PANEL ÖZETLERİ

P#1 Gelişimsel Psikopatoloji

Panel Başkanı: Çiğdem Dereboy

Panelistler:

Banu Anlar

Selahattin Şenol

Çiğdem Dereboy

Öz

Gelişimsel psikopatoloji birbirinden ayrı ve farklı disiplinlerin çabalarıyla ortaya çıkan yeni bir yaklaşımdır. Bu disiplinler kültürel antropoloji, embriyoloji, genetik, felsefe, psikiyatri, psikanaliz, klinik psikoloji, gelişim psikolojisi, deneysel psikoloji ve sosyolojidir. Bu çok değişkenli bütünün bireysel farklılıkları, uyum ya da uyumsuz davranış örüntüsünün sürekliliği ya da süreksizliği ve aynı sonuca götüren göstergeleri nasıl etkilediği anlaşılmaya çalışılmaktadır.

Gelişmeye ve Gelişimsel Sorunlara Nörobiyolojik Yaklaşım

Banu Anlar

Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Nöroloji Bölümü

Sinir sistemi doğum öncesi dönemden başlayarak genç erişkin yaşa kadar yapısal ve işlevsel olarak gelişmeye devam eder. Bu süreçte beynin dış yapısı, içerdiği hücrelerin sayısı, hücreler arası bağlantıların oluşturduğu sinir ağının yoğunluğu, hücreler arası iletişimi sağlayan kimyasal ve elektriksel salınımların derecesi rol oynar. Bunların gelişimini ve davranış, öğrenme gibi işlevlerin biyolojik temelini inceleyen yöntemlerde son yıllarda büyük ilerlemeler kaydedilmiş, görüntüleme teknikleri, işlevsel görüntüleme, ve beyin metabolizmasını gösteren yöntemler kullanıma girmiştir. Bunların değişik yaş gruplarına uygulanması ile normal gelişim basamaklarının biyolojik temeli aydınlatılabilmektedir. Örneğin üç-dört aylık bir bebekte yenidoğan reflekslerinin azalması, çevreye ilginin artması beyin sapı inhibitör yollarının gelişimi ile, uykunun düzene girmesi melatonin sentezinin artması ile, hafızanın gelişimi hipokampüsün büyümesi ile ilişkilendirilebilmiştir. Sinir sisteminin doğumdan sonraki gelişiminde aktivite, yani uyaran verilmesi büyük önem taşımaktadır. Sinir hücrelerinin görsel, işitsel, dokunsal vb. uyaranlarla uyarıldılarında salgıladıkları kimyasal maddeler (nörotransmitter) ve oluşturdukları elektriksel aktivite hücreler arası bağları güçlendirir, ve sık uyarılan hücreler giderek daha kolay uyarılır hale gelirler. Öğrenmenin temelinde bu mekanizmaların varlığı kabul edilmektedir. Bu tür gelişimsel olayları inceleyen teknikler görüntü analizlerini ve işlevsel çalışmaları kapsamaktadır: Beyin hacmiyle ilgili ölçümler manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yoluyla yapılmaktadır. Bu yöntemle gri ve beyaz cevher hacminin ve sinyal yoğunluğunun tüm çocukluk çağı boyunca değişim gösterdiği: bazı yapılarda hacim azalırken diğerlerinde arttığı; yine bazı beyin bölgelerinde ergenlik döneminde hormonal kontrol etkisi ile kız ve erkek çocuklar arasında farklılıklar oluştuğu saptanmıştır. Hacimle ilgili çalışmalar çeşitli klinik durumlarda da bazı özellikler göstermiş, örneğin otistik bulguları olanlarda temporal lob ve serebellum hacimlerinin daha fazla olduğu, dislekside konuşma merkezinin yer aldığı bölgelerde, kekemelikte ise beyin yarıküreleri arasındaki asimetride değişiklikler bulunduğu bildirilmiştir. Fonksiyonel MRG çalışmaları beyin kan akımı ve oksijen kullanımını, böylece beyin bölgelerinin enerji harcamasını gösterir. Bebeklikte beynin enerji kullanımı vücudun geri kalan kısımlarının toplam harcamasına eşittir: bu çocukluk çağında giderek azalır ve erişkin yaşta beyin, vücudun 1/5’i kadar enerji kullanır. Bu teknik çeşitli işlevlerle birleştirilerek örneğin düşünme, kelime hatırlama, matematik işlemler yapma sırasında beynin hangi bölgelerinin aktive olduğu saptanabilmektedir. Yine bu yöntemlerin gelişimsel bozuklukları olan bireylere uygulanması ve normal bireylerden gösterdikleri farklılıkların incelenmesi ile gelişimsel bozuklukların temelleri aydınlatılmaya çalışılmaktadır. MR spektroskopi de beyinde çeşitli metabolitleri ölçerek yapı, olgunlaşma ve hastalıklar hakkında bilgi veren yeni bir tekniktir. Pozitron-emisyon tomografi tekniğinde işaretli oksijen veya glukoz molekülü verilerek beynin genel ve bölgesel metabolizması hakkında bilgi edinilir. Böylece sinir sistemindeki çeşitli kimyasal moleküllerin değişik yaşlarda özel dağılım biçimleri gösterdikleri ortaya konulmuştur. Örneğin dopamin taşıyıcı molekülü cocukluktan itibaren ergenlik de dahil olmak üzere artmakta, buna karşılık dopamin D1 reseptörü çocukluktan sonra azalmaktadır. Bu özellikler dopaminerjik ilaçlarla yapılan tedavilerde önemli olabilir. Bilişsel işlevlerle yakından ilgili olan kolinerjik reseptörlerin sayısı frontal bölgede genç erişkin yaşa kadar artmaya devam ederken hipokampüste ergenlik döneminden itibaren azalır. Bu bilgiler öğrenme sürecini anlamamızda, eğitsel ve davranışsal yaklaşımlarda yararlı olmaktadır. Ayrıca gelişimsel bozuklukları olan bireylerde bu tür tekniklerle elde edilen bilgiler, ilaç tedavilerine temel oluşturmaktadır. Örneğin otizmde pozitron-emisyon tomografi yöntemiyle beyin serotonin metabolizmasında değişiklikler saptanması, serotonin geri alım inhibitörlerinin kullanılmasına dayanak oluşturabilir. Elektrofizyolojik yöntemlerden en yaygın kulllanılanı elektroensefalografi (EEG) olup özellikle frekans analizi gibi ayrıntılı yöntemlerle değerlendirildiğinde beyin işlevlerinin olgunlaşması hakkında bilgi verebilmektedir. EEGde beyin aktivitesinin erişkin biçimine 25 yaştan sonra ulaştığı görülmektedir. Uyarılma (evok) potansiyelleri görsel, işitsel ve duyusal uyaranların korteksten algılanma sürelerini ve boyutlarını inceler. Uyaran verildikten sonra algılanma için geçen süre (latans) çocukluktan erişkin yaşa kadar gitgide kısalır ve uyarının amplitüdü azalır. Gelişimin görüntüleme yöntemleri ile morfolojik olarak izlenmesi, ayrıca metabolik aktiviteyi gösteren belirteçlerle ve elektrofizyolojik yöntemlerle işlevsel olarak değerlendirilmesi, gelişimsel sorunların nedenlerini belirlemede ve daha ileride tedaviyi yönlendirmede yararlı olabilir. Ancak bu yöntemlerin en az bu kadar önemli olan yararları, normal gelişim sırasındaki biyolojik olayları aydınlatmak olacaktır.

Gelişimsel Psikopatoloji: Çocuk ve Ergen Ruhsal Bozukluklarında Etiyoloji

Selahattin Şenol

Gazi Üniversitesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Ruhsal bozuklukların beyin bozukluğuna indirgenmesi gelişimsel psikopatoloji yaklaşımı ile oldukça ters düşmektedir. Burada belirtilmek istenen biyolojinin pek çok hastalık üstünde oynadığı önemli rolü yadsımak değildir. Tersine, gelişimsel psikopatolojinin temel ilkelerinden olan, “tüm hastalıklar biyolojik faktörlerin, psikolojik ve sosyal faktörlerle birleşimi sonucunda ortaya çıkar” ilkesini vurgulamaktır. Bugüne kadar yapılmış araştırmaların çoğu, biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörlerle psikopatolojinin çeşitli formları arasındaki etkileşimi ortaya koymaktadır. Böylece, standart biyolojik beyin hastalığı görüşünü, ruhsal bozuklukları tanımlarken ilk ölçüt olarak ortaya koymaktadır. Araştırmacılar gelişimsel psikopatoloji perspektifine göre ruhsal bozuklukları biyolojikten çevresel olana doğru etyolojik bir düzen içinde tanımlamaktadırlar, ancak her durumda çok sayıda faktör etkileşim içindedir. Örneğin, biyolojik süreçlerin şizofrenide temel etiyolojik rolü oynadığı konusunda şüphe kalmamıştır. Henüz hangi genle ilgili olduğu tam olarak tanımlanamasa da, araştırmacılar şizofreniye özgü bir mekanizmanın varlığı konusunda görüşbirliği içindedirler. Ancak, bireyler kalıtımsal olarak genetik riske ya da yatkınlığa sahip olmakla birlikte bu durum hastalığa yakalandıkları anlamına gelmez. Hastalığın ortaya çıkması biyolojik yatkınlık ve psikososyal stresörlerin birlikte etkisine yani strese olan kırılganlıklarına bağlıdır. Ayrıca, araştırma bulgularına göre aile etkileşim örüntüsü şizofrenideki nüks olasılığını yordayıcı bir değişken olarak bulunmuştur. Yüksek düzeyde duygu dışavurumu olan aileye sahip olma iki kat daha fazla oranda nüksetme olasılığını artırmaktadır. Bu gibi bulgular, şizofreninin ortaya çıkmasında ve sürmesinde biyolojik ve sosyal süreçlerin etkileşimini vurgulamaktadır. Yapılan bu etiyolojik süreklilik yaklaşımının ortasında ise major depresif bozukluk yer almaktadır. Depresif hastalar ve kontrollerle yapılan çalışmalarda orta düzeyde genetik nedenlerin etkin olduğu, beyin işlevleri açısından güçlükle ayırd edilen farklılıklar olduğu gibi (örneğin, hipotalamik-pituiter-adrenal düzenlemesindeki güçlük gibi) bulgular bu hastalığı açıklarken biyolojik süreçleri işaret etmektedir. Diğer yanda, bazı araştırmacılar genetik faktörlerden çok çevresel faktörlerin etkisini öne çıkarmaktadır. Yüksek oranda aile çatışması, anne-babanın ilgisizliği ve eleştirisi bu etkilerden en fazla ortaya çıkanlardır. Ayrıca sosyoekonomik kaynakların sınırlılığının depresyon için bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir. Aynı yaklaşım çocuk ve ergenlerde görülen diğer ruhsal bozukluklar için de geçerlidir. Çocuk ve ergenlerdeki ruhsal bozuklukların belirtileri, tanısı, seyirleri ve tedavileri yetişkinlerden farklı olarak bazı özellikler göstermektedir. Bunların başlıcaları: Belirtiler başlama süresine bağlı olarak daha az ya da daha çok belirgin olmaktadır. Bir belirti kendi oluşumu ile ilgili bir seyir izlemektedir. Gelişim yaşına göre belirtiler nicelik ve nitelik olarak değişiklik göstermektedir. Bozukluğun seyri içinde belirtiler nicelik ve nitelik olarak değişiklikler göstermektedir. Acele ve eksik değerlendirmeler yanlış tanı ve tedaviye neden olmaktadır. Özellikle ergenlerde bazı bozukluklar belirli bir süre içinde netleşmektedir. Gerek çocuk gerek ergende bazı bozuklukların etyolojisinde psikososyal stresörlere daha sık rastlanmaktadır. Psikososyal stresörler çocuk ve ergenlerde bazı bozuklukların oluşumunda hazırlayıcı ve ortaya çıkarıcı etkenler olarak sıklıkla rastlanmaktadır. Aile içi ilişkileri ya da dinamiği çocuk ve ergenin psikopatolojisine ve tedavisine doğrudan ve önemli katkıda bulunmaktadır. Aile, okul işbirliği çocuk ve ergenin tanısından tedavisine kadar her dönemde çok önemli ve kaçınılmaz bir zorunluluk olarak belirmektedir. Çocuk ve ergenlerle gerek tanıya yönelik gerekse tedavi amaçlı görüşmelerde hekimin etkin, girişimci, belirleyici, katılımcı, yönlendirici, umutlandırıcı, destekleyici ve örnek olucu rol yüklenmesi gerekmektedir. Aile görüşmeleri gerek bilgilendirme gerekse tedavinin seyrini izleme açısından önemli yer oluşturmaktadır. Çocuk ve ergen bir bozukluk tanısı almadan da içinde bulunduğu gelişim dönemi ile ilgili bireysel, aile ya da toplumsal sorunlar yaşayabilmektedir. Hekim tanıya gitmeden bu sorunların çözümüne gerek çocuğa, ergene gerekse aileye danışmanlık düzeyinde yardımcı olmalıdır. Özellikle çocuklukta geçirilen psikiyatrik bozukluk, aile öyküsünde psikiyatrik bozukluğun olması, düzensiz ya da parçalanmış aile yapısı, tıbbı (özellikle nörolojik) bozuklukların eşlik etmesi çocukları sonraki yaşamlarında da risk altına sokmaktadır. Bu nedenle çocuklar aralıklar uzun da olsa yetişkinlik dönemine kadar izlenmelidir. DSM-IV genellikle ilk kez bebeklik, çocukluk ya da ergenlik döneminde tanısı konan bozuklukları aşağıdaki gruplar şeklinde ele almıştır. Mental Retardasyon, Öğrenme Bozuklukları, Motor Beceri Bozukluğu, İletişim bozuklukları, Yaygın Gelişimsel Bozukluklar (gelişimin bir çok alanında ortaya çıkan yaygın bozulma ve ciddi eksikliklerle belirlidir. Toplumsal etkileşim, iletişimde bozukluk ve basmakalıp davranışlar, ilgi ve etkinlikleri içermektedir), Dikkat Eksikliği ve Yıkıcı Davranım Bozuklukları (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Davranım Bozukluğu ve Karşı Olma Karşı Gelme Bozukluğunu içerir), Beslenme ve Yeme Bozuklukları (Pika, Ruminasyon Bozukluğu, Beslenme Bozukluğu, Anoreksiye Nervoza ve Bulimia Nervoza), Tik Bozuklukları, Dışa Atım Bozuklukları (uygun olmayan yerlere sürekli dışkı bırakmanın olduğu Enkoprezis ile uygun olmayan yerlere sürekli idrar yapmanın olduğu Enürezis), Bebeklik, Çocukluk ya da Ergenliğin Diğer Bozuklukları (Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu, Seçici Konuşmamazlık, Tepkisel Bağlanma Bozukluğu, Yakınlarla Olan Sorunlar, İhmal ve Sömürüye Bağlı Sorunlar, Yas, Okul Sorunu, Çocuk ve Ergenlerin Antisosyal Davranışı, Kimlik Sorunu). Sonuç olarak hastalıkların tümünü biyolojik temelde ele almak ve açıklamak durumu basite indirgemek anlamına gelmektedir. Biyolojik beyin hastalıklarındaki varsayım ortadaki bozuklukla altta yatan patojen arasındaki birebir uyuşmaya dayanmaktadır. Bu anlamda ruhsal hastalıkların sınıflandırılmasına ilişkin tanı sistemlerinde farklı tanımlamaların ortaya çıkması bu uyuşmada yaşanan sorunları belirtmektedir.

Gelişimsel Psikopatoloji: Genel Bakış

Çiğdem Dereboy

Adnan Menderes Üniversitesi, Psikiyatri Anabilim Dalı

Birbirinden ayrı ve farklı disiplinlerin çabalarıyla ortaya çıkan yeni bir oluşum gelişimsel psikopatoloji yaklaşımıdır. Bu disiplinler kültürel antropoloji, embriyoloji, genetik, felsefe, psikiyatri, psikanaliz, klinik psikoloji, gelişim psikolojisi, deneysel psikoloji ve sosyolojidir. Günümüzde teorisyenler ve araştırmacılar, akıl hastalığı geliştirme riski yüksek bireylerle çalışarak katkıda bulunmuşlardır. Gelişimsel psikopatolojiyle uğraşan çalışmacılar büyük bir çabayla biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel süreçlerden elde edilen verileri detaylı bir şekilde birleştirmeye uğraşmaktadırlar. Ve bu çok değişkenli bütünün bireysel farklılıkları, uyum ya da uyumsuz davranış örüntüsünün sürekliliği ya da süreksizliği ve aynı sonuca götüren göstergeleri nasıl etkilediğini anlamaya çalışmaktadırlar. Gelişimsel psikopatoloji yaklaşımı diğer teorilerle rekabet içinde olmaktan çok, bireyin gelişimini ve işlevselliğini anlayabilmek için farklı disiplinlerin katılımı ile daha geniş, bütünleyici bir çerçeve sunmaktadır. Belli bir durumda risk faktörü olarak görülen bir değişken başka bir durumda koruyucu faktör olarak yer alabilir. Örneğin, erkek cinsiyeti davranım bozukluğu için bir risk faktörü olabilirken, anoreksiya nervoza için koruyucu bir faktör olabilmektedir. Bu açıklamadan anlaşılabileceği gibi risk faktörünün durumu nedensellikten çok olasılığı vurgulamaktadır. Örneğin, kadın olmak anoreksiya nervoza olmak için tek başına bir neden değildir. Kadın olmak, belli kültürel ve bağlamsal süreçler için, ki bu süreçler bir hastalık için neden oluşturmaktadırlar, bir göstergedir. Günümüzde gelişim yollarını açıklayan 2 temel kavram öne çıkmaktadır: “multifinality” ve “equifinality”. Bu kavramlar biyolojiden gelen kavramlardır. 30 yıl öncesine kadar psikopatolojiyle uğraşan kişilerin sözlüğünde bu kavramlar yoktu. Multifinality, aynı risk faktörlerinin farklı sonuçlarla ilişkili olabilme durumunu tanımlarken; equifinality, bu benzer sorunları yaşayan kişilerin farklı başlangıç noktalarından buraya ulaşmalarını tanımlamaktadır. Bu ortak bilgi psikiyatrik hastalıkların tanısal sınıflandırılmasına bir yenilik getirirken süreç yönelimli çalışmalara dikkat çekmektedir. Bu bilgiye bağlı olarak araştırmacılar artık şu soruyu sormaya başlamıştır: “ X olayından önce gelen nedir?”. Halbuki “ X olayını başlatan ve sürdüren faktörler nelerdir?” sorusu kullanılmaktadır. Bununla birlikte, sıkıntı yaratan koşullara rağmen, olumlu sonuca götüren faktörleri anlamak (bu durum esnek olabilmek, çabuk toparlanabilmek anlamına gelmektedir), gelişimsel süreçleri anlamayı sağlayacaktır. Bilim felsefecisi Karl Popper (1972) yapılan tanımlamalarda kelimenin anlamından çok bu kelimeye verilen anlamın altında yatan kavramların ne olduğunu sormayı önermiştir. Bu yaklaşımdan yola çıkarak Sroufe ve Rutter (1984) gelişimsel psikopatolojinin tanımını şöyle yapmaktadır: Bireyin davranışsal yetersizliklerindeki kökeni ve gidişi çalışmaktır. Yani uyum ya da uyumsuzluğun bireysel örüntü gelişimini açıklamak önemldir. Onlara göre odak noktası, yaşla ilişkili gelişmeleri tanımlamaktan çok gelişimsel süreçleri tanımlamaktı. Bu duruma yol açan nedenlerin zaman içinde bir zincirleme reaksiyon şeklinde işlediği görüşü yaygındı. Gelişim, bireyin afektif ve bilişsel süreçlerini kapsayan ve yaşantılar yolu ile anlamlandırılan, kişinin bu duruma nasıl tepki vereceğini etkileyen biyolojisi olarak görülmekteydi. Aslında bu bakış açısında yaşam boyu süren bir yaklaşım söz konusudur. Sonuçta biyolojik olgunluğa ulaşmak ya da en yüksek düzeyde yeterliğe sahip olmaktan çok, bir insan olarak duygu ve düşünce bakımından tutarlı bir işlevsellik kurmak önemlidir. Pek çok düşünce ve pek çok kişi gelişimsel psikopatolojinin ortaya çıkarılmasında önemli role sahiptir. Gelişimsel psikopatoloji hem gelişimsel süreçlerin, hem nedenlerinin hem de psikopatolojinin gidişi için anahtar bir kavramdır. Gelişimsel psikopatolojinin bir perspektif olarak ortaya çıkması, insanın sorunlarını anlamayı denemesinin bir ürünüdür. Bu modeli açıklamaya yönelik toplanan her destekleyici veri, modelde zorunlu olarak sürekli bir değişim yapılmasını gündeme getirmiştir. Bu durum, bireyin ve içinde bulunduğu bağlamın arasındaki ilişkiden oluşan insan davranışının nedenleri ve etkileri konusunda itici bir güç işlevi görmüştür. Gelişimsel psikopatoloji çalışmalarında elde edilen her bulgunun, bir dizi çözümlenmemiş çelişkilerle sonlanması da şaşırtıcıdır. Bu çelişkiler bazen psikoloji çalışmalarından kalıtımsal olarak gelirken, bazen gelişimin çalışılması, bazen de gelişimsel psikopatolojinin çalışılmasına bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir. Bu alanların her birindeki temel çelişki, elimizdeki olguyu bölmek ve kategorize etmek için kullandığımız etiketler ve olgunun kendisinden oluşan gerçek dinamiği arasındaki çelişkidir. Patolojiyi çalışmanın en ayırdedici yanı, insanları kategorize etmek için oluşturulan soyut tanısal şemalar ve bireyin kendisinin karmaşık dinamik süreçleri arasında yaşanan çelişkidir. Özetle, gelişimsel psikopatolojinin merkezi gelişimsel süreçlerin keşfedilmesidir. Böylece, daha iyiye doğru ilerleme sağlanabilecek ve zaman içinde bireyin uyumlu olmayan süreçleri uyumlu hale dönüştürülebilecektir. Bu bakış açısıyla, günümüzdeki psikopatoloji yaklaşımı yeniden gözden geçirilebilecektir. Bugüne kadar yapılan çok sayıda çalışmayla psikopatoloji için çeşitli risk faktörleri ortaya konmuştur. Ancak, varsayılan, öne sürülen risk fakrörleri doğrulansa bile bu durum gelişimsel psikopatoloji için son nokta değil, sadece başlangıç noktası olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

P#2 Şiddetin Psikolojik, Politik ve Hukuksal Boyutları

Panel Başkanı: Abdülkadir Çevik, Ankara Üniversitesi, Psikiyatri Anabilim Dalı

Panelistler:

Şeyda Aksel

Levent Sevinçok

Mehmet Eskin

Tijen Dündar Sezer

Öz

Şiddet bir eylemle ortaya konan ve bireyin kendisi dışındakilere yönelik fiziksel ve/veya psikolojik zararla sonuçlanan bir durumdur. Şiddet aile içinde, iş yerinde,okulda yada toplumda ortaya çıkabilir. Şiddet bireysel yada toplumsal boyutta bir birey tarafından uygulanabildiği gibi toplum tarafından da bir bireye yada bir başka gruba uygulanabilir. Bu konuşmamda şiddetin kaynağını ve gelişimini biyopsikososyal boyutlarıyla anlatmaya çalışacağım. Bu temel doğrultuda şiddetin nasıl geliştiği ve yabanıl şiddetin toplum tarafından nasıl kabul edilebilir boyutlardaki ehlileşmiş şiddete dönüştüğü vurgulanacaktır.

Şiddetin Çocuk Gelişimi Üzerindeki Etkileri

Şeyda Aksel

Ege Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Şiddet her yerde ve her zaman varolmuştur ve olacaktır. Çok boyutlu bir kavram olan şiddeti, tüm türlerini kapsayacak biçimde tanımlamak oldukça güçtür. Ayrıca bu kavram, ana özellikleri ne olursa olsun, zaman ve topluma göre de değişir. Genel olarak şiddet kızgınlık, öfke, kin, nefret ve düşmanlık gibi duyguların egemen olduğu eylemler bütünü şeklinde tanımlanabilir. Bu konuşmanın amacı, toplumların güçsüz ve sessiz çoğunluğu olarak adlandırılan ve çeşitli şiddet eylemlerinin sıklıkla tanığı, hedefi, kurbanı ve sonunda uygulayıcısı olan çocuklar ve şiddet ilişkisini irdelemektedir. Sözkonusu ilişki ve özel olarak şiddetten çocukların nasıl etkilendiği çok yönlü karmaşık bir konudur. Bağlamsal bir çerçevede ele alınacak olan konu öncelikle farklı şiddet türleri (örneğin; istismar ve savaş v.s.) kategorize edilerek incelenecektir. Daha sonra şiddetin çocuğun bilişsel, toplumsal, duygusal ve ahlak gelişimi üzerindeki etkileri özetlenecektir. Söz konusu etkiyi farklılaştıran bireysel (çocuğun yaşı, cinsiyeti, ırkı, özürü gibi) ve toplumsal-çevresel (aile, okul, arkadaş, kültürel değerler, siyaset gibi) faktörler yeni araştırmalar çerçevesinde tartışılacaktır. Son olarak şiddet kısır döngüsünün kırılmasında rol oynayabilecek önlem programları önerilecektir.

Şiddetin Sosyal, Politik ve Psikolojik Yönleri

Levent Sevinçok

Adnan Menderes Üniversitesi, Psikiyatri Anabilim Dalı

Şiddet, sosyolojik, psikolojik, politik, felsefi, psikiyatrik yönleri olan geniş bir kavramdır. Günümüzün modern, uygar yaklaşımlarına göre şiddet kabul edilemez bir davranıştır. Şiddetin kabul edilmesi şiddetin artmasına yol açar. Üzerinde çok fazla araştırma yapılmasına, kuramcılar tarafından geniş açıklamalar getirilmesine karşın, bilim adamları, politikacılar, klinisyenler arasında büyük görüş ayrılıkları olduğu görülmektedir. Şiddet kavramı dini ve dünyevi kültürlerden, kutsal savaşlara kadar uzanan geniş bir tarihsel ve toplumsal platformda ele alınabilir. Devlet öncesi toplumlardan, hatta ilkel insan topluluklarından bu yana toplumsal kökenli savaşların ve şiddetin temel bir özelliği, hepsinin bulunduğu toprak parçasına bağlanma, anıları saklama, gelenekleri vasıtasıyla kendini ve geçmişini koruma, bunu olduğu gibi gelecek nesillere aktarma bilincidir. İstila, işgal ise doyumsuzluğun bir dışa vurumudur. Kendisinin yokedilmesi tehditine karşı ilk hamleyi yapma, sahip olma arzusunun doyurulmasıdır. Bireylerde olduğu gibi bir grubun diğer gruplara karşı gösterdiği işgalci tutum aslında hem kendi grubunu birarada tutma acizliğinden, hem de zayıf düşme veya yetersizlik duygularından kaynaklanır. Şiddet eyleminin temeli benliğin savunmasıdır. İnsan türünün de biyolojik temeli savunma duygusudur. Şiddetin yoğunluğu sadece şiddeti aktif olarak yürüten grubun, siyasi düşüncenin gayreti ile açıklanamaz. Şiddetin doğurduğu şiddeti daha karmaşık, anlaşılmaz kılar, şiddetin başlangıçtaki ilk amacını aşar, anlaşılmaz hale getirir. Şiddetin en önemli bağlantılarından birisi egemen olma arzusudur. Özellikle sindirme ve egemenlik kurma amacıyla şiddet bir zor kullanma vasıtasıdır. Psikoloji ve psikiyatride şiddet salt başkasına saldırma yoluyla zarar verme eylemini tanımlar. Antropoloji ve siyaset biliminde şiddetin çeşitli alttipleri tanımlanmıştır. Şiddet sadece bir davranış bozukluğu olarak ele alınamaz. Bazen sözcüklere dönüşemeyen çaresizliğin, küskünlüğün, hüznün, ezilmişliğin, bilinmezliğin, isyanın, kahramanlığın, değişimin, aceleciliğin süzülmüş bir ifadesidir. Bu haliyle bile korkunç boyutlara ulaşabilir. Tıpkı taleplerini ertelemeyen bir ergenin şiddeti salt çözüm gibi görmesi gibi, şiddetin en önemli özelliği ertelenemez olmasıdır. Bireyin kendisini koruması için şiddet uygulaması kimseyi şaşırtmamalı. Özellikle kendisinden güçlüyse. Ama bir kuruma saldırılırsa, kendi içinde haklı olsa bile, sistem ona saldırır. Çünkü o kurumlar kutsanmıştır, dokunulmazlıkları vardır. Bir ergen de öyle değil midir? Haksızlık duygusu öfke uyandırır. En iyisinden en kötüsüne, en eskisinden en iyisine, her kurum kendi dokunulmazlığını içinde taşır. Oysa bireylerin hakları kolaylıkla ihlal edilir. Saldırganlık bir savunma davranışıdır. Ortaya çıkan düzen kaybına bir yanıttır. Saldırganlık bir duygulanım tarafından ateşlenir ve korunmayla ilgilidir. Bu nedenle saldırganlık temel bir içgüdü değil, sadece bir araçtır. Hartmann, zarar vericliğin nötralize olmaya gereksinimi olduğunu, bundan sonra ortaya çıkan enerjinin kendine güven, ortama hakimiyet ve diğer işlevlerde kullanılmak üzere ego emrine verildiği tezini öne sürmüştür. Saldırganlık, esasında zarar verici olan dürtülerin nötralizasyonu yoluyla, uyuma ikincil olarak yardım eder. Özdeğerin onarılması, değerin kendiliğe ve çevreye kabul ettirilmesi için saldırganlığın savunma işlevine sığınılır. Bu onarma için kullanılan saldırganlık aşırı olabilir, ancak daima yıkıcı değildir ve yaratıcı da olabilir. Narsisizm nazik dengeyi kabul ettirmek için saldırganlığa gereksinim duyar. Saldırganlık narsisizmin emrindedir. Narsisizm için yaralanma tehditi her zaman dışarıdan gelmez, bazen kendi kendini eleştiri de yaralanma sebebi olabilir ve bu da daima saldırganlığı tahrik edebilir. Kohut da zarar verici öfkenin daima, kendiliğin yaralanmasıyla güdülendiğine inanır. Narsistik öfke, zedelenebilir kendiliğin narsistik yaralanmaya yanıtıdır. Bu konuşmada şiddetin şimdiye kadar az bilinen sosyal, politik ve psikolojik kuramsal yaklaşımları ele alınacak, çeşitli örneklerle toplumsal ve bireysel bağlantıları üzerinde durulacaktır.

Bireysel Şiddet

Mehmet Eskin

Adnan Menderes Üniversitesi, Psikiyatri Anabilim Dalı

Geniş anlamda şiddet bir kişinin başka bir canlıya bilerek zarar vermesi olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle şiddet niyetli güç kullanımını dile getirir. Fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet gibi, değişik şekillerde olabilir. Bu sunumda şiddetin bireysel şekli olan intihar üzerinde durulacaktır. Şiddeti bir kişinin başka bir canlıya zarar vermek amacıyla kullandığı güç olarak tanımladıktan sonra şiddet davranışında eylemi yapan bir öznenin ve eylemin uygulandığı bir nesnenin varlığını çıkarımsayabiliriz. Biyolojik olarak insanın iki amacı vardır. Bunlardan ilki hayatta kalmak ve ikincisi türün devamını sağlamak. Şiddet davranışı gibi intihar davranışı da, ölümle sonuçlanan davranışlar, intihar düşüncesi ve girişimi gibi, değişik şekillerde olabilir. İntihar davranışında birey şiddet eyleminin hem öznesi hem de nesnesidir. İntihar kişinin kendisine yönelen bir eylemdir. Bilinen bir anlatımla intihar şiddetin bireyin kendisine yönelmiş şeklidir. İntihar davranışıyla birey kendi özüne zarar vermeyi hedeflemekte ve uç noktada kendi yaşamını ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında bireysel şiddet insanın sayılan biyolojik amaçlarına uygun düşmemekte ve doğaldan kopuşun ilk işaretini vermektedir. Bireysel şiddet insanlık tarihi kadar eskidir. Görülme sıklığı değişise de hemen hemen her toplumda görülmesi intiharı insanın bireyleşmesi yolunda attığı adımlardan önemli birisi haline getirmektedir. Doğal evrim sürecinde bilinç ve irade gelişmesiyle insanlaşan biyey kendini ortadan kaldırmakla doğaldan kopuşunu mu doğallaştırmaya çalışmaktadır? İntihar olmadan insanlık gelişimi bildiğimiz şekliyle olası olabilir miydi? İnsanın kendini ortadan kaldırarak yaşama veda edişi temelde kişinin kendisini kendine kanıtlamaya çalışması olarak ele alınabilir mi? İnsanlık tarihi kadar eski bir eylem olan intihar korkutucu bir niteliğe sahiptir. Bu özelliğinden dolayı toplumlar onu yasaklayıcı dinsel ve toplumsal bir takım tabular gelişitrmişlerdir. Yukarıda doğaldan kopuş ve insanın biyolojik amaçlarıyla uyumsuz olarak alınan intihar toplumsal planda geliştirilen yasaklayıcı tutumlarla insanın sözü edilen amaçlarıyla uygun hale sokulmak istenmektedir adeta. Toplumlar intiharı nasıl ele alıyor ve ne tür tepkiler geliştiriyor? Toplumumuz şiddetin bireysel formuna nasıl bakmaktadır? Ve ne tür tepki göstermektedir? Bir çok insan özelliği gibi intihar biyopsikososyal yönleri olan çok nedenli bir davranıştır. Salt biyolojik yahut salt psikososyal düzleme indirgenemez. Anlayabilmek için bireysel şiddeti bağlamsal bütünlüğü içersinde ele almamız gerekmektedir. Peki insanları şiddetin ve yıkıcılığın son kertesi olan intihara yönelten, iten nedenler nelerdir? Bu nedenleri nasıl anlayabiliriz? İntihar davranışının altında yatan nedenler nelerdir? Kısaca, insanlar neden kendisini öldürmektedir? Bu sunumda sayılan açılardan intihar ele alınarak işlenecektir. Konu son derece karmaşıktır. Bu karmaşıklığı içerisinde intihar bu sunumla bir nebze olsun anlaşılır kılınmaya çalışılacaktır.

Şiddet ve Hukuk

Tijen Dündar Sezer

Dokuz Eylül Üniversitesi, Anayasa Hukuku Anabilim Dalı


Şiddet; gücün, kuvvetin hukuka aykırı olarak kullanılmasıdır. Şiddet yoluyla, başkasını öldürme, sakat bırakma ya da yaralama yoluyla zarar verildiği için , şiddet genel anlamda gücü aşmaktadır. Şiddet kavramı ana özellikleri ne olursa olsun, zamana ve mekana göre değişmektedir. Günümüz toplularında ş
iddet yeni şekiller de alarak son derece yaygınlaşmıştır. Günümüzde bireyler, gruplar ya da devlet çeşitli durumlarda şiddete başvurmaktadır: Bireyler, cinayet, yaralama, suikast, darp, yaralama, ırza geçme gibi durumlarda şiddete başvurmaktadırlar. Gruplar; bireylere karşı, devlete karşı, başka gruplara karşı ya da kendi içlerinde şiddete başvurabilirler. Gruplarğn bireylere, başka gruplara ve devlete karşı şiddet kullanmasına verilecek en açık örnek terördür. Bunun dışında gruplar, aşiret kavgası, taraftar kavgası ya da başkaldırı gibi durumlarda da şiddet kullanırlar. Devlet de zaman zaman bireylere ve gruplara karşı şiddet kullanmaktadır ki burada karşımıza devlet terörü çıkmaktadır. Savaşlar da devletlerin uyguladığı şiddetin bir başka görünümüdür. Konuşmamızda hukuk ve şiddet sorunsalına özellikle insan hakları hukuku bakış açısıyla yaklaşılacaktır. Bilindiği gibi gerek Anayasamıza gerekse uluslararası belgelere göre herkesin doğuştan kazanılan, vazgeçilmez, devredilmez hak ve özgürlükleri vardır. Günümüzde herkesin yaşama hakkına, vücut bütünlüğüne, kişi dokunulmazlığına ve işkenceye karşı korunma hakkına, dolayısıyla şiddete karşı korunma hakkına sahip olduğu tüm uygar devletler tarafından kabul edilmiştir. Her devlet kişilerin yaşam hakkı, vücut bütünlüğü gibi haklarına dokunmamakla yükümlü olduğu gibi, bu hakların bireyler ve gruplar tarafından da ihlal edilmemesini temin etmek yükümlülüğü altındadır. Anayasamıza göre, TC Devleti bir hukuk devletidir. Hukuk devleti insan haklarının gerçekleştirildiği, adaletin ve güvenliğin sağlandığı bir devlettir. Güvenliğin sağlanması için ülke içinde herkesin, bireylerden ve gruplardan gelebilecek şiddete karşı korunması gerekmektedir. Kuşkusuz bir hukuk devletinde, devletin kendisinin şiddet uygulaması da mümkün değildir. Devlet şiddetin önlenmesi için gerekli yasaları yapar, suçların önlenmesi ve faillerin yakalanması için emniyet örgütünü teşkilatlandırır ve eğitir, suçların işlenmesi ve şiddetin uygulandığı durumlarda failler yakalanıp yargılanırlar ve suçlular cezalandırılırlar. Şiddetin çeşitli biçimlerde uygulanması halinde ulusal hukukta bunun yaptırımı vardır. Bu yaptırımlara çalışmamızda yer verilecektir. Ancak bugün şiddet uygulanan bireyin tek başvurabileceği makam ulusal yargılama mekanizmaları değildir. Günümüzde uluslararası düzeyde de bireyin başvurabileceği yollar vardır. Şiddetin önlenmesi için Birleşmiş Milletler Örgütü ve Avrupa Konseyi çerçevesinde çeşitli mekanizmalar kurulmuştur. Bunlar içinde en etkili olan kurum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir. Yaşam hakkı, vucüt bütünlüğü gibi temel hakları ihlal edilen bireyler, iç hukuk yollarını tükettikten sonra doğrudan doğruya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine dava açabilirler. Mahkeme devletin bir temel hakkı ihlal ettiğini tespit ederse, devleti mahkum eder. Mahkemeye göre devletin yaşam hakkı gibi temel hak ve özgürlüklere dokunmama yükümlülüğü olduğu gibi, bu hakları 3. kişi ve gruplara karşı da korumak zorundadır. Mahkeme, Devletin ilgili yasaları çıkartmak zorunda olduğunu, etkili bir yargılama yapması ve emniyet güçlerini çok iyi teşkilatlandırıp eğitmesi yükümlülüğünde olduğunu çeşitli kararlarında önemle belirtmiştir. Konuşmamızda Türk hukukunda ve uluslarası hukukta kişilerin şiddete karşı korunmak için hangi haklara sahip oldukları, ilgili yasal, anayasal düzenlemeler ve uluslararası sözleşmelerin neler olduğu ve şiddetin uygulanması halinde hangi hukuksal yollara başvurabilecekleri hakkında ayrıntılı bilgiler verilecektir. Ayrıca şiddetin çocuklar ve kadınlar üzerinde uygulanması durumuna özel olarak yer verilmeye çalışılacaktır.

P#3 Toplum Merkezlerinde Psikolojik Hizmetler

Panel Başkanı: Serdar M. Değirmencioğlu

Panelistler:

Melek Vatansever ve Nazım Serin

Nazım Serin ve Melek Vatansever

Metin Özdemir ve Serdar M. Değirmencioğlu

Tartışmacılar:

Serdar M. Değirmencioğlu

Zühal Arnaz, Çağdaş Kadın Gençlik Vakfı, Ankara

Öz

Bu panelde amaç genel olarak toplum merkezlerinin yapısı, gelişimi, işleyişi ve işlevleri hakkında bilgi vermek, 1999 depremleri sonrasında hizmet veren toplum merkezlerin işleyiş ve işlevlerini, karşılaştıkları sorunları tanıtmak ve son olarak da bir toplum merkezinin açılışı öncesinde yapılmış olan saha araştırmasına ait bilgileri sunmaktır. Konuşmacılar ve tartışmacılar toplum merkezlerinin psikososyal destek verme ve toplumu güçlendirme açısından önemlerini değerlendirecek, bu kurumlarda psikologların rolü ve bu rolün önemi hakkında görüşlerini sunacaklardır.

Toplum Merkezlerinin İşlevleri ve Toplum Merkezlerinde Psikologların Yeri

Melek Vatansever

Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu ve Türkiye Kızılay Derneği Hare Toplum Merkezi, İzmit

Nazım Serin

Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu ve Türkiye Kızılay Derneği Amindos Toplum Merkezi, İstanbul

Bu sunum; toplum merkezleri düşüncesinin doğuşu ve gelişimini, uygulamaların dayandığı kuramsal yaklaşımları, toplum merkezlerinin niteliğini, amaç ve işlevlerini, incelemek ve psikologların toplum merkezlerinde oynadıkları rolü irdelemek amacıyla hazırlanmıştır. İlk toplum merkezleri 18. ve 19. yüzyıllarda Batı’da yaşanan sanayileşme süreciyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu dönemde gelişen “liberal kapitalizm” anlayışı, toplumda yaşanan yoksulluk ve çeşitli zorluklardan bireyin kendisinin sorumlu olduğu yönünde bir bakış açısı gelişmesine yol açmıştır. Bu dönemdeki çeşitli “hayır örgütleri”, bireylere sosyal yardımlar sağlama girişimlerine başlamışlardır. Sözkonusu hayır örgütler hareketi içerisinde iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Birincisi, bireye toplum içinde fırsat verilmesi ve olumsuz çevre koşullarının düzeltilmesi gerekliliğini savunurken, ikincisi ise, daha geleneksel bir bakış açısıyla bireylere maddi ve manevi yardım yapma gibi insancıl bir çabayla yetinmekteydi. Ancak, bireyi toplumsal çevresiyle birlikte ele alan ilk anlayış, zamanla yaygınlaşarak psikososyal konularda ilginin bireyden topluma kaymasına yol açmıştır. Toplum merkezleri, hizmet verdikleri yerleşim bölgesindeki gereksinimler doğrultusunda toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı arttırarak birey, aile ve toplumun gelişmesi, katılımcı, üretken ve kendine yeterli gelmesi amacıyla, koruyucu–önleyici, eğitici geliştirici, tedavi ve rehabilite edici işlevleri olan; halk eğitimi, serbest zaman etkinlikleri, sosyal ve kültürel etkinlikler ile danışma ve rehberlik hizmetleri gibi çeşitli hizmetleri bir arada ve en kolay ulaşılabilir biçimde diğer kurum, kuruluşlar ve gönüllülerle işbirliği ve eşgüdüm içerisinde sunmakla yükümlü bulunan kuruluşları ifade etmektedir (SHÇEK, 1996). Demokratik değerlere ve katılımcı ilkelere dayanan toplum merkezleri, bireysel psikolojik danışmanlık hizmetleri, grup çalışması ve toplumla çalışma temel yöntemleri ile kişi, grup veya toplumun sorunlarını çözme, yeteneklerini arttırma, kendine yeterli duruma getirme ve toplumsal yaşama aktif olarak katılmalarını sağlama çabalarına girişir. Toplumla çalışmanın ağırlık kazandığı bu merkezlerdeki anlayış, sosyal refah amaçları için toplumda değişiklik yaratmayı amaçlayan ve bu yöndeki çalışmaların en etkin bir biçimde toplumun katılımı ile gerçekleşeceğine inanan bir sosyal hizmet ve psikososyal destek yöntemini barındırır. Bu bağlamda “sosyal refah” hizmetlerinde gönüllülük kavramının çok önemli bir yeri vardır. Çünkü gönüllülük, katılımın sağlanması ve psikososyal hizmetlerin topluma yaygın bir şekilde sunulmasına olanak veren temel unsurlardan biridir. Toplum merkezleri bünyesinde verilen psikolojik hizmetlerin dayandığı temel bakış açısı, toplumun kendi sorunlarına çözüm bulabileceğinden yola çıkan, yerel girişimlere ve çözümlere önem veren “topluluk psikolojisi” (community psychology) yaklaşımıdır. Ruh sağlığı alanında medikal modele yönelik eleştiriler, ruhsal sorunların çözümünde psikiyatri hastanelerinin eleştirilmesi, ruh sağlığı alanındaki talepler ile bu hizmetten yararlananlar arasındaki orantısızlık, psikolojik hizmetlerin paylaşılmasında toplumsal adaletin sağlanması isteği, bu alandaki hizmetlerin daha geniş kitlelere ulaştırılması arayışlarını hızlandırmıştır. Bu nedenle psikolojik uygulamaların toplum merkezleri aracılığıyla verilmesi uygun bir seçenek olarak ortaya çıkmıştır. Diğer yandan toplum merkezlerinin destekleyici, tedavi edici ve geliştirici işlevleriyle birlikte en dikkate değer özelliği, koruyucu çalışmalarla psikososyal problemlerin henüz ortaya çıkmadan önlenmesine katkı yapmalarıdır. Böylece, toplumun iç ve dış kaynakları harekete geçirilerek bireylerin ruh sağlığı güçlendirilmekte ve kaliteli bir yaşam standardının oluşumuna hizmet edilmektedir. Bu bağlamda toplum merkezlerinde psikologların önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir. Bireysel danışmanlık, grup çalışmaları ve psikoterapi hizmetleri ile bireylerin iç kaynakları üzerine odaklanılarak özgüven geliştirmelerine, ruhsal açıdan güçlendirilmelerine olanak sağlanmakta ve kendine yardım (self- help) grupları ile sosyal destek sistemleri güçlendirilmektedir.

Türkiye’de Toplum Merkezleri ve Bir Uygulama Örneği

Nazım Serin

Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu ve Türkiye Kızılay Derneği Amindos Toplum Merkezi, İstanbul

Melek Vatansever

Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu ve Türkiye Kızılay Derneği Hare Toplum Merkezi, İzmit

Bu sunum; Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu ve Türkiye Kızılay Derneği’nin, Marmara Bölgesi’ndeki çeşitli yerlerde işbirliği içerisinde kurdukları toplum merkezlerini tanıtmak ve bu merkezlerdeki uygulamaları, uygulamalarda kullanılan yöntemleri, karşılaşılan zorlukları, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) tarafından işletilen toplum merkezlerindekilerle karşılaştırmak amacıyla hazırlanmıştır. Türkiyede var olan toplum merkezleri, amaç ve işlevleri bakımından büyük benzerlikler göstermekle beraber yaptıkları uygulamalarda ve kullandıkları bazı yöntemlerde çeşitli farklılıklar göstermektedir. Dünyada çok yaygın örnekleri bulunan toplum merkezlerinin ülkemizde henüz yeterli bir düzeye ve kapasiteye ulaştığı söylenemez. Bu durumun böyle olmasının pek çok toplumsal ve idari nedeni vardır. Toplum merkezleri yaygınlaşıp toplumdaki katılım kültürü yerleştikçe bu merkezlerin de sosyal refah düzeyini yükseltici etkisi daha belirgin hale gelecektir. Türkiye’de 1999 yılı Ağustos ve Kasım aylarında Marmara Bölgesi’nde meydana gelen iki büyük depremden sonra Türkiye Kızılay Derneği, Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu’nun işbirliğiyle depremden etkilenen bölgelerde dört adet (İstanbul/Avcılar, İzmit, Düzce ve Düzce/Kaynaşlı) toplum merkezi kurulmuştur. Başlangıçta “psikososyal destek merkezi” olarak kurulan bu merkezler giderek toplum merkezi formuna kaydırılmıştır. Bu merkezlerin temel amacı; depremden etkilenmiş nüfusa psikososyal destek sağlamak ve koruyucu programlarla hedef kitleyi ruhsal açıdan güçlendirmektir. Bu amaçları gerçekleştirmek, psikososyal becerileri geliştirmek için ‘çığ modeli’ stratejisi benimsenerek eğiticilerden, eğitilmiş profesyonellere ve toplum liderlerine, toplum liderlerinden de topluluk üyelerine ulaşılması planlanmaktadır. Her merkezde bir psikolog, bir sosyal hizmet uzmanı ve bir yönetici asistanı, kendi bölgelerinde yaşayan gönüllü gruplarıyla birlikte çalışmaktadırlar. Merkezlerde üç ayrı hizmet verilmektedir. Bunlardan ilki, merkezlerdeki psikolog ve sosyal hizmet uzmanlarının verdikleri bireysel danışmanlık hizmetleridir. İkincisi, bireysel danışmanlık hizmetinden yararlanmak için başvuranlarda gözlemlenen ortak problemlere yönelik destekleyici grup (paylaşım grubu vb.) faaliyetleridir. Üçüncüsü ise merkezlerdeki uzmanların koordinasyonu altında toplumda psikososyal desteğe ihtiyaç duyabileceği öngörülen topluluklara ve bireylere yönelik ağaç dikme, fotoğraf çekme, el becerilerini geliştirme gibi çeşitli aktivitelerdir. Bireysel danışmanlık hizmetleriyle bireyin belli bir farkındalık içerisinde kendi problemlerine objektif yaklaşabilmesi ve başetme yönünde iç kaynaklarını harekete geçirebilme becerisini kazanması amaçlanmaktadır. Psikolojik destek gruplarında da ortak problemlerle bir araya gelmiş bireylerin paylaşım yoluyla birbirlerine destek olmaları ve başetme stratejilerini arttırmaları hedeflenmektedir. Gönüllü aktivitelerinde ise amaç, bireylerin ve toplumun sosyal destek sistemini geliştirecek ‘sosyal ağ’ın farkına vararak bu ağ aracılığıyla iç ve dış kaynaklara odaklanılması, ruh sağlığının güçlendirilmesi ve ruh sağlığı hizmetlerinin toplum geneline yaygınlaştırılmasıdır. Merkezlere başvuran bireylerin başvuru nedenlerine bakıldığında travmatik şikayetlerin, aile içi çatışmaların, çocuklarla ilgili çeşitli psikolojik ve gelişimsel problemlerin, kaygı bozuklukları ve duygudurum bozukluklarının ön planda olduğu görülmektedir. Farklı tarihlerde hizmete giren bu merkezlerin oldukça önemli çalışmalar yaptıkları görülmektedir. Ancak bu çalışmalara rağmen çeşitli zorluklar da yaşanmaktadır. Örneğin, ülkemizde ruh sağlığı alanında gönüllü ve ücretsiz hizmet veren kuruluşların yaygın olmayışı, merkezlerin olanakları dahilinde hizmetlerden yeterince yararlanma imkanı bulamayan bireylere başka ucuz hizmet olanağı oluşturulmasını engellemektedir. Aynı şekilde bu tür hizmetleri sürekli kılmak için gereken finansmanın sağlanabilmesi de çok zor olabilmektedir. Bu tür merkezlerin daha çok “psikososyal” destek ve koruyucu niteliği, ülkemizde çok fazla ihtiyaç duyulan psikoterapi (tedavi) taleplerinin yeterince karşılanabilmesine engel olmaktadır. Türkiye’de sayıları artan, ancak halen yetersiz sayıda bulunan toplum merkezleri sunabildikleri psikolojik hizmetler yelpazesi, ulaşabildikleri kişi sayısı ve önleyici işlevleri açısından çok önemli işlevler görmektedir. Toplum merkezlerinin sayılarının artması ve toplum merkezleri ile işbirliği içinde çalışacak kurum ve kuruluşların çoğalması halka psikolojik hizmetlerin ulaşmasını açısından çok etkili olacaktır.

Bir Toplum Merkezinin Kurulması Öncesinde Durum Saptama

Metin Özdemir

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Serdar M. Değirmencioğlu

İstanbul Bilgi Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Türkiye nüfusunun yaklaşık % 30’u gençlerden oluşmaktadır. Ancak gençlere yönelik hizmetlerin sayısı ve kalitesi oldukça yetersizdir. Eğitim sistemi ve okullar gençlerin ihtiyacına yönelik yeterli hizmet verememektedir. Özellikle kentlerin kenar mahallelerinde yaşayan gençler daha fazla desteğe ihtiyaç duymakta, ancak en az hizmeti alabilmektedirler. Merkezi Ankara’da bulunan bir vakıf kenar mahallelerde yaşayan geçleri desteklemek ve güçlendirmek için bir toplum merkezi kurup işletmektedir. Bu araştırmada bir toplum merkezinin kurulması öncesinde gençlerin ihtiyaç ve sorunlarını tespit etmek için yapılan iki saha çalışması yer almaktadır. İlk çalışmada gençlerin psikolojik ihtiyaçları ve özkaynakları incelenmiştir. Toplum merkezinin kurulacağı semtte yaşayan gençlerin devam ettiği bir lisede 119 dokuzuncu sınıf öğrencisi bir ders saati içerisinde araştırma anketini cevaplamışlardır. Gençlerin çoğu çekirdek ailelerden gelmektedir ve uzun süredir araştırmanın yapıldığı bölgede yaşamaktadırlar. Genellikle anneler ilkokul, babalar ise orta okul ya da lise mezunudurlar. Araştırmada anne ve baba ile ilişkiler, akranlar ile ilişkiler, anne ve babanın gencin etkinliklerini takibi, depresif duygu durumu, benlik kavramı ve yalnızlık ölçekleri kullanılmıştır. Kısa Semptom Envanteri ile psikolojik sorunlar üzerine eğilinmiştir. Ayrıca gençlerin intihar eğilimi, madde kullanımı, risk alma ve suça yönelik davranışlarını ölçmek için ölçekler kullanılmıştır. Ölçekler arası korelasyon birleşen ve ayrışan geçerliğin sağlandığını göstermektedir. İkinci çalışmada bölgede yaşayanların bir toplum merkezinden neler beklediğini belirleyebilme için hane ziyaretleri yapılmış, kadınlar, erkekler, genç kadınlar ve genç erkekler ile ayrı ayrı görüşülmüştür. Görüşmeciler katılımcıları evlerinde ziyaret edip Toplum Merkezleri Hizmetleri Anketi’ni cevaplamalarını istemişlerdir. Bu araştırmaya yaklaşık 100 kişi katılmıştır. Gençlerin kendilerini kime/kimlere daha yakın hissettikleri sorusuna karşılık olarak gençler daha çok annelerine yakın olduklarını; babalarına, arkadaşlarına ve kardeşlerine ise eşit düzeyde yakınlık duyduklarını belirtmişlerdir. Anne baba ile ilişkiler ölçeğinden alınan puanlar da gençlerin anne-babalarına, özellikle de annelerine yakın olduklarını göstermektedir (ort. = 3.5, 5’li Likert tipi ölçek). Genç ve anne baba arasındaki ilişkinin kalitesi diğer değişkenlerle beklendik ilişkiler göstermektedir. Anne ve babanın gencin etkinliklerini takibi madde kullanımı, risk alma davranışı ve suça yönelik davranışlar ile negatif yönde ilişkilidir (r = -.3 ve -.5 arasında değişmektedir). Gençler yaygın olarak intihar eğilimi göstermişlerdir – yaklaşık olarak % 35’i hayatlarının bir bölümünde intihar etmeyi düşünmüşlerdir. İntihar eğilimi gösteren gençlerin özsaygı puanlarının düşük olduğu görülmüştür. Bölgede yaşayanların bir toplum merkezinden neler beklediğinin belirlenmesi için yapılan ikinci çalışmada anne ve babalar toplum merkezinin öncelikli olarak öğrencilere yönelik okul derslerine destek kursları, beceri kursları ve üniversite hazırlık kursları açılmasını istemişlerdir. Benzer soruları içeren bir anket bu bölgede bulunan bir lisede öğrencilere uygulanmıştır. Öğrencilerin talepleri de anne babaların talepleriyle benzer doğrultudadır. Öğrenciler de üniversite hazırlık kursları, beceri kursları, özellikle de bilgisayar kursları talep etmişlerdir. Temel fark ise öğrencilerin toplum merkezinde psikolojik danışma hizmeti verilmesini istemeleridir. Öğrencilerle okulda yapılan bir odak grup görüşmesinde elde edilen bulgular da bu sonuçları desteklemektedir. Her iki araştırmanın sonuçları da gençlerin ve ailelerin benzer ihtiyaçları olduğunu göstermektedir. Risk ve suç davranışlar, intihar eğilimi bölgede yaşayan gençlerin yaşadığı sorunlardan sadece birkaçıdır. Buna karşılık anne-babası ile yakın olan gençler ise risk ve suç davranışlarını diğerlerine göre daha az göstermektedirler. Gençlerin ve anne-babaların bir toplum merkezinden beklentilerinin de benzer yönde olduğu görülmüştür. Okula destek kurslar, üniversite hazırlık kursları, beceri ve meslek edindirme kursları öncelikli beklentiler arasındadır. Ayrıca gençlerin psikolojik danışma hizmeti istemeleri de kayda değerdir. İşsizliğin yaygın olduğu, okul eğitimi ve yetişkin eğitiminin yetersiz kaldığı bölgelerde bir toplum merkezi çok önemli işlevlere sahip olabilir. Araştırma bulgularının da gösterdiği şekilde bu bölgede açılacak bir toplum merkezi eğitim ve beceri edindirmeye yönelik kurslar ile gençlerin ve yetişkinlerin ihtiyaçlarına cevap verebilir. Böylece gençlerin okul başarısının artırılması ve üniversite sınavını kazanma ihtimallerinin yükseltilmesi sağlanabilir. Ayrıca gençler çeşitli mesleki beceri kurslarına devam ederek sayesinde meslek edinebilirler. Özellikle de gençlerin ve kadınların ihtiyaçlarına yönelik olarak faaliyet gösterecek bir toplum merkezi çok temel sosyal ve psikolojik sorunların çözümü için bir zemin oluşturabilir. Gençlerin boş zamanlarını açılacak kurslara ve kültürel etkinliklere devam ederek geçirmeleri suç davranışlarının azalmasına ve benlik kavramlarının daha olumlu yönde gelişmesine yardımcı olabilir. Çalışmayan kadınların meslek edindirme kursları ile aile ekonomisine katkıda bulunur hale gelmesi mümkün olabilir. Gençlere sunulacak psikolojik danışma hizmetleri yaygın olarak görülen intihar eğilimi gibi sorunlu durumların daha sağlıklı bir şekilde giderilmesine katkıda bulunabilir.

 

P#4 Türk Sürücülerinin Sürücülük Davranışlarının ve Kaza Yatkınlığı Profilinin Değerlendirilmesi

Panel Başkanı: Nebi Sümer

Panelistler:

Nebi Sümer, Türker Özkan ve Timo Lajunen

Gülin Kaçaroğlu ve Ebru Akün

Sonia Amado; Nuray Uluğ, Aycan Yaralıoğlu, Ceyhun Eken, Serkan Sarıoğlu, Nevin Kılıç ve Tuğba Gökçe Eren

Yeşim Yasak, Eylem Şendağ, Şule Doğruyusever, Özlem Oğuz ve Güneş Turan

Öz

Bu panelin temel amacı farklı sürücü grupları üzerinde toplanan verilerden yararlanarak Türk sürücülerin kaza riskiyle ilişkili sürücülük davranışlarının örüntüsünü tartışmaktır. Bu amaçla panelde, Sürücülük Davranış Ölçeği (SDÖ) gibi çok maddeli ve yarı yapılandırılmış görüşme teknikleri gibi derinlemesine analizleri içeren yöntemlerle toplanmış, sürücülük tarzını saptamaya yönelik veriler temelinde, Türk sürücülerinin davranış profilleri irdelenmektedir. Genellikle ihlal, ihmal ve hataların örüntüsünü açıklamayı hedefleyen bu sunuşlar, ilgili davranışların nedenlerini ve güdüsel faktörleri de irdelemeyi amaçlamaktadır. Panelde uygulama alanında çalışan trafik psikologlarının psikoteknik değerlendirme sürecisinde ağırlıkla dikkat etmeleri gereken sürücü davranışlarının bir değerlendirmesi de yapılacaktır.

Sürücü Davranışları Ölçeğinin Yapı Geçerliği ve Yordayıcı Gücü

Nebi Sümer, Türker Özkan ve Timo Lajunen

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Trafik ve yol güvenliği alanında çalışan araştırmacılar araç kullanmanın üç temel boyutu olduğunu belirtmektedirler: Teknik yeterlik, yol okuma becerisi ve ifade etme ya da sürücülük tarzı (Örn, Stradling ve ark., 2000). Sürücülük tarzı sürücülerin kişiliklerini, tutumlarını ve davranışlarını araç kullanmaya nasıl yansıttıkları ile ilgilidir ve trafik psikologlarının yoğunlukla çalıştığı bir alandır. Bu alan içinde sürücü davranışları ise üç temel sapkın davranış olarak tanımlanan, ihlal, ihmal ve hataların kaza riskindeki rolü bağlamında incelenmektedir. Sapkın sürücü davranışlarını ölçmede en sık kullanılan sürücü beyanına dayalı ölçeklerin başında, Manchester Sürücü Davranışları Araştırma Grubu tarafından geliştirilen Sürücü Davranışları Ölçeği (SBÖ) gelmektedir (Reason ve ark, 1990). Bu ölçek çok sayıda ülkede uygulanmış ve büyük çoğunluğunda ihlal ve hatalar temel faktörler olarak tespit edilmiştir. Bu çalışmanın amacı geniş bir Türk sürücü grubu üzerinde SBÖ’nün yapı geçerliğini doğrulayıcı faktör analizi kullanılarak incelemektir. Araştırmaya çoğunluğu üniversite mezunu 800 sürücü katılmış ve başta SDÖ olmak üzere sürücü tutum, davranış ve becerilerine ilişkin ölçeklere ve riskli araç kullanma (kaza ve trafik cezaları) tarihçesini saptamaya yönelik sorulara cevap vermişlerdir. SDÖ maddeleri üzerinde yapılan genel faktör analizi, ihlaller, hatalar/beceriler ve dalgınlıklardan oluşan üç faktörlü çözümü destekler görünmesine karşın, hatalar ve dalgınlıkların ne oranda ayrıştığı belirgin olarak anlaşılamamıştır. Bu nedenle LISREL kullanılarak doğrulayıcı faktör analizi yapılmış ve sürücü davranışlarının örüntüsünü açıklayan birbirine alternatif üç farklı model karşılaştırılmıştır. Birinci modelde tüm maddeler tek bir “sapkın davranışlar” faktörü altında toplanmış, ikinci modelde ise ihlaller ayrı bir faktör, hatalar ve dalgınlıklar ise birleştirilmiş tek bir faktör olarak temsil edilmişlerdir. Üçüncü modelde ise ihlaller, hatalar ve dalgınlıklar üç ayrı faktör olarak eşitliğe dahil edilmişlerdir. Ayrıntılı analizler, üç faktörlü çözümün diğer modellere oranla, veriyi daha iyi açıkladığını ve istatistiksel olarak anlamlı düzeylerde diğer modellerden farklılaştığını göstermektedir. Dolayısıyla Türk sürücülerinin araç kullanma davranışlarının, (1) hıza ilişkin maddelerin ağırlıkta olduğu ihlaller, (2) beceri ve hataların birlikte ele alındığı hatalar ve yanlışlar (3) ihmal ve dalgınlıkların bir arada bulunduğu dalgınlıklardan oluşan üç faktörlü bir örüntü sergilediği ileri sürülebilir. Ölçeğin yapı geçerliğini hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için yapılan analizler ölçekte yer alan 6 madde arasında yüksek düzeyde hata korelasyonu olduğunu, diğer bir deyişle bunların bazılarının ölçekten çıkarılmasının ya da değiştirilmesinin gerektiğini göstermektedir. Ayrıca bir maddenin (madde 23: Acil bir durumda duramayacak kadar öndeki aracı yakın takip etmek) hem ihlaller hem de hatalar faktörü altında yer aldığını göstermektedir. Elde edilen faktörlerin kaza sıklığını ve riskli araç kullanmayı yordama derecesi inceldiğinde bu örneklem grubu için hem ihlallerin hem de dalgınlıların kazaları yordadığı, ancak genel riski yordama açısından en güçlü faktörün ihlaller olduğu ve hataların yordayıcı gücünün anlamlı olmadığı gözlenmiştir. Bulgular Türk sürücülerinin davranış profilini oluşturmaya yönelik olarak ve diğer ülkelerde elde edilen bulgularla karşılaştırılarak tartışılmaktadır.

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psiko-Teknik Değerlendirme Merkezi’ne Başvuran Sürücülerin Trafik Kurallarına Uyma Eğilimlerinin ve Tutumlarının İncelenmesi

Gülin Kaçaroğlu ve Ebru Akün

Ege Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Trafik psikolojisi, yol kullanıcıların davranışlarını ve bu davranışların altında yatan süreçleri incelemektedir. Reason (1990), sürücü davranışını anlamak için hata ve ihlal ayrımını yapmış; hataların bilgi işleme sürecine bağlı faktörlere, ihlallerin ise kişilik özellikleri ve motivasyonel faktörlere bağlı olduğunu öne sürmüştür. Diğer bir deyişle, hatalar belirli bir niyet içermemekte, sürücü yetersizliklerinden ve dikkatsizlikten kaynaklanmakta; buna karşın ihlaller, kasıtlı olarak güvenli sürücülük davranışlarından sapma olarak nitelendirilmektedir. İhlale neden olan motivasyonel faktörler, içinde bulunulan kültürden, normlardan, kuralların içselleştirilip içselleştirilmediğinden ve tutumlardan etkilenmektedir. Yapılan çalışmalar ne ihlallerin ne de hataların tek başına kaza nedeni olmadığını göstermiştir. Örneğin, kişi sürücülük için gerekli psiko-motor ve bilişsel becerilere yeterli düzeyde sahip olduğu halde, trafik kurallarına ilişkin olumsuz tutum ve inançları nedeniyle trafik ihlali yapabilir, bu ihlal de kazaya yol açabilir. Avrupa’da ve ülkemizde, sürücülerin güvenli araç kullanma becerileri psiko-teknik değerlendirme ile incelenmektedir. Psiko-teknik değerlendirme, güvenli araç kullanmak için gerekli olan psiko-motor ve bilişsel beceriler ile kişilik, tutum ve davranış özelliklerinin incelendiği bir test sistemi olarak tanımlanmaktadır. Avrupa’da, özellikle Avusturya’da, bu uygulama ‘psikolojik değerlendirme’ olarak adlandırılmaktadır. Bu merkezlerde sürücülerin ilk olarak psiko-motor becerileri incelenmekte, ardından trafikle ilgili tutum ve davranışlarına ilişkin ölçekler uygulanmakta ve son olarak kişi ile bir görüşme yapılmaktadır. Bu üç değerlendirmenin sonucunda, kişinin güvenli sürücülük becerilerine sahip olup olmadığı hakkında karara varılmaktadır. Ancak, ülkemizde uygulanan psiko-teknik değerlendirme ile sürücülerin yalnızca bilişsel ve psiko-motor becerileri incelenmektedir. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun psiko-teknik değerlendirmenin uygulama esaslarına ilişkin 4 sayılı cetvelde belirtilmediği için, kişilik, tutum ve davranış özelliklerine ilişkin bir değerlendirme yapılmamakta ya da merkezlerin araştırma amacıyla yaptığı görüşme ve ölçek uygulamaları yasal olarak sonucu etkileyememektedir. Bu durumda, hız ihlali, alkollü araç kullanma ve ikinci kez 100 ceza puanını doldurma gibi ihlaller nedeniyle ehliyetleri alınan sürücülerin yalnızca hata kaynakları incelenmektedir. İhlale yol açan motivasyonel süreçler ve kişilik özellikleri hakkında bilgi edinilemediği için, değerlendirmeye alınan kişilerin sürücülük yetkinliği hakkında güvenilir bir karar vermek güçleşmektedir. Türkiye’de sürücü davranışına ilişkin yapılan araştırmalar, sürüş sırasında etkili olan motivasyonel özellikler ile psiko-teknik değerlendirme ile ölçülen psiko-motor ve bilişsel becerilerin birlikte değerlendirilmesi gerektiğini doğrular niteliktedir. Sümer, Lajunen ve Özkan (2002) tarafından yapılan çalışmada, sürücülük becerisi yüksek olan ancak hız ihlali yapma, yeterli takip mesafesi bırakmama gibi davranışları nedeniyle güvenli sürücülük becerilerine sahip olmayan sürücülerin daha fazla kaza yaptıkları ve ceza aldıkları bulunmuştur. Bu çalışmada, psiko-teknik değerlendirmeye tabi tutulan sürücülerin trafik kurallarını ihlal etmelerine neden olan motivasyonel faktörler incelenmektedir. Örneklem, psiko-teknik değerlendirme için Trafik Denetleme Şube Müdürlükleri tarafından Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoteknik Değerlendirme Merkezi’ne hız ihlali nedeniyle sevk edilen sürücülerden oluşmaktadır. Örneklemin yalnızca hız ihlali yapan sürücülerle sınırlandırılmış olmasının nedeni, alkollü araç kullanma ve 1 yılda ikinci kez 100 ceza puanı doldurma nedeniyle teste alınan sürücülerin sayısının çok düşük olmasıdır. Araştırmacı tarafından hazırlanan yarı-yapılandırılmış görüşme formu, her testten sonra sürücülerle yapılan görüşmeler sırasında uygulanmaktadır. Bu form genel olarak, sürücünün yaptığı trafik ihlaline ve psiko-teknik değerlendirmeye yönelik görüşlerini inceleyen sorulardan oluşmaktadır. Trafik ihlaline ilişkin sorular; sürücünün ceza aldığı yerleri, limiti aşma oranlarını, ihlaller arasındaki süreyi, ilgili trafik kanununu bilip bilmediğini, sürücünün trafik kuralını neden ihlal ettiğini, ehliyetinin olmamasının yaşantısına etkilerini, bu süre boyunca ulaşım problemini nasıl çözdüğünü ve bu kuralı bir kez daha ihlal etmemek için almayı düşündüğü önlemleri öğrenmeye yöneliktir. Sürücülerin psiko-teknik değerlendirme hakkındaki görüşleri ise testin hangi becerileri ölçtüğü, araç kullanmakla ilişkili olup olmadığı, uygulamanın yararlarının neler olabileceği, sürücünün kendi test performansını nasıl değerlendirdiği ve bu uygulamanın gerekli olup olmadığı gibi açık uçlu sorularla incelenmiştir. Sürücülere ayrıca kendi sürücülük becerileri hakkındaki görüşleri ve sürücülük hayatları boyunca yaptıkları kazalar da sorulmuştur. Görüşmelerde, sürücülerin büyük bir bölümünün ehliyeti geri alma süresi boyunca araç kullandığı ya da kullanmaya devam ettiği, ihlalden kendilerini sorumlu tutmadıkları ve sürücülük becerilerine aşırı bir güven duydukları dikkati çekmiştir. Her görüşme sonunda, sürücünün yaptığı ihlalin nedenleri, bir daha aynı ihlali yapmamak için almayı düşündüğü önlemleri ve bu süre boyunca araç kullanıp kullanmadığı gibi veriler gözönüne alınarak, görüşmeci tarafından, sürücülere güvenli sürücülük puanı verilmiştir. Bu puanlar, sürücülerin psiko-teknik test sonuçları ve aynı ihlali tekrar yapma oranları ile karşılaştırılacaktır. Veri toplama süreci devam etmektedir. Araştırma bulgularına bağlı olarak sonuç ve önerilerde bulunulacaktır.

İhlal Eden Sürücülerin Psikoteknik Değerlendirme Sonuçlarının Değerlendirilmesi

Sonia Amado

Ege Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Bu çalışmada 2000 Ocak ayından bugüne kadar Ege Üniversitesi Psiko-teknik Değerlendirme Merkezine başvuran ve test alan 1000’e yakın sürücünün performans testleri sonuçları değerlendirilecektir. Buna ek olarak sürücülerin demografik özellikleri, sürücülüklerine ilişkin bilgiler, kaza ve ihlallerine ilişkin bilgiler, sürücü davranış ve kişilik özelliklerine ilişkin veriler, test sonuçlarıyla ilişkilendirilerek sunulacaktır. Testlerden başarılı olan ve olmayan sürücülerin özellikleri de karşılaştırılarak, ihlal eden sürücülerin bir profili çizilmesi amaçlanmaktadır. Bu sonuçlardan yola çıkılarak psiko-teknik değerlendirmenin amaca uygunluğu ve iyileştirilmesi için öneriler tartışılacaktır.

Hız İhlali Nedeniyle Ehliyetleri Alıkonulan Sürücülerin Demografik Özellikleri, İhlal Nedenleri ve Hız Davranışına Yönelik Tutumları

Nuray Uluğ, Aycan Yaralıoğlu, Ceyhun Eken ve Serkan Sarıoğlu

İstanbul Trafik Vakfı Psikoteknik Değerlendirme Merkezi

Nevin Kılıç ve Tuba Gökçe Eren

İstanbul Şoförler Odası Psikoteknik Değerlendirme Merkezi

Bu çalışma, İstanbul’da faaliyet gösteren iki psikoteknik değerlendirme merkezinde, hız ihlali nedeniyle değerlendirmeye alınan sürücülerin yaş, eğitim düzeyi, cinsiyet, meslek gibi demografik değişkenleri ile kendileri tarafından beyan edilen ihlal nedenleri ve hız davranışına yönelik tutumlarını ele alan bilgilerin sunulmasına yöneliktir. 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun öngördüğü üzere, bir yıl içinde beş kez hız sınırını aşan sürücülerin ehliyetleri bir yıl süreyle alıkonulmakta, süresi sonunda ise bu sürücüler, ilgili Kanun maddeleri gereğince psikoteknik değerlendirme ve psikiyatri muayenesine gönderilmektedir. Bu değerlendirme ve muayene süreçlerinde, sürücülerin ehliyetlerini geri alıp alamayacakları, çeşitli özellikleri bakımından bundan sonra trafik içinde araç kullanıp kullanamayacakları araştırılmaktadır. İstanbul Trafik Vakfı Psikoteknik Değerlendirme Merkezi ve İstanbul Şoförler Odası Psikoteknik Değerlendirme Merkezi’nde gerçekleştirilen psikoteknik değerlendirme sürecinde, ilgili Kanun ve Karayolları Trafik Yönetmeliği tarafından öngörülen zihinsel ve psikomotor testlerin sonrasında sürücüler ile yarı yapılandırılmış bir görüşme de yapılmaktadır. Bu görüşmelerde, sürücülerin sosyal özellikleri, sürücülük geçmişi, ihlal öyküleri, trafik kurallarına uyma alışkanlıkları, kurallara ve hız davranışlarına yönelik tutumları, ehliyetinin geri alınmasından sonra yaşadıkları süreçte, bu konuya ilişkin bir içgörü ve farkındalık geliştirip geliştirmedikleri gibi konuları saptamak ve test sonuçları ile birlikte ele almak amaçlanmaktadır. Tüm bu görüşmeler sonucunda elde edilen bilgileri derlemek amacıyla, değerlendirmeye katılan sürücülerden 200 kişi seçkisiz olarak alınmış, bu kişilerin görüşme sonuçları içerik analizi yöntemiyle değerlendirilmiştir. Elde edilen bulgular, trafik psikolojisi literatürünün tutum ve davranış ilişkisi, ihlal davranışının motivasyonel boyutları, sürücü davranışı geliştirme ve rehabilitasyon konuları açısından ele alınmakta, ülkemizdeki psikoteknik değerlendirme uygulamalarının geleceği açısından tartışılmaktadır.

Psikolojik Değerlendirme Amacıyla “Psikoteknik Değerlendirmeye” Katılan Sürücülerle Yapılan
Yarı Yapılandırılmış Görüşme Sonuçlarının Değerlendirilmesi

Yeşim Yasak, Eylem Şendağ, Şule Doğruyusever, Özlem Oğuz ve Güneş Turan

TŞOF- Psikoteknik: Sürücü Değerlendirme, Eğitim ve Araştırma Merkezi, Ankara

Bu bildiride; 1997 yılında yürürlüğe giren, 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nda yer alan, alkollü araç kullanma, hız ihlali ve ceza puanı nedeniyle ehliyeti alınan sürücüler için ehliyetin geri verilmesi aşamasında kanuni olarak zorunlu olan “psikoteknik değerlendirme” uygulamasına alınan ve uygulamanın bir parçası olan yarı yapılandırılmış görüşmeye katılan sürücülerin, görüşme sonuçları değerlendirilmiştir. Türkiye’de çok yeni bir uygulama olan ve “güvenli” sürücüler ile “riskli” sürücüleri psikolojik açıdan tespit etme sürecinde, yetenek taramasını sağlayan “psikoteknik değerlendirmeye”, TŞOF-Psikoteknik Merkezinde, 1998-2001 yılları arasında 4320 kişi katılmıştır. Bu sürücülerin 1952’si, kanun kapsamında 100 ceza puanı, alkollü araç kullanma ve hız ihlali nedeniyle belli süreler için ehliyetleri alıkonan ve süre sonunda ehliyetlerini geri almak için “psikoteknik değerlendirme ve psikiyatri uzmanı muayenesine” tabi tutulan sürücülerdir. Değerlendirme üç aşamadan oluşmaktadır: Yaklaşık iki saat süren sürücülük yeteneklerinin psikolojik taramasının yapıldığı birinci aşama, yaklaşık bir saat süren ve trafik ortamına ilişkin kişilik ve tutumların değerlendirildiği testlerin uygulandığı ikinci aşama ve yaklaşık 20 dk. süren yarı yapılandırılmış görüşmenin yapıldığı üçüncü aşama. Yarı yapılandırılmış görüşmede sürücüye, kısa özgeçmişi sorulmakta ve sürücülük geçmişi, kurallar hakkındaki düşünceleri, yakalanma süreçlerini nasıl değerlendirdiği, bundan sonra ne yapacağı, alışkanlıkları vb. sorulmaktadır. Bildiride, içerik analizi ile değerlendirilen bu maddelere ilişkin sonuçlar tartışılacak ve ileriye dönük olarak, psikoteknik değerlendirme sürecinde yapılması gereken düzenlemeler üzerinde durulacaktır. Dört kodlayıcı tarafından değerlendirilen 1600 görüşme formu için önce kodlayıcılar arası tutarlılığı belirlemek için asıl çalışmaya dahil edilmeyen 100 görüşme formu üzerinde her kodlayıcı ayrı ayrı değerlendirme yapmıştır. Dört kodlayıcı arasındaki tutarlılık % 62 olarak saptanmıştır. Sonuçlar, sürücüler için geliştirilmekte olan Sürücü Davranışı Geliştirme Programları açısından tartışılmış, Avrupa ülkelerinde uygulanmakta olan rehabilitasyon programlarının ülkemiz açısından biçim ve içeriği üzerinde durulmuştur.

 

P#5 Dünden Bugüne Gestalt Psikolojisi

Panel Başkanı: Sevda Sakarya

Panelistler:

Suzan Özer

Nilhan Sezgin

Sevda Sakarya

Öz

Gestalt terapisi ilk kez 1950 li yıllarda tanınmaya başlasa da ardında kurama ilişkin sağlam dayanakları olan uzun bir tarihçe vardır. Bu doğrultuda bu panelde Gestalt terapisinin dayandığı kuram, terapiye ilişkin temel kavramlar, terapinin hangi sorun alanlarında etkili olduğu, uzmanlar için gerekli olan formel eğitimler ve ülkemizde bu alanda sürdürülen çalışmalar ele alınacaktır.

Gestalt Terapisinin Temel Prensipleri

Suzan Özer

Hacettepe Üniversitesi , Psikiyatri Anabilim Dalı

Gestalt yaklaşımını tanımlayabilmek, özellikle kuramın yapısı ile ilgili nedenler yüzünden oldukça güçtür. Kuram, varoluşçuluk, fenomenoloji, gestalt psikolojisi, holizm, klasik psikanaliz ve neo-Freudyan görüşler, beden terapisi, organizmik görüş, alan kuramı, doğu dinleri, ve tiyatro ve dans gibi sanatın değişik boyutlarının bir bileşkesi olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bu değişik boyutları hep birlikte açıklayabilmenin pek kolay olmadığı ortadadır. Gestalt yaklaşımı sadece etkilenmiş olduğu değişik görüşlerin bir bütünü değildir. Bu görüşler, gestalt yaklaşımının içine yerleşirken farklılaşmışlardır, yani bir araya getirildiklerinde tek başına ifade ettiklerinden daha farklı bir anlam kazanmaktadırlar. Gestalt potasının içinde erirken, her biri Gestalt yaklaşımına değişik bir renk ve lezzet katmıştır. Gestalt terapi, genelde, varoluşculuk kavramlarından uzak kalmaya çalışmış ve fenomenoloji ve farkındalık prensiplerini daha fazla önemsemiştir. Gestalt terapinin amacı kişinin kendi örüntüsünü araştırması, keşfetmesi, yaşaması ve farklı kısımlarını bütünleştirebilmesidir. Gestalt terapinin kurucusu olan Fritz Perls’e göre Freudyan görüşün anlamsız ve yanlış yanlarını temizlemek uzun zaman almıştır. Gestalt terapi uygulamaları insan potansiyelini geliştirmek amaçlıdır; insanı yeniden bir bütün yapabilmek için kişiliğindeki boşlukları doldurmayı hedefler. Bu kısa dönemli ya da büyülü olmamakla birlikte iyi bir yoldur. Gestalt yaklaşımı uygulamaları, yaşamlarımızın gerçek otoriteleri haline gelmemizde yardımcı olmayı hedefler. Kendimizi, ne yapacağımızı bilemez halde ve kendi hayatımıza yabancılaşmış olarak bulduğumuzda, “impasse” ya da kör düğümle birlikte, aynı zamanda daha canlı, renkli bir varoluş şansını da bulmuş oluruz. Kör düğüm, kişinin çevresel destek bulamadığı ve iç desteğini sağlayamadığı, gerçek kendini desteklemenin henüz başarılamadığı durumdur. Aslında hiç kimse, büyümeye, yani kör düğümün üzerine gitmeye gönüllü olmaz. Oysa tümden iyileşmeyi sağlayacak olan şey bu noktada nasıl sıkışıp kalmış olduğumuzu fark etmektir. Kör düğüm terapide, büyüme ve gelişme ile ilgili kritik noktadır. Terapinin amacı, danışanı başkalarına bağımlılıktan kurtarmak ve düşündüğünden daha fazlasını yapabileceğini keşfetmesini sağlamaktır. Gestalt terapinin en önemli özelliklerinden biri “şimdi ve burada” prensibine odaklanmasıdır. Perls de Freud gibi geçmişten gelen çözümlenmemiş çatışmalar üzerinde çalışılmasını önerir. Ancak Perls’e göre eski çatışmalar, şu andaki davranışlarla sergilenmektedir ve bunlarla “şimdi ve burada” prensibi kullanılarak çalışılmalıdır; çünkü “şimdi ve burada” nasıl olacağımızı ve kendimize uygun olanı aktif olarak seçmekte tamamen hürüz. Nitekim Perls danışanın şu anda çatışmanın değişik kısımlarını dramatik roller şeklinde oynamasını isteyerek canlandırmasını, böylece çatışmanın daha iyi farkına varabilmesini, onunla temas edebilmesini ve çatışmanın yönünü şu anda ve gelecek için kontrol edebilmesini sağlardı. Ne kadar sıklıkla gelecekle ilgili kaygıları ya da geçmişle ilgili pişmanlıkları bırakıp şu anda ve buradaki farkındalığımıza odaklanabiliyoruz? Bunu yapabilirsek enerjimizi boşa harcamayarak, şu anı yaşamak için verimli şekilde kullanabiliriz. Bu anlamda gestalt yaklaşımında, içinde bulunulan anın kıymetini bilerek, onu tam olarak yaşamak temeldir. Gestalt terapinin üzerinde yürüdüğü iki ayak, “şimdi” ve “nasıl”dır. Şimdi, mevcut olanı kapsar; fenomendir; farkında olduğumuz şeydir. Nasıl ise yapıyı, davranışı, yani gerçekte var olan süreci kapsar. “Nasıl” biz ve dünyanın işlevlerini anlamak için ihtiyacımız olanı verir, konuyu derinleştirip çıkış kaynağını bulabilmeye yardımcı olur. Eğer yapı değiştirilebilirse, işlev, işlev değiştirilebildikçe yapı değişir. “Niçin” ve “çünkü” ise “kötü” sözcüklerdir. “Niçin” sorusu bir izahat almamızı sağlayabilir, ama nedenleri bilmek çözüme götürmeyebilir. Bu bağlamda farklı olarak psikanaliz, hastalıktan hastayı değil, geçmişi, bir travmayı, oedipus karmaşasını vb. sorumlu tutar. Gestalt terapide sürekli geçmiş konuşulmaz, ama o andaki duygular geçmişle ilgili ise bunlarla çalışılır; çünkü “bitirilmemiş işlerimiz” olduğu sürece geçmişi beraberimizde taşıyıp dururuz. Bitirilmemiş işler genellikle öfke, nefret, endişe, keder, terk edilme, suçlanma, reddedilme gibi duygularla ilgilidir. Bu gibi duygular tam anlamı ile yaşanmamış olduklarında fonda kalırlar ve kişinin kendisi ve diğer kişilerle olan temaslarında sürekli ortaya çıkarlar; şekil haline gelebilmek için fırsat ararlar. Perls’e göre kırgınlık en sık rastlanılan bitirilmemiş iştir. Bitirilmemiş işler kişinin psikolojik enerjisini tüketerek şu anki ihtiyaçların giderilmesini önler. Patolojik yollardan tamamlanmaya çalışılır ya da kişi orada saplanıp kalır. Oysa kırgınlığın uygun şekilde ifadesi, insanlarla ilişkilerimizdeki güçlükler bağlamında yaşamı kolaylaştırabilir. Kişinin geçmişte acı verdiği için üzerinde hiç durmadan bırakıp kaçıverdiği işe geri dönmesi gereklidir. Kişi cesaretsizse geri dönüp bitirmekten kaçınabilir. Terapist bu amaçla bireyin hoşnut olmadığı deneyimleri farketmesine, açığa çıkartmasına olanak sağlayacak güvenli ortamı oluşturarak, iç kaynaklarını harekete geçirinceye dek kaçınmasını engeller. Özetle farklı görüşleri potasında eritmiş, kişinin “hasta” değil “danışan” olarak tanımlandığı, terapistin otorite olmasını, yorumlar yapmasını, büyüme ve gelişmeye ters düşeceği için kabul etmeyen, “şimdi ve burada” prensiplerine dayanan, duyguların ifadesine ve yaşanmasına olanak tanıyan, ihtiyaçların, kişilikteki boşlukların farkına varılması ve bunların giderilmesi hedefini güden gestalt terapi, genellemelerden kaçınarak, olayların kişiye özel anlamlarının anlaşılmasına vurgu yapar.

Gestalt Terapisi Eğitimi

Nilhan Sezgin

Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Çevresiyle olan ilişkisinin insanı geliştirdiğine inanan ve terapinin sürecine odaklı bir düşünce okulu olan Gestalt Psikoterapisi, Martin Buber'in diyalog anlayışı, varoluşculuk ve Kurt Lewin'in alan kuramının birleşiminden doğan bütüncül bir yaklaşımdır. Terapi ilişkisi içindeki yaratıcı deneyleme (experimentation) ile birlikte bireyin farkındalığında olan artışın, psikoterapide istendik başarıyı yarattığına inanır. Eğitimdeki öğrenme sürecini, öğrenci ile onu eğiten hocaların-terapistlerin- arasındaki diyalog belirler. Bu süreç içinde sıklıkla öğrenci kendi gereksinimlerini belirleyerek kendi gelişimi için kullanılacak eğitim düzeninin ortaya çıkmasına katkıda bulunur. Tüm psikoterapiler gibi Gestalt Psikoterapisi de lisansüstü bir meslektir ve eğitimi uzmanlıklar üstü bir eğitimdir. Bu nedenle Gestalt Terapisi Eğitimi, standart lisansüstü eğitimler içinde değil, bağımsız eğitim enstitüleri tarafından yürütülen, geçerliği belirli ölçütlerle standartlaştırılmış bir eğitimdir. Batı'da ilk olarak A.B.D. de New York (1954), Cleveland (1966) ve California'da (1960'ların sonu San Francisco) kurulan bu enstitüler, üniversitelerden bağımsız ancak üniversitelerin ders programlarına eşdeğer kalitede eğitim sunmaktadırlar. Günümüzde Avrupa ve A.B.D.'deki bazı Gestalt Enstitülerinin üniversiteler tarafından eşdeğerlik verilmiş, eğitim programları mevcuttur. Bu eğitim programlarının çoğu, alana Gestalt terapisti yetiştirmek amacıyla eğitim vermektedir. Programların bazıları ise profesyonel olmayan gruba kendini geliştirme eğitimi veren herkese açık gruplar düzenlemektedir. Bu tanıtımda Gestalt psikoterapist eğitimi veren enstitülerin eğitim içeriği ve ölçütleri tartışılacaktır. Psikoterapist eğitimi veren enstitülerin hemen hepsi psikoloji, tıp bilimleri, psikolojik danışmanlık, tıpta sosyal hizmet uzmanlığı, hemşirelik ya da eğitimin ilgili alanlarında uzmanlık derecesi olan profesyonellere eğitim vermektedir. Programların ortak hedefi, Gestalt kuramına uygun bir model içinde öğrencilerin kendi gereksinimleri çerçevesinde kendi süreçlerini belirledikleri bir eğitimi sağlamaktır. Tüm programlar içinde kuram ve kavramların vurgulandığı giriş aşaması, bireysel ve grup uygulamalarına yönelik becerilerin ağırlıklı olduğu ikinci aşama, daha sonra ise uygulamaların süpervizyonunun alındığı ve verildiği daha ileri aşamalar yeralmaktadır. Bu eğitimler ilk olarak yetişkinlerde bireysel ve grup psikoterapileri olarak ortaya çıkmıştır. Gestalt psikoterapi ilkeleri ile çocuk ve adolesanlarla ilk kez Violet Oaklander Enstitüsünde çalışmalar yapılmıştır. Günümüzde çocuk ve adolesanlara yönelik eğitim, danışma merkezleri ve okul sistemleri içinde uygulamaya odaklanmaktadır. 1980'lerin sonlarından başlayarak Gestalt psikoterapi ilkeleri kullanılarak işyerleri, endüstri kuruluşları, hastane ortamları gibi organizasyonlara yönelik eğitimler pek çok enstitüde verilmeye başlanmıştır. Eğitimler, Gestalt kuramının yapısına sadık kalarak oluşturulan modellere göre düzenlenmektedir. Kuramsal bilginin verildiği eğitim saatlerinin hemen ardından kavram ve kuramsal bilginin enstitü hocalarınca uygulamaya koyulduğu demostrasyonlar yapılmakta; aynı grup başka bir zaman hocalardan grup içinde terapi almaktadır. Bu terapi süreci içinde, her katılımcı gereksinim gördüğü alanda kendi terapsini hocadan alırken hem terapi eğitimi açısından hem de grubun diğer üyerinin kendileri için nasıl bir olanak yaratabileceğine yönelik örnek olmaktadır. Pek çok enstitünün çalışması içinde, küçük gruplar (üç kişilik TPO =terapist, danışan, gözlemci; 4 kişiden oluşan ikili terapist, danışan grupları) birbirlerine terapi vermekte ve hem birbirlerinden, hem daha ileri eğitim grubu üyelerinden, hem de enstitü hocalarından süpervizyon almaktadırlar. Bu eğitim yapısı, kurama uygun bir model içinde tüm enstitü çalışanları ile her düzeylerdeki terapist adaylarının ve adayların birbirleriyle olan terapi eğitimi bağlamındaki ilişkilerine ortam sağlamaktadır. Yukarıda özetlenen eğitim programları adayların gereksinimlere göre farklı üç temel grupta verilebilmektedir. 1. Üniversite sömestir düzenine uygun olarak başlayan 2-4 yıl arası değişen temel ve ileri eğitim programlar. 2. Yıl içinde sürekli eğitime devam imkanı olmayan adaylar için 2-6 günlük modüllerden oluşan ve eğitimin her şamasını kapsayan programlar. Bu programlar içinde aday, kendi zamanı ve ilgilendiği alana yönelik modüllere katılıp gereklerini yerine getirerek belirli bir ölçüte uygun eğitim programını kendi oluşturmaktadır. 3. Uluslararası adaylara eğitim veren yaz okulları, yaz dönemi içinde konsantre eğitim vererek kendi ülkelerinde eğitim olanağı olmayan ya da alandaki faklı hocalardan eğitim almak isteyen adaylara eğitim olanağı sunmaktadır. 15-30 günlük yoğun yaz eğitimlerinin bir özelliği de farklı kültürlerden terapist adaylarının biraraya gelerek farklı bir boyuttaki Gestaltı oluşturmalarıdır. Tüm eğitimlerin tamamlanması için 300- 600 saat arası temel eğitim yanısıra 60-200 saatlik süpervizyon ve bireyin kendi terapisini içeren bir ölçüt paketi gereklidir. Değişik aşamalarda yapılan kuramsal ve performans değerlendirmeleri sonunda bireylere tamamlama veya uzmanlık( competence) sertifikası verilmektedir. Son olarak, yukarıda açıklanan model çerçevesinde 1999 yılıdan başlayarak ülkemizde olgunlaştırılmaya çalışılan model tanıtılacaktır.

Gestalt Terapisinin Doğuşu

Sevda Sakarya

Bilkent Üniversitesi Öğrenci Gelişim ve Danışma Merkezi

Psikolojik Değerlendirme Terapi ve Eğitim Merkezi

Gestalt Terapi yaklaşımı ilk olarak Fritz Perls’ün dramatik terapi gösterileri ile 1950 li yıllarda Amerika’ da popüler olmaya başlamış ve ne yazık ki uzun bir süre bu terapi yaklaşımının sadece bazı tekniklerden oluştuğu izlenimi edinilmiştir. Oysa ki 1950 de Hefferline ve Goodman ile birlikte Gestalt terapisinde ilk yapıt olma özelliğini taşıyan “Gestalt Therapy Excitement and Growth in the Human Personality" yayınlanmadan çok önceleri Perls ve eşi Laura’nın bir döneme yayılan geniş spectrumlu kuramsal ilgileri ve çalışmaları olmuştur. Gestalt kuramı holistik (intrapsişik , interpsişik ve alan bakış açılarıyla ) bir yaklaşım sunar.Gestalt Terapisinin çok çeşitli müdahale yöntemlerine zemin oluşturan bu yaklaşımının temelinde Perls’ün yaşadığı dönemdeki heyecan verici fikirleri farketme ve yeniden organize etme konusundaki dehası yatmaktadır. 20. Yüzyılın başlarında Avrupada edebiyat, fizik, kimya, fizyoloji, felsefe ve politika alanlarında belirgin gelişmeler olmuştur. 1. Dünya Savaşının da etkisiyle her alanda yeni akımlar ve farklı dalgalanmalar meydana gelmiştir. Laura ve Fritz bu dalgalanmaların içinden geçerken kuramsal bir sentez yaparak günümüze dek varlığını koruyacak olan Gestalt Terapi Yaklaşımının temellerini atmışlardır. Böylelikle Gestalt Terapi yaklaşımının temeline 3 ana boyut yerleştirilmiştir: 1. Alan Kuramı: Kurt Lewin: Bu kurama göre alan var olan herşeydir, alan dinamiktir ve alandaki herşey birbiriyle ilişkilidir. Bu nedenle alanda ortaya çıkan sıradan olayların bile beklenmedik ve çok önemli sonuçları olabilir. Kişi yaşadığı alandan etkilenir. Alan kişinin ailesi, okulu, sosyal çevresi ve kültürel ortamı, ait olduğu din, hatta televizyonu ve bilgisayarı bile olabilir. 2. Fenemenoloji: Edmund Husserl: Fenemenoloji görme, duyma, koklama, dokunma ve tatma gibi duyumlar yoluyla alandaki bir pozisyona bağlı olarak belirlenir. Bireyin söz konusu alanını kendine özel bir şekilde algılama ve anlamlandırma biçimidir. Anlamlandırmada şekil–fon ilişkisi ve perspektif de çok önemli roller oynarlar. Genel olarak beynimiz bu anlamlandırmayı otomatik olarak yapar. 3. Diyalog: Martin Buber: Gestalt terapisinde diyalog sözlük anlamından farklı olarak hasta ve terapist arasındaki temel bir yaşantıyı ifade etmek için kullanılır. Bu yaşantı, kişinin “kendini ” ve “öteki”ni kendi başkalığı, farklılığı ve öznelliği içinde olduğu gibi algılayarak ve anlayarak ilişkiye geçmesidir. Buber bu türlü bir yaşantıyı “öteki” ile bir buluşma olarak tanımlayıp bu “ buluşma ne benimle olabilir, ne de bensiz..” der. En doğal hal ile “orada” ve “arada” bulunarak sağlanan bu buluşmayı “Ben –Sen” (I –Thou) yaşantısı olarak isimlendirmiştir. Sonraki yıllarda Perls bu alt yapı üstüne kurduğu terapi yaklaşımını yaygınlaştırabilmek için gezgin çalışma grupları ve gösteriler yapmıştır. Bu girişimlerinin kurama ve terapiye katkıları özellikle zamanlama açısından halen tartışmalı bir konu olsada bugün psikoterapi tarihine imzasını atan birçok kuramcı tarafından dehası ve cesareti vurgulanmaktadır. Ölümünden sonra Gestalt yaklaşımı ile ilgili çalışmaları eşi Laura Perls ve Paul Goodman sürdürmüştür. Bu çalışmalar sonucunda 3 temel boyut geliştirilerek Gestalt Terapisi kavramlarına yenileri eklenmiş (organizmanın kendini ayarlaması, temas ve teması engelleyenler, şimdi ve burada , kördüğüm, bitmemiş işler, paradoksal değişim kuramı) ve terapi yaklaşımı olarak yaklaşık son şeklini almıştır. Günümüze dek bu yaklaşım dünyanın pek çok yerinde kullanılmakta ve özellikle A.B.D de Gestalt terapi eğitimi akademik uygulamalardan ayrı olarak enstitüler tarafından verilmektedir.

 

P#6 Endüstri ve Örgüt Psikolojisiyle Örgütsel Davranış Alanlarındaki Yeni Araştırmalar

Panel Başkanı: Handan Kepir Sinangil

Panelistler:

Kutlu Çalışkan, Handan Kepir Sinangil, Abbas Yaghobi, Hande Genç ve Ayça Kut

Güler İslamoğlu

Tülay Turgut

Evrim Şenol

Öz

Türkiye'de son 15 yılda sokakta çalışan ve/veya yaşayan çocuklar ve gençler hakkında önemli birikim elde edilmiştir. Ancak bu birikim henüz yeterince yazıya dökülmemiş ve gerek profesyonellere gerekse kamuoyuna yeterli düzeyde sunulmamıştır. Bu oturumda sokakta çalışan ve yaşayan çocuk ve gençler ile yapılan çalışmalar ele alınacak ve 25-26 Mayıs’ta gerçekleştirilen I. Ulusal Sokakta Çalışan ve Yaşayan Çocuklar Sempozyumu’nda elde edilen sonuçlar tartışılacaktır.

Türkiye’de Takım Çalışması, Takım İklimi ve Bazı Örgütsel Değişkenlerle İlişkileri

Kutlu Çalışkan, Handan Kepir Sinangil, Abbas Yaghobi, Hande Genç ve Ayça Kut

Marmara Üniversitesi, İngilizce İşletme Bölümü, Örgütsel Davranış Anabilim Dalı

Yirminci yüzyıldaki hızlı değişim ve örgütlerde insan faktörünün öneminin anlaşılması ile, örgütler, geri dönüşü olmayan bir değişim sürecine girmişlerdir. Artık geleneksel yapılar pazarın talep ihtiyacını karşılamakta zorlanırken, yeni yönetim uygulamalarının gelişmesi ile kalite, esneklik, çalışanın iş tatmini ve gelişimi gibi konularda başarılı sonuçlar veren takım çalışmaları, dünyada pekçok ülkede 1970’lerden bu yana, Türkiye’de ise toplam kalite” yaklaşımı çerçevesinde son on yıldır örgütlerde sıkça görülmeye başlamıştır. Uygulanan takım çalışmalarında, takım ikliminin rolü ve katkıları nelerdir? Takım çalışmaları ve özellikle takım iklimi; örgüt yapısını, kültürünü, iletişimi,yenilikciliği, yönetim ve liderlik tarzını hangi yönlerde etkileyebilir? Bu sorulara cevaplar aramak amacıyla, 1998’den bu yana sürdürülen bir dizi araştırma bulguları bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır. Araştırmaya çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren büyük ölçekli kuruluşların 440 çalışanı katılmıştır. Çeşitli kademelerdeki yöneticilerle yapılan ön mülakat aşamasından sonra, araştırmada Anderson ve West (1997) tarafından geliştirilen “Takım İklimi Envanteri” (Team Climate Inventory) kullanılmıştır. İlk araştırmada ölçek Yaghobi (1998) tarafından Türkçeye çevrilerek, dilsel eşdeğerlik, adaptasyon, güvenirlik, faktör analizi çalışmaları sonucu Türkiyede de örneklem grupları için ugulamaya hazır hale getirilmiştir. Bu çalışmadan sonra aşağıda özetlenen üç ayrı çalışmada takım iklimi-örgüt yapısı, takım iklimi-örgüt kültürü, takım ikliminin bazı örgütsel ve bireysel değişkenlerle ilişkileri incelenmiştir. Çalışma 1. Örgütün yapısal boyutları ve takım iklimine etkisi: Bu çalışma, örgüt yapısının, o örgütte yer alan takımların, “takım iklimlerini” ne şekilde etkilediğini saptamak ve aralarındaki ilişkiyi tanımlamak amacı ile gerçekleştirilmiştir. Rutin ve standart işlerin bulunduğu, kontrol mekanizmalarınn yoğun işlediği ve karar vermenin tek bir noktada toplandığı hiyerarşik örgütlerdeki takımlarda, katılımcı ve yenilikçi bir takım ikliminin gelişme ihtimali var mıdır? Araştırma, iki ayrı firmada, toplam 85 çalışan üzerinde gerçekleştirilmiştir. Kendi kendini yöneten takımlar ve proje takımlarından toplanan veriler değerlendirilmiştir. Araştırma sonucu, bağımsız değişken olan örgüt yapısı ile bağımlı değişken olarak takım iklimi boyutları arasında anlamlı bir ilişkiye rastlanmamıştır. Takım iklimi boyutları üzerinde ne merkeziyetçiliğin, ne de formal yapının bir etkisi olmuştur. Bu sonuçlar, başarılı ve yenilikçi takım iklimine sahip takımların, kendilerine özgü iç dinamikler oluşturdukları ve örgütün yapısından bağımsız hareket edebildiklerine dair ipuçları vermektedir. Çalışma 2. Örgüt kültürü ve takım iklimi ilişkileri: Bu araştırmada, örgüt kültürü ile takım iklimi arasındaki ilişki incelenmektedir.Örneklem grubu, iki firmanın, toplam 110 çalışanından oluşmaktadır. Firmalar, Türk – yabancı ortaklı organizasyonlar olup; hızlı tüketilen mallar sektöründe ve sağlık ürünleri sektöründe hizmet vermektedir. Yapılan istatistik analizler sonucu elde edilen bulgular doğrultusunda, örgüt kültürü ile takım iklimi arasında anlamlı ilişkiler saptanmıştır. Örgüt kültürünün örgüt içi iletişim, örgüt içi ilişkiler ve örgütsel değişim boyutlarının, takım ikliminin iletişim – yenilik boyutu ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Örgütün başarılı bir iletişim tarzı ve doğru örgütsel ilişkiler benimsemesi, takım içindeki iletişimin de açık bir şekilde gerçekleşmesine ve fikirlerin daha kolay bir şekilde uygulanmasına yardımcı olmaktadır. Takım üyelerinin, başarılı bir iletişime açık bir ortam yaratarak yenilikçi fikirler ortaya koymaları, örgütsel değişime zemin hazırlamaktadır. Morley ve Heraty (1995) de araştırmalarında başarılı takım çalışmaları uygulayan örgütlerde benzer kültürel özellikler bulunduğunu saptamışlardır. Çalışma 3. Takım iklimini etkileyen bireysel ve örgütsel değişkenler: Demografik değişkenlerin bağımsız değişken olarak ele alındığı araştırmada, çalışanların yaşı, cinsiyetleri, eğitim düzeyleri, çalışma süreleri, takım liderlerinin cinsiyetleri ile takım iklimi boyutları karşılaştırılıp, anlamlı farkların bulunup bulunmadığı araştırılmıştır. Aynı zamanda, farklı takımların kendi aralarında takım iklimi boyutlarına göre ne tür farklılıklar gösterdikleri incelenmiştir. Araştırma, özel bir bankada görevli 124 çalışan üzerinde uygulanmıştır. Demografik değişkenler ile takım iklimi boyutlarının analizi sonucu anlamlı farklar saptanmıştır. Bankada’ki çağrı merkezi takımları ile diğer takımlar, takım iklimi boyutlarına göre karşılaştırıldığında, daha az sayıda üyeden oluşan ve daha bağımsız çalışan çağrı merkezi takımlarının, müşteri hizmetleri ve ofis takımları ile karşılaştırıldığında tüm boyutlarda daha yüksek ortalama değerler aldıkları gözlemlenmiştir. Sonuç olarak şimdiye kadar yapılan bir dizi araştırmada, örgütlerde takım çalışması sürecinde “örgüt ikliminin” merkeziyetci ve formal yapıyı zorlayabileceği, örgüt kültürünü etkilediği, örgütsel değişim ve gelişimi kolaylaştırabileceği, hiyerarşik ve otokratik yönetim biçimlerini katılımcı ve demokratik yönetim tarzlarına yönlendirebileceği ve yenilikçiliğe açık bir ortam sağlayabileceği konusunda önemli ipuçları elde edilmiştir.

Ekip Dokusu ve Etkinlik

ler İslamoğlu

Marmara Üniversitesi, İngilizce İşletme Bölümü, Örgütsel Davranış Anabilim Dalı

Son zamanlarda ekip çalışması örgütlerde yaygınlaşmaya başlamıştır; cünkü iş dünyasında devamlı değişen koşullar ve artan global rekabet sonucu örgütler ürünlerini ve servislerini üretip dağıtmada yeniyollar aramaya başlamışlardır. Ayrıca toplam kalite yönetimi, gelişmiş bilgi teknolojisi ve öğrenen örgütler gibi konuların da etkisi ile örgütler yapılarını da değiştirip dikey yapıdan yatay yapıya ve örgüt yapısında yalınlaşmaya doğru bir sürece girmişlerdir. Bu değişiklikler hiyerarşinin ve bireysel görev yapan müdür ve işçinin önemini azaltarak, sürekli etkileşim halinde çeşitli işlevleri yerine getirerek zor sorunlara çözüm arayan yönetim ve iş ekiplerinin önemini artırmıştır (Luthans, 1995). Ekiplerle ilgili çalışmalar incelendiğinde bir çok araştırmacı ekiplerin örgütlere birçok yararlar sağladığı konusunda hem fikirdir. Özellikle de değişik alanlardan ve deneyimlerden kişilerin bir araya geldiği ekipler, homojen ekiplerin dikkatini çekmeyen olayları rahatlıkla farkedebildikleri ve değişik öneriler getirebildikleri için araştırmacıların dikkatini çekmektedir. Örgütlerde heterojen ekipler, tek bir kişiyle ve homojen ekiplerle mukayese ettiğimizde daha yenilikci öneriler getirip daha iyi kararlar alabilirler (Robbins & Coultar, 1996). Bu nedenle bu çalışma ekip dokusu (kompozisyonu) ile etkililik arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılmıştır. Ekiplerin örgütlerde etkililiğini arttırabilmek için çeşitli etmenler göz önüne alımaktadır. Bu etmenlerden bazıları: ekibin büyüklüğü, ekip oluşturmada geçilen safhalar, ekip dokusu (kompozisyonu), ekip üyelerinin birbirlerine bağlılığı ve liderliktir. Bu çalışmada ekip dokusu ile etkililik arasındaki ilişki üzerinde durulmuş ve ekip üyelerinin özellikleri açısından heterojen olduğu durumlarda ekibin daha etkili olacağı savı öne sürülmüştür. Bu çalışmada, etkililik bağımlı değişken, ekip kompozisyonu ise bağımsız değişkendir. Bu durumda teorik çerçevede etkililik ve ekip dokusunun tanımını yapmak gerekmektedir. Öncelikle bu çalışmada ekip dokusunun nasıl tanımlandığına bakarsak; ekip dokusu, ekip üyelerinin demografik vasıflar açısından ne derece farklı veya benzer olduklarıdır. Bir ekibin üyeleri demografik özellikleri açısından farklı ise o ekip heterojendir. Fakat ekibin üyeleri demografik açıdan benzer ise o ekip homojendir. Ekip etkinliği ise dört boyutta ölçülmüştür: yaratıcılık, karar verme süresi, kararın kalitesi ve elip üyelerinin iş tanımı. Yaratıcılık Torrance’ın tanımından yola çıkarak üretilen öneri sayısı, önerilerin çeşitliliği ve orijinalliği olmak üzere üç boyutta ölçülmüştür. Kararın kalitesi ise kararın maliyeti, uygulanabilitliği ve zaman olmak üzere yine üç boyutta değerlendirilmiştir. Bu çalışma deneysel tasarım ile yapılmıştır. Çalışma temizlik ürünleri üretimi yapan, çok uluslu bir şirketin fabrika binasında gerçekleştirilmiştir. Örneklem ünitesi ekiplerdir. Çalışma için oniki ekip oluşturulmuştur. Altı heterojen ve altı homojen ekip, fabrikada çalışan işçilerin demografik özelliklerine göre oluşturulmuştur. İstatiksel analizler sonucunda bu çalışmanın hipotezi olan heterojen ekiplerin homojen ekiplere göre daha etkili olacağı savı desteklenmemesine rağmen, heterojen ekipler yapılan çalışmada hipotezler doğrultusunda homojen ekiplere göre biraz daha yaratıcı, daha kaliteli kararlar alıp, karar vermede homojen ekiplerden daha fazla zaman harcamışlardır. Fakat, hipotezlerin aksine ve aradaki fark çok fazla olmamasına rağmen, homojen ekip üyeleri heterojen ekiplere göre yaptıkarı işten biraz daha fazla tatmin olmalarına rağmen, heterojen ekiplerde ekip arkadaşlarından homojen ekiplere göre biraz daha fazla memnun kalmışlardır. Sonuçta homojen ve heterojen ekipler arasında etkililik açısından fark olup olmadığını bulmak için yapılan bu çalışma sonucunda ortaya fark çıkmamıştır. Bu çalışmadaki sonuçların genellenmesi sınırlıdır çünkü, örneklem gurup çok küçüktür. Bu çalışma gelecekte daha büyük bir örneklem gurubu ile tekrarlanabilir. Böyle bir durumda, homojen ve heterojen ekipler arasındaki etkililik açısından ufak farklılıklar hipotezlerin doğrultusunda daha büyük farklara dönüşebilir.

Liderin Kullandığı Güç ile Çalışanların Uyma/Direnç Davranımları Arasındaki İlişkide Bireysel Çalışma Amaçlarının Rolü

Tülay Turgut

Marmara Üniversitesi, İngilizce İşletme Bölümü, Örgütsel Davranış Anabilim Dalı

Bu araştırmada liderin kullandığı güç tarzına karşı çalışanların göstereceği davranım biçimleri ve çalışma amaçlarının bu ilişkide oynadığı rol incelenmiştir. Daha önce yapılmış olan araştırmalar genel olarak liderin kullandığı uzmanlık ve özdeşlik güçleri için tutarlı sonuçalr verirlen, meşru, ödül ve zorlayıcı güçler için çelişkili sonuçlara ulaşmıştır. Çelişkinin kaynağı çeşitli ortamsal ve kişilik özelliklerine bağlanabilir. Bazı kuramcılar örgütsel koşulların, liderin ve çalışanın özelliklerinin güç-tepki ilişkisinde rolü bulunacağını iddia etmişlerdir. Bu iddialar üzerine gerçekleştirilen araştırmalarda yapılan işin özellikleri, liderin kendine güveni, çalışanın cinsiyeti, satatüsü, eğitim seviyesi gibi bazı özelliklerinin bu ilişkide rol oynadığına dair işaretler vermiştir. Bu çalışmada, güç-tepki ilişkisinde rol oynayacağı düşünülen iki yeni değişken ele alınmıştır. Bu değişkenlerden bir tanesi “bireysel çalışma maçları”dır. Çalışma faaliyeti sürecinde maddi veya manevi amaçlara ulaşmayı hedefleyen bireylerin, liderin kullandığı farklı güç tarzlarına farklı davranımlar gösterecekleri iddia edilmiştir. Ele alınan diğer değişken “çalışan ile lider arasındaki amaçların benzerlik algısı”dır. Buna göre, çalışanların liderin amaçlarını kendilerininki ile benzer veya farklı algılamalarının liderin kullandığı güce karşı verecekleri davranımlarda farklılık oluşturacağı iddia edilmiştir. Faklı güç tarzlarının davranımlar üzerindeki etkisini incelemek için on senaryo geliştirilmiştir. Bu senaryolarda beş güç tarzı olan uzmanlık, özdeşlik, meşru, ödül ve zorlayıcı güçlerin yanı sıra liderin cinsiyeti de manipüle dilmiştir. Senaryolardan sadece bir tanesini okuyan deneklerden senaryodaki liderin isteği ile ilgili olarak nasıl davranacaklarını belirtmeleri istenmiştir. Davranımlar, benimseme, özdeşim ve itaat yoluyla uyma ile açık ve gizli direnç biçiminde beş boyutta incelenmiş ve araştırmacı geliştirilen dokuz ifade ile öşçülmüştür. Bununla birlikte, belirli güçleri kullanan liderden memnun olma düzeyi de incelenmiş ve iki iade ile ölçülmüştür. Bireysel çalışma amaçları için Tevruz ve Turgut (2001) tarafından geliştirilen “Çalışma Amaçları Testi” kullanılmıştır. Ayrıca senaryoda bahsedilen liderin hangi amaçlara sahip olduğunun lgısı için yine aynı anketin kısaltılmış bir formu kullanılmıştır. Araştırma Türkiyenin farklı bölgelerindeki farklı fakültelerinde okuyan son sınıf öğrencileri, yüksek lisans öğrencileri ve özel bir şirkette çalışan toplam 1201 katılımcı üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın hipotezleri MANOVA ve Regresyon analizleri ile test edilmiştir. Elde edilen sonuçlar olumlu davranımları ortaya çıkartan en etkili gücün uzmanlık kaynaklı güç olduğunu göstermiştir. Uzmanlık gücü kullanıldığında diğer güç tarzlarına kıyasla benimseme yoluyla uyma ve şevk içinde çalışma daha yüksek, açık direnç ve işten ayrılma niyeti daha az olmaktadır.Zorlayıcı güç kullanıldığında ise diğer güç tarzlarına kıyasla banimseme yoluyla uyma ve şevk içinde çalışma en düşük olurken gizli direnç ve işten ayrılma niyeti en yüksek olmaktadır. İtaat yoluyla uyma genel olarak tüm güçler için düşüktür, ancak en fazla meşru güce en az da uzmanlık gücüne göstarilmektedir. Bununla birlikte, güç ve bireysel çalışma amaçlarının etkileşime girerek bazı davranımlarda değişimlere neden olduğu saptanmıştır. Özellikle benimseme yoluyla uyma ve gizli direnç davranımları bu etkileşimle belirlenmektedir. Ayrıca, liderden menuniyeti ölçen “liderle şevk içinde çalışma” ve “işten ayrılma niyeti” de bu iki değişken arasındaki etkileşimlere bağlıdır. Örneğin, genel olarak özdeşlik gücü de, uzmanlık gücü gibi, farklı amaçlara ship insanlar üzerinde olumlu davranımları ortaya çıkartmak bakımından etkili bir güçtür. Ancak çalışma hayatlarında ne maddi ne de manevi amacı olan insanlar özdeşlik gücü kullanıldığında diğer amaç gruplarına kıyasla daha az benimseme ve daha fazla gizli direnç göstermekte ve bu gücü kullanan liderle şevk içinde çalışmamaktadırlar. Yine, amaçsız ödül gücü kıllanıldığında da diğer amaç gruplarına kıyasla daha az benimseme göstermekte ve daha az şevkle çalışmaktadırlar. Meşru güç kullanıldığında, amaçsızlar yüksek düzeyde benimseme gösterip, gizli direnç gösermezken, şevk ile çalışmaları orta seviyede olmaktadır; maddi amaçlar için çalışanlar ise bu güç kullanıldığında liderin isteğini benimsememekte ve ciddi bir gizli direnç gösterip şevkle çalışmamaktadırlar. Zorlayıcı güce baktığımızda yine amaçsızlar ve manevi amaçlar için çalışanların davranımları daha olumsuzken, maddi amaçlar için çalışanlar direnç göstermeyip liderin isteğini benimseme eğiliminde olmaktadırlar. Ancak, yine de liderle şevk içinde çalışmamaktadırlar. Elde edilen diğer çarpıcı bulgu, lider ile çalışan arasındaki amaç benzerliği ile ilgilidir. Lider-çalışan arasında manevi amaçlar bakımından benzerlik benimseme,özdeşim ve liderden memnuniyete pozitif katkıda bulunurken; maddi amaçlar bakımından benzerlik gizli direnç üzerinde pozitif, liderle şevk ile çalışma üzerinde negatif karkıda bulunmaktadır. Ayrıca itaat ve liderle şevk içinde çalışma cinsiyet bakımından farklılık göstermektedir. Kadınkar erkeklere kıyasla daha az itaat etme ve liderle daha az şevk içinde çalışma eğilimindedirler. Deneklerin diğer demografik özelliklerine göre ise davranımları bakımından farklılaşmadıkları görülmüştür.

Çalışanların Performans Değerlendirme Süreci ile İlgili Düşünceleri ve Reaksiyonları

Evrim Şenol

Marmara Üniversitesi, İngilizce İşletme Bölümü, Örgütsel Davranış Anabilim Dalı

Bu çalışma, performans değerlendirme kavramını çalışanların gözüyle incelemeyi amaç edinmiştir. Çalışanların performans değerlendirme ile ilgili genel görüşlerini almak, ve şirketlerinde yürütülen performans değerlendirme uygulamalarına verdikleri reaksiyonları ortaya çıkarmak birincil hedeflerdir. Bunun yanında, görüşlere ve reaksiyonlara sebep olan, bunları olumlu ya da olumsuz etkileyen, performans değerlendirme süreci değişkenlerinin etkilerini araştırmak çalışmanın ana konularından birini oluşturmaktadır. Bu etkinin incelenmesi amacıyla bazı performans değerlendirme süreci değişkenleri araştırmaya bağımsız değişkenler olarak katılmak üzere seçilmiştir. Seçilen süreç değişkenleri, algılanan sistem bilgisi, sistemin açıklığı, çoğul girdiler, geribildirim, planlama/amaç belirleme olarak sıralanmaktadır. Çalışanların bulundukları şirketlerde yapılan performans değerlendirme sisteminde bu süreç özelliklerinin bulunması ya da nasıl yürütüldüklerinin çalışanların reaksiyonları üzerinde nasıl bir etki yaratacağı çalışmada araştırılmaktadır. Buna ek olarak, bu süreç değişkenlerinin şirketlerdeki uygulamalarının çalışanların performans değerlendirme kavramıyla ilgili genel düşüncelerini etkileyip etkilemediği de araştırmada sorgulanmaktadır. Bu çerçeve içinde, çalışanların performans değerlendirme kavramı ile ilgili genel düşünceleri ve şirketlerin performans değerlendirme uygulamalarına verdikleri reaksiyonları karşılaştırılarak, arada bir fark olup olmadığının ortaya çıkarılması araştırmanın hedefleri arasındadır. Araştırma için seçilen örneklem grubu yedi farklı kuruluşun çalışanlarından oluşmaktadır. Bu yedi kuruluş farklı sektörlerde hizmet vermekte ve farklı organizasyonel özellikler göstermektedirler. Bu kuruluşların seçilmesinde göz önünde bulundurulan tek kriter her birinde performans değerlendirmesi uygulamasının olmasıdır. Bu yedi kuruluşta uygulanan performans değerlendirme sistemlerinin hepsi farklı süreç özellikleri göstermektedir, ve bu çeşitlilik çalışmada yapılacak olan süreç değişkenlerinin etkilerini ölçmekte fayda sağlamaktadır. Araştırmaya 134 çalışan katılmıştır. Araştırmada kullanılan ölçek araştırmacı tarafından oluşturulmuştur. Ölçek üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm çalışanların performans değerlendirme kavramı ile ilgili genel düşüncelerini almayı hedeflemektedir. İkinci bölüm ise çalışanların şu anda bulundukları işyerlerinde uygulanan performans değerlendirme süreciyle ilgili bilgi toplamayı amaçlamaktadır. Bu bölümde araştırmada seçilmiş olan süreç değişkenlerinin şirketlerindeki uygulamalarda yer alıp almadığı sorgulanmaktadır. Ölçeğin son bölümünde ise çalışanların şu anda görev yaptıkları iş yerlerindeki performans değerlendirme uygulamalarına verdikleri reaksiyonların ölçülmesine ilişkin sorular bulunmaktadır. Bu araştırmanın bulguları, çalışanların performans değerlendirme kavramıyla ilgili görüşlerinin oldukça pozitif olduğunu göstermektedir (ortalama= 4.20). Çalışanlar şirketlerde performans değerlendirme uygulamalarının gerekliliğine inanmaktadırlar. Buna karşın çalışanların şirketlerdeki performans değerlendirme uygulamalarını bu kadar olumlu değerlendirmediği görülmektedir. Şirketlerdeki uygulamalara verilen reaksiyonlar çok olumlu olmamaktadır (ortalama= 2.99) . Çalışanların şirketlerde yaşadığı performans değerlendirme deneyimleri, çalışanların kavrama olan olumlu yaklaşımlarını olumsuza çevirebilmektedir. Daha çok performans değerlendirme deneyimi yaşamış çalışanların genel görüşlerinin daha olumsuz olduğu bulgularda görülmüştür (ortalama= 2.58). Bunlara ek olarak, süreç değişkenleri ile çalışanların performans değerlendirme uygulamalarına karşı reaksiyonlarını arasındaki ilişkiyi görmek amacıyla Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) yapılmıştır. Algılanan sistem bilgisi (F (1, 132)= 18,190, p= 0,000), sistemin açıklığı (F (1, 132)=11,783, p= 0,001), çoğul girdiler (F (1, 132)= 20,371, p= 0,000), geribildirim (F (1, 132)= 38,327, p= 0,000), planlama/amaç (F (1, 132)= 28,297, p= 0,000) belirleme gibi seçilmiş süreç değişkenlerinin her birinin çalışanların performans değerlendirme sistemine verdikleri reaksiyonları olumlu yönde etkilediği araştırmanın sonuçlarında ortaya konmuştur. Buna karşın genel düşünceler ve proses değişkenleri arasındaki ilişkiye bakmak için Tek Yönlü Varyans Analizi yapıldığında , planlama/amaç belirleme değişkeni hariç (F (1, 132)= 4,801, p=0,030), diğer süreç değişkenlerinin genel görüş üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı bulunmuştur. Çalışanların şirketlerinde yürütülen uygulamalarının özellikleri, planlama/amaç belirleme özelliği hariç, çalışanların düşüncelerini belirlemede bir etki yaratmamaktadır. Çalışanların performans değerlendirme ile ilgili genel görüşleri ve reaksiyonları arasındaki ilişkiye Korelasyon Analizi ile bakıldığında ise düşük bir korelasyon olduğu gözlemlenmiştir (Pearson Korelasyon Değeri= 0.345). Son olarak, araştırmada çalışanların performans değerlendirme uygulamaları ile ilgili önerileri açık uçlu bir soru ile sorgulandığında, uygulamalarda objektivitenin arttırılması en çok tekrarlanan cevap olmuştur. Tekrarlanan diğer cevaplar, değerlendirmede çoğul girdilerden yararlanılması, geribildirim verilmesi, astların da üstlerini değerlendirmesi olmuştur. Çalışanların getirdiği diğer öneriler ise sonuçların ücrete yansıtılması, çalışanların sistemle ilgili bilgilendirilmesi ve değerlendirmelerden sonra yöneticilerle çalışanların amaç belirleme görüşmelerinin yapılması olarak sıralanmıştır. Çalışmanın sonuçları İnsan Kaynakları Uzmanları için önemli bilgiler içermektedir. Performans değerlendirme uygulamalarının yeniden düzenlenmesi ya da sıfırdan oluşturulmasında göz önünde bulundurulması gereken, uzmanlara yardımcı olacak bilgiler çalışmanın bulgularında yer almaktadır. Bu çalışma sonuçları, çalışanların kavrama olan inançlarına rağmen uygulamalara karşı duydukları güvensizlikleri ortaya koymaktadır. Bu durumda şirketlerin performans değerlendirme süreçlerini revize etmeleri gerekmektedir. Bu revizyonlarda göz önünde bulundurulması gereken noktaların bazıları bu araştırmanın sonuçlarında yer almaktadır, daha bir çok önemli nokta da yeni araştırmaları gerektirmektedir. Çalışanların konu üzerindeki düşünceleri ve uygulamalara olan reaksiyonların, onların örgüte olan bağlılıklarını, insan kaynakları uygulamalarına olan güvenlerini, ve iş tatminlerini etkilemektedir. Bu nedenle araştırmanın bulguları İnsan Kaynakları Uzmanları için göz ardı edilemeyecek bir önem oluşturmaktadır.

 

P#7 Sokaktalar: Sokaktaki Çocuk ve Gençler ile Disiplinler Arası Çalışmalar

Panel Başkanı: Serdar M. Değirmencioğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Panelistler:

Gökhan Oral

Ceyda Dedeoğlu

Bahar Tanyaş

Maide Süleyman Mehmet

Öz

Türkiye'de son 15 yılda sokakta çalışan ve/veya yaşayan çocuklar ve gençler hakkında önemli birikim elde edilmiştir. Ancak bu birikim henüz yeterince yazıya dökülmemiş ve gerek profesyonellere gerekse kamuoyuna yeterli düzeyde sunulmamıştır. Bu oturumda sokakta çalışan ve yaşayan çocuk ve gençler ile yapılan çalışmalar ele alınacak ve 25-26 Mayıs’ta gerçekleştirilen I. Ulusal Sokakta Çalışan ve Yaşayan Çocuklar Sempozyumu’nda elde edilen sonuçlar tartışılacaktır.

Sokaktaki Çocuğa Yardımda İşbirliği ve Sokaktaki Çocuğa Yardım Bildirgesi

Gökhan Oral

Her büyük şehir, şehirleşme ve modernleşme sürecindeki toplumsal süreçte, adeta bir bedel gibi sokaktaki yaşam diyetini ödemektedir. Bu bedelin erişkin kurbanlarına yardım konusu uzun süre tartışılmış olmakla beraber sokaktaki yaşama kaybedilmiş çocuklar için bir tartışma neredeyse yoktur. Herkesin ittifakla kabul ettiği gerçek, çocuk için sokaktaki bir yaşamın kabul edilemez olduğudur. Ancak sokağa terkedilemeyecek çocuğa yardımda karşılaşılan güçlükler, herkesin "müdahele zorunluluğu" konusunda anlaşmasıyla çözülememektedir. Bu konuya yardım için çalışan örgütler, topluluklar diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de işbirliği ve birlikte hareket etmek hususunda önemli mesafeler kaydedememişlerdir. Ülkemizde bir süre önce düzenlenmiş olan Habitat toplantısı gibi uluslarası işbirliğini kolaylaştırıcı toplantılar, UNICEF ve WHO gibi uluslarası örgütlerin çabaları dahi sokaktaki çocuğa yardımda belirli işbirliği adımları atılmasını kolaylaştırmış olsa da mevcut durum yine de arzu edilir boyutta değildir. Halbuki sokaktaki çocuğa yardım, içerik ve aşama olarak tek bir kurum veya örgüt tarafından çözülemeyecek çok çeşitli boyutlar içermektedir. Sokak öncesi "sinyal" veren çocuğu erken dönemde farketme, sokak çalışması, sokaktaki çocukla ilk temas ve çözüm sunma, kurumlara yönlendirme, istismar ve mahrumiyetten koruma, formal eğitim, sosyal ve ruhsal rehabilitasyon, medikal servis verme, sosyal hizmetler gibi türlü durumlar tek bir kurum veya örgüt tarafından sunulamayacak kadar zahmetli ve yoğun servislerdir. Bu servisin "çocuğun sonuna kadar hakkettiği" bir yeterlilikte sunulması ancak örgütler arası işbirliği ve iletişim ile mümkün olmaktadır. Bunun geliştirilmesi amaçlı "sokaktalar" grubu zaten var olan bazı birliktelikleri pekiştirmek, yeni işbirlikleri oluşturmak gibi amaçları sunuda bahsedilecek olan yöntemlerle deneyecektir. Bu işbirliğinin manifestosu ; sokaktaki çocuğa yardımın "Çocuk Hakları Bildirgesi" ve mevcut iç hukuk hükümlerinin uygunluğu esas alınarak; kurumların son 20 yıldaki birikimlerinin oluşturduğu bilgi ve bulguların derlenmesinden üretilmiş herkesin birarada oluşturacağı ilkelerle yazılmıştır. Sokaktaki Çocuğa Yardım Bildirgesi'nin hem bir arada çalışma ve birbirlerinin çalışmalarından haberdar olma yeteneklerini geliştireceği, hem de yardımın bilimsel,etik ve hukuksal standartlarını oluşturacağı umut edilmektedir.

Sokakta Yaşayan/Çalışan Çocuklara Uzanabilmenin ilk Koşulu: Sokak Çalışması

Ceyda Dedeoğlu

Teknoloji, büyüme, şehirleşme gibi pozitif anlam yüklenen kavramlar genel populasyonun çoğunluğunun hayat kalitesini yükseltmekle birlikte hızlı değişime ayak uyduramayan bir grup için yaşamayı zorlaştırıcı olabilmektedir. Yeni ve değişen hayat şartlarına ayak uydurmakta zorluk çeken ailelerin hata ya da yetersizliklerinin bedelini ise bu durumla direk bağlantıları olmayan çocuklar ödemektedir. "Çocuğun yeri ailesinin yanıdır" gerçeği ekonomik yetersizlikler, şiddet, istismar gibi olguların gündeme girmesiyle geçerliliğine yitirebilmekte; çocuğu tehlikelerle dolu ama kendince özgür olduğu bir ortama, "sokağa" itebilmektedir. "Sokakta yaşayan ya da çalışan/çalıştırılan çocuk" problemi -medyadaki can alıcı görüntülerin de eşliğinde- son on yılın en güncel maddelerinden biri olarak "ülkemizin sosyal sorunları" listesinin ön sıralarında yer almaktadır. Başka bir deyişle, çocuğun haklarının uluslararası yasalarla belirlenmiş olması istismarın, haksızlığın, fakirliğin önüne geçememektedir. Son yılların gündemdeki problemi olması, sokak çocukları sorununa çözüm arayışlarının da hızlanması gerçeğini beraberinde getirmiştir. Problemde artış olmakla birlikte probleme çözüm getirme çalışmaları da hem sivil örgütlerin hem de devlet kuruluşlarının çabalarıyla ivme kazanmıştır. Ülkemizin birçok ilinde sokak çocuklarının barınabileceği merkezler bulunmaktadır. Sokak Çocukları'na yönelik hizmetlerin artmış olması sevindirici olmakla beraber, yapılan merkezlerin tam kapasiteyle çalışmaması, diğer yandan ise halen birçok çocuğun sokakta yaşıyor olması tezat oluşturmaktadır. Bu tezat, sorunun çözümünün sadece barınılacak bir mekan oluşturmakta, yatmadığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu noktada "sokak çalışması"nın önemi ortaya çıkmaktadır. Sokak çalışması; "sokakta yaşamakta/çalışmakta olan çocuğa gereken hizmetin götürülerek çocukla güven ilşkisi oluşturulmaya çalışılması" olarak tanımlanabilir. Temel güven duyguları ailede sarsılmış ve insanların güvenilmez olduğuna dair inançları sokakta karşılaştıkları pek çok travmatik olayla pekişmiş olan çocukların bir merkezde barınmak ve orada kalıcı olmak üzere ikna edilebilmeleri için öncelikle o merkezde çalışan insanlara güvenebileceklerine, orada da istismar edilmeyeceklerine inanmaları gerekmektedir. Bir insanın karşılık beklemeden onun iyiliği için birşeyler yapabileceğine, kurduğu ilişkide devamlı olacağına ve bu ilişki süresince kendisine fiziksel ya da duygusal bir zarar vermeyeceğine inandırmanın ilk adımı çocuğu "kendi mekanında" ziyaret ediyor olmaktır. İlişkinin kurulma aşamasında çocuk kendi mekanında, "sokakta" kendisini daha rahat ve güvende hissedecektir. Güven ilişkisi oluşmadan çocuğun yabancı bir ortamda barındırılmaya çalışılması çocuğun tekrar tekrar kaçmasına neden olabileceği için zaman kaybı olarak değerlendirilebilir. Sokak çalışması , çocuğu sokaktan kurtarma çalışmalarının ilk ve en önemli adımı olmakla birlikte çocuğa birçok hizmetin etkili bir şekilde sağlanabileceği bir aşamadır. Tüm dünyada sokak çocukları ile ilgili projelerin sokağı eğitim, sağlık gibi bir çok hizmetin verilebildiği bir mekan olarak kullandığı görülmektedir. Bir kurum çatısına ihtiyaç duyulmadan birçok hizmet çocukların ayağına götürülebilmektedir. Ülkemizde sokak çocukları sorununa çözüm arayan kurum ve

kuruluşların artmasıyla birlikte "sokak çalışmasının" uygulanışı konusunda bu kurum ve kuruluşlar arasında fikir ve eylem birliğine gidilmesi ihtiyacı kaçınılmaz olmuştur. Sokaklarda barınan ya da çalışan çocukların kendilerine yardım etme amacını güden profesyoneller tarafından farklı muamelelere maruz kalmaları onların güven duygularını güçlendirmek yerine güvensizliklerini pekiştirmeye neden olacaktır. Bu bağlamda, çeşitli sivil toplum kuruluşları ve devlete bağlı çalışan kurumların sokak çalışması yapan personellerinin bir araya gelerek çalışmalarının esaslarını belirlemelerini hedefleyen toplantıdan çıkan sonuçlar "sokak çalışması ile ilgili kurallar dizgesi" haline dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu panel, yukardaki çalışmanın sonuçlarının konuyla ilgilenen profesyoneller ve gönüllülerle paylaşılmasını ve tartışılmasını hedeflemektedir.

Bahar Tanyaş

Ülkemizde, özellikle 1980 sonrası gerçekleşen, sosyo-ekonomik değişimler yeni sorunları da gündeme getirmiştir. Göç olgusu ve beraberindeki sosyal problemler bugün Türkiye’nin metropollerinde kronikleşmiş bir sorundur. Göçün yarattığı en büyük risk grubu göç eden ailelerdeki 18 yaş altı çocuk ve gençlerdir. Metropolün zorlayıcı ekonomik şartları, göç eden ailelerin eğitim düzeylerine ve çalışma deneyimlerine paralel olarak iş olanaklarının kısıtlı olması, evin geçiminin geçici ve düşük ücretli işlerle yeterince sağlanamaması, servis

sektörü açısından çocuk işçi çalıştırmanın maliyetinin düşük olması vb. faktörler ailelerin geçim kaynağı olarak çocuk iş gücüne yönelmiş olmalarının temel bazı sebepleridir. Ayrıca, bu ailelerin içinde bulunduğu şartlar göz önüne alındığında yaşadıkları sosyal, ekonomik ve ruhsal strese paralel olarak aile içi şiddette, alkol ve madde kullanımında ve boşanmalarda artış olduğu söylenebilir. Tüm bunların yanısıra, ülkemizde sosyal hizmetlerin yetersiz olması, gerek ailelerin gerekse çocukların psiko-sosyal ve ekonomik açıdan desteklenememesi de göç eden ailelerde çocuk ve gençleri daha da risk altına sokmaktadır. Çalışan çocuk ve gençler arasında istismar ve ihmale en açık olan grup sokakta çalışan çocuklardır. Bunun bir nedeni sokakta her türlü istismarın açık hedefi olmalarıdır. İkinci bir neden ise önce sokakta çalışmaya başlayan çocuğun daha sonra sokakta yaşamaya başlamasıdır. Çalıştığı sırada sokaktaki koşullarla bir şekilde başetmeyi öğrenen çocuk bir süre sonra özellikle aile içi şiddetin sonucunda evden kaçmakta ve sokakta yaşamaya başlamaktadır. Önceleri sokak çocuğu olarak toplum tarafından kimlikleri verilen, ve bireylerin para vererek kurumların ise toplatarak çözüm ürettiklerini düşündükleri bu sorun bugün devletin, üniversitelerin, özel ve tüzel kişilerin yüzleşmek ve kalıcı çözümler üretmek zorunda kaldıkları sosyal bir olgudur. Bu olgunun tanınmasına paralel olarak çözüm üretmeye çalışan kişi ve kurum sayısında da artış gözlenmiştir. Özellikle de 1997 yılında Sosyal Hizmetler Kurumu’nun bu soruna yönelik özel projelere hız vermesi, konunun daha geniş kapsamlı ele alınmasına fırsat vermiştir. Kurumlarca verilen hizmetler arasında gündüz-gece bakım, psiko-sosyal rehabilitasyon, uçucu/uyuşturucu maddeden arındırma, ilk ve orta dereceli eğitim, meslek edindirme, ailelere yardım gibi çalışmalar sayılabilir. Bu servisler içersinde belki de kurumları en çok zorlayan konu ruhsal rehabilitasyondur. Sokak yaşantısı olmuş bir çocuğun ruhsal rehabilitasyonunu iki aşamada değerlendirmek gerekmektedir. İlk basamağın çerçevesini çocuğun sokaktan alınarak kuruma kazandırılması ve varsa madde bağımlılığının tedavi edilmesi olarak kabaca çizebiliriz. Bu noktada çocuğun kurum yaşantısını kabullenmesi kritik noktadır. Çünkü gerek ülkemizde gerekse yurt dışındaki çalışmalar ve deneyimler göstermektedir ki bu çocukların kurumsal yaşantıyı kabul edip devamlılık gösterme oranları çok düşüktür. Kurumdan kaçışlar ve devamlı kurum değiştirme bu çocukların ruhsal yapısı düşünüldüğünde çok beklenilebilir bir sonuçtur. Yine aynı nedenden ötürü, kurumdan kaçan çocuğun çok kısa bir sürede eski yaşantısına döndüğü gözlenmektedir. Dolayısıyla, sosyal bir çalışmaya dahil edilmiş, madde bağımlılığı sorunu çözülmüş de olsa kurumsal devamlılığı sağlanamayan çocuklar için her kaçışın başlangıç noktasında döndüğü kabul edilebilir. Ruhsal rehabilitasyonun ikinci aşaması ise çocuğun

psikolojik ve gelişimsel sorunlarına yönelik çalışmalardır. Özellikle rehabilitasyonun bu aşamasıyla ilgili olarak kurumların verdikleri hizmetler yetersizdir.Psikiyatri uzmanı, psikolog, uzman psikolog ve danışman çalıştıran kurumlar çok az sayıdadır. Bu çalışmalarda geç dönem rehabilitasyon olarak da tanımlanabilecek en önemli gereklilik düzenli ve sabit olmaları hususudur. Çocuğun bir ‘danışan’ olarak tanımlanma güçlüğü sabitlik ve düzenlilik ilkesini çoğu zaman zorlamaktadır. Zira sıklıkla terapi, yardım ya da görüşme talebi çocuktan gelmemektedir. Çocuğun kimin velayetinde olduğu da bazen tartışmalı olduğundan ortaya etik ve hukuki bir sorun çıkmaktadır. Diğer bir nokta ise bu çocukların geçmiş öykülerindeki ihmal ve istismarın, gelişimsel süreçlerinin her basamağında sorunlar yaratma oranının yüksekliğidir. Dolayısıyla, öncellikli ve temel hedef, çocukla güven ilişkisi kurmak ve sabit bir figür olarak çocuk tarafından içselleştirilmeyi sağlamak olarak algılanmalıdır. Bu hedefin tutturulabilme oranının ,zorunlu görüşmenin sıklığı, gün ve saatinin ve sürenin sabit ve düzenli olması ile artma ihtimali çok yüksektir. İlişkinin kurulması kabaca altı ay- bir senelik bir süreci içermektedir. Diğer önemli bir nokta ise çocuklardan hikaye almaktır. Her yeni karşılaşma için yeni bir hikayeleri vardır. Anlatılanların hikaye mi gerçek mi olduklarını anlamak terapinin bir hedefi haline getirilmemeli çocuğun gerçeği, olduğu şekliyle, kabul ediyor görünülmelidir. Yaşadığını tanımlayabilme ve anlamlandırabilmesine yardımcı olmak ilişki kurulduktan sonraki bir hedef olarak kabul edilebilir. Travmatik yaşantılar ve tedavisi ise uzun süreli ve sabit çalışmanın belki de en son basamağıdır. Son olarak ruhsal rehabilitasyonu yürüten kişiler açısından bu çalışma değerlendirilirse, bu çalışmayı yürüten kişinin teorik ve ruhsal alt yapısının sağlam olmasının altı çizilmelidir. Başetme biçimleri birincil savunma mekanizmalarına oturmuş bu çocuklarla çalışmak oldukça yorucu ve tüketicidir. Çalışmayı yürüten kişinin ne yaşadığını anlamlandırabilmesi ve tükenmenin hızını yavaşlatabilmesi için özellikle kendi aktarımlarını tanımlayabilmesi önemlidir. Unutmamak gerekir ki, ilişki iki kişiliktir. Yani, evcilleştirilen iki kişi vardır.

Sokaktaki Çocuklarla Rehabilitasyonda Aile ile Çalışma

Mahide Süleyman Mehmet

Sosyal Hizmet Uzmanı

Özellikle son yıllar içerisinde gelişmekte olan ülkelerde daha yoğun olmak üzere her geçen gün güç koşullar altındaki çocuklar ya da risk altındaki çocuklar tanımlamasına uyan çocukların sayısı artmaktadır. Bu çocukların risk altında olarak değerlendirmelerinde birinci etken çocukluk dönemlerinde yaşlarına uygun olmayan, tehlike ve riskleri içeren bir yaşam içerisinde olmaları ve ebeveynlerin ihmal ve istismarı gelmektedir. Gelişimin temel kurallarından olan “her çocuk yaşının gerektirdiği yaşamı yaşamalıdır1 ilkesinin bu gruba giren çocuklarda gerçekleşmediği görülmektedir. Oyun çağındaki çocuğun oyun oynaması, okula gitmesi gerekirken bu çocukların başka şekilde ve tehlikeli, gelişimlerini engelleyen boyutlarda geçirdikleri görülmektedir. Çarpık kentleşme, düşük sosyo-ekonomik düzey, göç ve beraberinde oluşan sağlıksız yerleşim bölgeleri, parçalanmış aile, aile içi şiddet gibi birçok faktör her geçen gün sokağa itilen çocukların sayısını artırmaktadır. Sokakta yaşayan çocuklar; çocukları yetiştirmekten sorumlu yetişkinler tarafından herhangi bir koruma, denetleme ya da yönlendirmenin olmadığı bir pozisyonda, ailelerinden kopmuş, en geniş anlamıyla sokağı ev edinmiş şekilde yaşayan çocuklardır. Türkiye’de sokak çocuklarına ilk 1940’lı yıllarda İstanbul’da rastlanmaktadır. İstanbul’da ilk kez eski Galata Köprüsünü mesken tutmaları nedeni ile “köprü altı çocukları” denilen bu çocuklar edebiyatçılara da konu olmuştur. Ancak sonraki yıllarda büyük kentlerde varoşlarda yaşayan ve çoğunlukla göç eden ailelerin çocuklarının risk altındaki çocuk grubunun oluşturduğu ve sokak çocuklarının da büyük oranda bu gruptan çıktığı yapılan sınırlı sayıdaki araştırmanın verilen örneklerine bakarak söylenebilir. Sokak çocuklarının ortaya çıkışında göçün; özellikle de kırsal kesimlerden kente göçün ve kentleşme sürecinin başlamasının rol oynadığı kabul edilmektedir. Türkiye’de gece-kondulaşmanın yoğun olduğu büyük kentler başta olmak üzere (bunlar sırasıyla İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Gaziantep, Antalya, Mersin, Diyarbakır ve Şanlıurfa,...vs) gibi hızlı kentleşmenin yaşandığı birçok ilde görmek mümkündür. İstanbul, sokak çocuklarının yoğun olarak görüldüğü illerin başında gelmektedir. İstanbul ilinde Sosyal Hizmet Uzmanları tarafından yapılan sokak çalışması sonucunda risk grubunu oluşturan çocuklar kurum yaşantısına geçmektedir. Bu yaşantı üç aşamalı olarak gerçekleştirilmektedir. 1. İlk adım istasyonu (kurum yaşantısı ile tanışma); 2. Çocuk ve Gençlik Merkezleri (kurum yaşantısına sosyal uyum süreci); 3. Eğitim ve rehabilitasyon ya da meslek edindirme ve rehabilitasyon hizmetlerinden yararlandığı kurumlar. (Rehabilitasyon hizmetleri, psikiyatrist süpervizyonluğunda psikolog, sosyal hizmet uzmanı işbirliğinde ekip olarak yürütülmektedir. Üçüncü aşamada; sürekli kurum yaşantısına, psiko-sosyal uyum sağlayabilen çocuklarla rehabilitasyon ekibi içerisinde sosyal hizmet uzmanlarının yapmış olduğu mesleki çalışmalarda aile-çocuk ilişkisi, aile içerisinde çocuğu sokağa iten nedenler, sokağa giden çocuğa ailenin tepkisi, ailenin sosyo-ekonomik düzeyi, aile ve çocuğun eğitim durumu, anne-babanın özgeçmişinde anne-baba örnekleri, ailede madde kullanımı, aile içerisinde çocuğun rolü, aile içi iletişim, çocuğu gelişim öyküsü, ailedeki çocuk sayısı ve yaşadığı ev ortamının fiziki durumu incelenmekte, aile-çocuk çalışması yapılmaktadır.

 

P#8 Psikoterapi Tekniği Olarak “Neurobiofeedback”

Panel Başkanı: Nevzat Tarhan

Panelistler:

Nevzat Tarhan

Çiğdem Demirsoy

Aynur Sayım

Orhan Gümüşel

Öz

Çağdaş bilimin bugün ulaştığı nokta bilimde multidisipliner yaklaşımının gerekliliği olmuştur. Bilgisayar mühendisliğinden nöropsikolojiye, psikolojiden nörofelsefeye kadar farklı gibi gözüken disiplinlerin ortak çalışması beyin işlevinin anlaşılmasında ve hastalıkların tedavisinde önem arz etmektedir. Bilgisayar teknolojisi yardımı ile hızlı, güvenli ve başarılı psikiyatrik tedavi çabalarımızı ve deneyimlerimizi paylaşmak istedik.

Beyin Elektrofizyolojisinin Ruhsal Bozukluklardaki Yeri ve Önemi

Nevzat Tarhan

Memory Centers of America Türkiye Birimi, İstanbul

Çağdaş psikoloji davranış ve beyin arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışıyor. Kimyasal psikoloji, Moleküler biyoloji ve Psikiyatrik elektrofizyoloji ciddi akademik tartışma konularıdır. Diğer taraftan önemli bir gerçek de vardır ki davranış ve beyin arasındaki ilişki sıradan etki tepki ilişkisi ile anlaşılamaz. Sanatsal düşünce, sembolik düşünce etki tepki diyalektiği ile açıklanamaz. Çağdaş psikolojinin aşağıdaki temel varsayımı ruhsal bozukların açıklanmasını kolaylaştıracaktır: I. Beynin temel işlevi bilgi işlem yapmaktır; II. Öğrenilen şeyler beyinde depolanmakta ve sürekli kullanılmaktadır; III. Davranış-Beyin ilişkisi reseptörler, sinapslar, nöron havuzlarından oluşan entegre nöral network demektir; IV. Akıl hastalıkları entegre nöral networkun bozulmasıdır; V. Psikoterapi yanlış proses edilmiş anıların bilinçli bir şekilde proses edilmesini sağlamaktır; VI. Akılsız bir beyin, beyinsiz bir akıl düşünülmemelidir. Amerika Klinik Nörofizyoloji Cemiyeti ve Amerika Nöroloji Akademisi (Nuwer,1997) Sayısal EEG’yi geleneksel EEG’ye göre kaydedilebilir ve gözden geçirilebilirlik açısından avantajlı bulmuştur. Depresyon, şizofreni, öğrenme bozuklukları, dikkat eksikliği, madde bağımlılığı, alkolizm ve adli psikiyatri de endikasyon alanı içerisine alınmıştır. Sayısal EEG nedir? Beynin spontan elektriksel faaliyetinin kaydı olan elektroensefalografi (EEG) Nöropsikiyatride tanıya yardımcı ve hastalığın seyri hakkında bilgi verici olarak kullanılmaktadır. Daha önce epilepsi araştırmaları ile sınırlı olan çalışmalar son yıllarda gelişme gösterdi. Kantitatif EEG yöntemleri geliştirildi. Beynin ürettiği sinyallerin analog kayıttan sayısal çevirici kart aracılığı ile sayısal veriye dönüştürülmesi mümkün oldu. Bilgisayar kontrollü bioelektrik veri kayıtları filtre edilir. Yapılan sayısal filtrasyonla biosinyallerin yüksek frekanslı ve alçak frekanslı elemanları ayrılır. Kaydedilen aktivite depolanır, analiz edilir. Spektral analiz denilen yöntemle elektriksel sinyalin özellikleri bozulmadan Alpha, Beta, Theta ve Delta “power”lara ayrılır. Bioelektrik sinyallerinin lokalizasyonu geliştirilmiş bir programla belirlenir. Böylece lokalizasyon değeri olan bir işlevsel görüntüleme elde edilmiş olur (Dynamic Brain Mapping). Daha sonraki aşamada geliştirilmiş yaş grubu ile karşılaştırılır (Norm Comparation). Norm çalışmasına göre beyin bioelektrik sinyallerinin gücü belirlenir. Delta ve Theta frekans bandındaki sinyaller norm tablosuna göre ortalamanın üzerinde ise ilgili beyin alanlarının yavaş sinyaller ürettiği anlaşılır. Klinik anlam olarak o bölgelerin metabolizmasının yavaşladığı nedensellik ilişkisi kurulabilir. Alpha bandında ortalama üstü yükselirse kısmi yavaşlamayı gösterir. Beta bandında norm karşılaşması sonucunda yükselme varsa hızlı sinyallerin fazla üretildiği anlaşılır. Klinik anlam olarak hücreler arası enerji transferinin hızlanması anlaşılır. Bu durum metabolizmanın hızlanması anlamına gelir. Ruhsal gerilim veya kullanılan psikotrop ilaçların etkisini de gösterebilir. Klinik izlemede tedavinin belli aşamalarında altıncı, on ikinci ve yirmi dördüncü haftalarda yapılacak yeni kayıtlarda eski profildeki bioelektrik değerler yeni profilde sağlıklı grup veri tabanına yaklaşmış ise tanı ve tedaviyi güçlendirici olarak algılanır. Bütün laboratuvar incelemelerinde olduğu gibi yanlış negatif yanlış pozitif sonuçlar her zaman söz konusudur. Sinyaller içine karışan, kaydedilen, aktivite ile ilgisi olmayan sinyaller (artifakt) uygun programla küçültüldüğü için kantitatif analiz beynin biyoelektrik işlevi hakkında gerçekçi bilgiler verebilmektedir. Her süpürümün (epoch) ortalama alma işleminden geçmesi uygun yazılımla gerçekleşir. Uygulamada sayısal EEG’nin yeri nedir? Ruhsal bozukluklarda “Trait marker” ve “State marker” olarak kullanılabilir. Lokalizasyon değeri olan bir EEG’dir. Neurobiofeedback sistemi ise dezorganize alana uygulama yapılmak için yararlıdır. Uzun süren stresin hemisferik asimetri yaptığı,yavaş frekans bandında artışa yol açtığı alanlar beyin işlevsel haritası ile belirlenir.İlgili beyin alanlarına elektrotlar bağlanır ve terapi süreci başlatılır. Sonuç olarak; Elektrofizyolojik metodolijinin günlük psikiyatrik uygulamalarda “State marker” olarak önemi gittikçe daha çok anlaşılmaktadır. Acı veren süreçlerin beyinde yoğun analize tabi tutulması ve bu süreçleri kontrol edebilme becerisinin kazanılması,psikoterapinin görselleşmesi,beyin işlevsel görüntülenmesi ile olumlu pekiştirmenin yerleşmesi gerçekleşir.

“Neurobiofeedback” Metodunun Stres Yönetiminde Kullanımı

Çiğdem Demirsoy

Memory Centers of America Türkiye Birimi, İstanbul

Biofeedback sistemleri genelde biyolojik ortamdaki değişiklikleri tespit etmek ve bu değişikliklerle ilgili olarak hastayı görsel ve duyusal sinyaller aracılığı ile haberdar etmek şeklinde işler. Hasta bu doğru ve dakik bilgiyi kullanarak sinyalleri istenen yönde değiştirmek için deneme yanılma stratejilerine girişir. Biofeedback’in kılavuzluğunda hasta nispeten kısa bir sürede sinyallerin kaynaklandığı biyolojik tepki sistemlerini nasıl kontrol edeceğini öğrenir. Geçtiğimiz yirmi yıl içinde biofeedback’in en sık kullanıldığı alanlar relaksasyon ve stres yönetimi olmuştur. Anksiyete durumları bir uçta panik ataklar ve fobiler gibi reaksiyonlardan diğer uçta performans anksiyetesi ve sahne korkusu gibi problemleri içerir. Anksiyete beynin zayıflamış self regülasyonunun bir göstergesidir ve bu durum QEEG’de genellikle açık bir şekilde görülür. Anksiyete beyin dalgaları eğitimine ileri derecede cevap verir. Beynin kendisini daha iyi regüle etmesini sağlamakla hayatın normal ve anormal şartlarında daha iyi fonksiyon görmesini sağlayabiliriz. Beyin karşılaştığı durumlarda kendini regüle etmeyi öğrendiğinde (fizyolojik uyarılmışlığın regülasyonu) artık anksiyete girdabına kapılmaz. Biofeedback eğitimi genel olarak üç aşama içerir: 1. Biyolojik tepkinin uyumsuz olduğunun farkına varmak; 2. Biofeedback sinyallerinin kılavuzluğunda biyolojik tepkiyi kontrol etmeyi öğrenmek; 3. Kontrolü günlük yaşam sitüasyonlarına transfer etmeyi öğrenmek. Anksiyete için neurobiofeedback eğitimi sırasında kişinin o andaki EEG’sinden gelen bilgiler kişiye gösterilmekte ve kişiden bunun belli yönlerini kontrol altına alması istenmektedir. Bu eğitim, kendi iç düzenleyici süreçlerini geliştirebilmesi için beyni sürekli meydan okumalarla karşı karşıya getirir. Eğitimin zorluk seviyesi kişinin durumuna, şartlara göre ayarlandığı için yıldırıcı değildir. Öğrenme süreci büyük ölçüde bilinçaltı düzeyde olur. Çünkü, nihayetinde beynin kendi aktivitelerini düzenlemekte kullandığı mekanizmalara ait genel bir farkındalığımız yoktur. Bununla birlikte eğitim ilerledikçe, hasta var olan anksiyete durumlarını QEEG’nin yansıttığını gözlemledikçe gerçekleşen değişiklikler hakkında bazı bilinçli farkındalıklar gelişmektedir. Beynin temel biyoelektriksel aktivitesi Alpha, Beta, Delta ve Theta dalgalarıdır. Beyin bunların hiç birini yüzde yüz saf olarak yayınlamaz, oranları değişir. Normal yaşayış sırasında bunlar karışık olarak çıkar. Yayınların karışımında Alpha dalgası çoksa uyanık bir huzur durumu yaşanır. Bu dalgalar feedback aleti ile monitorize edilerek kişiye Alpha durumu görsel ve işitsel sinyaller olarak bildirildiğinde kişi yaşadığı anksiyete durumlarını da EEG’nin yansıttığını gözlemleyebilmekte ve bu durumları kontrol altına alarak daha fazla Alpha üretebilmeyi öğrenebilmektedir. Davranış terapisinde sistematik duyarsızlaştırma tekniğinde Alpha durumunun hoş, rahatlatıcı, huzur verici özellikleri anksiyete ile karşıt eşleştirmede de kullanılabilmektedir. Kişiye neurobiofeedback aleti ile daha fazla Alpha üretmeyi öğretip, ardından zihninde stresli bulduğu durumları canlandırması istenir ve Alpha miktarı düştükçe canlandırmayı bırakıp feedback sinyali aracılığıyla hastanın Alpha durumuna tekrar dönmesi sağlanarak yöntem uygulanır. Biofeedback eğitimi ile hastalar biyolojilerini uygun bir biçimde iş görür hale getirecek stratejileri öğrenmekte, ayrıca verilen eğitim sayesinde daha relaks ve gerektiğinde uygun yüksek performans haline geçebilmesi için kişiye bilinçli uygulayabileceği beceriler kazandırılmış olmaktadır. Teknik öğrenmeye dayalı olduğundan eğitimin tamamlanmasının ardından takip seansları gereksinimi de pek olmamaktadır. Hepsinden önemlisi bu tarz bir öğrenme sonucunda kişilerin yaşamlarındaki olayları kontrol etme yetilerine inançları ve güven duyguları artmaktadır.

Çocuk Ruh Sağlığı Uygulamalarında “Neurobiofeedback”

Aynur Sayım

Memory Centers Of America Türkiye Birimi, İstanbul

Biofeedback’le kişinin bilinçli olarak anlamadığı, fark etmediği normal ve normal dışı fizyolojik tepkiler bir araç yardımı ile bilinçli duruma getirilir.Bu teknikle, kişi için belirli bedensel cevapları (kalp hızı, kas gerginliği, cilt sıcaklığı, beynin stres düzeyi gibi) fizyolojik tepkileri anlaşılır hale gelir. Neurobiofeedback ile de EEG’yi kullanarak beyin dalgası örüntülerinin kontrolü geliştirilir. Bu şekilde kişi aynı duygu ve düşünceleri ile bedeninde ne gibi bir değişiklik olduğunu fark eder, bedenini ve zihnini denetlemeye çalışır. Günümüzde stresle baş etmeyi öğreten birçok çalışma yürütülmektedir.Bu çalışmalardan biofeedback ile, kişiye belirli bedensel cevapları (kalp hızı, kas gerginliği gibi) nasıl kontrol edeceği öğretilmektedir. Neurobiofeedback ile de EEG ‘yi kullanarak beyin dalgası örüntülerinin kontrolü geliştirilmektedir. Yapılan çalışmalar, neurobiofeedbackle beyin dalgalarında değişim olduğunu doğrulamaktadır. Bu durum dikkat ve öğrenmede çok önemlidir. Neurobiofeedback ile ADD/ADHD’li çocuklara, gevşemiş fakat odaklamış, dikkatle en uyumlu beyin dalgalarını üretmeleri öğretilmektedir. Bazı kontrollü biofeedback çalışmalarında, ADHD’li çocuklarda çarpıcı bulgular gözlenmiştir: 1. IQ skorlarında artış. Beyni daha fonksiyonel duruma gelen çocuk , doğal entellektüel yeteneklerini sergileyebilir, ölçülen IQ skorları biofeedback sonrasında anlamlı artış gösterebilir .Bunun sebebi, çocuğun sahip olduğu potansiyele ulaşmasını kolaylaştırmasıdır; 2. Impulsivite, distraktibilite ve hiperaktivitenin azalması; 3. Uyku problemleri ve pediatrik migrenlerin tedavisinde başarı sağlanması; 4. ADHD’e eşlik eden depresyon ve anksiyetenin azalması. Biofeedback’in, uyku problemleri, öğrenme güçlükleri, depresyon, epilepside de yararlılığı ispatlanmıştır. Neurobiofeedback depresyonda kullanıldığında, afekt davranışın düzeldiği, efor yorgunluğunun azaldığı gözlenmiştir. İlk seansta yapılan IQ, dikkat- konsantrasyon-kişilik testleri ve QEEG ile değerlendirme yapılarak beyindeki hangi bölgenin moniterize edileceği belirlenmekte ve tedavi programı oluşturulmaktadır. Tedavi süresince ve bitiminde bu değerlendirmelerin tekrarlanması, bize tedavinin yararlılığı konusunda bilgi vermektedir. Neurofeedback’in önemli avantajlarından biri ayna görevi görmesidir . Çocuğa başarılı olduğunu bilme imkanı vermektedir. Diğer bir avantajı da neurobiofeedback ekipmanının süreci eğlenceli hale getirmesidir. Çocuklar beyin dalgalarını kullanarak bilgisayar oyunları oynamaktadırlar.Ne kadar çok istenilen beyin dalgası üretebilirlerse oyunda da o kadar başarılı olmaktadırlar. Bu durum, öncelikle çocuğun motivasyonunu gerektirir. Bu da bir ekip çalışması ve iyi bir tedavi programı ile mümkündür. Çocuklar için oyun içeren öğelerle uygulama yapılmaktadır. Çocuk uçak, palyaço, uçan adam ve uçan kadın seçeneklerinden birini seçme hakkına sahiptir. Örneğin palyaçoyu, düşünce gücünü kullanarak çizginin üzerinde tutmaya çalışmaktadır. Bu durum ödül- ceza temeli üzerine oturmaktadır. Çocuk çizginin üzerinde durabildiğinde puan almakta (ödül), altına düştüğünde puanı düşmektedir (ceza). Kullanılan ödül mekanizması, çocuğun motivasyonunu artırıcı bir unsur olmaktadır. Aynı zamanda çocuk, neurobiofeedback uygulaması sırasında dikkatini bilgisayara yoğunlaştırmaktadır. Bu sırada dikkatini odaklamayı ve aynı zamanda sürdürmeyi öğrenmektedir. Çocuk kendisini kontrol edebildiğinin bilincine varmaya başladıkça dürtü kontrolünü de sağlamış olmaktadır.Çalışma sonunda, çalışmayı değerlendiren bir grafik çıkarılmakta, çocuğa bir geribildirim verilmektedir. Neurobiofeedback, objektif ve ölçülebilir verilerle çalışma imkanı vermekte, aynı zamanda tedavinin yararlılığı hakkında da bilgi vermektedir.Kişinin somut verilerle bu bilgiye ulaşması, motivasyonunu ve tedaviye inancını artırmaktadır. Neurobiofeedback ile çocuklarda, bilişsel ve davranışsal fizyolojisini kontrol etme yeteneği kazandırılarak, ADD/ ADHD, öğrenme güçlükleri, depresyon, uyku problemleri, migren gibi birçok rahatsızlığın tedavisinde yararlı etkiler elde edilmektedir.

Kuramsal ve Görgül Açıdan “Neurobiofeedback”

Orhan Gümüşel

Memory Centers of America Türkiye Birimi, İstanbul

Günümüz çağdaş psikoloji anlayışı içinde beyin ve davranış arasındaki nedensellik ilişkisini bir etki tepki mekanizması olarak açıklamak mümkün değildir. Gelişen bilgisayar teknolojisi ile yıllardır psikiyatri ve psikolojide en çok güçlük yaşanan görsellik boyutu yeni anlamlar ve imkanlar kazanmış ve kazanmaktadır. Bu sayede ortaya çıkan yeni teknolojiler psikiyatrik tedavide, tedavi ekibine kombine olabilmede kolaylık sağlamada, süreç içinde öngörü ve objektif geribildirimler verebilmekte dolayısıyla tedavi süreci ve planlamasında aksiyonel materyal olarak kullanılabilmektedir. Neurobiofeedback tekniği kuramsal olarak ele alındığında bireye rahatsızlığının biyolojik yönü ile ilgili geri bildirim vermeyi amaçlar. Bu tekniğin uygulanmasında; tespit edilen bölgeye elektrotlar takılarak, o bölgedeki bioelektriksel aktivite monitörize edilir. Bireysel psikoterapi ve gevşeme egzersizleri ile birlikte kullanılan neurobiofeedback tekniği ile; kişiye özel opsiyonel ayar yapabilme imkanı ile bireye rahatsızlığıyla ilgili farkındalık kazandırma, motivasyonunu artırmak, bireysel psikoterapide kazandığı davranış değişikliklerini beyinde ne tür bioelektriksel görünüm kazandırdığıyla ilgili geri bildirim vererek bireye düşüncelerine hakim olabilme yeteneğini kazandırmak ve bu bağlamda profilaktik etki elde edilebilmektir. Teknik olarak neurobiofeedback; temelde bir EEG sistemidir. Fonksiyonel olarak bölgesel “training” amaçlıdır. QEEG’ de belirlenen ve normalden farklı bioelektirik aktivite gösteren bölge tespit edilir. Bu bölgeye elektrotlar takılır. Bir pod sistemi yardımıyla tespit edilen bölgedeki bioelektirik aktivasyon moniterize edilir. Bilgisayar kontrollü bioelektirik veri kayıtları otomatik olarak filtre edilir.Kaydedilen bu aktivite depolanır ve analiz edilir.Bunun sonucunda hem o seanstaki bioelektirik aktiviteyi yansıtan, hem de seanslar arasında karşılaştırma ve performans değerlendirme olanağı tanıyan ve görsel geribildirimi kuvvetlendiren grafikler elde edilir. Teknik kullanımına örnek vermek gerekirse; düşük Alpha gücü olan bireye Alpha dalgalarını yükseltmeyi öğretmek, Delta ve Theta gücü yüksek olan bireylerde gevşeme egzersizlerini de beraberinde kullanarak bu yükselmeyi düşürmeyi öğretmek gibi bir çok opsiyonel kullanımla geri bildirim vermek ve bireyin rahatsızlığıyla ilgili baş etme mekanizmasını güçlendirmek amaçlanır. Neurobiofeedback görgül anlamda hem hasta açısında hem de tedavi ekibi açısında karşılıklı avantajlar sunan bir sistemdir. Hasta açısından: a. Self-esteem üzerinde olumlu etki yaratır; b. Motivasyonunu ve başarma güdüsünü artırır; c. Farkındalık düzeyini artırır; d. Terapi süresince pasif olma eğilimindeki hastayı aktive eder; e. Stres olaylarına yönelik tolerans eşiğinin yükselmesine yardımcı olur. Olumsuz yaşam olaylarına yönelik kompansasyon gücünü artırır; f. Olumlu duygulanım ve davranış değişikliklerine yönelik proflaktik etkisi vardır; g. Tedavi sürecinin kısalmasında etkilidir. Teadvi ekibi açısından: a. Tearpi sürecinde pasif olma eğilimindeki hastayı aktive eder; b. Terapi sürecinin planlanması ve stratejilerin belirlenmesinde öngörü sağlar; c. Her seansta hastanın durumu ile ilgili daha çok geri bildirim alınabilir ve performans değerlendirmesi yapılabilir; d. Biyolojik geri bildirimi kullanarak hastayı daha objektif yönlendirebilir; e. Verilen ilaç rejiminin biyo-yararlılığı izlenebilir; f. Kombine tedaviyi güçlendirir. Neurobiofeedback sisteminin kullanım alanları sadece psikiyatrik tedavi içinde psikoterapinin aksiyonel bir yardımcısı olmakla da sınırlı değildir. Günümüz hızlı ve stresörler açısından oldukça zengin olan günlük yaşantısı içinde yorulan beyni otojenik olarak rahatlatmakta kullanılan, stresörlerden kaçınmayı ve onlarla baş etme mekanizmalarını öğrenip kullanabilmeyi güçlendiren yani stres ve strese dayalı nedenlerle ortaya çıkabilecek ruhsal rahatsızlıklardan korunmaya ve baş etme mekanizmalarını güçlendirmeye yönelik kullanılabilirliği olan bir sistemdir. Ayrıca kişisel gelişim alanlarında; dikkat ve konsantrasyon yetisini güçlendirebilmede, belleğin verimli kullanımı ve görsel algı gelişimi ile ilgili bir çok boyut ile ilgili kullanılabilmektedir. Neurobiofeedback tekniği ile bireye tedavi süreci içinde kazandığı bilişsel ve davranışsal değişmenin beyinde bioelektriksel aktivasyonda meydana getirdiği değişimleri bilinç düzeyine indirerek bireye farkındalık ve motivasyon kazandırarak düşüncelerini kontrol edebilme yeteneği kazandırılmakta ve profilaktik etki elde edilebilmektedir.

 

P#9 Psikolojinin Değişik Alanlarında Etik

Panel Başkanı: Serdar M. Değirmencioğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Panelistler:

Serra Müderrisoğlu

Ufuk Tarhan

H. Canan Sümer

Tartışmacı: Yeşim Korkut

Öz

Etik psikolojide giderek daha çok üzerinde düşünülen ve tartışılan bir alan konumuna gelmiştir. Bu panelde psikolojinin özellikle uygulamalı alanlarında etik açıdan uyulması gereken ölçütler ve kaçınılması gereken davranışlar, tutumlar ve ilişkiler ele alınacaktır. Panelde ayrıca etiğin psikoloji bilim ve eğitim ile ilişkili temellerine de değinilecektir. Sunumlarda etik çerçevenin işlevselliği üzerinde özellikle durulacaktır.

Klinik Psikoloji’de “Etik Düşünebilmenin” İşlevleri

Serra Müderrisoğlu

Boğaziçi Üniversitesi

Etik ilkeler ve uyulması gereken standartlar çoğu kez klinik uygulamada ciddi bir problemle karşılaşıldığı zaman devreye giren bazı yaptırımlar olarak görülebilirler. Bu konumlarıyla etik ilkeler ve standardların klinik psikolojideki fonksyonları, ancak böylesi zor durumlarda gerekli ve yararlı olan bir başvuru odağı olmaktan ileri gidemeyen kurallar zinciri olurlar. Kuşkusuz zor anlarda yön veren rolleri küçümsenemeyecek kadar kurtarıcı olabilir. Ancak etik kurallar sadece zor anlar için hazırlanmamıştır. Etik kurallar klinik çalışmaların hemen hemen her alanında uyulması gereken standardları ve kaçınılması gereken davranışları, tutumları ya da ilişkileri betimlemektedir. Uygulamalı çalışmalarda atılan ilk adımlarda belirtilmesi gereken unsurlar ve sınırlardan sonlanması öngörülen durumlarda gözetilmesi gereken faktörlere kadar ilişkileri düzenleyici ayrıntılı maddeleri içerir. Genel çerçevesiyle etik ilke ve standardlar temelde iki ana noktayla klinik psikolojinin eğitimi, işlevleri ve uygulamaları açısından hayati önem taşır. Birincisi, klinik psikolojinin herhangi bir alanında yapılan bir değerlendirme, konsültasyon ya da önlem/terapi hizmetleri alan kişilerin hak ve iyiliğini gözetmek, kısaca kişileri zarar görmekten korumayı amaçlamaktadır. Bu nokta hepimizin en başta dile getirdiği unsurdur. Ancak ikinci nokta bu noktaya da temel oluşturacak bir unsur olan klinik psikolojinin bilimsel niteliğiyle örtüşür. Bu ikinci nokta da bilimsel disiplini klinik alandaki her çalışmaya getirip ortaklaşa kabul gören standardları yerleştirmektir. Bu işleviyle aslında hem hizmet alan kişilerin hem de hizmet sunan (uzman) psikologların birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlar ve karşılıklı hakları korur. Bu iki ana noktayı klinik psikolojinin işleyişine oturtursak başlangıç noktası eğitime uzanır. Klinik psikolojinin bir uygulama alanından önce bir bilim alanı olduğunu düşünürsek, sağlam bir bilimsel eğitim altyapısı kazanmak alanda edinebilinecek yetilerin en temel ayağını oluşturur. Klinik alanda herhangi bir hizmetin (değerlendirmeden terapiye ) fayda sağlayacak düzeyde olabilmesi, ancak sağlam bir bilimsel düşünce ve bakış açısı kazanmış ve belli bir süre yetkin bir eğitim almış, süpervizyon altında sürdürülen uygulamaları başarıyla tamamlamış kişilerin yeterliliklerini kanıtladıkları alanda çalışmalarıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla, ‘yetkinlik’ ilkesi, klinik psikolojinin bilimsel yönünü ön plana çıkarır. Her bilim alanında geçerli olan bilimsel gelişmelerinin izlenilmesi, yeni bulguların değerlendirilmesi, sürekli eğitimlerle geliştirilmiş yetkinliklerin pekiştirilmesi alanın ‘olmazsa olmazlarındandır’. Temelde etik ilke ve kurallar kişinin almış olduğu eğitim ile yetkinlik kazandığı uygulama alanında yaptığı çalışmaları birbirine bağlayan en önemli unsurlardan biridir. Ancak bu bağlantının kurulması kişinin etik düşünce sistemini içselleştirmesi ve günlük çalışmalarının altyapısını oluşturması aracılığıyla olur. Klinik düşünce zincirinde teorik ve teknik bilgiler kadar yol gösterici bir işleve sahip olması, etik kuralları nesne rolünden çıkarır. “İçsel bir etik düşünebilme yetisi” etik ilke ve kuralların önemli bir kısmını oluşturan “kişinin kendini tanıması, yoklaması ve denetleyebilmesi” açısından öngörülen birçok maddeyi içerir. Bu bağlamda özdenetimin en önemli dayanağı etik ilke ve kurallardır. Bu bağlamda da etik altyapı yetkinliğin, yani becerinin, bilginin içselleşmiş, özümsenmiş, benimsenmiş hali demek yanlış olmaz. Bu sunumun amacı etik kavramını “nesne” rolünden çıkarıp, “fiil” olarak klinik psikolojinin altyapısını nasıl güçlendirebileceğini örneklerle göstermektir.

Eğitimde Mesleki Kimlik, Mesleki Roller ve Etik

Ufuk Tarhan

PERSONA Eğitim Psikolojik Danışmanlık

Okullarda verilmekte olan psikolojik danışmanlık hizmetlerinde çalışan kişiler ve üstlendikleri rollerin tanımı açısından tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sorunlar yaşanmaktadır. Öncellikle, okullarda verilecek hizmetin içeriği ve verecek kişilerin yetkinlikleri konusunda netlik oluşmadan, etik kuralların tartışılması bile güçleşmektedir. Okul psikologluğu ve okul psikolojik danışmanlığı alanlarının birer meslek olarak ortaya çıkışı ve farklı ülkelerde farklı uygulamalarının bulunması, sosyo ekonomik ve eğitim sistemlerindeki değişimlerden kaynaklanmıştır. Okulda, öğrenci, öğretmen ve velilere hizmet vermekte olan kişi, ister psikolog ister psikolojik danışman olsun kendisinden beklenenler ve yaptığı işlerde de sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlar, çoğu zaman,okul idaresindeki eğitimcilerin alanla ilgili bilgi yetersizliğinden ve hizmeti veren uzmanın, kendisini ve mesleği güvenle ortaya koymakta yaşadığı zorluktan kaynaklanmaktadır. Okullarda verilmekte olan psikolojik danışmanlık için şu standartlar önerilebilir: 1. Profesyonel Kimlik: Uzmanın hem kendi mesleki kimliğinin ve yeterliliğinin farkında olması, hem de başkaları tarafından yanlış değerlendirilme durumunda müdahale etmesi; 2. Yetkinlik Sınırları: Eğitimini aldığı, süpervizyon gördüğü alanda hizmet vermek; 3. Bireysel Farklılıklara Saygı: Yaş, cins, din, dil, etnik köken, özürlülük, sosyo-ekonomik düzey farklılıklarına saygı göstererek uygulamaları yapmak; 4. Duygusal-Cinsel Yakınlık: Çalışma koşullarında kendi sorumluluğu altında olan kişilerle, duygusal veya cinsel ilişkiye girmeme; 5. Gizli Bilgiler:Her türlü mesleki çalışmada danışanlara ait bilgileri koruma ve kendi izni olmadan kullanmama; 6. Psikolojik Danışma İlişkileri: Grupla veya bireysel olarak yapılan danışmanlık sürecinde; a. Danışanın gönüllülüğü esastır. Okullarda uygulanması en zor kurallardan biri budur. Danışanın özgürlüğünün kısıtlandığı durumda, nedenlerinin açıklanması ve kişilik haklarına her şart altında saygı gösterilmesi danışmanın yükümlülüğüdür. b. Danışanın kişisel bütünlüğüne saygı göstererek onun iyiliği için çalışmak. c. Danışanın durumu belirgin bir tehlike oluşturuyorsa, konsültasyon yapmak veya ilgili kişilerle işbirliği yapmak. d. Danışanın başka bir profesyonel kişi ile ilişkisi varsa, diğer profesyonel kişi ile temas kurmak, izin almak ve danışanın seçimine saygı duymak. e. Danışma ilişkisi sırasında elde edilen verilerin, eğitim ve araştırma amacıyla kullanılması durumunda, danışanın iznini almak ve kimliğini gizli tutmak. f. Danışma ilişkisine başlamadan evvel, sürece, kullanılacak tekniklere, kurallara ve sınırlılıklara dair danışana bilgi vermek. g. Danışmanın kişisel veya mesleki yetersizliği yönünden, veya objektif olmasını engelleyecek koşullarda, danışana yardımcı olamayacağına anladığında, ilişkiyi başlatmamak veya kesmek. 7. Ölçme Değerlendirme: Testler ve diğer ölçme değerlendirme araçları kullanılırken, a. Testi uygulayan ve sonuçlarına dayanarak karar verecek uzmanın, kullanılacak araçla ilgili yeterli bir anlayış ve bilgiye sahip olması; b. Test seçilirken, testin güvenilir, geçerli ve danışan açısından yasal olmasına dikkat etmek; c. Testi alan kişiye, amacı sonuçları ve nerede kullanılacağı ile ilgili bilgi vermek; d. Test puanları yorumlanırken, sosyo-ekonomik, etnik ve kültürel farklılıkların etkisini dikkate almak; e. Eski test sonuçlarının geçerliliğini kaybetmiş olma olasılığını göz önüne alarak, bunlara dayalı yorum yapmamak; f. Araştırma yapılırken uygulanan etik kuralların hepsine uymak. Okul psikologlarının son yıllarda çalıştıkları bir diğer alan ise, okullara ve öğretmenlere eğitim ve danışmanlık vermektir. Bu ilişkide Danışman (Consultant), mevcut bir problemin çözümüne, ve bir değişikliğin gerçekleşmesine yardım sağlamaktadır. Bu ilişkide uyulması gereken etik kurallar şunlardır: 1. Danışman, kendi değerleri, bilgi, beceri ve ihtiyaçları hakkında bilinçlidir ve ilişkide çözülecek soruna odaklaşır; 2. Danışman ve danışmanlık hizmeti alan kurum veya kişi arasında, sorunun tanımı, amaçlanan değişiklik ve önerilen çözüm yolları üzerinde uzlaşma sağlanmış olmalıdır; 3. Danışmanlık süresinde danışman, hizmet alanların kendi kararlarını kendi almasına ve kendini yönetmesine yardımcı olarak, kendine bağımlılık geliştirilmesini engeller; 4. Kurumda, danışmanlık hizmetlerinden yararlanmaya hakkı olan kişilerden ayrıca ücret alınmaz.

Endüstri ve Örgüt (E/Ö) Psikolojisi Araştırma ve Uygulamalarında Bağlayıcı Etik İlkeler

H. Canan Sümer

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Ülkemizde sayıları hala kısıtlı olan E/Ö psikologları ağırlıklı olarak, danışmanlık şirketlerinde, üniversitelerde ve kurumların insan kaynakları yönetimi (İKY) birimlerinde çalışmaktadır. Kadrolarında bir E/Ö psikologu bulunduramayan şirketler ve kurumlar, İKY alanında temel hizmetleri danışmanlık şirketlerinden almakta ve E/Ö psikologları da bu şirketlerin giderek daha çok aradığı uzman grupları arasında yer almaktadır. Üniversitelerde çalışan E/Ö alanında uzman akademisyenler ise Bilim İnsanı - Uygulamacı Modeli ile tutarlı olarak akademik çalışmalarını, yaptıkları danışmanlık ve eğitim hizmetleri ile bütünleştirmektedir. İKY’nin, kurumsal başarı ve verimlikle oynadığı rolün farkında olan bazı büyük kurum ve kuruluşlar ise, ağırlıklı olarak danışmanlık şirketlerinin hizmetlerinden yararlanmak yerine, kendi İKY kadrolarında bir E/Ö uzmanı bulundurmayı tercih etmektedir. Psikoloji araştırma ve uygulamalarına yönelik olan genel etik ilkeler, E/Ö psikolojisi çalışmaları için de genel bir çerçeve çizmekte, yol gösterici olmaktadır. Ancak, tüm psikologların dikkate almak zorunda oldukları bu genel onur ilkelerinin yanısıra ve bu ilkelerle tutarlı olarak, E/Ö psikolojisi alanında çalışan araştırmacı ve özellikle de uygulamacıların çalışmalarını yürütürken uymak zorunda oldukları, alana özgü temel bazı ilkeler bulunmaktadır. E/Ö çalışmalarında yön gösterici olan bu ilkeleri üç grupta ele almak mümkündür: 1). Kurumlara verilen danışmanlık faaliyetlerinin başlatılmasına ve yürütülmesine yönelik ilkeler; 2). Akademik amaçlı araştırmaların yapılması ve yayınlanmasına yönelik ilkeler; 3). Kurumlarda, danışman olarak çalışan ya da kurumların kendi elamanı olan ve birden fazla müşteriye karşı sorumluluğu olan E/Ö psikologlarını bağlayıcı ilkeler ve diğer ilkeler. Kurumlara verilen danışmanlık hizmetlerinin başlatılması ve yürütülmesine yönelik ilkeler, danışmanlık protokolünün hazırlanması; hizmetlerin uzmanlık alanıyla tutarlı olması; kullanılan yaklaşım ve yöntemlerin bilimselliği; kullanılan test, teknik ve yöntemlerin kullanım hakkı; veri/bilgi toplama, analiz, sunma ve yayımlama konularını kapsamaktadır. Danışmanlık talebinin yapılmasının ardından, danışmanlık hizmetini verecek E/Ö uzmanı ve talep eden şirket ya da kurum arasında bir protokol imzalanmalı ve bu protokolde verilecek hizmetin amacı, kapsamı, takvimi, ücreti ve ödeme şekli ve varsa özel koşullar (örn., hangi koşul ve durumlar altında anlaşma bir taraf ya da taraflar tarafından fes edilebilir ya da hangi koşullar altında çalışma süresinde değişiklikler yapılabilir) açık olarak ifade edilmelidir. Hazırlanan protokol, taraflar arasında ortak bir anlayışın ve gerçekçi beklentilerin gelişmesi için gereklidir. Danışmanlık veren kişinin sunmayı vaat ettiği hizmet, almış olduğu eğitim ve sahip olduğu uzmanlık alanıyla tutarlı olmalıdır. Örneğin, psikometri ve istatistik bilgi ve uzmanlığı olmayan bir kişinin personel seçme alanında danışmanlık vermesi, seçme test, teknik ve yöntemlerinin geliştirilmesi alanında çalışması ciddi bir etik sorun oluşturmaktadır. Danışmanlık hizmeti içinde kullanılan yöntemlerin nesnelliği ve bilimselliği sağlanmış olmalıdır. Yine personel seçme alanıyla ilgili olarak, kullanılan bir yetenek ya da kişilik testinin veya geliştirilmiş olan bir personel seçme mülakat tekniğinin kuruma sunulmasından önce, bilimsel yöntemler kullanılarak geliştirilmiş olması (örn., kapsamlı iş analiz bilgilerine dayandırılarak geliştirilmesi) ve sınanması (örn., ölçüt-ilişkili geçerliğinin gösterilmiş olması) gerekmektedir. Danışmanlık hizmetleri içinde, başka kişi ve kurumlar tarafından geliştirilmiş olan test, teknik ve yöntemlerin kullanılması durumunda, ilgili kişi ve kurumlardan gerekli izinler mutlaka alınmalı, satın alınması gereken kullanım hakları satın alınmalıdır. Kamuya açık alan araç ve tekniklerin kullanılması ya da onlardan yararlanılması durumunda ise orijinal kaynak tanınmalı ve ona kredi verilmelidir. Kurum içinde, gözlem, bireysel görüşme, grup görüşmesi ve anket gibi temel bazı yöntemleri kullanan danışman, tüm psikologların uyması gereken, katılımcının rızası ve gönüllülüğü, kimliğinin korunması, çalışma hakkında bilgilendirilmesine yönelik konulara duyarlı olmalı ve üçüncü temel başlıkta ayrıntılı olarak üzerinde durulacak olan farklı müşteri gruplarına (çalışanlar ve danışmanlık hizmetini talep eden yönetim gibi) olan sorumluluklarını hassasiyetle yerine getirmelidir. Bilgilerin toplanmasında gösterilen hassasiyet, verilerin uygun yöntemlerle analiz edilmesi ve sunulması için de geçerlidir. Son olarak, elde edilen bilgilerin ve o danışmanlık süreci içinde geliştirilen teknik ve yöntemlerin, hizmeti talep eden kurumun dışında kullanılması yayınlanması; yine kurumun bilgisi dahilinde ve tercihen hizmetin başında hazırlanan protokolde ifade edildiği şekliyle yapılmalıdır. E/Ö psikologlarını bağlayan ve akademik amaçlı araştırmaların yapılması ve yayınlanmasına yönelik ilkeler, psikologların çalışmalarını yönlendiren genel etik ilkelerden farklı değildir. Bu nedenle de bu sunuşta ayrıntılı olarak tartışılmayacaktır. Son olarak, danışman olarak kurumlara dışarıdan hizmet veren ya da kurumun kendi bünyesinde çalışan E/Ö psikologlarını özellikle bağlayıcı temel bazı ilkeler bulunmaktadır. Bu alanda faaliyet gösteren E/Ö psikologları, bir taraftan kendilerinden hizmet talep etmiş olan ve bunun karşılığında bir ücret ödeyen kurum yönetimine, diğer taraftan sundukları hizmet süresince kendilerine temel bilgi ve verileri sağlayan ve sürecin sonunda iş yaşamları bir şekilde etkilenebilecek olan çalışanlara ve son olarak da kendi meslek gruplarına karşı sorumluluk taşımaktadırlar. Örneğin, kurumda bulunun gereksiz kadro ve ünvanların elenmesine yönelik bir “Norm Kadro” çalışması yapan bir E/Ö psikologu, iş yerinde moral ve motivasyonun düşmemesi için çalışmanın amacını çalışanlara iletmekten kaçınan üst yönetime karşı olan sorumluluğuyla, kendisine bilgi sağlayan çalışanlara doğru ve eksiksiz bilgi aktarma sorumluğu arasında ciddi bir çatışma yaşayacaktır. Çözüm yolunun açık olmadığı bu gibi durumlarda, E/Ö psikologları genel mesleki etik kurallar çerçevesinde ve sağduyularına dayanarak bir çözüm üretmek durumundadırlar.

Klinik Psikolojide Etik Anlayış ve Etik İhlaller

Yeşim Korkut

İstanbul Üniversitesi

Klinik Psikoloji alanında çalışanların, bir anlamda diğer psikologlara göre daha farklı bir sorumluluk içerisinde oldukları söylenebilir. Çünkü bireylerin çok özel iç dünyalarına, sırlarına, ve kimselere dillendiremedikleri yaşantılarına tanık olurlar. Bu yüzden klinik psikoloji alanında çalışacak olan kişiler tüm dünyada, psikoloji öğrencileri arasından özenle seçilirler, yetiştirilirler (Plante, 1999). Etik ilke ve standartlar dahilinde, karşılaştıkları ikilemler ile mücadele etmeleri beklenir; çünkü etik ihlallerin ortaya çıkması boyutunda harekete geçip önlem alabilecekleri ya da çözüme dair bilgi edinebilecekleri bir yapılanma mevcuttur. Etik kurallar sayesinde meslek standartları, meslek uygulayıcısı ve hizmet verilen alan korunur. Diamond ve Adams (1999) bir makalelerinde ‘Etik terimini ağza almak kolay, ama aynı şekilde uygulamak zordur’ diyerek, meslekdaşlarının tüm geçtikleri eğitimlere rağmen ortaya çıkabilecek bir tür uygunsuzluğa dikkat çekerler. Çünkü, gösterilen tüm özene rağmen, yine de bazı psikologların kimilerinin kendileri ya da danışanlarının zarar görmesine yol açabilecek ve bazen amaçlarını aşan davranışlar içerisine girebildiklerini bilinmektedir. Bu tür ihlaller, özellikle klinik psikoloji alanında, danışanlarla yakın ilişkiye girmek ve bu anlamda sınırların ihlali, onlardan maddi, manevi bir yarar temin etmek ya da eksik hizmet vermek, hatalı uygulamalar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Etik olmayan davranış, benliğin gelişimindeki aksaklıklar ve nesne ilişkilerindeki problemlerle, çözülmemiş bilinçdışı çatışmalarla (Jordan, 1999) ve Kuyken (1999 ) tarafından ise, terapist-danışan ilişkisindeki ‘güç’ unsurunun istismarı süreci ile açıklanmaktadır. Türkiye’de psikoloji uygulamalarında etik ihlaller konusu son zamanlarda ciddi biçimde tartışılmaya başlanmıştır. 2001 Kasım ayında gerçekleşen I. Psikoloji Kurultayı, bu anlamda, neler yapılması gerektiğine dair düşüncelerin tartışıldığı oldukça olumlu bir platform oluşturmuştur. Ancak, hem hala üzerinde anlaşılmış etik ilke ve standartların olmaması, hem de meslek yasasının kabulünün, çeşitli yaptırımlar için ön koşul oluşu bu alanda daha hızlı ilerlemeye engel oluşturmaktadır. Yine, psikolojinin farklı uygulama alanları için, o alanlara özel bazı sorunların ele alınması, ve standartların bu sorunlara cevap verecek şekilde düzenlenmeleri bizim için önemli bir konudur. Bu sunumda son olarak klinik psikoloji alanında sıkça rastlanan ihlaller ele alınacak; ülkemizde ilke ve standartlar geliştirilirlerken hangi noktalara dikkat edilmesi gerektiği tartışılacaktır.