Odtü-Felsefe Bölümü sayfasý
   
     
   
Prof. Dr. Ahmet İNAM
   
         
         
 
giriş
 
   
Online Yayınlar
   
   


BİLGİ TOPLUMU VE TÜRKİYE

Prof. Dr. Ahmet İnam

Tekrar ayrımlara dönersek, neden böyle ayrımlar gerekli. Bir defa dışarıdan bu ayrımlar bize dayatılıyor ister istemez. Çünkü kullandığımız teknolojik aygıtlar ve onlarla ilişkimiz ve onların eğitimi bizi, veri, enformasyon, bilgi arasında ayrımlar yapmaya götürüyor. Bu tip ayrımlar konusunda çok değişik kuramlar üretme imkanımız var. Ziya Hocamın yaptığı ayrıma katılıyorum. Çünkü kendi çerçevesinde haklıdır. Ama Ziya Hocamla benim aramda kaygı farkı var ve vurgu farkı var. Dolayısıyla ben bu üç kavram arasındaki ayrımı, bir başka açıdan vurgulamak istiyorum. Kendisi, karar verme üzerinde odaklanarak böyle bir ayırım yaptı. Belki enformasyon yönetimi, haber yönetimi, haberin hizmette kullanımı açısından, daha belki yönetim bilimi veya işin mühendisliği açısından kendisi haklıdır. Ama benim bakışım ve görmek istediğim şey, bunun dışında bir şey. Dolayısıyla çerçeve farkı ortaya çıkıyor ve ayrımlara verdiğimiz anlam da farklı oluyor. Çünkü, beni rahatsız eden, bizim toplumumuzun enformasyonla girdiği ilişki açısından, toplumumuzun yeniliklere açık olması, yeni buluşları, yeni gelişmeleri kullanması olumlu bir yanı olarak gözükür. Hakikaten de öyle belki bir açıdan. Kültür olarak da çabuk uyum sağlayan bir kültür olmuşuz. Tarihimizde de bunu görüyoruz, yani değişik kültürlerle içiçe olabilmişiz onlarla çatışmadan belki. Fakat yaşadığımız çağın şöyle bir özelliği var. Enformasyon büyük bir teknoloji işi olduğu için ve bu teknolojinin gündemi de bizim elimizde olmadığı için, yani biz üretmediğimiz için, bunun kullanımıyla ilgili ağları biz oluşturmadığımız için, bu kullanımla ortaya konulan haberlerin yayımı, ulaşımı ve yorumunu da bizler yapamadığımız için, kültür olarak çok kritik ve üzerinde düşünülmesi gereken bir noktada bulunuyoruz. Benim yaptığım ayrım bir açıdan, bizim yaşam biçimimiz ve kültürümüz, toplum olarak varlığımızla ilgili diye düşünüyorum. Böyle bir duyarlılığı taşıyan bir ayırım yaptığımı düşünüyorum. O da enformasyonun bilgi ile karıştırılmaması. Çünkü enformasyonla karar alabilirsiniz, karara götüren enformasyona ben bilgi demiyorum. Çünkü kararın ne kararı olduğu beni ilgilendiriyor doğrusu. Benim korkum bir taklit toplumu olacağımız. Yani, -önceki konuşmamda da söyledim- kültürel olarak çok kolaylıkla ele geçirilebileceğimiz ve bizler farkına varmayacağımız, belki varamayacağımız bir şekilde, kendi geçmişimizden,kültürel varlığımızdan, dilimizden koparılacağımız gibi bir kaygıdan çıkıyordu. Onun için, enformasyonun çok olumlu bir şey olarak gösterilmesi ve her şeyin insan mutluluğunun, insan gelişiminin, insan onurunun, insan erdeminin enformasyona dayalı bir biçimde edinilebileceği düşüncesinin çok aldatıcı olabileceğini söylüyorum. Burada çok dikkatli olmak lazım. Çünkü bugün teknolojik aygıtlarla bir çok enformasyona çok rahat ulaşabiliyoruz. İlerde bu daha da kolay olacak. Ama bu bizi aldatmasın. Bozkurt Hocamın da vurguladığı gibi, enformasyona ulaşıyor olmamız bizim gelişmiş olduğumuz, çağdaş olduğumuz, dolayısıyla mutlu olduğumuz, her şeyden haberli olduğumuz anlamına gelmiyor. Enformasyonun belki aldatıcılığı burada. Enformasyon sahibi olmakla, belki burada bir ayrım daha yapmak gerekir, yani Ziya Hocamın kullandığı terimlere de belki ters düşen bir ayrım ama, enformasyonla haber arasında da bir şey yapmak lazım, çünkü enformasyon sahibi olmakla haberli olmak aynı şey olmayabilir. Enformasyonu gaflet içinde taşıyabilirsiniz. Yani burada bilinçlilik düzeyi diye bir şey var, hep onu vurgulamaya çalışıyorum. Bu çok muğlak, ne idüğü belirsiz, çok soyut bir kavram olmadığını, çok yaşamsal bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani bir sürü haber bize ulaşırken, "bu haberlerle ben neden haberli oluyorum, bu haberler bana ne iletiyor Allahaşkına" diye sorduğumuzda, o zaman bütün bu haberlerin, görünüşte üzerimize yığılan şeylerin, bize çok fazla da bir şey vermediğini ve belki de bize, karşı karşıya geldiğimiz gerçekleri saptırdığını da düşünebiliriz. Malumat sahibi olmamız demek, malumatın ait olduğu konuyu bilmemiz anlamına gelmiyor. İnsanlar malumatla uyutulabiliyorlar. İşte benim vurgulamak istediğim şey budur. Onun için malumatın malumat sahibi olduğumuza aldanmayalım. Malumatın arkasında başka bir şeyler olabilir. Malumatı yaşayabilecek, malumatla ayakta durabilecek, malumatla kendimiz olabilecek, malumatla yaratıcı olabilecek, malumatla kendimize özgü bir yaşam biçimini kurmayı sürdürebilecek bir durumda olursak, yani malumatın bizi kullanmadığı, bizim malumatı kullandığımız bir durumda olursak, bu ilişkinin sağlıklı bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Yani doğrusu, böyle bir vehmim var, adına ne dersek. Yani malumatla insanlar manupile edilebilirler gibi bir şey veya malumatla insanlar yönlendirilebilirler, ki yönlendiriliyor tabii, yani -belki biraz argo ama- kafa kola alınabilir, şekillendirilebilir. Zaten enformasyon kelimesinin etimolojisine gittiğinizde, bunun şekillendirme, form verme işi olduğunu görüyorsunuz, yani belki biraz daha kötümser bir bakışta. Onun için malumatın yapabileceği kötülükleri, bizi yönlendirmesini, üzerimizde bir kılıç gibi sallanmasını engellemek, bizim iç gücümüzle ona karşı durmamızla ilgili bir şey. Onun için ben Bozkurt Hocama bir açıdan katılıyorum ve çok müthiş bir şey olduğunu düşünüyorum Türkçemizin bu olanağının. Malumata karşı eğer edilgin iseniz, sadece alıcı durumdaysanız, malumat gerçekten Hocamın yaptığı alıntıda ki yazarın söylediği gibi, malumat bizi yer, yok eder. İnsanları eğite eğite, sağır, kör, dilsiz yapabilirsiniz, bu olabilir. Onun için malumata karşı bizim bir şeyler söylememiz, bizim katkıda bulunmamız, bizim eleştirel bir gözle bakmamız, irdelememiz, sorgulamamız, yeni ve bize yakışan biçimde sınıflamamız gerekir. Yoksa malumat kopyacılığı, yani Amerika'da bir kitap yazılıyor, hemen getirip alıyorsunuz. Sizin yaşam biçiminize uyup uymadığı, sizin dilinize, sizin düşünme mantığınıza, sizin geçmişinize yakışıp yakışmadığını bilmiyorsunuz. "Ne var canım, globalleşiyoruz". Globalleşme sözü bu açıdan çok tehlikeli bir şey. Dünya köy oluyor, muhtarı da bu dünyayı yönetenler oluyor, Amerika veya onun destekçileri. Ben böyle bir köyde yaşamak istemiyorum ki. Ben kendi farklılığımla yaşamak istiyorum. Kendi zenginliğimle yaşamak istiyorum. Teknoloji eğer bunu yok ediyorsa, bu benim teknolojiyi benimseme, Türk insanı olarak yeniliklere açık olmam çok anlamlı bir şey değil. Çünkü onunla ben eğer kaybolacaksam, herhangi biri olacaksam, yüzümü varlığımı yitireceksem, o zaman bu malumatın çok bir anlamı yok. Ama bunu kendi farklılığımı, kendi ayrık durumumu, hatta biraz abartarak söyleyeyim, kendi ayrıcalığımı ortaya koyacaksa, teknolojiyi tabii kullanacağım. Teknoloji beni kullanmayacak, ben teknolojiyi kullanacağım. Bozkurt Hocamın önerdiği bilişim sözüne tümüyle katılıyorum. Çünkü orada karşılıklılık söz konusu. Yani bana enformasyon geliyorsa, ben de enformasyona gidiyorum. Yani orada karşılaşma söz konusu olması gerekir. Ben edilgin biri olarak alamam onu. Ben de etkin biri olarak alabilirim. Bilmediğim bir şeyse de benim oradaki etkinliğim, bilmediğim şey karşısında soru sorabilirim. "Bu yeni bilgi acaba benim şu andaki hayatımı nasıl etkileyecek? Ben bu bilgiyi nasıl dönüştürebilirim, nasıl içselleştirebilirim, nasıl yorumlayabilirim?" Dolayısıyla katkıda bulunarak, tartışarak, eleştirerek bilgilenme herhalde anlamlıdır. Yoksa edilgin alıcılar olarak işe koyulduğumuzda, bu tamamen bizim zenginliğimizi yok edecek bir şey ve zenginliğimizin yok olması demek de, dünya adına da kötü bir şeydir. Ben hala, bizim topraklarımızdan çıkan, bizim topraklarımızda potansiyel halinde olan kültürün, dünya kültürüne katılamadığını düşünüyorum. Ve belki de teknolojinin gelişmesiyle, enformasyon çağının etkisiyle, bu topraklarda yaşamış insanlar ve yaşamakta olan insanların yarattığı açığa çıkarılması gerekli bir kültür olduğuna inanıyorum. Kendi yaşam biçimlerimizi, kültürümüzü, ne denli ağır biçimde eleştirirsek eleştirelim, bizde inanılmaz farklılıklar olduğuna inanıyorum. Bu belki bir hüsnükuruntudur. Yani bu kadar çelişkilerle, trajikomik olaylarla yaşayan bir kültürün, dünya edebiyatına, dünya düşüncesine verebileceği çok şeyler vardır. Belki henüz vermiyor, belki de bu teknoloji enayiliği yüzünden de olabilir. Çünkü onun peşinden koştuğu için, kendine özgü olanı unutmaktadır. Ama onu yakalayabildiğinde ve teknoloji ile onu birleştirebildiğinde, dünya kültürüne bu topraklarda yaşamış insanların kafalarından ve yüreklerinden çıkan şeyler de armağan edilecektir diye düşünüyorum, umuyorum.

Prof. Dr. Berin Yurdadoğ

Sağolun Sayın Hocam, yeni bir boyut getirdiniz. Bilişim kelimesi terim olduğu zaman acaba neleri de içine alır? Sadece eskiden beri kullanılan bilginin işlenmesi midir, yoksa o bilginin işlenmesindeki insan boyutu mudur? Yani makinenin işlediği bilgi midir? İnsanoğlunun makineden de yararlanarak işlediği bilgi midir? Sayın Ziya Hocam bir açıklama da bulunmak istediler. Sayın Metin Hocama söz vermeden önce, Sayın Ziya Hocamın açıklamasını dinleyelim.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

İzninizle. Özür diliyorum araya girdiğim için. Fakat Sayın İnam Hocamızın az önce malumat sözcüğünü kullanarak anlattıklarının hepsine ben haber diyerek ifade etmek istiyorum. Yani malumat dediği şeye ben haber diyorum. Karar sizindir, haber dersiniz veya malumat dersiniz. Ama Türkçe sözcük. İşte ikimizin de belki ortak yönü, information sözcüğü yerine, enformasyon yerine arkadaşımız malumat diyor, ben malumat yerine haber diyorum. Aslında izlerseniz, enformasyon konusunda da az önce gayet güzel anlattığı gibi, malumat konusundaki sakıncalar orada da var. Yanıltabilir sizi. Hani dezenformasyon diyoruz ya, işte o tür sorunlar var. Ben kısacası orada bir farklılığımızın olmadığını düşünüyorum. Malumat diyor arkadaşımız, saygı duyarım, ama ben malumat yerine haber sözcüğünün daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

Acaba haber veya malumat insan davranışlarını yönlendirebilir mi, maniple edebilir mi? Eder. Benim yaşımda olanlar, Cevat Fehmi Başkut'un Köşebaşı oyununu hatırlayacaklardır. Orada mahalleyi yöneten bakkal, zaman zaman kendi taktiğiyle bir takım haberler çıkartır, yayar. Sonra bunun kaynağını arayanlar bakkala gelirler. "Böyle bir şey söyleniyor. Bu nereden çıktı" derler. Bakkal kendini şöyle savunur: "Herkeş böyle diyor." Yani kendi yarattığı haber yayıldıktan sonra ona sığınarak herkesin öyle dediğini söylüyor. Bugün tabii bu teknolojik araçlarla yapılabiliyor.

Bunun daha acıklısı, biliyorsunuz 1950'lerde İstanbul'da müthiş bir olay yaşandı, 6-7 Eylül olayları. Bir gecede İstanbul'un bütün o reel sektörünün mağazaları yağma edildi. Bir akşam önce, 300-500 satan bir akşam gazetesinde bir haber çıktı. "Atatürk'ün Selanik'te doğduğu ev bombalandı" diye. Bu tetiği çeken haber oldu, İstanbul alt üst oldu. Saat 10:30'a doğru Vali Bey radyoda insanları yatıştırmaya çalışıyordu: "İstanbul halkına sakin olmasını tavsiye ediyorum." Ama ok yaydan çıkmıştı. Ertesi gün Türkiye çok büyük bir yüz karasıyla karşı karşıya kaldı. Yani insanlar maniple edilebilir. Son olarak bir cümlesi vardı: "Neden dünyayı taklit edelim." Ünlü bir tarihçi Toyn (?) diyor ki; "beni taklit edene ben neden saygı duyayım, ama benim kültürüme bir şey katanları ben büyük bir saygıyla karşılarım."

Prof. Dr. Metin Kazancı

Bundan yıllarca önce öğrencisi olduğum çok değerli bir filozof Aytüzer (?) "ideoloji, gerçek maddi olayın ta kendisidir" diye bir laf etmişti. Bu sözü yıllarca Fransa'da, Belçika'da tartıştılar, siyaset bilimciler, felsefeciler, yönetimciler. Sonunda bir Yunanlı bir arkadaşımız bu sözle ilgili bir ekspoze yapmıştı. O ekspozede şöyle bir laf geçiyordu: "Enformasyon paranın ta kendisidir" demişti o zaman. "Ya, olur mu öyle şey?" falan. Antenakis, İstanbul asıllı bir Rumdu. Şimdi yaşadıklarımıza baktığımızda, bu sözün bir çok alanda gerçek olduğunu, o zaman ben bu işi farketmemiş olduğumu çok rahat anlıyorum. Ama bizim için güzel olacak haberler de var bunun yanında. Mesela bilgi çağında biz bazı eksikliklerimizi, bazı güçlüklerimizi, toplumsal olarak sahip olduğumuz bazı eksi noktalarımızı o dönemde törpüleyeceğiz. O dönemde bunlar bizim için eksi noktalar olmayacak. Bilgiyi kim üretirse üretsin istediğimiz zaman, istediğimiz anda, istediğimiz kolaylıkla sahip olacağız. O bilgiyi de istediğimiz gibi maniple edelim, bu bizim elimizde olan bir imkan olacak. Ama hiç kuşkusuz globalleşmeyle birlikte bu teknolojinin merkezi bir veya iki olacak, beş olmayacak. İngilizce artık ön plana geçecek, herkes İngilizce konuşacak. İnsan ilişkileri birazcık mekanikleşecek ama, sözgelimi tatil için sınırsız imkanımız olacak. Tatil yaparken, 5 yıldızlı bir otelde veya Antalya'da veya Mısır Piramitlerini gezerken, İzmir Belediye Meclisi toplantılarını da katılma olanağımız olacak. Cezayir'deki dinci görüşün yanlışlığı konusunda dünya kamuoyuna bizim de söyleyeceğimiz şeyler olacak. İnternet olayı bir dünya platformu olacak. Herkes orada konuşacak, ben de dahil, siz de dahil. Bunlar güzel şeyler. Burada illaki bizim kendi benliğimizle, kendi kültürümüzle ilgili ağırlıklar olsun istiyorsak, o zaman çalışma sistemimizin, düzenimizin farklı olması lazım. Bunu da gerçekleştirmemizde belki yarar vardır. Ama, bu teknoloji gavur ağırlıklı diye, benim rahatsız olmamı gerektirecek şu anda hiçbir şey yok. Çünkü şu salonda şimdi, şu bardak, şu çanak, şu ışık, evdeki çamaşır makinesi, mikrofon hepsi gavur ağırlıklı, bana özgü hiçbir şey yok ki. Söyleyin neyim var? Hiç. Hepsi zaten dışarıdan. İşte içine düştüğümüz durum.

Türkiye bir geçiş döneminden başka bir geçiş dönemine sürekli olarak geçiş yapan bir ülkedir. Bu nedenle de, Türkiye yönetilmese daha iyi olur. Birisi çıkıyor diyor ki, "dışarda çayın fiyatı 90 Lira, o zaman ben çaya 180 Lira veriyorum". Olacak iş değil. Rizeli bir parti başkanı çıkıyor ve böyle diyor. Bu nereden karşılanacak, bunun karşılığı nedir, bu kimin cebinden çıkacak? Bunu soran yok, kimse bunu yargılamıyor. Birisi çıkıyor diyor ki; "hiç hesap kitap yok, bu % 10 verirse, ben onun % 5 fazlasını vereceğim, söz veriyorum" diyor, Süleyman Demirel işte. Emeklilik yaşını 39'a indirdiler. Bu kadar ülkeye zarar verici bir şey olabilir mi? 39-40 yaşında emeklilik ne demektir? Düşünün 70 yaşına kadar da sosyal güvenlik kurumları bu insanı beslemek zorunda kalırsa, 64-70 yaşına kadar, vefat edene kadar, ömrünün yarısını çalışarak, yarısını da çalışmadan geçirmek zorunda olan bir insanlar topluluğu haline geliriz ve nitekim de öyle. 65 milyon nüfusun aktif olanı şimdi 17 milyon dolayında. 50 küsur milyon insan, o çalışan 15 milyon insanın yaptığı pastayı paylaşıyor. Pasta küçük, ama insan fazla. Bu örnekleri daha fazla geliştirebiliriz, ama benim özlemini duyduğum, tekniğin ağır bastığı, her şeyin hesabının kitabının çok iyi yapıldığı, bilgisayarın ön plana geçtiği, mesela Meclis'te, Ziya Bey sevgili dostum kusura bakmasın, onun için söylemiyorum, Meclis'te 550 kişi yerine 64 megabyte'lık bir makine koyduğunuzda bütün sorun hallolmuş olacak. Hükümet için de öyle. Belki biraz megabyte'ı 124, 128 filan olacak ama, aynı. Ama insanlara, benim hemşerim diye fazla iltimas yapmıyor, torpille işe almak yok, gavurlarla ilişkiyi durup dururken kötüleştirmek yok. Tamamen üretilen bilgiye, o tabii ki Türk ağırlıklı olursa hiç kuşkusuz iyi olur ama, dışardan almak zorunda da kalırsak alalım, bana göre hiçbir sakınca yok, tamamen teknik bir ortamda, her şeyin teknik yönetildiği, iltimasın, acımanın, kayırmanın, yanlışlığın olmadığı bir ortamda yaşamak, bana göre bugünkünden çok daha iyidir. Çünkü ben, maalesef o duruma düşürüldüm, bir Rainbow süpürge aldım dolar cinsinden, borçlandım, dün bir hesap ettim ki bütün maaş gitti, olmadı. Ama beni bu duruma düşüren kendim değilim herhalde. Beni bu duruma işte bu gidişat düşürdü. Ama bunun içinde de benim hesabımı, kitabımı yapmam lazım. Bunu yapmadıysam yanlış benim. Türkiye hesabını kitabını bilmiyorsa, yanlış Amerika'nın olamaz, yanlış IMF'nin olamaz. Yanlış bizde, her şey bizde. Ama şimdi çok güç durumlarda kalıyoruz, işte açıkçası şu 1 haftadır, 10 gündür yaşanan olay, aynen Tanzimat'ta, Kırım Savaşı'ndan sonra Osmanlının başına geldiği gibi, Lozan'da, Sevr'de geldiği gibi, Boğaz görüşmeleri sırasında olduğu gibi, dışarıdan para dilenmekten başka kahraman Türk ulusunun yaptığı bir şey yok. Yıllardır aynı şeyi yapıyoruz. Bu da o şeyin son halkası, bunlar hiç gücümüze gitmesin. Ama bunlar bize ders olmalı diye düşünüyorum, bir türlü ders olmuyor. Hep aynı hataları tekrarlıyoruz. Bizi düzeltecek tek çıkış yolu her şeyin bilgisayarlaşmasıdır diye düşünüyorum.

Prof. Dr. Berin U.Yurdadoğ

Metin Hocamız hakikaten düşünmemizi gerektiren pek çok şey söylediler. Ancak Ziya Hocamızın bir de Metin Hocamıza cevabı olacak.

Prof.Dr.Ziya Aktaş

Ben cevaptan ziyade, o kadar güzel tarif etti ki sorunları, fakat ben şunu diyeceğim: Tarif ettiği bu sorunlar bizim sorunlarımız değil. O sorunların cevabı olarak, yönetişim sözcüğü, bilmiyorum dilbilim olarak ne kadar uygundur, fakat güzel bir sözcük. Governments diye yeni bir kavram ortaya çıktı. O kavrama göre, bilgisayarı getirip yönetici konumuna koymuyorsunuz ama, yönetici karar alırken hiç olmazsa elinin altında kolaylıkla erişebileceği bir bilgi var. Governments dediğimiz, yönetişim dediğimiz kavram, yeni bir yönetim kavramı. Sorunlar doğru. Gerçekten gayet güzel tanımladı, karikatürize etti. Ama diyorum ki, goverments dediğimiz, yönetişim dediğimiz kavramı da artık Türkiye'de gündeme getirmemiz lazım. Çok üzgünüm, belki bir ufak ekleme. 17 Ağustos depreminde, bırakın her şeyi, fakat yönetim felç oldu. Çünkü, yörede valisinden tutun belediye başkanına kadar veya Ankara'da yönetimde, neyin nerede olduğu bilinmediği gibi, iletim imkanı da olmadı. Yani bilginin paylaşımı imkanı da olmadı. Bu bir doğal afetti, bir depremdi. Şimdi bir başka deprem arka arkaya geliyor Türkiye'ye. İşte bu tür depremlerin, tam olarak zarar görmeden veya en az zararla atlatılabilmesi için, yönetimin bilgi destekli olması gerekiyor. İşte yönetişim dediğimiz şey de, bir yerde yönetimin bilgi destekli olarak götürülmesi.

Prof. Dr. Metin Kazancı

Yönetişim, tabii hiç kuşkusuz güzel bir kavram. Olursa da çok güzel olur. Ama Türkiye'de yönetişimden bahsedebilmemiz için, güçlü gönüllü kuruluşlar, güçlü sendikalar, güçlü memur kuruluşları olması lazım. Oysa hükümet, bugün de böyle, dün de böyleydi, bu tür oluşumlarla ortaklığını, işbirliğini olabildiğince aza indirir. Bunun için de önemli bir gerekçesi vardır. Siyasiler de bu gerekçeyi sık sık terennüm ederler. Türkiye'de her zamandan çok birliğe ve beraberliğe ihtiyaç duyulan gün sayısı, dünya ortalamasının üzerindedir. , dünya ortalamasının üzerindedir. Yönetişimin bu durumda bir ayağı bir türlü oluşmaz. Güçlü halk kuruluşları oluşmaz. Dolayısıyla bu kavram güzel bir kavramdır, ama çok bel bağlanmaması gereken, yani yine hükümet ağırlıklı, devlet ağırlıklı bir kavram olarak bu koşullarda kalmak zorundadır ülkemizde.

Prof. Dr. Berin U.Yurdadoğ

Türkiye boyutuna biraz biraz değindik ama, sadece bilgi toplumu açısından ele alıp, bilgi toplumunun oluşması için Türkiye'de ne yapılabilir?

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Aslında hiç soru almadık. Biraz soru alalım uygun görürseniz, bu arada görüşlerimizi de yansıtalım diye düşünüyorum.

Prof. Dr. Berin U.Yurdadoğ

Uygun görmek ne demek, içimden geçen o idi ama, beni buraya yönetici diye oturttular, bir de isim verdiler, "Bilgi Toplumu ve Türkiye" diye. Onun bir boyutunu kendiliğimden esgeçemezdim. Nasıl olsa esgeçilmeyecek. Bir kısım arkadaşlarımız çok güzel değindiler. Kaldı ki sorularla da zaten açıklanacak. Şimdi soruları alabiliriz.

Müjgan Şan (DPT)

Sayın Ziya Aktaş yönetişim kelimesinden söz etti. Yöneticilerin ya da politikacıların bilgilendirilmesi gerektiğini, özellikle kriz dönemlerinde, depremi örnekleyerek açıkladı. Ben Devlet Planlama Teşkilatı'nın Kalkınma Planlarına bakıyorum, 3 plandır, yani 15 senedir, bilgi, bilişim, bilgi toplumu denmiş, ama anlaşılamamış. Buradan Sayın Güvenç Hocamızın söylediği söze geleceğim. "Kişi odur ki, bilmediğini bilmez, ondan uzak durun" diyor. Biz de politikacılardan uzak durmaya çalışıyoruz.

Aşır Doğaner (DİE)

Zannedersem information'a karşılık bulamadığımız için, bugüne kadar biz information ve knowledge karşılığına hep bilgi demişiz. Bugün information karşılığı bulunmuş olsaydı, kavram kargaşası yaşanmazdı. Bundan 6-7 yıl önce, galiba TÜBİTAK toplantı salonunda Ziya Hocam yine bahsetmişti aynı konudan: Veri, haber ve bilgiyi. Ben bunu kendim kullanmaya çalıştım ama, etrafımda hep bilgi olarak kullanıldığı için başaramadım. Ondan sonra ben de tarafsız kalmak zorunda kaldım. Biz de her şeye bilgi der olduk. Ama bunun ayrımının kesinlikle yapmamız gerekiyor. Yoksa sebep-sonuç ilişkisi veya bir konuyu analiz etme olayına kesinlikle ulaşamayız. Ahmet İnam Hocam bilginin nasıl oluştuğunu çok güzel anlattı. Yani siz bizi bilgilendirdiniz, ama biz bundan bir şey aldıysak, bize bilgi olarak kaldı. Yoksa biz bunlardan bir şey almadıysak, herhalde bizde o malumat olarak kalacaktır. Ben öyle anladım.

Bilgi toplumundan ne kadar bahsedebiliriz ülkemizde? Yani nasıl bilgi toplumu diyebiliriz? Çünkü her yerde, televizyonlarda, tartışma programlarında, şurada burada, kendi içimizde kendimiz, her yerde biz galiba malumatlarla konuşuyoruz veya haberlerle konuşuyoruz. Yani hiç kimse özüne inmiyor. Televizyonda bir şey duyuyoruz, 1 hafta 10 gün, hep aynı kelimelerle aynı şeyleri konuşuyoruz. Yani biz kendimizden, bizden bir şey katmıyoruz. Buna yöneticiler de dahil.

Belki Ziya Hocam daha iyi cevap verebilir. Çünkü Bakanlık yaptı ve şu anda milletvekili. Yani yönetimde ne kadar kullanıyoruz? Karar verme sürecinde dediniz, karar verme sürecinde bilgiyi ne kadar kullanıyoruz? Kullanıyorlar mı, kullanmıyorlar mı? Teşekkürler.

Prof.Dr.Ziya Aktaş

Benim cevabım çok kısa olacak. Bilgiye dayalı olarak karar alsaydık, halimiz böyle olur muydu?

Münir Cerit

Bana göre Türkiye'de 2 tane büyük -bir çok tehlike var da, şu konuyla ilgili olarak- tehlike var: Birisi bilgisayar fetişizmi. Çünkü gördüğümüz ve hepinizin de gördüğü gibi, Güvenç Hocanın da çok iyi hatırlattığı gibi, "ben bunu bilgisayardan aldım" diyor. Hepimiz biliyoruz ki, bilgisayara doğru bilgiler verildiği zaman doğru sonuçlar alınır. Eğer siz maniple edilmiş, çarpıtılmış ya da bilgisizlikten dolayı yanlış bilgiler vermişseniz, yanlış sonuçlar alırsınız. Bundan daha önemlisi, Türkiye'de korkunç bir bilgisizlik ve ilgisizlik var. Dünya nereye gidiyor? Bize gelen bilgiler nedir? Hangi amaçlarla bu şekle getirilmiştir? Acaba bunlar doğru mudur? Örneğin ben bizdeki test sistemiyle televizyon bilgiçliğinin, televizyon bilgi yarışmasının ve büyük tekellerin bilgi üretmelerini hep birbiriyle ilgili bir planın parçaları olarak görüyorum. Onun için Türkiye'yi bilgi toplumu haline getirmek derken, hangi bilgi diye de sormamız gerektiği görüşündeyim. Teşekkür ederim.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

Katılıyorum görüşlerinize. Bu fetişizm bütün insanlığın başına bir derttir ve Türkiye'de de bu var. Böyle zor zamanlarda insanlar kurtarıcı arıyorlar. Rahmetli bir Cumhurbaşkanımız demişti ki hatırlarsanız; "eğitim sorunu ne ki, 1 milyon bilgisayarı alırım, okulları dağıtırım, sorun çözülür." Kendisini zor ikna ettik ki, "lütfen 1.000 ile başlayın, bakalım 1 yıl sonra ne durumdayız." 1 yıl sonra o 1.000 bilgisayar hurda halindeydi. Çünkü kimse nasıl açılıp kapanacağını bilmiyordu. Yani araç, iyi ya da kötü değildir. Araç bir araçtır, yani tarafsız bir şeydir. Onu iyi veya kötü yapan, insanın oradaki kullanma becerisi ve kullanma bilişidir. -Biliş de yeni bir kavram olarak buraya gelsin.- Yani o sorumluluk varsa, en azından eksiğini bilir, geliştirir. Katılıyorum görüşlerinize.

Kamil Çömlekçi (TED Koleji)

Metin Bey'in bir saptaması vardı. Daha doğrusu anket işiyle ilgili. Mucur mu demiştiniz, bir saptamanız vardı orada. Türk toplumunun gelişmelere açık oluşuyla ilgili, Ziya Hoca katılmadı sanırım ona. Daha sonraki araştırmada o köye gidildiğinde, bütün köyün boşalmış olduğunu söylemiştiniz. Bu Türk toplumunun yapısında olan, şark toplumu, oryantalist toplum olmasından kaynaklı mı? Gelişmelere açık olmasından mı kaynaklı? Yoksa bu bir pragmatizm midir ya da şark kurnazlığı mıdır?

Prof. Dr. Metin Kazancı

Ben bunun hangi sıfatla nitelendirileceğini bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Bir siyasi iktidar değişiyor, millet onun peşinden gidiyor. Başka birisi geliyor, onun peşinden gidiyor. İhtilal oluyor, zorla "Anayasa'ya evet" dedirtiyorlar, "evet" diyor. Daha sonra Anayasa'ya karşı çıkanlarla beraber oluyor. Anlamsız şeyler yapıyor kahraman Türk insanı. Yani mantıki açıklaması yok. Biz hamasi nitelikleri ön plana geçirerek Türk insanından konuşalım, daha yerli yerine oturur. Rasyonalite ararsak, o rasyonalite yoktur. "En doğrusunu halk bilir, halk iyi düşünür", bir İspanyol atasözüdür, 500 senedir söylenir gelir; "halk nasılsa, yönetim öyle olur". Benim asıl söylediğim, yönetimin halkın bir yansıması olduğu. Yani yönetim çok suçlu, halk suçsuz, aslan halk, bunlar yanlış şeyler, bunu söylemek istiyorum.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

Bu son soruyla ilgili bir gözlemim var. 1970'lerin planlama sürecinde, yapılan bu toplu sorgulamalarda, araştırmalarda, deneklerin bilgisi, davranışları ve tutumları sorulurdu. Yani bunda 3 ayrı bilgi türü var. Ne bildiği, o bilgiye göre nasıl davrandığı ve bu ikisi arasında bir fark varsa, o da onun tutum bilgisi. Yani bilgi sorununa girdiğiniz zaman, bir evrensel ve geçerli bilgi midir, davranışı etkiliyor mu ve bu arada tutum bilgisi nedir gibi. Böyle bir şey vardı. Ve Türk toplumu o tarihte, üniversitelerimiz dahil, eğer bir davranış değişikliğini istiyorsanız, yaygın eğitim tanımına uygun olarak, insanları önce bilgilendireceksiniz, sonra tutumlarını değiştireceksiniz, sonra davranışları değişebilir. Fakat o günden bugüne dünyada ve Türkiye'de bir bilgi devrimi veya bilgi devrimi değil, bilgi gelişmesi, patlaması oldu. Şu ortaya çıktı. İnsanların bilgilerini, inançlarını, tutumlarını değiştirmek zor. Davranışlarını değiştirmek daha kolay. İnsanların önce davranışlarını değiştirirseniz, sonra bir de bakıyorsunuz ki, insanlar o davranışa uygun tutumlar alıyorlar ve o davranışa uygun bilgiler kazanmaya başlıyorlar. Yani idealist düşünce burada geçerli değil. Gerçekler bunun aksini işaret ediyor. Yani insanlar davranışlarını değiştirirler ama, siz sorarsanız "neden böyle oldu?". Çok güzel mazeretler bulabilirler. Zamanla onunla ilgili, o davranışla ilgili bilgiyi veya bilişi kazanacaklardır.

Gönül Ciniv

Yönetimin Türkiye'de bilgilendirilmesinin ne kadar zor olduğunu, size izninizle bir anımla anlatmak istiyorum. Ben, mezuniyetimi, 65'i dikkate alırsak, 36 yıllık kütüphaneciyim. Bu 36 yılda, 24 yıl bilfiil aktif kütüphanecilik yaptım ve Ankara'da 6 kütüphaneye imzamı attım kurucu kütüphaneci olarak. Son imzamı Başbakanlık Kütüphanesi'ne atmak gibi, bir ulvi şans veya şanssızlık yakaladım. Başbakanlık Kütüphanesi'ni kurduk. O zamanki Devlet Başkanı'nın emriyle Atatürk'ün doğumunun 100. yılını kutlama nedeniyle bir Atatürk Belgeliği oluşturduk, ki o çerçevede çıkan en ufak bir rozetten, bir ilandan, en büyük yayına kadar hepsi olan, hakikaten Türkiye'de tek olan bir Atatürk Belgeliği oluşturduk. Çok kimsenin de bundan haberi olmadı, olmasına da gerek yokmuş. Bu hizmet kısa bir süre sonra Başbakanlık yönetimi tarafından torlandı, toplandı, Demetevler'deki Cumhuriyet Arşivi'nin üç kat altındaki bodruma atıldı. Nasıl bilgilendirirsiniz yönetimi? Ve bu yönetim gittikçe kötüye gitti. Neden? Çünkü siyaset devletin içine çok fazla girdi. Bendeniz 26 yıl hizmetten sonra başkan oldum, Başbakanlıkta. Acaba geri zekalı mıyım diye çok düşündüm. Çünkü gençler 7 yılda başımıza genel müdür, müsteşar, müsteşar yardımcısı oldular. Eğer çekirdekten pişerek bir yönetim kadrosu oluşturulamıyorsa ülkemizde, onlardan bilgi değil, hiçbir şey beklemeye hakkımız olmadığını düşünüyorum.

 

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Bilgi konusunda sizinle şöyle bir bilgiyi, durumu paylaşmak istiyorum. Bırakalım Türkiye'yi, Meclis'in içinden başlayalım bilgiye diye düşündük, bundan birkaç yıl önce. 98 yılında adına Bilgi ve Bilgi Teknolojileri Grubu dediğimiz bir grup kuralım. Aslında İç Tüzüğe koyup da böyle bir şeyi yaptırmak, "mümkün değil" dediler. Ama bu konuda bir şeyler yapmak lazım. Peki ne yapalım? Böyle bir grup kuralım. Gönüllü olsun, milletvekillerinden isteyen başvursun. Biz kendi aramızda oturalım, bu konuları tartışalım. Ve sağolsunlar beni başkan olarak seçtiler, inanın, itiraf edeyim, başladığımızda "olmayacak bir şey mi yapıyorum ben acaba?" diye bir endişem vardı. Bundan önceki dönemde, yani 20. dönemdeki milletvekillerinden yaklaşık olarak 30-35'i ismini verdi. Toplantılara bunlardan 10-15'i katıldı. Yeni dönem geldi, 99 seçimlerinden sonra 21. dönem geldi ve aşağı yukarı 1,5 yıldır devam ediyoruz, 65 milletvekili başvurdu, toplantılarımızda yer sıkıntısı da oluyor, milletvekillerimizi oturtacak yerimiz de yok, 20-25 arasında milletvekili değişerek geliyor. Şimdi bunları niye anlatıyorum. Gerçekten az önce Metin Kazancı arkadaşım şöyle bir şey söyledi: "Meclis de halkın bir modelidir." Yani aynı kumaşın parçasıyız biz. Aramızda iyiler de var, kötüler de var. Yürekten dileğimiz tabii, kötülerin az olması. Aslında doluyum o konuda. Diyeceksiniz ki; "istediğiniz yere geldiniz mi, istediğiniz şeyleri yapabildiniz mi?" Belki istediğimizi yapamadık. Ama aşağı yukarı her ay ortalama bir toplantı yapıyoruz. Yönetişimden tutun da elektronik ticarete kadar, TBMM'de "canım bu da neymiş ki?" diyebileceğiniz konuları hiç olmazsa, konunun uzmanı kişileri de davet ederek konuşturuyoruz. O arada milletvekillerimiz, ben de dahil, bilerek veya bilmeyerek belki bir takım şeyleri gündeme getiriyoruz. Ben bu bilgiyi paylaşmak istedim sizinle.

Emine Pamuk

ABD Kongre Raporlarından anladığımıza göre, 1964 yıllarından bu yana Amerika'nın hedefi, dünya kamuoyu oluşturmak istiyor bu şekilde, bu teknolojiyle. Ama yıl 2001, Türk siyasi otoritelerinin ne kadar, bilgi toplumu ve 21. yüzyıl gelişmelerinden haberdar ve ne kadar önem veriyorlar? Bazı demeçlerde duyuyorum ama, siyasi otorite bu işe gerçekten ne kadar önem veriyor, çok merak ediyorum. Ve TÜENA alt yapısını yaptık, yaptırıldı, oluştu. Bu planı kim önemseyecek, kim uygulamaya yönlendirecek, çok merak ediyorum. Bir de bu TBMM'deki Bilgi Teknolojileri Grubu'ndaki toplantılara bilgilendirilmek için bizler de katılabilir miyiz?

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Grup toplantılarımız basına da açık, fakat az önce de arzettiğim gibi, yer sıkıntısı nedeniyle çok fazla davetli alamıyoruz. Ama arzu eden arkadaşlarımız toplantıdan önce beni ararsa, duruma göre, o toplantının konusuna göre. Çünkü gündemimizi belirliyoruz, ona göre bakarız.

Bir doğru, bir eksik bilgi var. Amerika 60'lardan beri başladı dediniz. Aslında Amerika 60'lardan itibaren başlamadı. Çok ilginç bir şey var, gözden kaçtığına inandığım bir şey şu: Clinton şudur budur, tartışabilirsiniz. Fakat aslında Clinton ve beraber Al Gore, 90-91'den itibaren Amerika'nın çehresini değiştirdi. Yaptıkları şey ne biliyor musunuz? Yönetimi bilgi desteğiyle, bilgisayar desteğiyle yeniden yapılandırdı ve bunu yaptığında verimi artırdı, Amerika'daki üretimi artırdı, ekonomi gelişti. Fakat en önemlisi internetle beraber bilgisayar ağı. "Bilgisayar ağı onların icadı mıydı?" denilebilir. Hayır. Arkadaşlarım bilirler, 60'lı 70'li yıllardan beri bilgisayar ağlarından bahsediyorduk, ARPA vb. Ama adamlar olayı görüp, 91-92'den itibaren interneti bugünkü konumuna getirdiler ve bunu sağladılar. Bilgi toplumu olayı 90'lı yıllardan sonra Amerika'da gelişti. Onun arkasından 94-95'de Avrupa Birliği, yine 99'da Avrupa Birliği E-Avrupa projesini başlattı. Japonya 99'un Aralık'ında Millenium Projesi diye aşağı yukarı aynı şey. Diyeceğim Amerika 90'lı yıllardan sonra başladı. Onun için benim titizliğimi bağışlayın, bütün gayretimiz, bütün çabamız, bu kavramların ne olduğunu anlatmak. Fetişizmin bir başka örneği de internet. Çok katılıyorum size. İnternete karşı değilim, karşı olamayız. Bilgisayara karşı değilim, karşı olamayız. Türkiye'deki ilk bilgisayar mühendisliği profesörüyüm, karşı değiliz, ama fetişizme karşıyız. Aslında ne yaptığımızı bilmemiz lazım, bunların araç olduğunu bilmemiz lazım. Çabamız bu. Onun için aslında, bilgisayar nerede, internet nerede, bu arada bilgi nerede? Terimleri tartışırız, saygı duyarım, haklı oldukları yönler de var. Ama işin içinde bilgi var. Nerede bilgi var? İşte yöneticilerin bilgiyi kullanması. Çok üzgünüm, burada TÜBİTAK'dan kimse var mı acaba? Yönetici veya çalışan. Şikayet anlamında değil, fakat Türkiye'nin gerçeği. TÜENA Raporu'ndan bahsettiniz siz. TÜENA Raporu nasıl hazırlandı? Ulaştırma Bakanlığı 5 milyon Dolar karşılığı kaynak ayırdı, TÜBİTAK'a "bu çalışmayı yap" dedi. Neydi çalışmanın amacı?

.................-Altyapı oluşturmak.

Prof. Dr. Ziya Aktaş Hangi altyapı?

.................- Enformasyon altyapısı.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Enformasyon altyapısı değil. Telekom'la ilgili ve bilgisayar donanımıyla ilgili altyapının oluşması. O çalışmanın özünde, olayı bir yerde eksik bıraktılar, olayın bilgi boyutunu görmediler, göremediler. Gerekçe olarak da, mazeret olarak da dediler ki, "ne yapalım, parayı Ulaştırma Bakanlığı verdi, Ulaştırma Bakanlığı da bizden -Türkiye'de iletişimle, telekomünikasyonla ilgili altyapı nasıl geliştirilir, elektronik sanayi nasıl gelişir?- bunu istedikleri için, biz bunu yaptık, öbür tarafı eksik kaldı, ama kaynak bulursak onu da yaparız" dediler. Bu bir. Saygı duyuyorum o çalışmayı yapan arkadaşlara. 2 yıl çalıştılar. Raporlarında öbür konulara ağırlık verdiler ama, bir yanlışlık yaptılar ve dediler ki, aslında Türkiye'nin geleceği için adına Bilgi Toplumu Bakanlığı diye bir bakanlığı -benim kullandığım terim değil, onların kullandığı terim- raporlarına koydular, TÜENA Raporu'nda var. Tam o sıralarda Avrupa Birliği E-Avrupa denen şeyi başlattı. Nedir özü? Avrupa'da bilgi toplumu oluşturmak. Prodi (?) başlattı, 99 Aralık'nda. Olayı görünce, konuyu bizim Bilgi ve Bilgi Teknolojileri Grubu'nda inceleyip, Türkiye için de aslında bu konuda, her işi yapacak değil, sadece kurumlar arasında, ne yapılacağını yönlendirecek, eşgüdümü sağlayacak bir bakanlık olsa diye. Ve adına da başlangıçta biz Bilgi ve Bilgi Teknolojileri Bakanlığı diye yola çıktık. Hataysa, hata benim. Ama itiraf ediyorum, tam o sıralarda Avrupa Birliği'nin ne yapmaya çalıştığını incelediğimizde, bir de baktık ki Avrupa Birliği bilgi toplumunu amaçlıyor. Oradaki bir takım DG (?) dediğimiz birimlerinin adını değiştirmiş, bilgi toplumu yapmış. 95'de kurdukları bir kuruluşun adı, Telecomunications Information Industry And Innovation'dı. Bunun adını Information Society -bilgi toplumu- olarak değiştirmiş. Kaçta? 98'de. 99'da da bilgi toplumunu ilan etmiş. Harika. TÜBİTAK zaten bunu önermiş. Bu da uyuyor. Bunun paralelinde bir öneri yaptık. Genelde kabul gördü. Fakat, bir tek kurumun başkanı, açıkça "hayır, biz buna karşıyız" dedi. Tahmin edin hangi kurum acaba? TÜBİTAK'ın Başkanı. Herhalde korktular TÜBİTAK da oraya bağlanacağı için. "İyi ama, TÜBİTAK şu anda zaten bir bakanlığa bağlı" dedik. O bir. Fakat asıl getirmek istediğim olay şu: Arkadaşlarım dediler ki, ben de dahil, "iyi ama Sayın Başkan, sizin hazırladığınız ve 2000 yılında Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde ilan ettiğiniz TÜENA Raporunuz da zaten Bilgi Toplumu Bakanlığı var. Sayın Başkan nasıl olur da siz buna karşı çıkarsınız?" Cevap aynen şu: "Arkadaşlarımız bu çalışmayı 2 yıllık bir sürede yaptılar. Konu o kadar hızlı gelişiyor ki, konular değişmiştir, kaynak verirse yüce Meclis, o zaman biz bu paranın karşılığında yeni bir çalışmayı yaparız." Şimdi hangi TÜBİTAK'dan bahsediyorsunuz? Hangi TÜENA Raporu'ndan bahsediyorsunuz? Hangi yönetimde veya bakanlıklarda veya hükümetin yönetiminde, bilginin kullanımından bahsediyorsunuz? Aslında maalesef içler acısı bir konumdayız biz.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

Amerika büyük bir güç. Sovyetlerin döneminde, hatta birbirlerine imparatorluk falan da derlerdi. Birisi yıkılınca öbürü büyük güç, super güç olarak kaldı, imparatorluk artık pek dile getirilmiyor. Amerika'nın bir bilim akademisi yoktur, ama onun yerini tutan bir Sivit Sonyın (?) (okunuş) Enstitüsyonu vardır. Bir bilim akademisinde var olan bütün kurumları kucaklar, içine alır. Onun 1985 yılında bir toplantısında, bir törensel yemeğinde bir senatörle yan yana düştük. Türk olduğumu duyunca biraz hayret etti. "Ne yapıyorsunuz" dedi. "Araştırma yapıyorum" dedim. "Nerede" diye sordu. "Burada, Sivit Sonyın'da" dedim, memnun oldu, arkasından sordu: Dedi ki, "Amerikan basının da Türkiye var mı?" "Var, deprem oldukça, Silahlı Kuvvetler idareye el koydukça haberlerde görüyoruz, onun dışında yok" dedim. Adam güldü, çalıştığım yeri sordu. "Yarın size bir belge göndereceğim, ona bakın" dedi. "Nedir bu belge?" dedim. "Amerika'nın her şeyden haberi vardır, yani siz onu basında görmezsiniz, ama her şeyden haberi vardır. Bu ağ kurulmuştur, bilgiler gelmektedir" dedi. "Çok iyi" dedim. Ertesi gün bana ..... Institute diye bir dergi gönderdi. Kopya almama izin vermedi, getiren adam aldı ve götürdü. Türkiye'den yazılmış bir takım mektupların yayınlandığı bir hizmet belgesi diyelim. Fakat onun bu sorusu üzerine, ben kendisine bir soru sordum. "Dünyada olup biten her şeyi bu kadar iyi biliyorsunuz, bizim nefes alışımızı da biliyorsunuz da, dünya yönetiminde bu hataları nasıl yapıyorsunuz?" "O bilgiye sahip olmak başka, kullanmak başka. Çünkü dünyada bir takım olaylar gün boyunca olur, Amerika bunu akşama girerken, eski dünyada neler olduğunu öğrenir. Başkanın yardımcıları, danışmanları sabaha karşı çalışırlar, sabahleyin 7:30'da Başkana bir brifing yaparlar, bir özet verirler. Başkan şöyle bir düşünür, karar verir. Ama bu brifing verilirken, Washington'daki veya Amerika'daki o mevcut olan bilgilerin hiç birisine ulaşmak mümkün değildir. Onun için sağduyuyla karar verirler. Bilgi oradadır ve kullanılmaz" dedi.

Aktaş Hocanın söylediğine katılıyorum. Amerika'nın bu konudaki kararı eskidir. Fakat etkinliği, buna uygulamaya koyması, en azından 1985'lerden sonrasıdır. Çünkü bir senatör çok rahatlıkla "biz bu bilgiye sahibiz, ama gerektiği zaman buna erişemiyoruz" demiştir. Bilgi kadar, bilgiye erişilebilirlik, bilgiyi kullanabilmek de önemli. Yani retrieval meselesi. Bilgi orada ama, sabahın 4:00'ünde kimi uyandırıp, nasıl ona ulaşacaksınız. Şimdi yeni teknolojilerle bunu elde ettiler.

Doç. Dr. Bülent Yılmaz

Ben Ahmet İnam Bey'e sormak istiyorum. Bu enformasyon çağına kanımca aslında temelini veren, bilginin bir ekonomik mal haline gelmesi gibi bir durum söz konusu, yani bir meta olması. Bunun insan-enformasyon ilişkisini nasıl etkileyebileceği konusunda düşüncelerini acaba söyleyebilir mi?

Prof. Dr. Ahmet İnam

Biraz anlatmıştım konuşmamda ama. Birkaç kelime daha söyleyebilirim. Enformasyon teknolojinin büyük bir konusu olmaya başladı. Dolayısıyla kullanılan ve etkileyen bir şey. Oysa teknoloji öncesi çağlara baktığımızda, orada bu dünyadaki insanlar enformasyonu kullanarak yaşıyorlardı. Temel dönüşüm şu: Çağımızda enformasyon, insanı kullanır hale gelebiliyor. Yani tersine dönme durumu var. Bu teknoloji-insan ilişkisinin altında da yatan bir şey. Yani, sanayi öncesi teknolojilerinde, mesela yel değirmeniyle veya dokuma tezgahıyla çalışırken, sizin elinizde bir araç teknoloji. Ama giderek teknoloji, o denli hızlı değişimler ve gelişmeler gösteriyor ki ve bizim bütün sosyo-ekonomik yaşamımızla bütünleşiyor ki, artık bu sistem sizi kullanmaya başlıyor. Yani sizin elinizde alet olan teknoloji, sizi kullanır hale geliyor. Asıl problem sanıyorum enformasyonun bizi ele geçirme durumunda olması. Yani bizim kullanacağımız, bizim yaşamımızı kolaylaştıran, insanlar arasındaki iletişimi düzenleyen, insanın kendini geliştirmesine katkıda bulunacak bir şey olmak yerine, insanın önüne perdeler çeken, gerçeği ondan gizleyen, belki kendisini kendisinden gizleyen bir özellik kazanma tehlikesi oluşturabiliyor. Ama insana bunun ayırdındaysa eğer, belki bu güçlüğü de aşma yolunu deneyecektir.

Doç. Dr. Bülent Yılmaz

Hocam asıl kastettiğim şu: Yani parayla alınır satılır bir mal haline gelmesi, bu ilişkiyi daha mı güçleştirdi?

Prof. Dr. Ahmet İnam

Tabii çok tehlikeli parayla olmuş olması, işte onun gücünü gösterebilmesi bizim üzerimizde. Yani para kimdeyse güç onda olacak. Enformasyon kimdeyse güç onda oluyor, bu bir tehlike. Prof.Dr.Bozkurt Güvenç- Yalnız bunun ücretsiz olması da çok büyük bir tehlike değil mi? Ücretsiz görülmesi de çok tehlikeli.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Sıkı durun, herhalde yakında ücret de gelecek. Çünkü hiçbir şey karşılıksız değil, hiçbir şey parasız değil. İnternet yaygınlaşsın diye yaptılar, fakat bunun karşılığında belirli bir ücret gelebilir. Geldiği zaman da şaşırmayalım. Fakat benim asıl söylemek istediğim şu: Telefon şirketlerinin gelirlerine baktığınız zaman, son yıllarda telefon şirketlerinin milyar Dolar mertebesindeki gelirlerinin büyük bir çoğunluğu, konuşmadan elde ettikleri para değil. O sistemin üzerinden akan verilerin, bilgilerin sağladığı para. Yani sadece bilgi akışından sağladıkları kazanç.

Tahmin edildiğine göre dünyadaki ticaretin boyutu, yıllık yaklaşık olarak 16 trilyon Amerikan Doları tahmin ediliyor. Bu 16 trilyon Amerikan Doları ticaretin, şu sıralarda 2000-2001 yılında, yaklaşık olarak 2 trilyonu veya 3 trilyonu elektronik ticaret ortamında yapılıyor. Elektronik ticaret dediğimiz zaman da, bilgi bazlı, bilgi tabanlı bir ekonomik işlem. Fakat ilginç bir şey daha var: Önümüzdeki birkaç yıl içinde, 2005 yılına kadar, bunun yaklaşık olarak yarısının, yani 8 trilyon Amerikan Dolarlık bir bölümünün elektronik ortamda yapılacağı öngörülüyor. Parasal değeri dediniz ya, aslında bu sadece işin ticari bilgi tarafı.

Her iki değerli Hocam da değindiler. Tümüyle katılıyorum. Bir başka yanılgı ve üzgünüm, aslında bu yanılgıyı da başlatan ve sürdüren yine TÜBİTAK oluyor, çok ilginç, bilimsel bilgi ile, bilim ile, ticari bilginin, günlük bilginin farklı olduğunun adeta ayırdında değil. TÜBİTAK dediğimiz kurum Türkiye'nin bilgi çağına girmesi için, sadece bilim ve araştırma yeterlidir diye, ulusal programa bölüm koyuluyor, son dakika gayretiyle, sayın Başbakan'ın araya girip talimat vermesiyle, oraya anacak bir paragraf ekletebiliyoruz. "Aslında bilgi toplumu denirken bunun içinde bir kurumsal yapı olsun ki, bu kurumsal yapı bu bilgi olayına el koysun." Şimdi hangi TÜBİTAK'dan bahsediyoruz? Onun için bunlar üstüste geldi ama, bunu da eklemeyi bir görev bildim.

Prof. Dr. Metin Kazancı

Bu bilgisayar olayı bana pratiklik sağlıyorsa, benim yaşantımı şu veya bu şekilde kolaylaştırıyorsa, benim dünyadan haberdar olmamı çok çabuk temin ediyorsa, bu yararlı bir olaydır. Yararlı bir olay da kazançlıdır. Yararlı olay düşündürücüdür. Yararlı olay insanı çeken bir olaydır. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u zaptettiğini, -27 Haziran- İsveç Kralı Eylül ayında, yani 2,5 ay sonra öğreniyor. Bu sabah Fakland Adalarında bir deprem oldu, ben 7:31'de öğrendim. Bundan daha güzel bir şey var mı? Benim bir takım bireysel beklentilerime de yanıt veriyor. Bir sürü bilgisayar arkadaşım var benim. Bir sürü Amerikalı, Latin Amerikalı insanlar var. Buralarda insanın düşünüp de söyleyemediği duygularını giderici imkanlar var, seks arkadaşları var. Herkes et, kemik. Gizleseniz de gizlemeseniz de böyle. Onlarla oturup konuşuyoruz, yazışıyoruz. Ne güzel bir şey bu. Benim şu kadar odamın içini bütün dünya yaptı, bu yararlı bir şey. Kimden gelirse gelsin ben bunu kullanırım, ama kullandığımı zaman kullanabileceğim mesajları ben seçerim, özgürlüğü bana ait. Olay bu bana göre.

Prof. Dr. Berin U.Yurdadoğ

Sizin söylediğiniz bir başka noktayı hatırlattı bana. İstanbul'un fethi gibi önemli bir olay, belli uzaklıktaki yerlerde belli zamanın geçmesini gerektirebiliyor ama, asıl önemli olan belki biraz da, Ahmet Hocamın temas ettiği nokta idi. Haberi alıyor da nasıl kullanıyor, ne yapıyor? Bizim sevgili padişahımızın Fransa'da ihtilal olduğu zaman, "ne düşünüyorsunuz?" diye sorduklarında "bırakın canım, o onların iç meselesi" demesi gibi biraz insanı düşündürüyor.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

Hep anekdotlarla gittik. Çok kısa bir tane. Biraz kızgınca, canı sıkkın tarih hocası İstanbul Lisesi'nde sınıfa girmiş. Gözüne çarpan öğrenciye "söyle, İstanbul'u kim fethetti" demiş. Fakat öyle bir edayla söylemiş ki, öğrenci "hocam, vallahi ben yapmadım" demiş. Hoca öğrenciyi kolundan tutmuş, nöbetçi müdür muavinine göndermiş, demiş ki "siz benden tarih öğretmenliği bekliyorsunuz, ben bunlara tarihi nasıl öğreteyim?" "Ne oldu hocam, hayrola" demiş müdür muavini. "İstanbul'u kim fethetti diye sordum. Yemin billah ediyor ben yapmadım diye" demiş. Müdür yardımcısının şöyle bir cevap verdiği söylentidir: "Çocuk yapmadıysa neden itiraf etsin?" demiş. Yani şeyler (?) çok geç öğrenebilirler ama, biz acaba daha mı çabuk öğreniyoruz?

İlk konuşmama başlarken Metin Hoca'nın bir görüşüne katılmamıştım veya tam katılamadığımı söylemiştim. Şimdi bir parantez daha açmak istiyorum. Hayatı kolaylaştıran her araç her zaman yararlı olmayabilir. Daha doğrusu araçlar veya gelişmeler, süreçler mutlak olarak yararlı veya zararlı veya sakıncalı olmayabilir. Hayatta yaşadığımız süreçlerin büyük bir kısmının yararları yanında sakıncaları da olabilir diye düşünüyorum. Türkiye'ye gelince, ne yapalım? Galiba bu bilişim toplumuna geçebilmemiz için, o bizim iliğimize kemiğimize işlemiş olan egemen veya otoriter kişiliğimizi biraz baskı altında tutup, çocuklarımızı biraz daha serbestçe düşüncelerini, görüşlerini ifade eder şekilde yetiştirmemiz gerekiyor. Yani bir yerde hala biz otoriter bir kişiliğe sahibiz. Bu otoriter kişilikle demokrasi çok bağdaşmıyor veya rahatça uzlaşmıyor. Belki Türkiye için bir yol olabilir. Söylediğimin çok basit, fakat yapılmasının çok güç olduğunu bile bile söylüyorum.

Acaba bilgi sanıldığı kadar ücretsiz ve bedelsiz mi? Geçen yıl veya 1,5 yıl kadar önce, Geçmişle Gelecek, İnsanın Zaman Problemi diye bir deneme üzerinde çalışıyorum. Yazılarımın bir yerinde acaba ansiklopediler bu konularda ne diyor, yanlış düşmeyeyim diye Britannica'yı açtım, daha önce de zaman, mekan maddelerini okumuştum, çok da ters düşmüyorum, ama Türkçe ansiklopedinin çevirisi 20-25 yıl önce yapılmış. Acaba son ansiklopedi ne diyor diye internetten Britannica'ya girdim. Hakikaten her iki madde de değişmiş ama, böyle çok kökten değişmeler yok, benzer şeyler söylüyor. Kaynaklarını verdi, maddeyi yazanların isimlerini, adreslerini verdi. Ben onun üzerine yeni bir soru sordum: "Acaba bu konuda daha yorumsal, daha benim sorunuma ilişkin, yani geçmiş ve gelecek değil de, geçmişle gelecek arasındaki ilişkiyi kuran bir çalışma var mı?" Hemen cevap geldi. "Var" dediler, falanca enstitünün bununla uğraştığını, yalnız onun bilgisayarına girebilmeniz için şu adrese 30 Dolar yatırılması gerektiğini söylediler. Bu zannederim sizlerin de başına gelmiştir. Bilgi bir yere kadar bedelsizdir. Biraz zorladığınız zaman karşınıza renkli, güzel, cazip şeyler çıkıyor, "şunu yatırırsanız, bunu alabilirsiniz" gibi. Tabii vazgeçtim. Fakat daha ilginç bir tarafı onu izleyen 10 gün sürekli geliyordu, "siparişinizi bekliyoruz, ne oldu?" Hatta o kuruma da haber vermişler, o da beni aradı: "Gerekirse size biraz kolaylık gösterebiliriz, hangi maksatla kullanacaksınız" gibi. Yani o bilgi, benim biraz bilimsel ve felsefi bilgim, ticaretleşmeye başladı.

Aytaç Yıldızeli(TÜBİTAK-ULAKBİM)

Sizin bahsetmiş olduğunuz raporları biliyorum. Yalnız yönetici falan değilim. Bu raporlarda zaman zaman görev aldım, bazı toplantılarda görev aldım. Gerçekten o raporları biliyorum. Fakat daha sonra, Amerikan Kongresi'nden bir hanımı davet ettik, bu raporlardan sonra. İnternet grubunun başkanıydı hanım. Geldiği zaman biz şöyle bir soru yönelttik: "Bir bakanlık kurmak isteniyor. Acaba bir üst kuruluş olarak, Bilgi ve Bilgi Teknolojileri Bakanlığı'na ne dersiniz?" Hanım çok şaşırdı. O kadar şaşırdı ki, aynen şunları söyledi: "Siz gelişmekte olan bir ülkesiniz. Bir bakanlık mı kuracaksınız?" Biz bir bakanlığın daha iyi olacağını veya müsteşarlık seviyesinde enformasyon işleriyle uğraşan bir üst kuruluşun olması dileğinde bulunduk. "Hayır, biz Amerikan Kongresi'nin altında komisyonlarla bu işi götürüyoruz. Ama siz bizden ileriyseniz, buyurun bakanlık kurun ve bize de deneyimlerinizi anlatın" dedi. Ve daha sonra bu projeden vazgeçildi. Şu anda TÜBİTAK gerçekten TÜRDOK'un çok başarılı işleriyle bu enformasyona öncülük etti. Fakat planlarda da görüldüğü gibi eşgüdümün dışında hiçbir yerde vazife almadı. Hatta son ULAKBİM'in kurulmasında bile, geçen seneki toplantıda "lütfen biz bir üst kuruluş olalım ve bir takım politikalar, planlamalar yapalım" diye öneri getirdiğimiz halde, maalesef "biz kesinlikle buna yokuz, sadece destek kuruluşu olarak bu işe devam edeceğiz" denildi. Onun için, TÜBİTAK'ın enformasyon politikasında doğrudan doğruya bir katkısı yoktur, verilmemiştir. Yalnızca TÜRDOK'un çok fazla ilerde işler yapması, DPT'de dikkati çekmesi, eşgüdüm için görevlendirilmesiyle enformasyonda yerini almıştır. Yoksa devlet tarafından bize bu görev verilmedi. Benim bildiğim ve raporlarda ve komisyonlarda aldığım kadarıyla böyle, üst kademede ne oldu bilemem tabii ki. Ama ben enformasyon komisyonlarına katıldığım zaman, bizde olan bu şekildeydi, ama üst yönetim ne yaptı bilemem o kısmını.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Aytaç Hanım, Ulusal Program'ı okudunuz mu siz?

Aytaç Yıldızeli

Evet ama, ana hatlarıyla.

Prof.Dr.Ziya Aktaş Oradaki Bilim ve Araştırma bölümünü okudunuz mu?

Aytaç Yıldızeli

Hayır.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Bu bir. İki. Amerika'dan gelen uzmana o soruyu sormuşsunuz, gayet güzel. Fakat siz Aytaç Hanım, Amerika'daki yönetim sistemiyle Türkiye'deki yönetim sisteminin farklı olduğunu herhalde biliyorsunuzdur. Kongre'deki o imkanın yanında, o hanım bilmiyor olabilir, o hanım dünyayı ya da Amerika'yı sadece Kongre Kütüphanesi'nden ibaret zannediyor olabilir. Amerika'daki bir takım ajansların dışında, özellikle bu son 10 yıllık dönemde Başkan'ın ve Başkan Yardımcısı Al Gore'un başkanlığında, özel bir ekibin kurulduğunu ve çalışmaları sürdürdüğünü bilmem biliyor muydunuz? Biliyorsanız, o zaman ülkelerin kendi yapılarına özgü bir takım şeyleri ve bunun ötesinde, Japonya'nın bile, bırakın, şu yanıltıcı, bir söyler misiniz? Hangi ülkede Bilgi Toplumu Bakanlığı diye bir bakanlık var. Soru bu. Bir, az önce söyledim konuşmamda. 2 yıl önce Avrupa Birliği bu bakanlıklara denk şekilde var olan yapısında birisini Bilgi Toplumu olarak değiştirdi. Onu bir kenara çekelim. Fakat gözden kaçtığına inandığım şey şu: Bizden çok daha önce, bazı bakanlıklara bu görevi zaten ülkeler vermiş. Almanya vermiş, Danimarka vermiş, Yunanistan vermiş. Fakat daha çarpıcı olanı şu: Japonya'da, -hocalarım belki hatırlarlar- MITI diye bir bakanlık vardı. Bütün bu teknolojik gelişmeleri izleyen, 70'li yıllardan itibaren var olan bir bakanlık. Ministry of International Trade And Industry idi adı. Geçen gün bu Millenium Projesi için girmem gerekti. Adını MITI'nin birinci I'sini değiştirip, Economy yapmışlar, METI olmuş. Baktığınız zaman, adamların Bilgi Toplumu Bakanlığı demelerine ihtiyaçları yok zaten. Bunu gördükleri için, kendi yaptıkları çalışmalarla bunları zaten yönetiyorlar, yönlendiriyorlar. Bizim burada şansımız, böyle bir şeyi biz yeniden başlatacağız. Ama yeniden başlatırken hedefi şimdiden koymanın ne sakıncası var? Çünkü Avrupa Birliği koymuş.

Bir ufak ekleme daha. Konu konuyu açıyor. Biz geçen yıl Bilgi Grubu'nda, Meclis'te bunu hükümete önerdiğimiz zaman, Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcılarına şöyle dedik: "Şimdi Avrupa Birliği bu konuda bize bir şey söylemiyor. - Ve nitekim de çerçevede falan söylemedi- Fakat yakında bu konuyu gündeme getirecek ve Avrupa Birliği'ne üye olacak ülkelerde aranacak yeni kriterler, bilgi toplumu kriterleri diye önümüze bir şeyler koyacak. Onun için bu konuda acele edelim." Biz söyledik, ama olay duruyor. Tabii Türkiye'nin başka çok önemli güncel konuları olduğu için, bir türlü sıra ona gelmedi. Hükümet bir biri peşinden sorunlarla boğuşuyor. Doğru. Allah kolaylık versin diyorum. Fakat çarpıcı olan şey şu: İnanın ben bilmiyordum, bu görüşü söylediğim zaman, yaklaşık 1 yıl önce, sadece bir tahmin üzere konuşuyordum, malum oldu herhalde bana. Geçen hafta Stockholm'de (?) yapılan toplantının gündeminde, Avrupa Birliği zirvesinin gündeminde, E-Avrupa+ diye bir madde vardı. Oradaki uzmanlarla 15 gün önce konuşurken, "tamam da, sizin aday ülkeler için bir şeyler düşünüyor olmanız lazım, bu konuda ne düşünüyorsunuz?" dediğim zaman, konuştuğum adam şaşırdı. "E-Avrupa+ var ya" dedi. Bu sefer ben şaşırdım, "o nereden çıktı" dedim. "Önümüzdeki hafta Stockholm'de konuşacağız." "Nedir o?" "Aday ülkelerin bilgi toplumu olabilmeleri için gerekli olan action plan'ı koyduk" dediler.

Aytaç Yıldızeli

Şimdi bakanlıkların azaltılması konusu var. İnanıyor musunuz ki her zaman sizler gibi aydın kimseler gelecek. Biz TÜBİTAK'da bunu yaşadık, çok şeyler yaşadık ve bunu atlatmak için öyle bir Bilim Kurulu kurulmasaydı, bugün TÜBİTAK'dan bile bahsetmemiz çok zor olacaktı. O günleri yaşadık. Ne gibi araştırmalara ne gibi ödüller verildiği, nasıl araştırma paralarının dağıtıldığını gördük. Siz bu bakanlığı kurun ve iktidar değişsin, nasıl olduğunu, kütüphanelerin, bilgi merkezlerinin, elimizde olar birkaç şeyin de nasıl çabuk elimizden kaydığını ağlayarak, üzülerek izleyeceksiniz. Bir bakanlık kurarken veya bir olay yaratılırken, ne kadar siyasetten uzak olursa, o denli yaşamsal sürecinin arttığını tespit edebiliriz. Bugün bütün halk kütüphanecileri arkadaşlarımız ağlıyor. Neden? Çünkü halk kütüphaneleri Kültür Bakanlığı'na bağlı. Yani bu siyasi iradeyi gözardı etmemek gerekiyor. Siyasetten uzak ne yapabilirsek, nasıl bir, bakanlık mı, olmaz o, bir kuruluş mu veya belli bir topluluk mu, ama siyasilerin kontrolü dışında bir kuruluş kurulduğu anda Türkiye'de inanıyorum ki enformasyon politikası gelişecek.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

O söylediğiniz yapı dünyanın herhangi bir ülkesinde var mı? Bana bir örnek verebilir misiniz?

Aytaç Yıldızeli

Gelişmiş ülkelerde belli bir politika vardır. Siyasi irade değişse de o politikayı devam ettirir. Hiçbir zaman siyasiler kendi çıkarları için değil, memleket çıkarları için kullanır. Siz Enerji Bakanlığı yaptınız. Nasıl büyük, güzel şeyler koydunuz. Ne kadar devam etti? Devam edemedi. Yani bunları devam ettirmek çok zor.

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Sevgili Aytaç Hanım, birbirine karışan konular var. Bir, dünyada hiçbir ülke yok ki, bu konudaki çalışmaları sadece sivil toplum kuruluşları yönetsin. Dünyada hiçbir gelişmiş ülke yok ki, bunu sadece devlet yapsın. Olay aslında devletin, özel sektörün, sivil toplum kuruluşlarının, akademik kesimin, üniversitelerin birarada yapması gereken bir şey. Bu tamam. Kişiye bağlı olmasın diye, vaktiniz olmadı belki bakmadınız, bizim önerdiğimiz bakanlıkta yapılanmada da bakıyla, siyasetle bağımlı olmasın demiştik. Son bir şey daha. Şu anda Türkiye'de 6 tane veya 7 tane bakanlığın altında olan görevlerin, aslında birbirleriyle ilintili bilgi alanında olduğunu da biliyoruz. Bu da dile getirilebilir, ama bir başka toplantı vesilesiyle bunu belki ayrıca konuşuruz veya Meclis'e gelirseniz dertleşiriz sizlerle.

Prof. Dr. Berin Yurdadoğ

Burada bizi sabırla izlediğiniz için teşekkür ediyorum. Kısaca şunu söylemek istiyorum: Önümüzdeki toplum, adı bilgi toplumu olsun, her ne adı vermiş olursak olalım, sanayi toplumunun yenileşmiş şekli değil. Bu yepyeni bir toplum. O halde burada modernization, yani yenileşmeden bahsetmek mümkün değil. Bir tranformation var, bir dönüşüm var. Buradaki insanın ihtiyaçları, bu toplumun insanının, bireylerinin ihtiyaçları çok farklı olacak. Terimlere verdiği anlamlar da değişecek. Her şey 1990'lardan sonra sanki bir ivme kazandı. Zaten değişiklikler 20. yüzyılın sonunda ivme kazanmıştı ama, son 10 yılda acayip bir ivme kazandı. Örneğin sadece enformasyon kelimesini alın, genel olarak bildiğimiz anlamda, bunun bir de misinformation'ı vardı ve nokta idi. Ama 2. Dünya Savaşı'nın getirdiği yenilikler, değişiklikler bir yanda kaldı, birdenbire 90'lardaki Kuveyt, Körfez Savaşı'ndan sonra disinformation diye bir tabir kullanılmaya başlandı. Peki, misinformation'ın içine girmez miydi? Girerdi, yanlış bilgi. Ama kasıtlı yanlış bilgi ise o zaman disinformation oldu. O halde ne oldu? Ortalıkta şöyle bir nesne var, bizim de üzerinde durmamız gereken, hocalarımızın hepsinin üzerinde çok titizlikle durduğu. Bilgi önemli, ama bilgiye zaman ve mekanı aşarak anında ulaşmak çok önemli. Ama ondan da önemli olan, o bilgiyi doğru kullanmaya hazır olabilmek. Bir başka deyişle, hocamın çok güzel bir tabiri vardı; "bilgiyi bilgece kullanmak". Ama galiba oda yetmiyor, Ahmet Hocamın eklediği bir şey vardı; kültürel boyut, insan kültürel kimliğini korur ise başka bir potada erimeden yer alabilir. Küreselleşmeden herkes bahsediyor ama, neden o küresel köyde ben yitip gideyim? Benim değerlerim neden orada da olmasın? Ancak bu kültürel kimliğe sahip olmakla ortaya çıkacak. O zaman da insan diyor ki, bu işin bir de estetik boyutu var. Demek ki, bir bilgi boyutu var, bir enformasyon boyutu var, bir boyutu zaten vardı. Bunları kullanabilme boyutu var bilgece. Ama onun yanında, bunu yaratıcı gücü kullanarak, ki onu siberspace (?) getirdi, yaratıcı gücü güçlendirmeyi, bir de sanatla kullanabilmek var. O zaman da şu ortaya çıkıyor. Çok sevdiğim bir sözdür, bir kısmını zaten bilirler, benden çok dinlemişlerdir ama, tekrarlamak istiyorum. Bu değişiklikler karşısında Amerikalı bir yazar. "Gelecekte 3 tür insan olacak. 1. Bu köklü değişiklikleri yapanlar, 2. Onların bu değişikliği yapmasına izin verenler, 3. Ne oldu diye şaşırıp kalanlar."

Hocamın söylediği o bilen, bilmeyen, bildiğini bilmeyen kişilerin yanında, bir de öz Türkçe çok güzel bir laf vardır: "Bilirsin ki bilmezsin, bir bilene sormazsın. Bilirsin ki sorarsan, bilirler ki bilmezsin." Bilen kişilerden olma dileğiyle.

   
 
 
     
 
Özgeçmiş| Yayınlar |Verdiği Dersler|Yönetilen Tezler|Haftalık Ders Programı
 
     
 
İletişim Bilgileri :
 
 
Adres: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye
Telefon: + (90) (312) 210 3141   Fax : + (90) (312) 210 1287
Oda Numarası: Z-43   E-mail : ainam@metu.edu.tr
 
 
Mesaj göndermek için !