KONFERANS ÖZETLERİ

K#1 Transformations of Trauma in the Individual and Society

Richard G. Tedeschi

University of North Carolina, Charlotte, Department of Psychology, ABD

The deleterious effects of trauma and violence on individuals and societies are apparent in accounts that emphasize the physical injuries of victims, the fears raised in these victims, their families and neighbors, and the physical and social destruction that trauma visits on societies. Along with these effects of trauma, there are others that have been less commonly described. These include the ways trauma may act as a catalyst for personal and social transformation. This presentation will describe the positive after effects of trauma for victims and the societies in which they live, describe some mechanisms that may be involved in producing these benefits, and suggest how these mechanisms may be enhanced so that trauma and violence set in motion a negative feedback system that helps to prevent future occurrences. The process of moving from trauma to personal and social transformation involves radical changes in the “assumptive world,” schemas about oneself, the character of other people, and the future. These schema changes are incorporated into a story that tells of life before the trauma changes the self, and what is now possible. Creating this narrative also tends to create social controversy about responsibility for trauma, and what is to be learned from it. The existing historical record might be rejected in light of new information that trauma brings. The Nuremburg Trials and the South African Truth and Reconciliation Commission represent formal attempts to write the story of violent episodes. Out of such controversies come the social equivalent to schema change in individuals. There is a mutual influence between the schema changes of the individuals and large segments of a society, so that social changes are not possible without the crucial changes in understanding trauma that occur at the individual level. It should be evident that much pain and investment in particular viewpoints must be overcome in order to achieve benefits from the social trauma. Just as in the individual, the trauma lives on, and only with the ability to disengage enough from the violence of the past is it possible to accomplish the transformations. These social transformations of violence are imperative if we accept the assertion that a society that damages some of its members damages all, and that this damage is at the root of the perpetuation of violence. It will be useful for researchers in the area of violence and trauma to routinely consider measuring posttraumatic growth outcomes as well as the usual negative outcomes in their studies of survivors. This will begin to provide the data we need to more completely understand the farther reaches of recovery, and more accurately portray the experiences of those whose wounds have been evident, but whose wisdom and contributions to social change have too often gone unrecognized.

 

K#2 Rol Alma ve Varolma Sevinci

Üstün Dökmen

Ankara Üniversitesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalı

Bu konferansta rollerle ilgili mevcut kuramsal bilgiler özetlenecek, rol alma, empati kurma ve ben-merkezci davranış arasındaki ilişkiden söz edilecek, imgeleme teknikleriyle rol alma becerisinin nasıl geliştirilebileceği, izleyicilere yaptırılacak uygulamalar eşliğinde tartışılacaktır. Ayrıca rollere ilişkin yeni bir tanım ve sınıflama ortaya konulacaktır. Bu kuramsal bilgiler ışığında, geleneksel kültürümüzün bazı öğeleri, günlük yaşamımız ve popüler kültürümüz -bu arada FRP (fantazide rol oynama)- irdelenecek, yorumlanacaktır. Söz konusu incelemenin yanı sıra, bireylerin rollerine ilişkin bilişsel yapılarının / algılama süreçlerinin, kendilerine yaşama sevinci verecek, varoluş düzeylerine katkıda bulunacak şekilde nasıl manipüle edilebileceği, rollerin yeniden tanımlanması ve yapılaştırılması konusunda neler yapılabileceği tartışılacak, bu konuda uygulamalar yapılacaktır. İlgili literatürde “rol” kavramına bakıldığında, farklı alanların birbirlerinden kopuk ve karmaşık bir tablo sergiledikleri görülür. Yalnızca sosyal psikoloji kapsamında rolün ne olduğuna ilişkin yüze yakın tanım vardır. Ayrıca sosyal psikolojide ve Moreno’nun kuruculuğunu yaptığı sosyometri yaklaşımında, birbirleriyle bağdaştırılmamış tanımlar bulunmaktadır, bu iki alanda çalışan kuramcıların birbirlerine yeterince atıfta bulunmadıkları görülmektedir. Moreno’nun çağdaşı olan Huizinga, oyunlara, dolayısıyla rollere ilişkin orijinal görüşler ortaya koymuştur. Moreno ile Huizinga arasında da, karşılıklı ilgisizlik göze çarpmaktadır. Konferansta söz konusu farklı yaklaşımların ortak yanları belirtilmeye ve bunların ötesinde, konuya ilişkin yeni bir bakış tarzı ortaya konmaya çalışılacaktır. Özetle, önce dil, sonra bilinç görüşünden yola çıkılarak, dilin ve bilincin rolleri doğurduğu, rollerin ise kültürü oluşturduğu savunulacaktır. Geleneksel rol sınıflamaları içine, “kişilik özellikleri” adı altında yeni bir boyutun eklenip eklenemeyeceği tartışılacak, dürüstlük, üçkâğıtçılık / Keloğlanlık gibi sıfatların günlük yaşamımızdaki yeri irdelenecektir. Ortaya konulan bu bilgiler, varoluşçu yaklaşım açısından değerlendirilecek, tüm bu bilgilerin bireyin varoluşuna katkı sağlayabilecek şekilde nasıl kullanılabileceği, bazı uygulamalar eşliğinde aktarılmaya çalışılacaktır.

 

K#3 Sosyal Değişme, Aile ve İnsan Gelişimi: İşlevsel Bir Model

Çiğdem Kağıtçıbaşı

Koç Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

İnsan gelişimi, aile ve toplumsal bağlamda oluşur. Bunun böyle olduğu kabul edilse de, araştırma ve kavramlaştırmalarda insan-aile-toplum düzeylerindeki olguları birbirleriyle bağdaştırmak sıkça yapılan bir şey değildir. Özellikle psikologların daha geniş bağlamsal çerçeveye pek yönelmediğini görüyoruz. Oysa özellikle Türkiye gibi ciddi sosyal-yapısal değişme içindeki bir toplumda, insan-aile-toplum analiz düzeylerini ilişkilendirmek daha da çok önem kazanır. Bunların birbirleriyle örtüşen bazı özellikleri, bu sunumda irdelenecektir. Türkiye’deki en temel sosyal, yapısal değişme, kentleşme ve bunun beraberinde getirdiği yaşam tarzlarındaki farklılaşmalardır. Özellikle düşük eğitim/okullaşma düzeyi ve uzmanlaşmamış işler içeren kırsal/geleneksel yaşam tarzından, artan eğitim ve okullaşma düzeyleriyle uzmanlaşmış işler içeren kentsel ortama geçiş çok belirgindir. Yaşam tarzlarındaki bu önemli değişmeler, aileyi doğrudan etkiler. Ailedeki etkiler, geleneksel kültürdekinden farklı bir aile modelini oluşturabilecek derecede önemlidir. Kırsal/geleneksel ortamda geçerli ve işlevsel olan aile modeli, “Karşılıklı Bağımlılık Modeli”dir. Burada çocuğun maddi/yararlılık değeri, çocuğun yaşlılık güvencesi değeri ve nesiller-arası maddi bağımlılıklar ön plandadır. Kentleşme, eğitim ve gelirdeki artışlarla, maddi bağımlılıklar azalmakta ve aile dinamikleri değişmektedir. Bu değişmeler, nesiller arası maddi bağımlılıkların önemsizleştiği, ancak duygusal bağlılıkların önemini koruduğu farklı bir aile modelini oluşturmaktadır. Bu, “Karşılıklı Duygusal Bağlılık Modeli’dir. Bu sistematik değişikliklerin çocuk yetistirilmesine yansımaları da belirgindir. Şöyle ki, karşılıklı bağımlılık modelinde, itaate yönelik çocuk yetiştirme işlevsel iken, kentsel karşılıklı duygusal bağlılık modelinde özerklik işlevsel olmaya başlar. Bunun temel iki nedeni vardır. Birincisi, nesiller-arası maddi bağımlılıkların azalmasıyla, çocuğun özerkliğinin aile birliği ve dirliği için artık bir tehdit gibi görülmemesidir. Diğeri de kentsel yaşamda özerkliğin işlevsel olmasıdır. Değişen çocuk yetiştirme tarzları, benlik gelişimini etkiler. Şöyle ki, çocuk yetiştirmede özerkliğe yönelinmesiyle, geleneksel “İlişkisel Benlik”, giderek yerini “Özerk-İlişkisel Benliğe” bırakır. Benlik gelişimindeki bu sistematik değişmelere paralel olarak, yeterlik ve kapasite gelişiminde de bazı önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Kırsal/geleneksel toplumda “sosyal/pratik zeka” önemsenir. Aile ve çevrede günlük öğretme/öğrenme, daha ziyade gözlem ve taklide dayanır. İtaate yönelik çocuk yetiştirme ile uyumlu olarak, çocuğa ne yapması gerektiği söylenir ama nedeni fazla açıklanmaz. Aynı şekilde, neden-sonuç ilişkilerini irdeleyen, mantık yürütmeyi içeren, sözel-bilişsel süreçler yeterince görülmez. Oysa, kentsel ortamda özellikle okul ve uzmanlaşmış iş ortamları, yüksek eğitimli aile ortamıyla birlikte, sözel-mantıksal öğretme/öğrenmeyi içerir ve “bilişsel yeterliği” vurgular. Kırsal/geleneksel bağlamda sosyal/pratik zeka önemsenirken, kentsel ve özellikle bilgi toplumuna geçişte okul eğitiminin içeriğine benzer bilişsel zeka da önemsenir. Demek ki, yaşam tarzlarının değişmesiyle, “yeterlik” kavramı da daha karmaşıklaşır ve bilişsel gelişmeyi destekler. Bu irdeleme, sosyal değişme çerçevesinde insan-aile-toplum etkileşiminin işlevsel bir analizini içeriyor. Sözü edilen değişmeler, değişen yaşam tarzları gereği, onlarla uyum sağladıkları için oluşur. Ancak, işlevsel olarak bu süreçlerin oluşması gerekirse de, bazen bu gelişmelerden sapma olduğu; işlevsel olmayan örüntülerin ortaya çıktığı, ya da eski örüntülerin değişen yaşam tarzlarına uymadığı halde devam ettiği görülebilir. Başka bir deyişle, “direnen” kültürle optimal insan gelişimi arasında bir tutarsızlık ortaya çıkabilir. İnsan olgusunu, aile-toplum bağlamında ve özellikle sosyal değişme çerçevesinde inceleyebilirsek, bu tutarsızlıkları daha iyi anlayabiliriz. Bir sonraki adım da, bunları gidermek için iyileştirici ve hatta baştan koruyucu müdahalelerdir. Sosyo-kültürel bağlama duyarlı bir psikoloji, insan ve aile düzeylerindeki bu değişme süreçlerini iyi anlamada ve gerektiğinde müdahalelerle insan gelişimini desteklemede öncü bir görev üstlenebilir.

 

K#4 School Aggression Reduction: Violence Prevention Groups for Students, Teachers, and Families

Arthur M. Horne

Department of Counseling, The University of Georgia, ABD

Aggression in schools is a major problem facing most of the United States. While the rate of aggression per student is declining in schools, the extent of the problem continues at unacceptable rates, and the severity of incidents is increasing. Currently, it is estimated that one in seven students will experience aggression in schools. Group models for preventing aggression have been found to be very helpful for reducing the problem and increasing awareness. This presentation will provide an overview of several group prevention models that have been established to reduce aggression in schools. The emphasis will be upon programs that address students’, teachers’, and families’ needs and concerns. The review of models will identify theoretical constructs, group components, and prevention elements that are core to effective aggression reduction programs. Effective prevention group models for aggression reduction programs include several components: 1) a social-cognitive-interactional model of intervention for students, teachers, and families; 2) the development of awareness of the extent of the problem, including knowledge of rates and of methods of assessing the extent of the problem in schools and communities; 3) the identification of risk and protective factors of bullies or victims; 4) the awareness of and the skills to implement activities, strategies, and interventions for students, teachers, and families; and 5) the ability to change groups, classrooms, and schools to support a climate conducive of respect and dignity for all involved. The presentation will end with a discussion of how funding has been obtained to examine the problems of aggression in middle schools and with a brief description of a national study currently underway. The project is a multi-site, federally funded aggression reduction program that applies a prevention group model.

 

K#5 How People Change Unhealthy Behaviors

James O. Prochaska

Cancer Prevention Research Center, University of Rhode Island, ABD

A scientific revolution is occurring in the field of behavior change. This revolution involves a shift from an action paradigm to a stage paradigm in which changing health and mental health behaviors involves progressing through six stages of change: precontemplation, contemplation, preparation, action, maintenance and termination. Previously most research and treatment programs were action-oriented but less than 20% of people with unhealthy behaviors are prepared to take action. Action-oriented programs resulted in relatively low participation rates, high drop out rates and small impacts on populations with unhealthy behaviors. In the stage paradigm changing chronic behavior problems is seen as a process that unfolds over time and involves progress through the six stages. Precontemplation is the stage in which people are not intending to take action in the foreseeable future. People can be in this stage due to a lack of awareness that there is a problem, due to demoralization from past failures to change or due to defensiveness. In this stage the cons of changing and the cons of treatment are perceived as outweighing the benefits. Contemplation is the stage in which people are intending to take action in the next six months. But this stage can be characterized by profound ambivalence about the pros and cons of changing which can prevent progress. People in Preparation have a plan to act in the next months. Their number one concern is failure when they act. People in the Action stage have reached the change goal within the past six months and are at greatest risk of relapse. People in Maintenance have been at criterion for more than six months and do not have to work as hard as those in Action. Termination is an ideal goal characterized as total self-efficacy and zero temptation to return to the old behavior, but for some people it is a lifetime of Maintenance. The stage paradigm will be applied to five of the most important issues for interventions for high-risk populations: 1. Recruitment; 2. Retention; 3. Progress; 4. Process of Change; 5. Outcomes. Research from single and multiple behavior change programs will demonstrate how 80% of the population can be recruited to participate in behavior change programs, even when the vast majority are in the earliest stages of change. Similar research will show how the most important predictors of treatment dropouts can be solved through stage-matched interventions. Common principles for progressing across the stages of change will be presented from research on twelve different behaviors, including smoking, obesity, drug abuse, diet, exercise, and anti-social behavior. Research will also illustrate how ten change processes from very different theories of psychotherapy and behavior change be integrated within the stages of change. Practical applications of the stages, principles and processes of change will be illustrated with population based controlled clinical trials on single behaviors and multiple behaviors. Comparisons between counselor delivered and computer-delivered interventions will be described. Outcomes across eight population intervention trials will indicate how health psychology can help to produce unprecedented impacts on the major behavioral causes of chronic disease and premature death.

 

K#6 Depression: Bad Luck or Bad Genes? (The Role of Personality, Genes and Environmental Risk Factors in Major Depression)

Anne Farmer

Social, Genetic and Developmental Psychiatry Research Centre, Institute of Psychiatry, Kings College, İngiltere

Personality factors such as extraversion or neuroticism may influence the way individuals respond to environmental adversity that could lead, in turn, to the development of an episode of depression. For example, subjects with high rates of neuroticism, may view the world as particularly threatening and hostile, and consequently may be unable to satisfactorily resolve the problems caused by an adverse life event. Alternatively, some personality traits such as extraversion or sensation seeking be associated with risk taking and an attendant high rate of adverse events, i.e. a “hazard-prone” life style. The role of personality will be considered in relation to the genetic vulnerability to depression in a sib-pair design. Depressed probands, their nearest aged siblings, healthy control probands and their nearest aged siblings were compared for the rates of depression in the 2 groups of siblings, and the number of different types of life events experienced in a 12 month period by all four groups of subjects. In addition, the relationship between various measures of current mood, personality and life events will be discussed.

 

K#7 Siz, Biz: Gruplar Arası İlişkiler

Nuran Hortaçsu

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Bu sunuşta Toplumsal Kimlik Kuramı’nın bazı temel kavramlarından ve bu kuram çerçevesinde yürütülen azınlık-çoğunluk ilişkileri çalışmalarından kısaca söz edecek ve Türk ve Kürt üniversite öğrencileriyle yürüttüğüm bir çalışmanın sonuçlarını anlatacağım. Avrupa kökenli Toplumsal Kimlik Kuramı, birey, grup ve toplumsal çevre üçlüsüne, değişen bir bütünün parçaları olarak aynı derecede önem verir. Bu özelliğiyle, Toplumsal Kimlik Kuramı son 25 yıl içinde giderek güçlenmiş, ABD kökenli ve birey odaklı bilişsel sosyal psikoloji akımının karşısında daha ‘toplumsal’ bir seçenek olarak yerini almıştır. Egemenlik alanını giderek genişleten kuram, sosyal psikolojinin bir çok alanındaki geleneksel soruları kendi bakış açısından yeniden ele almıştır. Bu nedenle, mini kuramlar ülkesi olan sosyal psikoloji için birleştirici bir işlev yüklenmiştir. Kuram, kimlik konusuna odaklandığından, büyük kitlelerin yaşadığı kimlik arayışı ve değişimi sorunlarına ışık tutmaktadır. Bu nedenle, günümüz koşullarında güçlenmeyi sürdüreceğe benzemektedir. Yürüttüğüm çalışma, Toplumsal Kimlik Kuramının temel ögelerine ilişkin bazı ölçümler içermektedir. Bu ögeler kendini sınıflandırma, karşıt grupların (Türk ve Kürt) ayrıştığı boyutlar, grupla özdeşleşme, ve gruplararası ilişkilere değinen çeşitli yaklaşımlardır. Çalışma kısıtlı bir örneklem ve bütçeyle yürütülmüştür. Çalışmanın sonuçları şöyle özetlenebilir; İlk olarak iki grubu ayrıştıran iki boyut bulunmuştur. Bu gruplardan birincisi olumlu ahlaki özelliklerden, ikincisi ise düşük toplumsal konum ve feodal geçmişi çağrıştıran özelliklerden oluşmuştur. İkinci olarak Kürtler’in kendilerini Kürt olarak sınıflandırmalarıyla, TC vatandaşı ve insan olarak sınıflandırmaları arasında olumsuz ilişki görülmüştür. Türkler’in kendilerini Türk olarak sınıflandırmaları ile insan olarak sınıflandırmaları arasında ilişki bulunmamıştır. Başka bir deyişle Türkler kendilerini aynı derecede Türk ve insan olarak görebilmektedir. Kürtler ise kendilerini aynı anda Kürt ve insan olarak görememektedirler. Bu durum azınlıklar arasında sıklıkla görülmektedir. Çalışmadaki bir diğer sonuca göre Kürtler’in gruplarıyla özdeşleşmelerine ilişkin ölçümler üç gruba ayrılmıştır: a) Gruba bağlılık, değer ve yaşam biçimi açısından Türk’den ziyade Kürt’e benzeme, b) Olumlu ahlaki özellikler boyutunda kendini Kürt’lere benzer görme, c) Feodal geçmişi çağrıştıran özellikler boyutunda kendini Kürtler’e benzer (farklı) görme. Türklerde ise grupla özdeşleşmeyle ilgili ölçümler iki boyutta toplanmıştır. a) Gruba bağlılık ve değer ve yaşam biçimi açısından Kürt’den ziyade Türk’e benzeme, b) Olumlu ahlaki ve feodal geçmişi çağrıştıran özellikler boyutlarında kendini Türkler’e benzer görme. Başka bir deyişle Kürtler olumlu ve olumsuz boyutlarda etnik gruplarına benzemeyi ayrıştırmış, Türkler ise birleştirmiştir. Çalışmada dördüncü olarak Türk ve Kürtler’in Kürtler’in ayrılıkçılık, Türk toplumuna özümlenme ve Kürt ve Türk özelliklerini bütünleştirme yaklaşımları arasındaki ilişkilerde farklı örüntüler ortaya koymuştur. Kürtler için bütünleştirme yaklaşımları ayrılıkçılıkla olumlu, özümlenmeyle olumsuz ve anlamlı ilişkiler sergilemiştir. Türkler’den elde edilen bulgular ise bütünleştirme ile diğer iki yaklaşım arasında anlamlı ilişki sergilememiştir. Beşinci olarak Türkler’in, toplumun Kürtler’in varlığını yadsıdığını kabul etmeleri, onların Kürtler’in özümsenme, ayrılıkçılık ve bütünleşmelerine ilişkin yaklaşımlarının yordayıcısı olduğu görülmüştür. Kürtlerin varlığının yadsındığını düşünenlerin kendilerini etnik düzeyde sınıflamadıkları da görülmüştür. Başka bir deyişle, kendini Türk olarak gören, Türkiye’de Kürt’lüğün yadsınmakta olduğunu kabul etmemekte ve özümseme yanlısı olmaktadır. Altıncı olarak Kürtçe bilgisi ve etnik grupla özdeşleşme düzeyi Kürtlerin ayrılıkçı yaklaşımlarının belirleyicileri olarak ortaya çıkmıştır. Bireysel olarak ayrımcılıkla karşılaşmış olmak ise Kürtlerin bütünleştirme yaklaşımlarını olumsuz etkilemiştir. Son olarak Türk ve Kürtlerin çeşitli açılardan karşılaştırılmaları, Türklere kıyasla Kürtlerin gruplarıyla daha yüksek düzeyde özdeşleştiklerini, kendilerini karşı gruptan ziyade kendi gruplarına daha benzer gördüklerini, ayrılıkçı yaklaşımı daha fazla, bütünleştirme ve özümleme yaklaşımlarını ise daha az benimsediklerini göstermektedir. Ayrıca, Türklere kıyasla Kürtler, Kürt varlığının daha fazla yadsındığını belirtmişlerdir.

 

K#8 Orta Yaş Krizi ve Menapoz Dönemi

Rüveyde Bayraktar

Hacettepe Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Bu konferansta, menapoza ilişkin temel yaklaşımlar ile Türkiye’de ve farklı kültürlerde yapılan çalışmalar kısaca tartışılacaktır. Biyolojik ve tıbbi anlamda son adet kanaması olarak tanımlanan menapoz orta yaş dönemini yaşayan tüm kadınlar için evrensel bir olaydır. Yaş dönümü ya da klimakterik terimi ise menapoz öncesi, menapoz ve menapoz sonrası dönemi içeren, yaklaşık 25 yıllık bir süreçte ortaya çıkan hormonal, fiziksel ve duygu durumundaki değişmelerin geniş bir bileşimine karşılık olarak kullanılmaktadır. Menapoza ilişkin ilk çalışmalar, genellikle yoğun şikayetleri nedeniyle hastanelerin jinekoloji ve psikiyatri kliniklerine başvuran kadınlar üzerinde yapılmış ve bu araştırmalardan elde edilen bulgular menopoz dönemindeki tüm kadınlara genellenmiştir. Ancak, daha sonraları hastane kliniklerine paralel olarak alanda yapılan çalışmalar sonucu, menapoz yaşantısının evrenselliği reddedilmiş, bunun yerine psiko-sosyal ve kültürel bağlamın önemi üzerinde durulmuştur. Günümüzde gerçekleştirilen bu tür çalışmalar anılan psiko-sosyal ve kültürel bağlamın önemini gözler önüne sermektedir. Ancak tıbbi-biyolojik yaklaşımın menapozu açıklamasını ve olası etkilerini reddetmek hormon eksikliğine bağlı belirtilerin ve risklerin gözardı edilmesine yol açabilir. Bu noktadan hareketle, tıbbi-biyolojik ve psiko-sosyal bilim paradigmalarını biraraya getirerek birleştirici (integrative), daha olumlu bir bakış açısının kazanılması sağlanabilir. Burada vurgulanması gereken önemli nokta; ülkemizde, batıda ve diğer farklı kültürlerde yapılan bazı çalışmalarda menopozla ilişkilendirilen bir kısım belirtiler konusunda yönteme ilişkin sorunlar olduğudur. Anılan çalışmalarda sadece toplam belirti puanlarının ele alındığı, belirti boyutlarının (somatik, psikosomatik, psikolojik, vazomotor) ayrıştırılmadığı görülmektedir. Gerek kliniklerde, gerekse alanda yapılan çalışmalarda kullanılan ölçekler, araştırmanın yapıldığı kültüre özgü olup olmadığı tam olarak irdelenmeksizin uygulanmakta ve sadece toplam belirti puanlarına ilişkin genel sonuçlar elde edilmektedir. Oysa klimakterik döneme ilişkin olarak belirti boyutlarını ölçebilen, derecelendirilmiş (Likert) ve kültüre özgü standart ölçeklerin geliştirilmesine gereksinim vardır. Değişik kültürlerde yapılan çalışmalar hem kültürün kendi içinde hem de farklı kültürlerde menapozun yaşanması açısından büyük farklılıklar olduğunu ortaya koymuştur. Pek çok toplumda cinsellik, kadının toplumdaki rolleri, cinsiyete özgü stres ve yaşlanma gibi konular menapozun fiziksel ve sembolik anlamı ile yakından ilgilidir. Doğu ve batı kültüründeki kadınları karşılaştıran çalışmalar, doğudaki kadınların menapozu doğal gelişimsel bir süreç olarak gördüklerini ve Batıdaki yaşıtlarına göre yaşamın bu dönemini daha olumlu değerlendirdiklerini göstermiştir. Sosyal statünün yaşla birlikte arttığı toplumlarda, kadınların klimakterik döneme ilişkin olumsuz belirtileri daha az yaşadıkları görülmüştür. Ayrıca, menapoza ilişkin kültürlerarası çalışmalar, Avrupalı ve Amerikalı kadınların menopoza ilişkin daha fazla şikayetleri olduğunu ve sağlık kuruluşlarına daha fazla başvurarak hormon tedavisi aldıklarını göstermiştir. Bunun yanısıra, kentte ve kırsal kesimde yaptığımız paralel çalışmalardan elde edilen sonuçlar, menapoz yaşantısının anlaşılması açısından her kültürün kendi içinde de sosyo-ekonomik düzey farklılıkları gösterebileceği görüşüne önemli ölçüde destek sağlamaktadır. Ülkemizde ileride bu konuda yapılacak olan çalışmalarda, hem kentte hem de kırsal kesimde geliştirdiğimiz geçerli ve güvenilir bir ölçme aracı olduğu saptanan Belirti Tarama Listesi’nin kullanılmasının ve söz konusu döneme ilişkin belirtilerle ilişkili olabilecek çok sayıda değişkenin birarada ele alınmasının yararlı olabileceği düşünülmektedir. Ancak bu tür çalışmalar sonucunda klimakterik dönem boyunca meydana gelen biyolojik, psikolojik ve sosyal değişiklikler ve orta yaş dönemindeki bireylerin gelişim süreci tam olarak değerlendirilebilir.

 

K#9 Afetlerle Başa Çıkma: İnsan, Toplum ve Katılım

A. Nuray Karancı

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Afetlerle başa çıkma kavramı içerisinde afet zararlarını azaltmak/hazırlıklı olmak ve afet sonrası oluşan durumlarda neler yapılması gerektiği yer almaktadır. Psikoloji disiplini daha çok afetler sonrası, özellikle duygusal ve davranışsal sorunların neler olduğu ve bunları azaltmanın yolları üzerinde durmaktaysa da zarar azaltma/hazırlıklı olmak da afet yönetiminde önemli kavramlardır. Psikoloji disiplinin bireysel ve toplumsal düzeyde bu konulara verebileceği önemli katkıları olabilir. Ülkemizi en fazla etkileyen doğal afet türü depremlerdir ve 1999 Marmara depremi sonrası psikologlar bu konuda önemli çalışmalar yürütmüşlerdir. Marmara depremi Türkiye’de psikologlar için yoğun bir bilinçlenme olanağı yaratmıştır. Travma tepkileri, bunları yordayan değişkenler, bireyleri incinebilir ve koruyabilir kılan faktörler ve deprem yaşayanlara psikolojik destek çalışmaları yaygın olarak yürütülmüştür. Konuşmamda araştırma ekibimizle 1992 Erzincan depremi ile başlayan doğal afet çalışmalarımızın önemli bulgularını sunmak ve bu bulguları afet yönetimi evreleri ile ilişkilendirmeyi amaçlamaktayım. Deprem sonrası yaygın olarak gözlenen kaygı, karamsarlık, yineleyen deprem görüntüleri, öfke, somatik belirtiler gibi tepkilerin kadınlarda daha fazla olduğunu ve bireysel bazı özelliklerin bu tepkileri yordadığı 1992 Erzincan, 1995 Dinar ve 1999 Marmara depremleri sonrası yürüttüğümüz çalışmalarda tutarlı olarak karşılaştığımız bulgulardır. Sorunlarla başa çıkma yolları ve kontrol algısı bireysel değişkenler arasında önemli yer tutmaktadırlar. Korku bireysel düzeyde rahatsızlık veren bir duygu olmakla birlikte, hazırlıklı olmak ile en anlamlı ilişkisi olan bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Afetlerle başa çıkmada bireyden aileye, aileden yerel topluma, yerel toplumdan merkezi idareye doğru bir zincir oluşturulması gerekmektedir. Risklerin belirlenmesi ve zarar azaltma çalışmaları tüm bu kesimlerde bilinçlenme ve örgütlenme ile mümkün olabilmektedir. Bunu sağlamak amacı ile 1998’de Bursa’da yürüttüğümüz afetlere hazırlıklı olmak için halk katılımı çalışmaları bize yerel katılım ve sahiplenmenin önemini ve zorluklarını göstermiştir. Bu zorlukların en önemlileri bireysel, toplumsal ve kurumsal hafızanın oldukça zayıf olması, afet sorunları ile ilgilenen çok farklı kuruluş arasında eşgüdüm eksikliği ve afet yönetiminin yukarıdan aşağıya bir örgütlenme içerisinde olması olarak belirmektedir. Marmara depreminin ve 1998 Bursa çalışmalarımız ışığında Çankırı’da tüm olası doğal afetleri kapsayan (deprem, heyelan, sel) çalışmamız ve bulgularımız bize yerel katılımın sağlanmasında sahiplenme ve risk algısının önemini göstermiştir. Tüm bulgularımız bize afetlerle başa çıkmada afetlerin farklı evrelerini göz önünde tutmanın ve bireylerden başlayarak toplumun her kesiminin katılımını sağlayacak çok disiplinli bir yaklaşımın etkili ve sürdürülebilir bir başa çıkma modeli sağlayabileceğini göstermiştir.

 

K#10 Felsefe-Psikoloji İlişkisi Bağlamında Felsefeler, Felsefeciler ve Felsefe Okulları

Yaman Örs

Ankara Üniversitesi, Deontoloji Anabilim Dalı

Ege kıyılarında 2500 yıl önceleri ortaya çıkmış, “akademik” olarak nitelendirebileceğimiz türden felsefe etkinliğinin evrimi boyunca ve bizim buradaki bağlamımız açısından genelde şunu görüyoruz: Bu evrim içinde ortaya çıkmış olan felsefeciler, ister bilim(ler) ve sanat(lar) gibi uğraş alanları, ister insan tutum ve davranışlarının ahlaki yönleri ile siyasal yaşam gibi değer alanları, isterse günlük yaşam ya da eğitimdeki gibi insan ilişkilerinin yoğun yaşandığı alanlar olsun, bellibaşlı her türlü insan etkinliği üzerine konuşma ve bu etkinlikleri yürütenleri eleştirme hakkını kendilerinde bulmuşlardır. Ancak bunun yanında onların ortaya koydukları düşüncelerin, görüşlerin, savların, yargıların, başka alanların ya da akademik uğraşların kişileri ya da genelde toplum tarafından, benzeri bir “hakla” eleştirel biçimde ele alınması genelde pek söz konusu olmamıştır diyebiliriz. Ayrıca öyle görünüyor ki bu durum, gerek felsefe çevreleri ile öteki akademik alanların ve uğraşların çevrelerinde, gerekse genel olarak toplumda kabul edilegelmiş, ilkece sorgulanmamıştır. Yukarıda belirtilenlerin özellikle akademik ve yöntembilgisel düzeydeki mantıksal sonuçlarından biri şu olacaktır: Onlardan, matematiğin, fiziğin, canlılık bilimlerinin, tıbbın, tekniğin/teknolojinin, müziğin, görsel sanatların vb. “felsefelerinin” olabilmesine karşılık, felsefenin, ister temel bilim anlamında, isterse kapsamlı olarak genelde akademik alanlar anlamında olsun, en başta bilimler açısından irdelenmesinin söz konusu olmadığı gibi bir çıkarım yapılabilir. Bu bağlamda tarih alanını bunun dışında tutabiliriz, çünkü bir Felsefe Tarihi hep olagelmiştir. Oysa, kuşkusuz çok daha yakın zamanlar için söz konusu olsa da, örneğin Felsefenin Toplumbilimi gibi bir alandan ya da bir Felsefe Sosyolojisinden söz edebilir miyiz? Buradaki bağlamımız açısından ve her durumda, üzerinde yerine göre kitap kapsamında çalışmalar yapılmış olsa da, akademik bir alan olarak geliştirilmiş bir “Felsefe Psikolojisi” (ve “Psikiyatrisi”), bildiğimiz ölçüde henüz ortada yoktur. Oysa böyle bir alanda, örneğin Sanat Psikolojisinde olduğu gibi, felsefe alanında ortaya konan ürünlerle onları üreten kişiler olarak felsefeciler arasındaki ilişki, psikoloji açısından şu ya da bu ölçüde açıklığa kavuşturulabilir. Bu alan, yine belki sanatın psikolojisinde olduğu biçimde etkinliğin evrimi içinde ortaya çıkmış değişik akımların/okulların birer küme oluşturan temsilcilerinin kişilikleri, demek oluyor ki ruhsal özellikleri, eğilimleri, değer yargıları, zihinsel ya da ussal yetenekleri vb. arasında bulunduğunu düşünebileceğimiz bağlantıları ortaya koyabilir. Daha açık bir anlatımla söz konusu etkinlik, bir yandan felsefe etkinliğinde neden pek çok yaklaşımın ve onu gerçekleştirme biçiminin, bir başka anlatımla çok değişik “felsefelerin” ortaya çıktığını/çıkabildiğini; öte yandan belli okullara bağlı felsefecilerin neden belli türden ürünler verdiklerini bize psikoloji biliminin yetkinlik sınırları içinde gösterebilir. Buradaki bağlamımızda, çağımızda Mantıkçı Empirisizmin en önde gelen temsilcilerinden ve Bilimsel Felsefenin en başta gelen kurucularından olan Hans Reichenbach’ın bu konuda dikkatimizi çektiği noktalardan yola çıkarak, onun yapmış olduğu gibi, akademik felsefenin doğuşundan beri var olagelmiş iki temel felsefe akımı olarak Usçuluk ya da Ussalcılık (“Rasyonalizm”) ile Duyusalcılık (“Empirisizm”) ya da Olguculuk karşılaştırılacak; özellikle de bunlardan birincisinin temsilcilerinin “psikolojileri” ile ürünleri arasında en önde gelen bağlar tartışılacaktır. Sunuştan çıkarılabilecek akademik ve yöntembilgisel bir sonuç, felsefe okulları ya da değişik felsefelerle onların içinde yer alan felsefeciler arasında “teke tek” diyebileceğimiz bir bağlantının bulunacağını beklemememiz gerektiğidir. Bir başka anlatımla, ussalcı felsefeciler arasında, yaklaşımlarının ve ürünlerinin içinde empirisist öğelerin olduğunu gözlediklerimiz vardır; belki daha büyük bir sıklıkla da, empirisistler içinde şu ya da bu ölçüde ussalcı eğilimler gösterenler bulunmaktadır. Burada söz konusu olabilecek etik/ahlaki sonuçlardan biri ise, alanlarında hiç değişmez türden kişiler olmayacaklarsa, felsefecilerin kendilerini burada sözü edilen yönden incelemeleri konusunda önemli bir sorumluluklarının bulunduğunu anlamalarıdır. Ancak bu kongrenin bağlamında kanımca daha da önemli olan nokta, felsefe etkinliğine ilgi duyan/duyabilecek psikologların bu konuya eğilme konusunda akademik/bilimsel, uğraşsal ve toplumsal bir sorumluluklarının olduğudur. Buradaki önem en başta, felsefecilerin tarih boyunca insan toplumları üzerinde, olumlu, olumsuz öylesine büyük etkilerde bulunmuş olmalarından kaynaklanmaktadır.

 

K#11 Genes and Abnormal Behaviour

Peter McGuffin

Social, Genetic and Developmental Psychiatry Research Centre, Institute of Psychiatry, Kings College, İngiltere

The most consistent genetic findings about individual differences in human behaviour come from quantitative genetic research such as twin and adoption studies. These converge on the conclusion that genetic factors make a significant and substantial contribution to variation in almost all behavioural domains. The most intensively studies domains have been personality, cognitive ability and psychopathology. There are two striking findings, the first is that nearly all behaviours show moderate to high heritability, in general somewhat greater then that for many common physical diseases. Second, although the environment plays a role this tends to be of the none-shared type. That is environmental factors tend to make people different from rather than similar to their relatives. However quantitative genetic approaches can no longer be seen as end in themselves. The next stage is to fully utilise the information and techniques derived from the human-genome project to find and identify genes involved in behaviour. Progress so far in identifying genes has been mixed and this because most common behaviours are likely to involve multiple genes of small effect. Nevertheless, even genes of small effect are likely to be identified in the foreseeable future. Ultimately understanding the mechanisms involved in gene action will require a combination of strategies that will include molecular level research, functional genomics, and studies of effects of genes on whole organisms, behavioural genomics.

 

K#12 Bende Bir Ben Var Ailemden İçeri: Türkiye’de Ailevi Ben Araştırmaları

Güler Okman Fişek

Boğaziçi Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Bu sunuşun amacı, kültürümüzde aile bağlamında gelişen benlik örüntüleri ile ilgili bazı hipotezleri, bunları yerleştirebileceğimiz kuramsal bir çerçeveyi ve bu düşünceleri sınayan bazı araştırmaları paylaşmak ve tartışmaktır. Bu amaçla önce, Minuchin'in Yapısal Aile Sistemi Kuramının bizim kültürümüzde sınanması ele alınacaktır. Varolan aile kuramları arasında ampirik sınamaya en yatkın olan bu yaklaşımın artı ve eksileri bir araştırma bulguları ışığında tartışılacaktır Batı kaynaklı bir kurama göre irdelenen Türk aile yapısının farklarını, kurama ekler yaparak açıklanabilirliği ele alıncaktır. İkinci olarak, bu araştırmadan ortaya çıkan aile portresini ve Türkiye'de gelenekten gelen "prototipik" aile yapısını, kültürler arası bir çerçeveye yerleştiren Çok Düzeyli Bağlamsal Sistem Analizi şeması ele alınacaktır. Bu analizin içerdiği sistem parametreleri olan organizasyon yapısı ve ilişkisel tarz kavramları, toplum, aile ve bireyden oluşan farklı bağlamsal düzeylere tutarlı bir şekilde yansır. Bu parametrelerin aile düzeyindeki yansımaları da farklı benlik yapıları ile tutarlı bir ilişki gösterir. Bu ilişki kuramsal olarak irdelenecek ve bazı hipotezler öne sürülecektir. Son olarak, öngörülen benlik örüntüsüne uygun bir benlik kuramı olan Roland'ın ailevi benlik kavramı kısaca anlatılacak ve bu kuramı sınayan bazı araştırma bulguları ele alınacaktır.

 

K#13 Sivil Toplum Söylemleri: Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları Üzerine Bir Araştırma

Bahattin Akşit

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü

Son 150-200 yıl boyunca devlet-siyasal yapılar, pazar-iktisadi yapılar ve haneler-aileler-bireyler yeniden oluşup inşaa edilerek birbirlerinden farklılaşıp ayrılmışlardır. Bu üç ayrı dünyayı bir arada tutmak üzere cemaatten vatandaşlara ve onların örgütlenmiş ilişkiler dünyası olan sivil topluma doğru dönüşen bir dördüncü dünya inşaa edilmiştir. Bu dört dünyanın inşaa edilme süreçlerini ve ortaya çıkan yapılanmaları anlamak ve açıklamak üzere de siyaset bilimi, iktisat, psikoloji ve sosyoloji disiplinleri olarak örgütlenen sosyal bilimler geliştirilmiştir. Bu dört dünyanın inşaa edilmesi veya kuruluşunda farklı düzeylerdeki söylemler etkin olmaktadır. En soyut düzeyde bilimsel, kuramsal veya felsefi söylemler vardır. Onun bir altında eğitim kurumları yoluyla kişilerin benliklerine nakşedilen siyasal-toplumsal ideolojiler vardır. Bunun bir altında günlük hayatta aktörlerin birbirlerini ikna etmek ve etkileşmek üzere kullandıkları söylemler vardır. Bunun bir altında sorulduğu zaman zorlukla ifade edilebilen günlük hayatın yaşanmasını örgütleyen pratik söylemler vardır. Bunun bir altında da bilinçsizce uygulanan veya bilinçaltından eylemleri oluşturan söylemler vardır. Bu konuşmada ilk üç düzeydeki söylemler, sosyologların ve siyaset bilimcilerin daha çok ilgilendikleri söylemler olarak ele alınacaktır. Son iki düzeydeki söylemlerin ise sosyal ve klinik psikologların ele aldıkları söylemler olduğunu düşünüyorum. Bu konuşmada birinci olarak katılmaya çalıştığımız Avrupa’daki kuramsal-felsefi sivil toplum söylemlerinin gelişimi kısaca ele alınıp özetlenecektir. İkinci olarak, Türkiye’deki kuramsal sivil toplum söylemleri özetlenecektir. Üçüncü olarak, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları yönetici ve üyelerinin sivil topluma ilişkin söylemleri son iki yıldır yapmakta olduğumuz bir araştırmaya dayanarak ortaya konmaya çalışılacaktır. YÖK-TÜBA-TÜBİTAK ve ODTÜ Araştırma Fonu Projeleri tarafından desteklenen ve 10 ilde (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, İzmit, Adapazarı, Yalova, Düzce ve Bolu) yürütülen araştırma projesinde 75 STK’nın yöneticileri ile 135 derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiş ve 39 STK’nın yaklaşık 900 üyesine anket uygulaması yapılmıştır. Ayrıca, çeşitli kamu kuruluşlarından 10 yetkili ile derinlemesine mülakatlar gerçekleştirilmiştir. Niceliksel ve niteliksel analizleri sürmekte olan bu verilerden devlet-STK ilişkileri, STK’ların kendi aralarındaki ilişkiler, STK üye ve yöneticilerinin Türkiye’deki sivil toplum oluşumuna ve STK’lara yaklaşımları ile ilgili söylemlerden bazıları dinleyicilere sunulacaktır.

 

K#14 Doğu-Batı Kavşağında Benlik: Dengeli Ayrışma-Bütünleşme Modeli

E. Olcay İmamoğlu

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

 

Bu sunuşta önce psikolojinin en eski ve önemli konularından olan benliğin, psikoloji içinde nasıl anlaşılageldiğinin kültür ile olan yakın ilişkisine; ve Doğu - Batı kültürlerinde genellikle gözlenen farklı benlik kurgularına değinmeyi; ardından Dengeli Ayrışma – Bütünleşme (DAB) modelimin gelişme öyküsünden ve ilgili çalışmalarımızdan söz etmeyi amaçlıyorum. Bu doğrultuda, psikoloji alanında genellikle, bağımsız, özerk, ayrışmış, ilişkili olmaya karşıt kabul edilen bireyci bir benlik anlayışının yaygın olduğunu ve değerli kabul edildiğini söyleyebiliriz. Ancak psikolojinin kuruluşundan günümüze değin gelen bu bakış açısının bilhassa 1970’lerden bu yana sorgulanmaya başladığını; bu sorgulamada özellikle (a)kültürler-arası yaklaşımların ve (b)toplumsal cinsiyet konusundaki çalışmaların önemli rol oynadığını gözlüyoruz. Bu çalışmalar, Batı’dan ve erkeklerden farklı olarak, Doğu kültürlerinde ve kadınlar arasında daha ilişkisel, toplulukçu, karşılıklı bağımlılığa dayalı (bağlantılı) gibi terimlerle ifade edilen farklı bir benlik kurgusunun yaygınlığını; dolayısıyla, “bağımsız birey” anlayışının evrensel bir ideal değil, kültürel bir kurgu olduğunu vurgulamaya başladı. Böylece psikolojide her sağlıklı yetişkin için bağımsız olmayı öngören tek kutuplu benlik anlayışından çift-kutuplu bireyci/bağımsız – toplulukçu/bağıntılı/ilişkisel şeklinde kültürler-arası benlik anlayışına yöneliş oldu. Bundan sonraki gelişmeleri kendi akademik çalışmalarımızdan örnekleyerek ele almaya çalışacağım. Psikolojide benliğin kurgulanmasıyla ilgili kültürel yanlılığı aktif olarak kavrayışım, 1970’lerin sonları ile 1980’lerin başlarına, çocuğun sosyalleşmesi konusunda çalıştığım yıllara rastlar. Psikolojideki benlik anlayışı, ülkemizde farklı sosyo-ekonomik-düzeylerden (SED) elde ettiğim araştırma bulgularını açıklamakta yetersiz kalıyordu. Bu çalışmalar sonunda, insan gelişiminin bağımsızlık değil, karşılıklı bağımlılık modeli çerçevesinde ele alınması gerektiği; ülkemizdeki değişimin Batı’da gözlenen “kopuk bağımsızlık”tan farklı olarak hem bağımsız hem de ilişkili olmayı içeren, “etkin-bağlantılı” (“agentic interdependence”) benlik gelişimi yönünde olduğu; dolayısıyla, ilişkili olmakla yetkinlik anlamındaki bağımsızlığın birbirine zıt değil, birarada varolabilen kavramlar olduğu sonuçlarına vardım. İzleyen yıllarda üzerinde çalıştığım DAB modeli ve ölçeğini bu temel anlayıştan hareketle geliştirdim. Bu doğrultuda, ülkemiz de dahil olmak üzere değişik kültür veya ortamlarda gözlenen veya gözlenebilecek olan farklı benlik tiplerini aynı kavramsal çerçevede kapsayabilmeyi; ve sistematik olarak inceleyebilmeyi önemli bir araştırma konusu olarak gördüm. Nitekim, başka Türk psikologlarının da destekleyici araştırmalarının olması konunun ülkemiz açısından önemine işaret etmektedir. DAB modeline dayalı ölçek geliştirme çalışması sonucunda beklendiği gibi iki temel boyut elde edilmiştir. Bunlardan İnsanlararası İlişki Yönelimi, kişilerin kendilerini aileleriyle ve diğer insanlarla ne derece “ilişkili” veya “kopuk” hissettikleri; Öz-Gelişim Yönelimi ise kişisel gelişme açısından ne derece “normatif kalıplaşma” veya “kendileşme” eğiliminde oldukları ile ilgilidir. Bu iki boyutta elde edilebilecek düşük veya yüksek puanlara göre temelde dört farklı benlik tipi öngörülmektedir. Ancak ayrışmacı öz-gelişim yönelimi (kendileşme) ile bütünleşmeci insanlararası ilişki yöneliminin (ilişkili olmak) birbirini tamamlayıcı nitelikte temel gereksinimler olduğu varsayımından hareketle, bu iki yönelimin dengelenmesiyle oluşan “ilişkili kendileşme”nin psikolojik olarak optimal benlik tipini oluşturduğu savı öne sürülmektedir. DAB ölçeği çeşitli araştırmalarda, farklı kültür (Türk, Amerikalı, Kanadalı), yaş, cinsiyet, ve SED gruplarından oluşan toplam 3500’den fazla kişiye uygulanmıştır. İlgili araştırma bulgularından hareketle, önce kendileşme ve ilişkili olma yönelimlerinin ne gibi değişkenlerle bağlantılı olduğuna; dolayısıyla farklı benlik tiplerinin psikolojik özelliklerine değineceğim. Ardından sözkonusu benlik yönelimlerinin farklı kültür ve SED ortamlarındaki ebeveyn uygulamalarıyla ve psikolojik sağlık (“well-being”) ile nasıl bağlantılı olduğundan bahsedecek; ve nihayet bulguların gerek psikoloji içinde kurgulanan benlik tipi, gerekse ülkemizde gözlenen değişim açısından implikasyonları üzerinde durmaya çalışacağım.

 

K#15 Ülkemizdeki İş Kazalarının Eksik Boyutu

Alp Esin

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Makina Mühendisliği Bölümü

İş hacmi açısından bakıldığında, ülkemiz meslek hastalıkları ve iş kazaları açısından kötü sayılacak bir konumdadır. Yurdumuzda sigortalı olarak çalışan işçi sayısının gerçeğin çok altında olduğu ve sigortasız işçilerin çoğunluğunun meslek hastalıkları ve iş kazası olasılığının en yüksek olduğu tarım, madencilik ve inşaat gibi alanlarda çalıştığı göz önüne alındığında, durumun kağıt üzerindekinden çok daha ciddi olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. İş kazalarında, “dikkat” ve “uyarma” birer önlem olarak algılanmakta ve hukuksal savunmaya dayanak olarak kullanılmaktadır. Oysa, her iki konu da işverenlerce gerektiği gibi anlaşılmamıştır. Yanlış anlama, yorum ve eksik bilgi, her yıl çok sayıda işçinin hayatını yitirmesine, işgöremez duruma gelmesine veya yaralanmasına ve hastalanmasına neden olmaktadır. İleri ülkelerdeki uygulamalardan yapılan uyarlamaların yetersizliğinin de, ortaya çıkan sonuçta yadsınamaz payı vardır. İş güvenliğine ilişkin uygulamaların etki ve önleme derecesinin, hedef kitlenin tutum, davranış ve inançları ile bağımlı olduğu herkesce kabul edilmiştir. Elde edilecek sonuçların verimi ve etkenliğinin psikolojinin uzmanlık dalına girmesine karşın, bu alandaki çalışmalara gereken önem yurdumuzda verilmemektedir. Ülkemizdeki uygulamaların, ileri ülkedekiler gibi uzmanlarca ele alınmamış ve üzerinde çalışmalar yapılmamış olması, iş kazalarının eksik boyutudur. Bu bildiride, yazarın yıllardır iş kazalarına bilirkişilik yapmaktan edindiği birikimin ışığında, dikkat ve uyarı konusundaki yanlış anlamalar ve yorumlar ele alınarak, hedef kitleler açısından ülkemizde yapılması gereken çalışmalar tartışılmaktadır.

K#16 Madde Bağımlılığının Tedavisinde Kısa Psikoterapötik Yaklaşımlar

Kültegin Ögel

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Alkol Madde Araştırma ve Tedavi Merkezi

Madde kullanımı ve bağımlılığı geçtiğimiz yüzyılda önemli sorunlar yarattı. Bunun karşısında tedavi kurumları doğdu ve sorunun karmaşıklığı ve çözümsüzlüğü geçen yıllar içinde farklı tedavi ve yaklaşımların üretilmesine yolaçtı. Bağımlılığın tamamen düzelmesi en önemli hedef olarak seçilmişti ilk başlarda. Madde kullananların kullandıkları maddeden kurtulmak için herşeyi yapacakları inancıydı çalışanlara “bırakma (abstinans)”yı hedefleten. Ancak kullanıcıların beklenen kadar istekli ve inançlı olmamaları, uzun ve karmaşık tedavi yöntemlerini gündeme getirdi. Döneme damgasını vuran ekollerin de bu tür tedavi yöntemlerinin seçimine katkısı da önemli düzeyde oldu. Toplumsal değişimler zaman içinde tedavi yöntemleri konusunda görüşleri ve inançları da değiştirdi. Bu değişime neden olan üç önemli etkenden söz edebiliriz. Ekonomik değerlerin öncelik kazanması uzun süreli tedavi yöntemlerinin değiştirilmesi için birinci önemli baskı etkeni olmuştur diyebiliriz. Maliyet, etkinlik gibi kavramla bu konuda çalışanları daha kısa yöntemleri seçmesi için zorladı ya da cesaretlendirdi. İkinci önemli etken ise yeni psikolojik yaklaşımların ve ekollerin doğması ve bunların daha hızlı ve pragmatik çözümler sunmasıydı. Tüm bu yeni yaklaşımlar hızlı bir şekilde madde kullanım bozuklukları alanında kendilerine yer buldu. Ama bunlardan çok daha ciddi bir etken ise kullanıcıların önemli bir kısmının aslında tamamen bırakmaya o kadar da gönüllü olmamaları ve tedavi programlarının içinde yer almak istememeleriydi. Sonuç olarak daha pragmatik, daha humanistik yöntemler içeren kısa psikoterapik yaklaşımlar önem kazandı. Hangi durumlarda kısa psikoterapik yaklaşımlar etkili olmaktadır? Kısa psikoterapik yaklaşımların hafif-orta düzeyde alkol ya da madde kullananlarda, erkeklerde, komorbidite yoksa, eğitim düzeyi yüksek olanlarda daha etkin bulunmuştur. Kısa girişimin yararları arasında maliyetinin düşük, eğitiminin kolay olması, uzun süreli tedaviler için bekleme süresini kısaltması, genel pratikte kullanılabilmesi hiç özelleşmiş tedavi kurumları ile karşılaşmayanlara ulaşılabilmesi ve tedavi arayışını hızlandırması sayılabilir. Kısa psikoteraptik yaklaşımlar bilgilendirme, kısa danışmanlık, motivasyon kazandırma ve değişmeye yöneltmeyi içerir. Çok farklı kısa psikoterapatik yaklaşımlar içinde bu konuşmada etkinliği gösterilmiş olan yöntemlerden söz edilecektir. Bu yöntemlerin en az diğer yöntemler kadar etkin olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir. Kişi madde bırakmayı istemese bile çok basit girişimlerle madde kullanımında %30’a varan düşüşler olması bu yaklaşımların kullanım yaygınlığını artırmıştır. Aslında böylece kişinin ruhsal, bedensel gördüğü zararlar azalmakta, toplumsal etkiler alt düzeylere düşmektedir. Kısa psikoteraptik yaklaşımlar kolaylıkla öğrenilebilir olmakla birlikte temel psikoterapi bilgisi ve becerisini de gerektirir. Bu yöntemler diğer yöntemleri dışlamadığı için birlikte kullanılmasında önemli bir sakınca yoktur. Hatta kısa yaklaşımların önemli bir bölümü diğer yöntemlerle beraber kullanıldığı zaman etkinliği de artmaktadır. Bildiğimiz yolların dışında, kısa yolları da öğrenmek gerek. Birgün lazım olabilir...

 

K#17 Bağlanma Kuramının Farklı Alanlara Etkileri ve Kültürlerarası Geçerliği

Nebi Sümer

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Duygusal ve sosyal gelişim alanında en köklü yaklaşımlardan biri olan bağlanma kuramı, gelişim psikolojisinin sınırları dışına taşarak, başta sosyal ve klinik psikoloji alanları olmak üzere psikolojinin çoğu alanında yaygın olarak çalışılmaya başlanmıştır. Bowlby’nin “beşikten mezara kadar süren” duygusal bir bağ olarak tanımladığı bağlanmadaki bireysel farklılıklar, hem çocuklarda hem de yetişkinlerde genellikle Ainsworth ve arkadaşlarının üçlü gruplandırması (güvenli, kaygılı-kararsız ve kaçınan) ya da Bartholomew ve arkadaşlarının dörtlü sınıflandırması (güvenli, saplantılı, kaçınan ve korkulu) temelinde incelenmektedir. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, geçmiş araştırmalar, “yakın ilişkilere yönelik yaşanan kaygı” ve “başkalarından ve yakınlıktan kaçınma” düzeylerinin bağlanma örüntüsünü tanımlayan iki temel boyut olduğunu göstermektedir. Bu konferansta, anılan temel boyutlar kapsamında son yıllarda ortaya atılan kuramsal yaklaşımlar ve bu doğrultuda elde edilen görgül bulgular kısaca özetlenmektedir. Bu kapsamda, bağlanma araştırmalarının farklı alt alanlara (sosyal, gelişim ve klinik) olan etkileri ve Türkiye’de yürütülen ilgili çalışmaların bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Bağlanma alanındaki çalışmaların özellikle yakın ilişkilerde (anne-çocuk, evlilik, romantik ve her türden yakın ilişkiler) yaşanan süreçler ve çocuk ve yetişkinlerde psikopatolojinin kaynağı konularında yoğunlaştığı gözlenmektedir. Bu konulardaki son bulgulara özellikle ağırlık verilecek ve bunların doğurguları tartışılacaktır. Son yıllarda çocuklar ve yetişkinler üzerine yapılan çok örneklemli ve çok kültürü içine alan çalışmalar, bağlanmanın bazı temel sayıltılarının (örneğin, güvenli bağlanmanın norm olması) neredeyse evrensel bir destekle doğrulandığını gösterirken, bazı sayıltılarının (örneğin, duyarlılık ve yetkinlik) kültürlerarası geçerliği konusunda ciddi sınırlılıklar ve kuşkular olduğunu ortaya çıkartmıştır. Bu konferansın son bölümünde kültürlerarası çalışmalara değinilmekte ve kültürümüzün bu bağlamda yeri irdelenmektedir. Başta kültürümüze özgü çocuk yetiştirme stilleri olmak üzere, kültürümüzde yaygın olarak gözlenen çocuk bakım ve yetiştirme geleneklerinin bağlanma açısından bir değerlendirmesi yapılacaktır. Özelikle “aşırı koruma” ve “tutarsız bakım” gibi Türk anne babaları arasında yaygın olduğuna inanılan çocuk yetiştirme tutum ve davranışlarının bağlanma açısından bir değerlendirilmesinin yapılması amaçlanmaktadır.

 

K#18 The Reciprocal Effect of Science and Practice on the Development of Goal Setting Theory

Gary Latham

University of Toronto, Kanada

The interdependent effects of science and practice as well as laboratory and field experiments are reviewed in regard to the development of goal setting theory. The excitement and frustrations of more than a quarter of a century of programmatic research to resolve controversies are explained. Specifically, Erez’s findings regarding assigned vs participative goal setting, Kanfer’s findings of abstract do best vs specific goals, and Dweck’s work on goal orientation vs goal setting are explored and explained through empirical research.