Pazarcı treni dediğimiz, Balıkesir-Dursunbey arası çalışan haftada iki
gün, ikişerden dört tren yapan bir trenimiz vardı. Yıl 1980lerde olacak
sanırım. 46 224 ile Dursunbey'e vardık. Dönüş için hazırlık
yapmaktayız. Efendim buharlı makina ile tren yapıyorsunuz, öyle ha
deyince yola çıkmak imkansız. Şimdilerdeki gibi dizel ya da elektrikli
makina o günlerde hayal.
Hemen torna yapıp makinanın biyellerini yağlamakla işe başlamak lazım.
Biyeller yağlandıktan sonra tendere su alınıyor. Su ikmali yapıldıktan
sonra Dursunbey'de depo olmadığından kömür ikmali yapamıyorsunuz.
Kömürü çekmek lazım. O da bitti mi sıra işin en zor kısmına geliyor:
Ateş dökmeye. Ateşi döküp tavladık mı şayet zaman kalırsa yemek
yiyiyoruz. Zaman kalmamışsa hemen yola çıkılıyor. Bazen o kadar çok
çabuk yapıyorduk ki, bittikten sonra geriye dönüp baktığımızda bu kadar
kısa bir zamanda bu kadar çok işi nasıl oldu da bitirdik diye kendimiz
bile şaşardık. Tabi ki arkasında o nefis dünyanın en güzel çayı olan
matara çayını da içmeye fırsatımız olmaz.
Matara çayını içerken yavaş yavaş sindire sindire yani uzun lafın
kısası tadını çıkara çıkara içilmeli. Bu da matara çayının şanındandır.
Tüm hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra ateşi döküp yeni ateşi
tavlayıp taze ateş ile yola çıkacağız. Trenin hareketi için herkes bizi
bekliyorken ne oldu biliyor musunuz? Ateşi kaçırdık. Çıldırmak
üzereydim. Oturup ağlayacaktım neredeyse bir çocuk gibi.
Buharlı lokomotif üç şey ile gidiyor: Su, kömür ve ateş. Ateşi tekrar
tavlamak için ağaç travers bulduk ocağa doldurduk üzerine ince ince
kömür fayraplayıp tavlayıncaya kadar canımız çıktı.
Herkes bizi yola çıkacağız diye beklerken bunu yaptık kazara bile olsa.
İnanın biri bana dokunsa çocuk gibi ağlayacağım. O gün iyi
hatırlıyorum,
Balıkesir'e kadar arkadaş ile konuşamamıştım. Kendimi hiç
affetmemiştim.
...
Oğlum Alpergin, yorgun bedenini Ankara Buharlı
Lokomotif Müzesinde dinlendiren 46 224 numaralı lokomotifin ateşçi
tarafında (9. Mayıs. 2008).