Gece bütün kasveti ve mahmurluğuyla üzerimizden geçerken, iğne ile
atlası delercesine sabahın o kendine has tatlı ayazıyla güneş tüm
cömertliğini gösterircesine dağıtıvermişti.
Tren dağların arasından, dere kenarlarından geçerken kuş sesleri ve
şarıl şarıl akan suyun şarıltısı, tekerlerin conta başındaki vuruntu
sesi ile lokomotifin biyel sesi birbirine o kadar karışmıştı ki, en
güzel orkestra sazlarının uyumu gibi ahenk içerisinde birbirini
tamamlarcasına sanki her biri görevini yapıyordu.
Bu trenin yolcuları genelde çevre köylerden olup, isim olarak
bilemezsekte göz aşinalığımız vardı.
Sarfaklar durağına geldiğimizde yirmi, yirmi beş kadar yolcu olduğunu
gördük. Dilerseniz önce köyün durağını izah etmeye çalışayım
sizlere. Köy ile durak arası yayan olarak iki saatlik bir yol
imiş ve bu köyün dış dünya ile tek bağlantısı tren. Çok yüksek bir dağ
düşünün, dağın tepesinde köy, dağın eteğinden demiryolu geçiyor (gerçi
şimdi köyün içine kadar çok güzel ve geniş bir karayolu yapılmış).
Yolcuların içinde dört kişilik aile dikkatimizi çekti. Zaten yöreye
yabancı olan biri bile ilk bakışta farkı anlardı. Merakımızı ilk
istasyonda giderdiler de. İstasyonda, hareket memuru yanımıza gelip
“ustalar, karşıdan yük treni gelemedi, makinesi arızalanmış, üstelik
imdatta istemediler, fakat ağır ağır geliyorlar. Sanırım en az yarım
saat buradasınız” deyip istasyon binasına gitti. Bu haber bütün
yolculara fısıltı şeklinde yayıldı. Bir yerde okumuştum. Sanırım Sina
çölleri için bir söz şöyle diyordu. “Bazen çölde fısıltıyla söylenen
bir söz, nara ile söylenen sözden daha çabuk ulaşır” diye. Gerçi biz
çölde değildik ama fısıltı burada da hikmetini ve gücünü göstermişti.
Bizim için iyi bir fırsat oldu dinlenmek ve soluklanmak için deyip, çay
yapmaya matarayı ocağa salladık. Çayı mataraya attık, demlenmesini
beklerken, durakta gördüğümüz aileden erkek olanı makinenin yanında
bitiverdi. Selam vererek biraz lafladıktan sonra, adının Halil İbrahim
olduğunu söyleyerek söze girdi.
- -Köyden çıkarken eşyalarımızın yanına çocukların
acıkma ihtimaline karşı azık hazırlamıştık fakat yolda farkına vardık
ki, telaş ve acele ile köydeki evde unutuldu. Şimdi çocuklar durmuyor,
mızıklıyorlar. Kendi köylüm olan insanlardan bir şeyler istemek de
ayıbıma gitti. Belki de bulamayız. Herkes köyden şehre gidiyor.
Mümkünse ekmek ve yanında katık yapabileceğimiz ne varsa kaç para ise
alabilirim dedi.
Halil İbrahim’in söylediğinin karşısında ben ezildim ve utandım.
Bir ara laf arasında Avrupa’nın bilmem hangi ülkesinde işçi olduğunu
söylemişti. Şimdi hangi ülke olduğunu unuttum. Yalan yanlış olmasın
diye yazmıyorum. Yanımdaki arkadaşla birbirimize bakarak, sadece
gözlerimiz ve hislerimizle aynı şeyi düşündük. O zaman ortak felsemiz
şuydu. Yanında ekmek bol olsun, katık bir şekilde bulunur diye. Biz de
sefertasında bulunan yemekleri yediğimiz için aş olarak bir şey
kalmamıştı. Birkaç tane ekmeğimiz vardı mevcutta. Kahvaltılarımıza el
bile sürmemiştik. Yanımdaki arkadaşım ile adeta telepatiyle anlaşır
gibi, iki tane ekmek beraberinde zeytin, reçel ve peynir olan
sefertaslarını adamın kucağına yığıverdik. Ben de şeker kavanozunu ve
çay bardaklarını kucağıma öteki elime de çay demli olan matarayı aldım
doğru Halil İbrahim ve ailesinin olduğu kompartımana gittik. Ben
ellerimdekileri bırakıp döndüm makineye ve işime koyuldum.
Biraz sonra boşlarla dönmüştü. Hatta bardakları bile yıkamış vaziyette.
Boşları elime alıp makineye yerleştirmek için döndüğümde, omzumdan
hafifçe çekerek az da çevirerek elindeki bir miktar parayı bana uzattı.
Fakat unuttuğu bir şey vardı. Para her şey değildi ve böyle zamanda bu
makinede paranın geçmediği, özellikle dara düşen birinin durumundan
istifade edip parasını almak benim anlayışıma ters olduğu idi. Kim
bilir belki de bizi, yaşadığı ülkenin insanları ile karıştırıyordur?
Halil İbrahim’e bir Halil İbrahim sofrası kuramamıştık ama en azından
çocukların ağlamasına engel olmuştuk. Bu mutluluk bize yeterde artardı
bile.
Adam elindeki parasını kendi cebine koyduktan sonra, bugün yediklerim
hayatım boyunca yediğim en lezzetli şeylerdi, hele önce içmeye
çekindiğim mataradaki o çay, neydi öyle. Hayatım boyunca
unutamayacağım” deyip bin bir dua ile yerine gitti.
Bizim bu mutluluğumuzun bedelini ödemeye Alamancı Halil İbrahim’in
parası yetmez.
Yük treni de göründü zaten ve fazla geçmeden istasyon limitleri
dâhiline girdi.
Hareket memurunun yeşili göstermesi ile istasyona veda edercesine
gökyüzünü buharlı makinenin bacasından çıkan dumanla dolduruverdik. Anı
torbamıza Halil İbrahim’in zeytin ekmek dostluğunu
koyarak.
...