| Ana Sayfa | Gökyüzü Gözlemi | Astronomi Topluluğu | About | Lecture Notes | Blog |

Astronomiye Giriş Semineri, Konuşma Metni

Bilkent Astronomi Topluluğu. 13 Şubat 2014 Perşembe, 17:50, FFB-06.

v0.1: Metin hala taslak halinde ve sunumun sadece ilk yarısını kapsıyor. Ayrıca metinde -şu an burada mevcut olmayan- sunumdaki slaytlara göndermeler var. Metinde bir hata bulursanız lütfen bana cdonmez [et] metu.edu.tr adresinden bildirin!

Merhaba! The Beatles'ın bu şarkısını biliyor musunuz? (Müzik)

Adı, "Across The Universe". Tabii buraya şarkı dinlemeye gelmedik.

2008'de bu şarkı, 70 metrelik bir çanakla Kutup Yıldızı'na gönderildi. Ve uzaya "özellikle" gönderilen ilk şarkı oldu.

"Özellikle gönderilen" diyorum, çünkü radyo dalgalarının keşfinden bu yana Dünya'nın dışına muazzam miktarda Dünya kültürü kaçıyor.

431 yıl sonra şarkımız Kutup Yıldızı'na ulaştığında bunu tespit edebilecek birileri çıkar mı bilinmez, ama bu, vardığımız teknolojiyi görmemiz açısından önemli.

Bir gün uzayın bir köşesinde uzaylılarla karşılaşırsak onlara istek parça gönderme teknolojimiz var!


Neyse.


Ben Çağatay. Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünde 4. sınıfta okuyorum, Astronomi Topluluğu'ndayım. Hepiniz hoşgeldiniz.

Şimdiden söyleyeyim, sunumu istediğiniz zaman kesip soru sorabilir, araya girebilirsiniz. Sunum bir saati geçebilir, o yüzden 6:50 veya 7 servisine yetişmeniz gerekirse tabii ki çıkabilirsiniz.

Bu yıl tanışma toplantısı yapmadık, o yüzden topluluk hakkında da kısa bir bilgi vereceğim.

Daha önceden topluluğumuzu duyan, ya da etkinliklerimize gelen var mı?

...

Topluluğumuz 2004'te kuruldu. 2010'dan beri de topluluk başkanlığını ben yapıyorum, yani, geçen yıla kadar yapıyordum...

Fakat geçen yıl başarısız bir devir işlemi sonucu, son bir yıldır kayda değer bir etkinlik yapamadık. Ama ondan önce az çok aktiftik, hakkımızı yemeyin :)

Bu dönem de eğer derslerim elverirse bir sunum/seminer dizisi hazırlamayı planlıyorum. Sunum yapmak ya da kulübü yeniden canlandırmak isteyen olursa da çok mutlu olurum tabii...

Şu an kulübümüzün aktif bir Facebook sayfası, kulüp içi iletişim için pek aktif olmayan bir Facebook grubu, ve de şu an hiç aktif olmayan bir Twitter sayfamız var (ama ileride daha aktif olabilir tabii!). Bu sayfalara bu adreslerden ulaşabilirsiniz:

facebook.com/bilkentastronomi
facebook.com/groups/bilkentastronomi
twitter.com/BilkentAstro


Peki, şimdiye kadar topluluk olarak neler yapmışız? Bazı etkinlik afişlerimizi burada görebilirsiniz.

• Tabii, ilk başta seminer/sunumlar yaptık. Birilerini davet ettiğimiz de oldu.

• Gökyüzü gözlemleri yapmaya çalıştık. Ama pek fazla değil, yılda bir kere falan ancak. Hava şartları, havanın kararması, ekipman azlığı genelde aleyhimize işliyor...

Bunu ayrıca belirtmesem olmaz. 6 Haziran 2012’de Venüs’ün Güneş’in önünden geçişini izledik. Birkaç meraklı olarak sabahın 5 buçuğunda dışarıdaydık. Soldaki fotoğrafı bir arkadaşımız çekti. Bir önceki geçiş 2004’teydi, ve bir sonraki geçiş taa 2117’de!

• Bunlardan başka film ve belgesel gösterimlerimiz, film gecelerimiz oldu.

• Ankara Üniversitesi Gözlemevi’ne gezi düzenlemiştik.

• Bir de 3 yıldır Earth Hour etkinliğine katılıyoruz. Earth Hour, dünya çapında yapılan bir etkinlik: Dünya’nın bozulan dengesine dikkat çekmek amacıyla bir saatliğine ışıklar söndürülüyor. Ülkemizde pek bilinmese de yurtdışında milyonlarca kişi etkinliklere katılıyor. Biz de üniversite yönetimiyle konuşup kampüs ışıklarının kısılmasını sağladık, bir kere de ışıklar gitmişken gözlem yaptık. Astronomi Topluluğu toparlanmazsa bu martta etkinliği Çevre ve Ekoloji Topluluğu tek başına organize edecek.

Umarım tüm bunlar size kabaca bir fikir vermiştir. Aslında daha yapılabilecek ama daha yapmadığımız birçok şey daha var, benim bu dönemlik planım, sadece kendi çapımda sunumlar hazırlamak olacak. Kulübü canlandırmak isteyenler olursa tabii ki memnun olurum.


Kulüpten de bahsettiğime göre yavaştan astronomiye, yani gökbilime bir giriş yapabiliriz.

Muhtemelen astronomiyle yollarınız küçükken kesişmiştir, ama çok ileriye gitmemiştir. Hani yıldız kaymış dilek tutmuşsunuzdur, ya da küçükken astronot olma hayaliniz vardır. Ya da biraz şanslıysanız bir teleskopla bir şeylere bakmışsınızdır.

Çevredeki birilerine "Neden Astronomi'yle ilgilenmiyorsunuz?" deseler muhtemelen şunları söyleyecektir:

“E hiçbir şey bilmiyorum ki?!”     Şahsen, genellikle ben bunu duyuyorum.

“Teleskobum falan da yok”     Tam tersi, yeterince bilginiz yoksa teleskop kullanmak sizi gökbilimden daha da soğutur. İnternet ve tabii ki sahip olduğumuz gözlerle evreni keşfetmek mümkün.

“Aman kim uğraşacak, sıcak evimde oturur filmimi izlerim”     Tabii bunu diyen de az değil... Herkesin ilgi alanı farklı tabii.

“Küçükken hep isterdim de fırsat bulamadım”     Çoğumuzun küçükken uçuk hayalleri olur. Sonra hayat üzerlerinden presle geçer ve sıradan insanlar oluruz.

“Eee, Ufo mu gözetleyeceğiz şimdi?”     Bazı arkadaşlar için de gökyüzü gözlemlemek Ufo gözetlemekten ibaret. Ben henüz Ufo göremedim, ama bir gün ortadan kaybolursam bilin ki Ufo’larca kaçırıldım!

“Ufff, soğuk olur geceleri!”     Bu da bir gerçek tabii. Özellikle kış akşamları dışarı çıkmak pek akıl karı durmuyor, ama kalın giyinip bir termos kahveyle yıldızları izlemenin zevki de başka oluyor :)

“Yok ben çok ilgilenirim Astroloji’yle, Satürn’le aram çok iyi mesela xD”     Dalga geçmek için söylemiyorum, ama bu ikisini karıştıran insanlar da bayağı fazla. En yakın arkadaşlarımın bile dili bolca sürçüyor, birçok arkadaşım hala “Astroloji Topluluğu ne alemde” diye soruyor. Bir kere bir tanıdık “Tarot falan da bakıyor musunuz?” bile dedi!!!

“Hiç fırsatım olmadı, ne bileyim”     Bu da başka bir standart yanıt. Günlük koşuşturmaca içinde bir sürü hobi içinden hangi biriyle uğraşacağız ki?

Yine belirteyim, bunlar dalga geçmek için değil, sakın yanlış anlamayın. Bunlar ben dahil hemen hepimiz için geçerli.


Peki, o zaman, neden astronomiyle ilgileneseniz ki?

Aslında bu konuda hem çok şanslı, hem de bir o kadar da şanssızız. Evren hakkında daha geçen yüzyıldaki bilim insanlarının bile kıskanacağı kadar çok bilgiye ve imkana sahibiz. Evren hakkında muazzam bir bilgi birikimimiz var, uzay teleskoplarımız, gezegenlerde keşif yapan robotlarımız, ve tüm bu edinilen bilgileri evden erişmemizi sağlayan İnternet var.

Ama astronomi, bir o kadar da bizden uzaklaşıyor. Hubble’ın harika fotoğraflarını kanıksamış olabiliriz, ama mesela dışarıdayken en son ne zaman yıldızlara baktınız? Ya da, en son Samanyolu’nu ne zaman gördünüz?

Büyük şehirlerde, artan bir ışık kirliliğiyle yaşıyoruz. Çoğu zaman gökyüzündeki yıldızlar birkaç soluk noktadan ibaret. Ve tüm bu dışarıdaki evreni kendi gözlerimizle görmemizi engelliyor. “Gözden uzak olan gönülden de uzak olur,” derler, o yüzden özellikle ilgilenmezsek evreni pek de merak etmiyoruz. Teknoloji sayesinde evrenin yaşını bile öğrenmiş olabiliriz, ama dışarı çıktığımızda tepemizde mesela Jüpiter’in parladığının pek de farkında olmuyoruz. Ya da Ay’ın evreleri hala kafamızı karıştırıyor.

Bizi gökbilimden uzaklaştıran nedenlerden biri de eğitim sistemi. Okullarda öğretilen bir sürü ıvır zıvırın yanında evrenden pek bahsedilmedi. Gerçi bahsedilseydi bile muhtemelen bizi ondan daha çok soğutmuştu ama... Belki de şimdi bu açığı kapatmaya çalışıyoruz.

Buraya astronomiyle ilgilenme nedenlerinden birkaçını yazdım. Aslında özellikle ilk üçü birbirleriyle çok bağlantılı, o yüzden hepsini bir seferde geçeceğim.

Merak & evreni keşfetmek: “E doğal olarak” diyeceksiniz.

Uçsuz bucaksız evrende milyarlarca farklı gökada, onların her birinde milyarlarca yıldız var. Bizim hayatımız ise birkaç cadde, birkaç şehir, belki yurtdışına çıkıp fotoğraf falan çektiririz. Fakat içinde yaşadığımız yerin aslında farkında bile değiliz. Yukarıya bakmıyorsak, kocaman bir dünyadaki minik bir karınca kolonisinden farkımız nedir?

Hayatın sadece içinde yaşadığımız kent olmadığının farkındayız, ya da dünyanın sadece Türkiye’den ibaret olmadığının da. Gökyüzüne bakınca trilyonlarca kilometre ötesini görebiliyoruz, o zaman neden daha geniş düşünmeyip Dünya’nın ötesine bakmayalım ki?

• Astronominin felsefeyle de doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

En basitinden evrenin yapısı, nasıl oluştuğu, ya da amacı.

“Evren nasıl bir yer? Biz evrenin neresindeyiz? Gökyüzünde neler var?” gibi sorular tarih boyunca soruldu. Bunlara verilen yanıtlarsa insanoğlunun düşünce yapısını kökten değiştirdi.

Eskiden mitlere konu olan evrenin yaratılışı/oluşumu, artık bilimsel olarak açıklanmaya çalışılıyor. Alın size Büyük Patlama. Bazılarına göre din ve bilimin çatıştığı, bazılarına göre de birbirlerini desteklediği bir konu. Ama hala bilmiyoruz. Büyük Patlama’dan önce ne vardı? Büyük Patlama’ya ne sebep oldu?

Ayrıca Astronomi birçok disiplinle bağlantılı. Demin bahsettiğim gibi, felsefe bile var! Fizik ve matematik belki ilk akla gelenler, ama kimya, jeoloji, dünya dışı yaşam araştırmaları için biyoloji –ki buna astrobiyoloji deniyor–, hatta uzay hukuku denen bir şey bile var!

Daha geniş düşünmek: Gökbilimle haşır neşir olduğunuzda evrenin sonsuzluğunu fark ediyorsunuz, kafanızda bir ampul çakıyor.

Evren tam 13,8 milyar yaşında. Güneş Sistemi’nin 4,5 milyar yıllık bir tarihi var. Peki bizim tarihimiz ne kadar? Yazılı tarihimiz yaklaşık 5000 yıl öncesine kadar gidiyor, antropologlara göre de birkaç milyon yıllık bir tarihimiz var. Hayattaki güncel olaylar ise yıllarla, günlerle, hatta saatlerle ölçülüyor.

Evrende aklımızın alamayacağı kadar çok büyük. Evrende uzaklıklar ışık yıllarıyla – yani trilyon-katrilyon kilometrelerle ölçülüyor.

Uzay araçlarından çekilen görüntülere bakıyorsunuz, küçücük bir nokta halinde Dünya, gerisi kapkara boşluk. Tüm insanlığın, uygarlığın aslında o minicik noktada yaşandığını, tüm geçmişimizin bu küçük kaya parçasında geçtiğini fark ediyorsunuz.

Dünya’nın aslında evrenin sonsuzluğunda bir liman olduğunu görüyorsunuz, diğer gezegenlere baktığınızda yaşadığınız o kaya kütlesinin ne kadar canlı bir şey olduğunu görüyorsunuz. Onun başına bir şey gelse ne yapardık diye düşünmeye başlıyorsunuz, bu eşsiz gezegenin kıymetini anlıyorsunuz. Hayata farklı bir açıdan bakınca daha farklı düşünüyorsunuz; olaylara daha geniş açıdan, tam tepeden baktığınızda çok daha farklı şeyler görüyorsunuz.

İçinde yaşadığımız dünyanın meseleleri, politika, çıkar çatışmaları, savaşlar, hatta magazin(!), evrenin perspektifinden bakıldığında çok ufak, hatta çok saçma geliyor. Astronomi bu nedenle içinde bulunduğumuz yerden sıyrılıp daha derinlere bakabilmemize yardımcı oluyor. “Kendi malını satıyor işte!” diye düşünmeyin, gerçekten böyle: İşin içine girdiniz mi, bir şeyler gördünüz mü ister istemez böyle düşünmeye başlıyorsunuz.

Hobi & genel kültür: Kimisi tenis oynar, bazıları sinemaya bayılır, kimi sıkılır robot yapar, kimi gitar çalar. Siz de “Astronomiyle ilgileniyorum,” diyin.

Evet ışık kirliliği var, teleskobunuz falan da olmayabilir, ama gökyüzünde öğrenilecek hala bir yığın şey var. Sonuçta evreni dikizlemek için yapmanız gereken tek şey dışarı çıkıp kafanızı kaldırmak! Ayrıca Internet ve kitaplar da var tabii.

İşin havasındaysanız, eh, o da var. Bir gün hoşlandığınız kişi “Bak şu yıldız ne güzel parlıyor,” dediğinde “Satürn o!” diyip böbürlenirsiniz – belki işe yarar!

Hem ayrıca, bence, her insanın evren hakkında biraz bilgi sahibi olması lazım. Yaşadığımız çevreyi nasıl biliyorsak, kozmik çevremizi de az çok bilmek önemli.

Veee, biraz da minnet borcu! Astronomi sayesinde birçok keşif günlük hayata girdi: Mesela dijital fotoğraf makineleri.


Astronomi kelimesinin kökü, tahmin edebileceğiniz gibi Yunancadan geliyor. Kendisi “astron” (ἄστρον) ve “nomos” (νόμος) kelimelerinin birleşimi. Ne anlama geldiklerini tahmin edebiliyor musunuz?

Astron, yıldız; nomos ise yasa demek. “Astron”u İngilizce “star” kelimesinden, “nomos”u ise felsefeden hatırlamış olabilirsiniz. Yani astronomi kelimesi “yıldız yasası” anlamına geliyor.


O zaman biraz da Astronomi’nin tarihinden ve insan gözüyle evrenden bahsedebilirim.


Binlerce yıl önce yaşamış insanları hayal edelim. Ortada yerleşik hayat yokken bile yıldızlar oradaydı şüphesiz.

O zaman insanlar gökyüzüne baktıklarında kör edici parlaklıkta sarı bir top gördüler: Güneş tabii ki. Gökyüzünde yavaşça hareket ediyor, gökyüzünden kaybolduğundaysa etraf kararıyor, yüzlerce minik ışık noktacıkları ortaya çıkıyordu. Onlar da gökyüzünde hareket ediyor, yeniden Güneş doğuyordu... Ve bu döngü şaşmaz bir şekilde tekrarlayıp duruyordu.

Bir de Ay vardı tabii ki. Bazen hilal şekilde, bazen yusyuvarlak, bazen gündüz vakti bazen geceleyin gözüken, kafasına göre gezinen bir top. Hatta nadiren de olsa Ay, Güneş’in önüne geçip gündüzü geceye çevirebiliyordu!

Gökyüzüne bakan birinin ilk fark ettiği şeylerden biri, tüm göğün Dünya’nın etrafında döndüğüydü. Buradan da insanlar Dünya’nın evrenin merkezi olduğu sonucunu çıkarmışlardı. Bu doğru değil elbette: Aslında, Dünya kendi etrafında döndüğü için tüm gökyüzü hareket halinde. Ve Dünya evrenin, hatta Güneş Sistemi’nin bile merkezi değil! Ancak insanların aklına gelen en basit ve makul açıklama buydu. Sami kökenli tektanrılı dinler (Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık) de Tanrı’nın evreni insan için yarattığını söylüyordu; yani Dünya’nın tüm evrenin merkezinde olduğu açıklaması gayet makuldü. Hatta öyle makuldü ki 16. yüzyıla kadar Dünya merkezli evren modeli ciddi anlamda sorgulan(a)madı.

Bundan başka, gökyüzünü iyice tanıyan biri parlak noktacıkların hareket etmediğini, sanki bir yerlerde çakılı olduğunu fark edebilirdi. Bunlar yıldızlardı. Ama bazı noktalar bir yere çakılı değillerdi sanki, gökyüzündeki yıldızlardan oluşan arkaplanda hareket ediyorlar, hatta bazen bir araya geliyorlardı! “Gezegen” isminin kökeni de tam buradan geliyor! İngilizce “planet” kelimesiyse Yunanca “aster planetes”ten geliyor, yani “gezgin yıldız”.

Bu gezegenler parlaktılar, birkaçı yıldızlardan bile parlaktı. Bazıları gökyüzünde yavaş, bazıları hızlı hareket ediyordu, bazılarıysa sadece gün batımı ve gün doğumunda görünüyorlardı. Bu parlak noktalardan 5 tane vardı, Ay ve Güneş de arkaplandaki yıldızlardan bağımsız hareket ettikleri için onlar da gezegen sayıldılar. Yani Antik Çağ’da 7 gezegen vardı: Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn.

Antik çağlarda gökyüzünün hem bilimsel, hem dinsel anlamları vardı.

• Güneş, Ay, hatta gökyüzünün kendisi, birçok eski uygarlıkta kutsal veya tanrı kabul edilmiş.

Bunların en bilinenlerinden biri Mısır mitolojisi. Eski Mısır’ın ilk dönemlerinde Ra Güneş, Horus gökyüzü tanrısıdır (sonraki hanedanlarda bu ikisi birleştirilmiş). Horus’un gözlerinin Ay ve Güneş olduğu söylenir.

Sümer mitolojisinde tanrıların kralı olan Anu, gökyüzü, cennet ve takımyıldızlarla özdeşleştirilir.

Aynı şekilde Yunan mitolojisinde de Zeus gök ve şimşeklerin tanrısıydı. Şu an kullandığımız takımyıldızların birçoğu da genel olarak Yunan kültüründen gelir ve birçoğunun Yunan mitolojisiyle bağlantısı vardır.

Türk mitolojisinde de Tengri, Gök Tanrısıydı. Tengri aynı anda hem “tanrı”, hem “gök” anlamına geliyordu.

Ayrıca yıldızlar ve gezegenlerin hareketleri, ya da beklenmedik gök olayları geleceğin tahmini için de kullanıldı. Şu an bile gazetelerde astroloji köşeleri bize tavsiyelerde bulunmaya devam ediyor.


Şu an kullandığımız gezegen isimleri de genel olarak Roma mitolojisi tanrılarından geliyor.

Antik çağdan beri bilinen gezegenlere gelirsek:

¤ Merkür, Yunan mitolojisinde Hermes, tanrıların habercisi, en hızlı tanrıdır. Gerçekten de Merkür, en içteki gezegen olduğu için en hızlı dolanan gezegen.

¤ Venüs, Yunan mitolojisinde Afrodit, güzellik tanrıçası. Gökyüzündeki en parlak nokta olan Venüs, güzellikle bağdaştırılmış.

¤ Mars, Yunan mitolojisinde Ares, savaş tanrıçası. Tabii ki kırmızı rengi, savaşı çağrıştırdığı için.

¤ Jüpiter, Yunan mitolojisinde Zeus, tanrıların başı. Gerçekten de Jüpiter en büyük gezegen.

¤ Satürn, Yunan mitolojisinde Kronos, Zeus’un babası. Antik Çağ’da bilinen en uzak –ve en yavaş– gezegen.

18. yüzyıldan sonra keşfedilen gezegenlere de klasik mitolojiden isim verme geleneği devam etti.

¤ Bir tek Uranüs, Roma değil de Yunan mitolojisinden. Kronos, yani Satürn’ün babası. Roma mitolojisindeki karşılığıysa Caelus.

¤ Neptün, Yunan mitolojisinde Poseidon, denizlerin tanrısı. Tesadüfe bakın ki sonradan Neptün’ün renginin parlak bir koyu mavi olduğu ortaya çıkıyor!

¤ Plüton ise Yunan mitolojisinde Hades’in sonraki adı (bu haliyle daha olumlu bir özellik kazanmış), Roma mitolojisinde de aynı isimle geçiyor. Yeraltı tanrısı.

• Gökyüzünün bilimsel amaçla kullanılmasıysa genel olarak takvim oluşturma, zaman ve enlem belirlemeye dayalıydı.


Toparlamak gerekirse, antik çağlarda genel fikir evrenin merkezinin Dünya olduğu ve tüm göğün onun etrafında döndüğüydü. Ortada Dünya, etrafında çembersel yörüngeler halinde sırayla Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn bulunuyordu (Sıralamada Güneş’in yeri dikkatinizi çekti mi?). En dıştaysa bir yerlere çakılı yıldızlar vardı.

2. yüzyılda yaşamış Ptolemy (Batlamyus’un) Dünya merkezli evren modeli, özellikle Avrupa’da Kilise’nin de kabul etmesiyle 16. yüzyıla kadar değişmez doğru olarak kabul edildi. Aslında bu modelin de eksiklikleri yok değildi. Gezegenler Dünya’nın etrafında dönüyorsa belli bir hızla sürekli ileriye doğru hareket etmelilerdi, öyle değil mi? Fakat Ay ve Güneş hariç gezegenler sürekli tek yönde gitmiyorlardı, bazen gökyüzünde “durup” bir süre geri gidiyorlar, yörüngelerinde “ilmekler” atıyorlardı. Ptolemy’nin bu konudaki açıklaması, gezegenlerin Dünya’nın etrafında dönerken bir yandan da yörüngelerinde küçük daireler çizdikleriydi. Bu durumda gezegenler küçük dairelerinde geri giderlerken gökyüzünde geri gidiyor görünüyorlardı, fakat esas yörüngeleri hep ileri doğruydu...


Dünya merkezli evren görüşünün aksine düz dünya fikri kalıcı kalmadı. Eski Yunan zamanlarından beri dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen bilimciler vardı. Hatta M.Ö. 240’ta Yunan bilimci ve filozof Eratosthenes’in, Dünya’nın çevresini %1,5 hata payıyla hesapladığı söylenir. Tam hata payını bilmiyoruz çünkü o zamanlar standart ölçü birimleri henüz yoktu. Eratosthenes’in bunu nasıl hesapladığı anlatmaya değer sanırım.

Eratosthenes, İskenderiye’de yaşıyordu. Mısır’ın güneyindeki Syene şehrinde Güneş’in yaz gündönümü öğle vaktinde tam tepede olduğunu öğrendi. Yani Syene, Yengeç Dönencesi’nin tam üzerindeydi. Fakat İskenderiye Syene’nin kuzeyindeydi, ve yaz gündönümünde öğle vakti Güneş tam tepede değildi. Erastosthenes, Güneş’in o anda tepeden 7,5 derece aşağıda olduğunu ölçtü. İki şehrin arasındaki uzaklıktan yola çıkarak da Dünya’nın çevresini 252.000 stadyum olarak hesapladı. Stadyum antik bir ölçü birimi ve bölgeden bölgeye uzunluğu değişiyor. Ama hangi ölçek kullanılırsa kullanılsın hata payı %20’ye ulaşmıyor.


Az önce de bahsettiğim gibi, Güneş merkezli evren modeliyse ancak 16. yüzyılda Kopernik tarafından sunulduktan sonra kabul edilmeye başlandı. Nikolas Kopernik, bu fikrin de içinde bulunduğu kitabını öldüğü yıl olan 1543’te yayımladı. Fakat bu fikir, çok büyük karşı çıkışlara yol açtı. Çoğu bilimci bile bu fikri başta desteklemedi: 1500 yıldır kabul edilen bir fikre –hele ki kutsal kitap İncil’de tasvir edildiği kabul edilen bir modele– karşı çıkmak delilikti! Ama sonuç Kopernik’in lehinde gelişti. Kopernik’in tartışmalı fikrinin yayımlanmasından 65 yıl keşfedilen teleskop, gelişen fizik kuramları, ve Kilise’nin öne sürdüğü başka argümanların da hatalı olduğunun ispatı (Güneş lekeleri ve eliptik yörüngeler gibi) Dünya merkezli-Kilise destekli evren görüşünü 1700’lerde tamamen çöpe attı. Galileo’nun 1610’da teleskobuyla Jüpiter’in uydularını gözlemesi, konuyla ilgisiz gözükse de gökyüzündeki tüm cisimlerin Dünya’nın etrafında döndüğü tezini çürüttü: Jüpiter’in de kendi küçük sistemi vardı! Daha sonra Galileo, Venüs’ün evrelerini gözledi; bu, Venüs’ün Güneş etrafında döndüğüne kanıt sağlıyordu. Daha sonra Kepler’in yasaları gezegenlerin yörüngelerini Güneş merkezli evren modeliyle uyumlu bir şekilde açıklıyordu. En sonunda, Isaac Newton’un yerçekimi kanunu, Güneş merkezli evren kuramının konumunu iyice sağlamlaştırdı.


Güneş merkezli evren (daha doğrusu Güneş Sistemi) kuramı doğru da olsa neden bu kadar zor kabul edildi? Biraz önce bahsettiğim gibi dinsel normların da etkisi oldukça fazlaydı, ancak hepsi bu değildi. Güneş merkezli evren modeli tuhaf birkaç sonucu da bir araya getiriyordu...

Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi, Dünya’nın muazzam bir hızla hem Güneş’in, hem de kendi etrafında dönmesini gerektiriyordu. O dönemlerin fizik anlayışına göre bu durumda bizim ya bu hareket sonucunda bir yerlere fırlamamız, ya da bu hareketi ciddi bir şekilde hissetmemiz gerekiyordu.

Diğer bir tuhaf durum ise, yıldızlarla ilgili. Dünya, Güneş’in etrafında tur atarken, kocaman bir yörüngede hareket ediyor. Dünya merkezli modelde Dünya sabitken, yıldızların da sabit olması gayet normal. Ama Dünya kocaman bir yörüngede duruyorsa, ve yıldızlar gökyüzünde arkaplanda hareket etmiyorsa, yıldızların çok çok çok uzak olması gerekiyor. Yıldızlar o kadar uzaklarsa da, o kadar da parlak, büyük ve muazzam olmaları gerekiyor (ki gerçekte olan da bu!).

Bunu anlamadıysanız, bir pencereden bakarken pencereden kafanızı oynattığımızı düşünebilirsiniz. Bir arabayla yol alırken yakındaki ağaçlar hızlıca hareket ederler, arkaplandaki dağlar ise hemen hemen hiç kımıldamaz. Dünya’nın Güneş’e uzaklığı yaklaşık 150 milyon kilometre, yani Dünya kabaca 300 milyon kilometre çapında bir yol izliyor. Bu kadar yer değiştirmesine rağmen çıplak gözle yıldızların arka planda en ufak bir şekilde bile oynadığını göremiyorsak, onların en az milyarlarca, hatta trilyonlarca kilometre uzakta olması gerekir! Zamanın evren görüşü, bu kadar büyük bir evren fikrini kaldıramıyordu kuşkusuz.


İnsanın evren hakkındaki görüşü değişmeye devam etti. Dünya’nın –dolayısıyla insanın– merkezinde olduğu evren fikri, yerini insanın biraz kenara itildiği Güneş merkezli evren fikrine bıraktı. 1700’lerden sonra yeni gezegenlerin keşfedilmesiyle Güneş Sistemi daha büyük, ve karışık bir hal aldı. Teleskoplarla bulutsular, yıldız kümeleri, bolca ilginç nesne keşfedildi. Daha sık şekilde parlayıp yok olan yıldızlar, zonklarmış gibi parlaklığı değişen yıldızlar, olmadık olmadık şeyler keşfedildi. Yıldızların sahiden de trilyonlarca kilometre uzakta olduğu doğrulandı, arka planda ısrarla hareket etmeyen gökcisimlerinin ise çok daha uzakta olduğu sonucuna varıldı. Bu arada Güneş’in evrenin değil, Güneş Sistemi’nin merkezi olduğu anlaşılmıştı; yani insan, bir kez daha kenara itiliyordu. 20. yüzyılın başındaki “muazzam büyük” evren, durağandı ve sadece Samanyolu’ndan ibaretti...


1920’lerde Edwin Hubble, evrene bakışımızı bir kez daha değiştirmemize neden oldu. Edwin Hubble’ı tanımıyor olabilirsiniz, ama Hubble adı size bir yerden tanıdık geliyor olmalı (evet, Hubble Uzay Teleskobu!). Hubble, gökyüzünde bulutsu olduğu kabul edilen birçok nesnenin, sahiden Samanyolu’nda bulunan bulutsular değil, Samanyolu’nun dışında, Samanyolu’na denk gökadalar olduğunu gösterdi. Bu demekti ki, evrende muazzam uzaklıklarda milyonlarca, milyarlarca başka Samanyolu’lar vardı! Bilinen evrenin büyüklüğü bir anda trilyonlarca kat arttı...

Dahası Hubble, 1929’da, gökadaların hepsinde bir uzaklaşma eğilimi olduğunu gözlediğini söyledi. Daha yakınlarda görünen gökadalar daha yavaş, daha uzakta görünen gökadalarsa bizden daha hızlı uzaklaşıyorlardı. Bundan çıkarılan anlam, evrenin genişliyor olduğuydu. Böylece genişleyen evren modeli ortaya çıktı.

Evrenin genişlemesi ise başka bir sonucu doğuruyordu: Evren genişliyorsa ve geçmişte de hep genişlemişse, evrendeki tüm maddenin bir araya geldiği bir an olmalıydı! İşte tam da bu yüzden Büyük Patlama teorisi ortaya atıldı.

Sonuç olarak 20. yüzyıl bilimi, insanı evrende görünmez bir toz tanesi kadar önemsizleştirip evreni antik çağdakilerin hayal bile edemeyeceği kadar karmaşık ve büyük bir yer haline getirdi... Ve şimdiyse buradayız.

[devamı var]



Creative Commons Lisansı
Çağatay Kerem Dönmez isimli yazarın "Astronomiye Giriş Semineri, Konuşma Metni" başlıklı eseri bu Creative Commons Alıntı-ShareAlike 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Sayfanın oluşturulma tarihi: 17 Şubat 2014
Son güncelleme: 25 Mayıs 2019