ZEYTİN EKMEK DOSTLUĞU




...


Gece bütün kasveti ve mahmurluğuyla üzerimizden geçerken, iğne ile atlası delercesine sabahın o kendine has tatlı ayazıyla güneş tüm cömertliğini gösterircesine dağıtıvermişti.

Tren dağların arasından, dere kenarlarından geçerken kuş sesleri ve şarıl şarıl akan suyun şarıltısı, tekerlerin conta başındaki vuruntu sesi ile lokomotifin biyel sesi birbirine o kadar karışmıştı ki, en güzel orkestra sazlarının uyumu gibi ahenk içerisinde birbirini tamamlarcasına sanki her biri görevini yapıyordu.

Bu trenin yolcuları genelde çevre köylerden olup, isim olarak bilemezsekte göz aşinalığımız vardı.

Sarfaklar durağına geldiğimizde yirmi, yirmi beş kadar yolcu olduğunu gördük. Dilerseniz önce köyün durağını izah etmeye çalışayım sizlere.  Köy ile durak arası yayan olarak iki saatlik bir yol imiş ve bu köyün dış dünya ile tek bağlantısı tren. Çok yüksek bir dağ düşünün, dağın tepesinde köy, dağın eteğinden demiryolu geçiyor (gerçi şimdi köyün içine kadar çok güzel ve geniş bir karayolu yapılmış).

Yolcuların içinde dört kişilik aile dikkatimizi çekti. Zaten yöreye yabancı olan biri bile ilk bakışta farkı anlardı. Merakımızı ilk istasyonda giderdiler de. İstasyonda, hareket memuru yanımıza gelip “ustalar, karşıdan yük treni gelemedi, makinesi arızalanmış, üstelik imdatta istemediler, fakat ağır ağır geliyorlar. Sanırım en az yarım saat buradasınız” deyip istasyon binasına gitti. Bu haber bütün yolculara fısıltı şeklinde yayıldı. Bir yerde okumuştum. Sanırım Sina çölleri için bir söz şöyle diyordu. “Bazen çölde fısıltıyla söylenen bir söz, nara ile söylenen sözden daha çabuk ulaşır” diye. Gerçi biz çölde değildik ama fısıltı burada da hikmetini ve gücünü göstermişti. Bizim için iyi bir fırsat oldu dinlenmek ve soluklanmak için deyip, çay yapmaya matarayı ocağa salladık. Çayı mataraya attık, demlenmesini beklerken, durakta gördüğümüz aileden erkek olanı makinenin yanında bitiverdi. Selam vererek biraz lafladıktan sonra, adının Halil İbrahim olduğunu söyleyerek söze girdi.

-    -Köyden çıkarken eşyalarımızın yanına çocukların acıkma ihtimaline karşı azık hazırlamıştık fakat yolda farkına vardık ki, telaş ve acele ile köydeki evde unutuldu. Şimdi çocuklar durmuyor, mızıklıyorlar. Kendi köylüm olan insanlardan bir şeyler istemek de ayıbıma gitti. Belki de bulamayız. Herkes köyden şehre gidiyor. Mümkünse ekmek ve yanında katık yapabileceğimiz ne varsa kaç para ise alabilirim dedi.

Halil İbrahim’in söylediğinin karşısında ben ezildim ve utandım.

Bir ara laf arasında Avrupa’nın bilmem hangi ülkesinde işçi olduğunu söylemişti. Şimdi hangi ülke olduğunu unuttum. Yalan yanlış olmasın diye yazmıyorum. Yanımdaki arkadaşla birbirimize bakarak, sadece gözlerimiz ve hislerimizle aynı şeyi düşündük. O zaman ortak felsemiz şuydu. Yanında ekmek bol olsun, katık bir şekilde bulunur diye. Biz de sefertasında bulunan yemekleri yediğimiz için aş olarak bir şey kalmamıştı. Birkaç tane ekmeğimiz vardı mevcutta. Kahvaltılarımıza el bile sürmemiştik. Yanımdaki arkadaşım ile adeta telepatiyle anlaşır gibi, iki tane ekmek beraberinde zeytin, reçel ve peynir olan sefertaslarını adamın kucağına yığıverdik. Ben de şeker kavanozunu ve çay bardaklarını kucağıma öteki elime de çay demli olan matarayı aldım doğru Halil İbrahim ve ailesinin olduğu kompartımana gittik. Ben ellerimdekileri bırakıp döndüm makineye ve işime koyuldum.

Biraz sonra boşlarla dönmüştü. Hatta bardakları bile yıkamış vaziyette. Boşları elime alıp makineye yerleştirmek için döndüğümde, omzumdan hafifçe çekerek az da çevirerek elindeki bir miktar parayı bana uzattı. Fakat unuttuğu bir şey vardı. Para her şey değildi ve böyle zamanda bu makinede paranın geçmediği, özellikle dara düşen birinin durumundan istifade edip parasını almak benim anlayışıma ters olduğu idi. Kim bilir belki de bizi, yaşadığı ülkenin insanları ile karıştırıyordur?

Halil İbrahim’e bir Halil İbrahim sofrası kuramamıştık ama en azından çocukların ağlamasına engel olmuştuk. Bu mutluluk bize yeterde artardı bile.

Adam elindeki parasını kendi cebine koyduktan sonra, bugün yediklerim hayatım boyunca yediğim en lezzetli şeylerdi, hele önce içmeye çekindiğim mataradaki o çay, neydi öyle. Hayatım boyunca unutamayacağım” deyip bin bir dua ile yerine gitti.

Bizim bu mutluluğumuzun bedelini ödemeye Alamancı Halil İbrahim’in parası yetmez.

Yük treni de göründü zaten ve fazla geçmeden istasyon limitleri dâhiline girdi.

Hareket memurunun yeşili göstermesi ile istasyona veda edercesine gökyüzünü buharlı makinenin bacasından çıkan dumanla dolduruverdik. Anı torbamıza Halil İbrahim’in zeytin ekmek dostluğunu koyarak.   



...


İçindekiler Sayfasına