bu felsefe de müthiş bir şey herhalde, benimde aklım buna
ermez" gibi düşünebilir insan; yanlıştır. Bu bakış felsefî değildir.
Felsefeye böyle bir heyyula gibi bir şey olarak yaklaşmak, ondan korkmak,
onu öcü gibi görmek, kendimizin erişemeyeceği bir mevkide görmek, çok
yanlış bir şeydir ve yalnızca bizim kültüre de özgü olduğunu da sanmıyorum.
Felsefe damarlarımızda dolaşıyor. Molière'e ait bir oyunda anlatılır ya;
hay Allah demek ki bu kullandığım sıfatmış, bu isimmiş denir. Zaten felsefenin
içindeyiz ve zaten ileri sürdüğümüz düşüncelerle bunu başarıyoruz. Dolayısıyla
böyle üst bir makamın bize yardım edebileceğini ummak, çok doğru bir beklenti
değildir. Bizi geciktirir, bizi engeller, bir mania teşkil eder önümüzde,
dolayısıyla hayal gücümüzü de ve oradaki hürriyetimizi de, yeterince kullanamayız.
Kendimizi kısılmış, kıstırılmış hissederiz. Hiç iyi değil. Sağlıklı bir
ruh hâli değil. yaratıcı olmak, cesur olmak isteyen insanlar için bu çeşit
felsefe korkusunun yerinde bir korku olmadığını düşünüyorum. Siz gönlünüzden
ne geliyorsa onu söyleyin. Ondan sonra dönüp üzerinde düşünebilirsiniz.
Baştan, acaba bu söylediğim yanlış mı gibi bir kuşku hepimizde vardır.
"Ya şimdi söyleyeceğim ama zaten herkesin bildiği bir şeydir",
veya "söyleyeceğim aptalca bir şey olacak, en iyisi susayım"
gibi bir beklenti, bizim elimizi kolumuzu bağlıyor. Olağan ki bunun aşırı
ucu da, aklına gelen her şeyi söyleyip, çok müthiş bir şey söylediğini
sanmak. O da büyük tehlike ama, öbür türlü pısırıklık da daha kötü bir
şey.
Bir etkinliğin, bir araştırma alanının bilim olabilmesi için bence, bu
konuşma çerçevesinde, üç temel ölçütün olması gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi; araştırma alanının, ele alınan konunun, bilim yapılmaya uygun
olması için o alanın belirlenmiş, bilimsel ölçütlere
göre sınırının çizilmiş olması gerekir. Edebiyat bilimi deyince, şu sorular
aklıma geliyor, örneğin: Edebiyat biliminin konusu ne olacak? Bu alanı
kavramlaştırabiliyor muyum? Bu alanda, örneğin, doğa bilimlerini özeniyorsam,
ölçmeler yapabilir miyim? Onu tanımlayabilir miyim? Bu alan bilim olarak
ele alınabilecek bir alan mıdır? Sınırları nedir? Nerede çalışırsam edebiyat
içinde kalırım, nerede konuşursam edebiyat dışındayım ? Örneğin, ne zaman
sosyoloji yapmaktayım, tarih yapmaktayım, edebiyat bilim diye ? Edebiyat
çalışması diye yaptığım bir çalışma, acaba bir sosyoloji çalışması mıdır?
Bir felsefe çalışması mıdır? Edebiyatın kendine özgü bir alanı var mıdır?
Kendine özgülüğünü düşünürken, bu alanın salt edebiyat alanı olarak belirlenmesinde
neyi göz önüne almam lâzım? Doğa bilimlerinin çıkışında da bu vardır.
Unutmayalım ki, Galileo serbest düşme yasasını yazdığı zaman sadece zaman
ve yükseklikle ilişki kuruyordu. Diğer bütün etkenleri ki, düşme hadisesinde
milyarlarca etken vardır, hepsini yok saymıştır. Bilimsel çalışma, soyutlamalarla
başlıyor. Her şeyi göz önüne almaya kalktığınız zaman, orada bilimsel
titizlik, bilimsel incelik giderek zorlaşıyor. İster istemez bir yalıtılma
hadisesi söz konusudur.
İkincisi; bir yöntem belirlemeniz gerekir. Alanı belirledikten sonra,
O alan üzerinde, nasıl çalışırsam bilimsel olur? Sorusuyla yürümek gerekir.
Bu yöntem, bir çoğunuzun sandığı gibi, önceden verilmiş algoritmik kurallardan
oluşmaz yalnızca. Aşağıdakiler yapıldığında çalışma bilimsel olur. İki
nokta üst üste. Bir, iki, üç. Böyle bir şey olamaz.
Yöntem, iş başında geliştirilecek bir şeydir. Önceden belirlenmiş kurallarla
yürüme, o kurallara körü körüne inanma değildir. Yöntem, konuyla sıkı
ilişki içerisinde doğabilecek bir şeydir ve konunun dışında, "üstünde"
olan bir şey değildir. Bu doğa bilimlerinde de böyledir. Edebiyat bilimi
gibi bir alanda çalışırken, böylesine zamandan, mekândan, alandan münezzeh,
koparılmış bir yöntem, evrensel bir yöntem; nereye, ne zaman, nerede olursa
olsun uygulayacağım ve çalışacağım yöntem, bir düştür. Böyle bir yöntem
olacak, o yöntemin uygulanması evrensel olacak. Her yere uygulayabileceğim.
Sanki bir maymuncuk, her kapıyı açabilecek! Eğer böyle bir yöntem bulursam,
o zaman edebiyat araştırmam bilimsel olur diye düşünülüyor. Böyle bir
yöntemin bulunamayacağı görüşündeyim. Siz böyle bir yöntemi bulduğunuzu
söyleyebilirsiniz, olağan ki, böyle bir iddiada bulunabilirsiniz, ama
ben de her zaman bunun tersini iddia edebilirim. Sizin savınızı çürütebilirim.
Ben farklı bir yöntemi uygulama özgürlüğüne sahibim. Siz kendi yönteminizi
bana, "evrensl" etiketiyle dayatmaya çalışabilirsiniz. Örneğin,
Nedim'i inceliyorsanız, Nedim'in şiirleri ancak böyle incelenebilir, farklı
bakan bilimsel bakmamıştır; gibi bir savla gelirsiniz ki, bunun bilimsellikle
ilgisi yoktur. Bu sizin kendi yönteminizdir. Gerekçelerini verebilirsiniz.
Ben de benzeri ve aynı ağırlıkta başka gerekçelerle farklı bir yöntemle
gelebilirim.. Talat Sait Halman'ın dediği gibi, aklın yolu bindir.
Yöntemde de böyle:Yöntem yolu bindir. Bir yöntem tekeli
kurmak, bu yöntemin dışındaki bütün çalışmaları gayri ciddî veya gayri
ilmî saymak doğru değildir. Yöntemi uygulamasıyla birlikte ele aldığınızda
yöntem yöntem olur. Yöntem, bağlam bağımlıdır. Ve iş
başında geliştirilen bir şeydir. Önceden elimizde olan aletler değildir.
Üçüncüsü "paradigma" kavramını göz önüne alma gerekliliğidir.
"Paradigma" çok önemli bir kavramdır; Anglo amerikan bilim felsefesine
altmışlardan sonra gelen, tartışmalar yaratmış bir kavaram. Çalışma alanımızın
doğa bilimleri anlamında bilimselliğinin göz önüne alınabilmesi için,
bir paradigmasının olabilmesi gerek.. Aynı alanda çalışan arkadaşların
arasında bir dayanışmanın, bir ölçüde de ortak yargıların, kabullerin
olması lâzım. Yoksa orada, oradaki araştırmaların değerlendirilmesinde,
her kafadan bir ses çıkarsa, o çalışmaların, değerlendirmelerin ciddiyetinden,
elbette ki, "bilimselliğinden" şüphe edilir. Demek ki o konuda
çalışan akademisyenlerin ortaklaşa sorunlarından kaynaklanan uzlaşma noktaları
olması lazım. O uzlaşmalar olsun ki, araştırma toplulukları, gelenekleri
ortaya çıksın. Bu ortak dil anlamına da geliyor. Paradigmanın sosyolojik
tarihsel boyutları olduğu gibi, dilsel, dilbilimsel boyutları da vardır.
Paradigmayı oluşturan toplulukların aralarında ihtilaf olsa da, bir ölçüde,
iletişim kurabilecekleri ortak dile de ihtiyaçları vardır. Doğa bilimlerindeki
başarının nedenlerinden biri de budur. Matematik kullanılıyor; matematik
dili pürüzsüz bir dil, çok iyi tanımlanmış bir dil. Dolayısıyla büyük
problemler çıkmıyor. Oysa, bizim gibi, insanı inceleyen alanlarda, özellikle
edebiyat örneğinde, büyük problemler oluşabiliyor, ortak dille ilgili.
Bu ölçütleri
verdikten sonra, edebiyatın bu ölçütlere uyup uymayacağı sorununa gelince,
işler karışıyor. Kısaca, edebiyat bilimi diye bir çalışma alanı olacaksa,
ki olsun isterim; ama "bilim" sözü beni rahatsız ediyor. Çünkü
orada sanki bir tekelcilik kurulmak isteniyormuş gibi bir izlenim ediniyorum.
Dolayısıyla, edebiyat alanında akademik çalışmalar sözü,
çoğul olarak kullanıldığı için daha anlamlıdır. Feyerabend gibi düşünürler
bize gösterdi ki, "bilim" sözü kötü anlamlarda kullanılabiliyor.
Örneğin ben, karşı tarafa baskı yapmak için, bilimi kullanabiliyorum.
"Senin yaptığın bilimsel değildir; benimki bilimseldir" diyebiliyorum,
ideolojik olarak düşman olduğum birine. Öyleyse, kendi ölçütümüzün bilimsel
olduğunu, kendi görüşümüzün bilimsellik taşıdığını söyleyip, karşı tarafa
bunu dayatmaya çalışmak tehlikeli olabilir. Bu yüzden "bilim"
gibi bir sözü kullanmamakta yarar olacağını, olması gerektiğini düşünüyorum.Diğer
yandan, "ilim" güzel bir sözdür. İlim diyebiliriz; çünkü ilim
dediğimiz zaman, içinde, edebiyatın "edeb" yanı vardır.Kültürel,
tinsel bir boyut belirgin olur. Öte yandan, Edebiyatın edeb yanı, edebiyat
araştırmaları için bir engel de olabilir. Sırf hocasından öğrendiği, çok
iyi de temellendiremediği, çağının bilimiyle ilişkiler kuramadığı bir
takım yorumlamalar ve çalışmalara, belki de bir anlamıyla "edep"
gereği, edebiyat araştırmaları diyebilir bir edebiyat çalışmacısı. Edebiyat
araştırmaları yapacaksak, onların bilim olmasındaki sorunları anlatırken
üç nokta çıkıyor. Bu üç nokta üzerinde düşünmeliyiz:
1- Ciddi edebiyat çalışmalarının kaderi bir şekilde doğa
bilimleri de dahil olmak üzere özellikle sosyal bilimlerin kaderine çok
bağlıdır. Sosyal bilimler dediğimiz, insana ilişkin, topluma ilişkin,
kültüre ilişkin bilimler ne kadar bilim olabiliyorsa, edebiyat bilimi
de ancak o kadar bilim olabilir. Ayrıcalığı onlardan çok fazla olamaz.
Hatta, biraz sonra söyleyeceğim ikinci, üçüncü sebeplerden dolayı daha
kötü durumda da olabilir.
2- Edebiyat bir beğeni gerektirir, bir değerlendirme
işidir. Salt bir saptama işi değil. Ben bir fizikçi olarak ayın hareketini,
gezegenlerin hareketini duygularımı hiç işe karıştırmadan tespit edebilirim.
Oysa, edebiyat yapıtına soğuk bakamam. Nedim'i sevmiyorsam ve Nedim üzerinde
bir araştırma yapıyorsam, sıkıntılarla, zorlamalarla yürür bu araştırma.
Bir memur gibi çalışabilirim ancak. Memurluğum soğukluğuma yol açabilir.
Tarafsızlığıma değil. Taraf tutmayı bu duygusal yük altında engellemem
zor. Değerler işin içine giriyor. Hatta beğeni, zevk problemi işin içine
giriyor. Ben bir edebiyat araştırıcısı olarak, beğenisi olmayan biri mi
olmak zorundayım ? Bir edebiyat araştırmacısı olarak, bütün psikolojik
heyecanlarımı, coşkularımı, tutkularımı, komplekslerim de dahil olmak
üzere, hepsini yok sayıp, "ben objektif bilim adamıyım ve şimdi soğuk
bir şekilde bu işi inceleyeceğim" diyebilir miyim ? Böyle incelenir
mi edebiyat? Elbette duygularımla inceleyeceğim, elbette yargılayacağım.
Beğeniyle gelmek de çok önemli bir şeydir. Özellikle edebiyat eleştirisi
alanında bu çok anlaşılmamış bir şeydir.
Bizde nesnellik, nesnel olma, coğu zaman, hiç suya sabuna dokunmamak olarak
anlaşılır. Örneğin, şair 82 sözcükle şiirini yazmıştır, şiir 7 dizeden
ibarettir, ölçüsü mefâîlün mefâilün failün deyince bilimsel oluyorum,
duygularımı hiç işin içine katmamış oluyorum. Ee, peki, ne söylüyorum?
Hiç ufkumu açmıyor bu saptamalar. Sözcük sayısından, ölçüsünden ben şiirin
anlam yüküne dair ne söylemiş oluyorum ki ? Elbette duygularımı katacağım,
elbette okuyan "Nedim'i hiç böyle görmemiştik, hiç böyle anlamamıştık"
diyebilecek. İşte biraz "edebiyat bilimi" bu.
Çünkü yeni ufuklar açıyorum. Nedim'in şiiri, orada şimdiye
kadar görülmediği bir şekilde görülüyor. Daha ne olsun istiyoruz? Benim
Nedim şiirinin hayatımızdaki yerini, anlamını gösterebilmem, araştırmacı
yahut eleştirmen olarak Nedim şiirini bu şekilde anlatabilmem, genç insanların
Nedim'in şiirini böyle algılayabilmelerine yardımcı olabilmem, ne güzel
bir katkıdır. Bilimsel olsa ne olur; olmasa ne ? Akademisyenin de bunu
böyle yapması lazım.
Biz öznellikten korkuyoruz. Çünkü öznelliği palavra sanıyoruz, laubalilik
sanıyoruz. Öznel olma denen evrensel sorumluluğu anlayamıyoruz. Öznel
olabilme insanlığa karşı en büyük sorumluluklarımızdan biridir.Öznel olma,
kendi dünyasıyla dünyaya bakabilme demektir ki, yaratıcılık ister insandan.
Öznellik çok ciddi bir iştir. Öznellik gerçekten öznel olabilen, kendine
özgü bakışı olabilen, insanların başarabileceği bir şeydir. Herkes öznel
olamaz. Öyle bir kendinize özgü, öylesine etraftaki bakışlardan arınmış,
öylesine bir özerk, özgür bakışınız vardır ki, okuyucularınızın, o metni
anlamaya çalışanların ufku açılabilir. Onların bakış açısını genişletip,
zenginleştirebilirsiniz. Onların yaşamına farklı şeyler katabilirsiniz.
Bunu hiç de dilbilimi kuramlarına dayandırmayabilirsiniz. Şimdiye kadar
edebiyat otoritelerinin söylediklerine aldırmıyor olabilirsiniz. Böyle
ufuk açabiliyorsanız ve o şiire de farklı anlam katmanları içinde, farklı
anlam açılımları, farklı yorumlar getirebiliyorsanız, işte siz bir edebiyat
araştırmacısı olarak gerçekten çalıştığınız alana katkıda bulunmuş biri
olursunuz. Bu çalışmanız alışılagelen bilim anlayışıyla hiç de ilgili
olmayabilir. Hatta bu ikinci yolun daha da zor olduğunu düşünmekteyim.
Çünkü öbür türlüsü alışılagelmiş algoritmik yollarla bir şiiri inceleme
teknikleri dediğimiz teknikleri belki körü körüne öğrenip gitmekle yapılabilecek
bir şeydir ve sonunda hiçbir şey söylemeyen, yorumlar çıkarbilir ortaya.
Edebiyatın bilim olup olmaması: 1-Sosyal bilimlerin "bilimsellik
durumuna" bağlıdır. 2-Onun yazgısı iki değerle çok
yakından ilgilidir: Değerlendirmelerle, zevkle. Bir akademisyenin edebiyat
zevki çok düşükse, bu adamın uyduruk bir şair üzerine, "bilimsellik
örtüsü altında inceleme yapmasının ne anlamı var ? Bilimsel çalışanın
edebiyat zevkinin olması gerekir. Bilimsellik zevk yoksunluğu anlamına
gelmemeli. Edebiyat araştırmacılarının, edebiyat akademisyenlerinin zevk
düzeylerinin yüksek olması, ince zevkli olması, şiirden anlaması gerekir.
Edebiyat bilimini edebiyatı sevdirmek için yapıyoruz. Edebiyatı okuyanların
ufkunu açmak için, edebiyatı yaşatmak için, edebiyatın hayatımızdaki anlamını
göstermek için.
3- Edebiyat yapıtları kültüre ve dile bağımlıdır. İngiliz kültürünü
ve yaşamını bilmiyorsanız bir edebiyat bilimci olarak İngilizce yazılmış
bir metni inceleyemezsiniz. İngilizce bilseniz bile inceleyemezsiniz.
Çünkü o kültürü bilmeniz gerekiyor. Dil bilmek sadece sözlük anlamlarını
bilmek anlamında değil. Edebiyat bilimi yapabilmenin temel zorluğu, bu
kültürün içindeki insan evrenselliğini anlayıp, temellendirmede yatıyor.
Sonuç olarak, ne yapılabilir?
1- Bir edebiyat yapıtının fiziksel yapısı vardır. Fiziksel yapı
dendiğinde, bir kağıt üzerine mürekkep lekeleriyle yazılmış yapıtın özelliklerini
içeren yapıyı anlıyoruz. Bu özellikleri gözümüzle görebiliriz. Kelime
sayısı vardır. Fiziksel yapıyla ilgili bir "bilim", bilgisayar
mühendisliğinin, enformatiğin sunduğu ne varsa bunlardan yararlanılarak
oluşturulabilir. Edebiyat araştırmalarında bunu yapmak gerekir. Bir edebiyat
fiziği oluşturmak, bu fiziğn ortaya koyduğu sonuçların analizi
üstüne kafa yormak gerekir.
2- Bu analizlerin yorumu yapılabilir. Edebiyat fiziği çalışmalarıyla
ortaya çıkan anlam tabakası, semantik tabaka, incelenebilir.
3-Üçüncüsü olarak, bu çalışmaların ardından, metafizik
tabaka ele alınır. Anlam ve fiziksel yapıyı yorumlamayla beslsnen edebiyat
metafiziği araştırmaları yapılır. İnsan nasıl bir insandır, ele alınan
yapıtta ? Örneğin şiirse veya romansa çalışma nesnemiz, o romanda bu sözcüklerle
anlatılan ve anlamları bu olan sözcüklerin ifade ettiği insan hayatı,
nasıl bir hayattır? Oradaki dünyanın, ontolojik, epistemolojik, etik,
estetik boyutları incelenir.
Bir başka nokta var. Bütün bunları yapan edebiyat araştırıcısı olarak
benim de bir konumum var.Bir cinsiyetim var, örneğin. Kadın olsam belki
başka okuyacağım, erkek olsam başka. Cinsel tercihlerim olabilir, ideolojik
görüşlerim olabilir, dünya görüşüm olabilir. Dolayısıyla bir edebiyat
araştırıcısının ciddiyeti, namusu şurda belli olur: Dünya görüşünü fark
edebildiği oranda açık açık söylemelidir. Kendini farklı gösterme doğru
değildir. Okuyan da bunu bilecektir. Okuyucu bunu kabul ederse ben ona
hitap ederim; yoksa, beni kabul eden bir başka kesime hitap ederim. Bu
bakımdan çoğulculuk önemlidir.Okur kendi edebiyat araştırıcısını seçebilmelidir.
Önemli olan nokta şu: Edebiyat yapıtına öyle bir duruşla duracağız ki
araştırmacı olarak; edebiyat yapıtı bize kendini açacak. Halbuki genellikle
nasıl duruluyor? Edebiyat yapıtı cendere altına alınıyor. Edebiyat yapıtını
bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. Edebiyat yapıtını kafamdaki şablona, şekillere
uydurmaya çalışıyorum, ki buna da bilimsellik diyebilirsiniz. Çünkü Jakobsen'i
okumuşsunuzdur, Derrida'yı okumuşsunuzudur, o kalıpları uygulamaya çalışırsınız.
Yapıt ezilir yok olur bu kalıplar altında. Edebiyat araştırmalarında yaratıcı
duruş, öyle bir duruştur ki, orada edebiyat eseri kendini ortaya koyar.
------------------------------------------------------------
(Bu yazı, 23-25 Eylül 2003 tarihleri arasında Gazi Üniversitesinde Edebiyat
İlmi ve Problemleri Sempozyumundaki doğaçlama konuşmanın kayda
alınmış biçimidir.)
|
|
|