|
|
HÜSEYİN CÖNTÜRK ve ELEŞTİRMENİN DÖRT ÖZELLİĞİ
Ahmet
İNAM
Buraya gelirken
hep şu soruyu düşündüm: Türkiye'de yaşayan bir insan nasıl Hüseyin Cöntürk
olur? Türkiye'yle Hüseyin Cöntürk'ü yan yana koymak ilk bakışta bana sanki
uzlaşmaz iki parçanın yan yana durması gibi geldi. Fakat sonra Cöntürk'ün
ne açıdan bu toprağın insanı olduğunu ve bu kültüre ne açılardan yaşayarak,
düşünerek, yazarak katkıda bulunduğunu anlamaya çalıştım.
20'li yaşlardaydım. Mühendislik okuyan bir genç, tutkulu bir insandım
ve edebiyat dergilerinde eleştiri yazmaya başladım. Eleştiriye geçmem
şiirlerimi yayımlatamamaktan kaynaklandı. Kimse beni şair saymadığı için
ben de eleştiriyle kendimi göstermeyi düşünmüştüm. Birkaç eleştirim Soyut
dergisinde yayımlandı. 1967 yılıydı. Sonra Ankara'da yaşadığım ve Orta
Doğu Teknik Üniversitesi'nde elektrik mühendisliği okuduğum nasılsa öğrenilmiş.
Yordam dergisinden beni arayıp buldular. Oysa o zamana kadar
o dergiyi görmemiştim ve incelememiştim; o derginin bir yazarı olmayı
da hiç düşünmemiştim.
Sanıyorum bir Kasım akşamıydı. Hüseyin Cöntürk'ün Esat'taki evine gitmiştim.
Kapıyı Cöntürk açmıştı. O zamana kadar ben, "edebiyatçılar"
dendiği zaman, huysuz ve müthiş (eski deyimle) mütekebbir, kendini bir
şey sanan, konuştuğunuz zaman konuşmalarınıza sürekli itiraz eden, burnu
büyük insanlar düşünürdüm. Belki kısa edebiyat serüvenim içinde bu tip
insanlara rastlayışımdandır. Ama kapıyı açan insan gayet sevimli ve inanılmaz
derecede olumlu yaşam dalgaları saçan biriydi. Hafif mütebessimdi ve gözlerinde
yanan zekâ ateşinde -belki hissettiğim oydu- biraz da alaycı bir tavır
vardı. Fakat odaya girdiğim zaman genç insanları gördüm. Şimdi birkaç
isim hatırlıyorum. Gün Zileli vardı, Güven Turan vardı, Arkadaş Özger
vardı. Oradaki ortam benim ilgimi çekti. Fakat biraz da tepki duydum.
Çünkü Cöntürk sürekli olarak birlikte olmaktan, birlikte yaşamaktan ve
birlikte üretmekten söz ediyordu. Çok rahatsız oldum. Çünkü bence -o zamanki
düşünceme göre- üretmek, insanın yapayalnız olmasıyla olanaklı olacak
bir şeydi. Oysa bunlar hep beraber yaşıyorlardı. Hatta öylesine tepki
duydum ki Cöntürk'ün evinden birlikte ayrıldığımız Arkadaş Özger'e söylediklerimi
hatırlıyorum: "Bunlar feodal bir hayat sürüyorlar; herhalde kabile
halinde yaşayacaklar ve üretecekler; ben buna tahammül edemem". Ama
yıllar geçtikçe, bu birlikteliğin, birlikte üretmenin, birlikte bir şeyler
kotarıp devşirmenin anlamını kavradıkça Cöntürk'ün ne kadar önemli bir
iş yaptığını düşünmeye başladım.
Cöntürk'te bence bir edebiyat eleştirmeni ve kültür insanında olması gereken
dört özelliğin dördü de vardı. Neydi o özellikler? Bir defa bir metni
anlamak için metne olan saygıdan kaynaklanan metni okuma donanımına sahip
olabilmek. İlk kez, ben, o zamanki bilgilerim çerçevesinde, Cöntürk'te
bunu gördüm. Çünkü bir metnin nasıl didik didik edilebileceği, nasıl sorgulanabileceği
ve ilk bakışta görebildiğimiz metnin içindeki gizlerin ve kopuk kopuk
gibi gelen parçaların nasıl bütünlenebileceğini, Cöntürk'ün o inanılmaz
edebi zekâsıyla yazdığı yazılarında gördüğüm zaman çok heyecanlandım;
biraz da kıskandım. Dedim ki ben herhalde hiçbir zaman böyle bir eleştiri
yazısı yazamam. Bu insan benim çok ötemde bir dâhi olsa gerek. Hatta kimi
geceler çok rahat uyuyamadığımı ve eleştiri yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğümü
de hatırlıyorum.
Bir eleştirmende bulunması gereken dört özellikten ilki olan metni anlama
sabrı, saygısı ve bilgisi Cöntürk'te vardı. Kendisi müthiş okuma teknikleri
geliştirmişti. Bu teknikler beni çok etkilemiştir. Ben de bir şeyler yapmaya
çalıştım o yıllarda kendime göre. Fakat Cöntürk'le bu konuda anlaşamadığımız
bir nokta vardı. Ben çok iddialı ve o eleştirdiğim insanlara benzeyen
bir insandım o yıllar. Hâlâ öyle miyim bilmiyorum, ama son derece kasıntı,
burnu büyük bir insandım. Çünkü Cöntürk'e söylediklerimi şimdi anımsayınca
bunlar aklıma geldi. Cöntürk metin okuma tekniklerinin Batı'da çok iyi
geliştirildiğini, örneğin şiir inceleme yönteminin veya edebiyat eleştirisi
konusundaki kuramların doyurucu biçimde Batı'da oluşturulduğunu, dolayısıyla
kuramsal tarafın Batı'dan alınması gerektiğini ve bizim Batı'dan aldığımız
tekniği kendi edebiyatımıza, kendi şiirimize ve öykümüze -o zamanlar şiir
üzerinde konuşuyorduk daha çok- uygulamamız gerektiğini söylemişti. Ben
çok öfkeli bir şekilde karşı çıktığımı hatırlıyorum. "Hayır, kuram
da bizden olacak, uygulama da bizden olacak" dediğimi anımsıyorum.
Fakat o hafifçe gülümseyerek hiçbir şansımızın olmadığını, kendi başımıza
kuram yapsak bile Batı'dakilerin çok kötü bir kopyası olacağını söylemişti.
Ondan öğrendiğim, bir eleştirmenin metni anlaması, metni çözümlemesi,
metnin çözülebilecek, anlaşılabilecek, didik didik edilebilecek ve edebiyat
eleştirisi teknik bilgisi ve donanımı ile gözden geçirilebilecek noktalarının
gözden geçirilmesiydi. Bu kaygıyı ondan öğrenmiştim ve büyük ölçüde de
hak vermiştim. Çünkü bu, okuduğumuz metne saygının bir sonucuydu. "Acaba
metin ne söylüyor" sorusu önemli bir sorudur ve o sorunun yanıtı
da çok kolay verilecek, belki de düz anlamda hemen verilebilecek bir şey
değildir. Şimdi tabii akademisyen arkadaşlar -değişik filolojilerde görüyorum-
bu tip teknikleri büyük ölçüde Batı'daki birtakım dilbilimsel çalışmalar
sonucunda öğrenerek uygulamaya çalışıyorlar. Ama bu uygulamaların bir
kısmının çok yapay olduğunu düşünüyorum. Yani sanki akademisyenin kafasında
önce teknik var, onu uygulayacak bir metin arıyor. Bu bence çok anlamsız,
çok gereksiz, çok saçma ve edebiyat eleştirmenliği adına da kötü bir şey.
Belki biraz kızarak söylüyorum. Çünkü eleştirmenin ikinci özelliği, Cöntürk'ten
öğrendiğim değerlendirebilme özelliğidir. Yani şiirden anlamak dediğimiz
şey, şiirin yapısı üzerine teknik uygulama anlamına gelmiyor. İlhan Berk
üzerine yaptığım bir çalışmadan son derece rahatsız olduğunu hatırlıyorum.
Beni şöyle eleştirmişti: Sen İlhan Berk üzerine kendine göre birtakım
teknikler uygulayarak yazılar yazıyorsun. Ama İlhan Berk şair midir acaba?
Yani önce şiir değeri olan bir şey üzerinde oturulur, çalışılır ve ona
çözümleme teknikleri uygulanır. Ama şiir değilse o zaman bu kadar tekniğin
ne anlamı vardır? Ben şimdi görüyorum. Ümit Yaşar kötü bir şairdir demiyorum,
ama Ümit Yaşar üzerine ve adı ünlüye çıkmış romancılar üzerine inanılmaz
çözümlemeler yapılıyor. Öncelikle bir edebiyat eleştirmeninin bir beğeni
gücünün olması ve o beğeni gücünün de yazarlar üzerinde etkisinin olması
gerekir. Eğer bu gücü yoksa uyguladığı birtakım tekniklerle kimsenin eleştirmen
olabileceğini sanmıyorum. Yani sözcükleri saymak, onu başka metinlerle
teknik düzeyde ilişkilendirmek filan boştur demek istemiyorum. Ama eleştirmende
olması gereken dört özelliğin dörtte biridir onlar. Eleştirmenin edebiyat
zevkinin olması gerekir ki o biraz da bilgiyle, yaşayışla ve sezgiyle
kazanılabilecek bir şeydir. Benim okur olarak edebiyat eleştirmeninin
o beğeni keskinliğini ve beğeni açısından bana nasıl katkıda bulunacağını,
nasıl kılavuzluk yapacağını bilmem ve ona güvenmem gerekir. Yoksa ben
onun teknik irdelemelerini ne diye okuyayım ki? O açıdan da çok cesur
biriydi Cöntürk. Hazırladığı Şairler Sözlüğü çok tepki almıştır, fakat
inanılmaz bir şeydi ve çok gerekli olduğunu hâlâ düşünüyorum. Çünkü bu
yürek isteyen bir şeydir. Şairleri veya yazarları eleştiriyorsunuz. Cöntürk
eleştirirken zaman zaman "bunda iş var" ya da "altı tane
şiirini okudum, hiç birinde iş yok" diyebilecek cesarete sahipti
ve hepsinin gerekçesi vardı. Çünkü şiirin Türkiye'deki serüvenini biliyordu
ve beğenisi son derece yüksek biriydi. Ondan öğrendiğim şeylerden biri,
şiirden anlamak diye bir şey olduğuydu. Şiirden anlamak, ancak şiirden
anlayan insanlarla etkileşim içinde oluşabilecek bir şeydir. Yani kitap
okuyarak, teknik birtakım bilgiler edinerek, başka dünya edebiyatlarının
bilgisine sahip olarak, kitabi bir bilgiyle devşirilecek bir özellik değildir.
Bu beğeni gücü apayrı bir şeydir; şiir yazma gücü gibi bir şey olduğunu
düşünüyorum. Edebi türler içinde eleştiri bir kenara konur ve denir ki
şiirde başarılı olamayan, yahut öyküde, yaratıcı ürünlerde başarılı olamayan
insanlar o ürünlerin eleştirmeni olur. Bir benzetme yapmak gerekirse,
hiçbir zaman şoför değilsiniz, hep muavin olmak durumundasınız. Eleştirmene
ikincil bir yer vermeye çalışırlar. Bunun son derecede yanlış bir şey
olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ataç'tan öğrendiğimiz buydu. Cöntürk, Ataç'ı
hep takdir etmiştir. Cöntürk'ün nesnel eleştirinin bizdeki öncüsü olduğu
söylenir. Doğrudur. Birinci dediğim özelliğiyle, bir metni anlamak ve
değerlendirmek için gerekli ön hazırlıkları yapmak, adına öznel, nesnel
ne dersek diyelim, bir eleştirmen için kaçınılmaz bir özelliktir. Bunu
yapmak gerekiyor, ama değerlendirme nesnel olarak yapılacak bir şey değildir.
Orada eleştirmenin yüreği, eleştirmenin öngörüsü, eleştirmenin sezgisi
önemlidir ve geleceğe karşı eleştirmen her zaman bir risk altındadır.
Eleştirmeni eleştirmen kılacak da odur. Cöntürk bunu yapmış biriydi. Çevresinde
onunla yakın ilişkide olan birçok arkadaşı vardı. Bugün onları pek göremiyorum.
Onların şiirlerine ve edebi yaratmalarına olumlu ya da olumsuz açıdan,
yani başarısız olanları bu yoldan alıkoymak, başarılı olanlara da katkıda
bulunmak açısından çok önemli bir etkisi oldu.
Üçüncü olarak, Cöntürk yaşayan, duyan biriydi. Kesinlikle duyan biriydi.
Yani hiçbir zaman sahtekârlıkla, sadece kitabi bilgiyle veya sadece ilişkileri
kollamak açısından bir yazı yazmamıştır. Bilen, teknik bilgisi olduğu
için edebi bir metni çözümlemeyi bilen, değerlendirmeyi bilen ve o değerlendirmeye
ve çözümlemeye uygun içselleştirmeyi gerçekleştirmiş, bilgisiyle ve değerlendirmesiyle
yaşayışı arasındaki uçurumu ortadan kaldırmış, Türkiye'de benim görebildiğim
ilk ve en önemli kültür insanıdır. Ondan dürüstlüğü, haddini bilmeyi,
iki yüzlü olmamayı, kendini didiklemeyi, eksik ve yanlışları görüp nerde
susulması gerekecekse orda susmayı, birçok şeyi öğrenmeye çalıştım.
Bir eleştirmende olması gereken dördüncü özellik, eleştiri etkinliğidir.
Yani diğer insanlarla kurduğu iletişim ve genç insanlara, edebiyat alanında
yazmaya soyunmuş insanlara tuttuğu ışıktır. Demek ki Cöntürk'te ilkin
edebiyat bilgisi, çözümleme donanımı, anlama ve yorumlama donanımı vardı.
İkinci özelliği, değerlendirme sezgisinin yüksekliği, keskinliği, gelişmişliğiydi.
Değerlendirmelerini beğenirsiniz, beğenmezsiniz, ama o Cöntürk'tü, yani
Cöntürk böyle değerlendiriyordu. Muhakkak sizin gibi değerlendirmek zorunda
değildi. Ama o kadar çok gereksinimimiz var ki bu değerlendirme yiğitlerine
eleştirmen olarak. Yalansız, doğrudan doğruya söyleyebilecek, acaba hangi
dergi ve hangi yayınevi benim bu yazımı basar diye hesap yapmayacak, ben
böyle değerlendirirsem bu adamın yüzüne nasıl bakarım diye birtakım toplumsal
ilişkiler açısından kaygıları olmayan bir insana ne kadar çok ihtiyacımız
var. Üçüncüsü de, edebiyatı gerçekten yaşayan, duyan bir insandı; edebiyat
onun için bir yaşam biçimiydi. Bugün onlarca kitabı çıkmış ve her dergide
belki her ay iki üç yazı yazan insanların edebi bir yaşam biçiminin olmadığını
da görebilirsiniz. Onlar bir başka şey yapmaya çalışıyorlar belki. Ama
edebi yaşam biçimi, yani o üçüncü özellik veya bilgileriyle yaşayışı arasında
bütünlük dediğim şey olmadığı zaman, ikinci özelliğin, yani beğeni yüksekliğinin,
hatta birinci özelliğin (teknik bilgilerin) bile yerine oturacağını düşünmüyorum.
Dördüncü özelliğinin de etkinlik olduğunu söylemiştim. Etkin bir edebiyatçıydı
Cöntürk. Yazmadığı zaman bile etkindi. Bunu genç arkadaşlar bilir. Cöntürk
yıllardan beri yazmıyordu. Neden yazmadığını da bir türlü anlayamamışımdır.
Yazanları sürekli eleştirirdi ve bence de haklıydı. Ama neden yazmıyorsun
diye sorduğunuzda daha hazır olmadığını, yazmak için çok şeyler yapması
gerektiğini söylerdi. Bunu da çok anlayabilmiş değilim. Yazmıyor oluşu
isabetli olabilir; bilmiyorum, genç arkadaşlar onu değerlendirirken bu
noktalara değinebilirler, ama dördüncü özelliği ile, yani etkinlik ve
heyecan yaratma özelliği ile o aslında hep vardı. Yazmayan bir insanın
edebi yaşam içinde olabilmesi ve yaratması çok müthiş bir şeydir. Çünkü
biz ancak yazarak bir yerlere tutunmaya çalışırız. Ama o yazmadan, yıllarca
bir yayımlama arzusu göstermeden, yayımlayarak kendini gösterme tutkusu,
beklentisi içine girmeden, sadece edebiyatı bir edebiyat coşkusuyla anlamaya
çalışarak hep uçlardaydı. Cöntürk genç insanlardan daha gençti. O kadar
diri, o kadar yeni, o kadar değişmeye açık, ufkunu genişletmeye açık bir
insandı ki bu özelliğini de karşılaştığım birçok insanda göremedim. Benim
akademisyen olduğumu duyduğunda yine bıyık altından gülmüştü. "İşte
sen gene büyük adam oldun" filan gibi imalarda bulunmuştu. Ben onu
tabii hemen Cöntürkçe anladığımı düşündüm: "Sen gittin" demek
istiyordu. Belki de haklıydı, çünkü akademik safsatalara hiç itibar etmezdi.
Hep yeni başlayan genç insanlarla birlikte bu heyecanı yaşamak istedi.
Zaman zaman onlarla bir araya geldi, toplantılar yaptı. Onlara hem heyecan
açısından, hem de belki maddi açılardan katkıda bulunmaya çalıştı. Cöntürk'ün
olduğunu bilmek, Cöntürk'ün Ankara'da yaşıyor olduğunu bilmek -ki 10 yıldır
falan kendisiyle görüşmüyordum- Ankara'da yaşanır ve Ankara'da edebiyat
olabilir anlamına geliyordu; henüz olmamışsa bile bundan sonra olacaktır,
çünkü Cöntürk vardır diye düşünüyordum. Cöntürk'le konuşmasam, yazışmasam,
etkileşim içinde olmasam da bilirdim ki, o heyecanıyla o genç insanlara
yeni ufuklar açabilir, yeni kapılar açabilir, gereğinde onları yerden
yere vurabilir, gereğinde onlara inanılmaz müşfik bir insan tavrıyla destek
verebilirdi. Edebiyatı böylesine dürüst, böylesine heyecanlı yaşayışıyla
bize tuttuğu ışık açısından Cöntürk'ü gerçekten saygıyla, sevgiyle anıyorum.
Umarım genç arkadaşlar onun yapmaya çalıştıklarına yakışan çalışmalar
yapacaklar ve Türkiye'de edebiyat eleştirisi, edebiyat beğenisinin güçleriyle
sürecek. Cöntürk'teki dört özelliğin belki bir kısmı, hiç değilse bazı
genç insanlara geçecek veya dörtte dörtlük özellikleriyle genç insanlar
bu ülkede edebiyatı diri, canlı, düzeyli bir biçimde tutacaklardır. Umuyorum.
(Bu konuşma, 15 Aralık 2003'te Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı
Merkezi'nde Cöntürk'ü Anma toplantısında yapıldı)
|
|
|