BÜLBÜL
Bülbülü altın kafese koymuşlar,
İllede vatanım ille de vatanım. Demiş.
Benim anlata anlata bitiremediğim ve okuduğum kadarı ile de her kesin
bitiremediği bu Derbesiye sevdası nedir? Karasevda mı?
Belki de evet.
Fakat bu bildiğimiz karşı cins insana duyulan sevda tarzından değil,
bir yere duyulan sevda, şimdilerde ise özleme dönüşendir.
Ah Derbesiye ah. Ne oldu vardı da sende, bizi bu derece kendine
bağladın. Senden bahsedince kalp atışlarımızın arttığı, gözlerimizin
buğulandığı bu derece vücut kimyamızın değiştiği bir şey oluyor.
Toros treninin yenice Derbesiye istasyonuna girdiği dakikalardı.
Lokomotif dahi sanki tüm ihtişamını ve vücut gösterisini yapar, adeta
yoldan gelen insana nazire yapar gibi faş fuş paf puf yapa yapa katarın
başında beklemiyor, cendereye yanaşıp su ikmali yapıyordu.
Ben de bir arkadaşımla yolculara su dağıtıyordum. Sakın yanlış
anlaşılmasın, öyle şimdikinler gibi şişe su veya para ile satılan
cinsten değildi. Sadece yolcular bizim misafirimiz, onların rızasını
kazanmak ve Allah rızası için dağıttığımız buz gibi suyun, biraz
hafiflemesi için bol bol dağıtıyorduk. Böyle sıcak bir günde
dağıttığımız su Arap turistin çok hoşuna gitmiş olmalı ki, bozuk
paralardan fakat kaç para olduğunu şimdi hatırlayamayacağım 3 tane
metal para atıverdi trenin penceresinden bize doğru. Ben her ne kadar
olmaz falan dediysem de yukarıya çıkıp veremedim parayı. Benim de
sinema param çıktı diye içimden geçirirken, trenin tren şefi ve
kondüktörün düdük çalışları arasında odasından çıkan başında kırmızı
şapkası ve elinde diski olan hareket memuru da görünüverdi. Ve son uzun
bir düdük ile diskinin yeşil tarafını lokomotife gösterdi. Lokomotif de
adeta Derbesiye’den ayrılmak istemiyormuşçasına ağır ağır hareketlerle,
ortalığı duman ve buhar içerisinde bırakarak pek nazlı bir şekilde
makastan dışarı çıktı ve gözden ayrılıp gitti. Makasın dışına
çıktığında da o taş plaklardaki uzun hava gibi pek yanık çaldı düdüğünü.
Beri tarafta ise babam, Arap turistin bana doğru para attığını ve benim
bu parayı alıp cebime koyduğumu görmüş, her ne kadar seslenmiş olsa
dahi o kadar kalabalıkta gürültüden duyamamışım. Hemen akabinde yanıma
gelip gördüğü şeyin doğru olup olmadığını sordu.
Doğru olduğunu ve bütün ısrarlarıma rağmen parayı almadığıma inanmamış,
belki de inanmak istememişti. O gün esaslı bir azar işitmiştim.
Misafirden para aldığım için. İşte böyle bir yerde büyümenin bizlere
verdiği haklı gururu her zaman taşıyorum, taşıyoruz ve de taşıyacağım.
Oysa şimdiki nesil para kazanmak için her şeyi mubah görmektedirler.
Evet belki paraları var ama değerleri kalmamıştır. Her şey para
değildir, bir gün paranın her şey olmadığını anlayacaklar ama umarım
çok geç olmaz. Bahsettiğimiz yıllarda Derbesiye’de sağlık memuru olan
ve çocuklar arasında Kel Kazım dediğimiz ve esas memleketinin İzmir ve
ya Aydın civarı olduğunu yani yurdumuzun batı kesiminden olan bir
vatandaşımıza bir cemiyette karşılaştık. Mahsustan memleketini
sorduğumda “Ben Derbesiye’liyim” demesi aslında benim için bir sürpriz
olmamış, tam tersine gerçek memleketini söyleseydi sürpriz olurdu.
Bizler şimdi Yurtdışında, Ankara, İstanbul, İzmir, Gaziantep birçok
güzel ve büyük şehirlerimizde kendimizi gurbette sayıyor olmamızın
nedeni acaba Derbesiye’den ırak olmamız mıdır dersiniz?
Boşuna söylenmemiş bu söz. Bülbülü altın kafese koymuşlar,
İlede vatanım, illede vatanım demiş.
Gani EVİS
İzmir’deki Debesiye’li (Şenyurt’lu) 11.01.2008