The Martian Eleştirisi
Bu yazı ilk olarak ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu'nun (ODTÜ AAT) gokyuzu.org web sayfasında yayınlanmıştır.
Yazı, filmin olay örgüsünden bahsetmekten kaçınsa da bahsi geçen detaylar “spoiler” olarak değerlendirilebileceği için yazıyı okurken dikkatli olmanızı öneririz…
Şanslı bir dönemdeyiz ki yılda bir de olsa kaliteli uzay bilim kurgu filmi dünya çapında ses getiriyor. 2013’te Gravity, 2014’te Interstellar derken 2 Ekim’de The Martian (Marslı) filmi vizyona girdi. Biz de ODTÜ AAT olarak bu fırsatı kaçırmadık, filmi topluca izledik.
The Martian, Andy Weir’in 2011’de çıkan bilimsel bilim kurgu romanının film adaptasyonu. Yönetmen Ridley Scott, Alien ve Blade Runner gibi kült bilim kurgu filmleriyle biliniyor. Er Ryan’ı Kurtarmak filminde kurtarılmaya çalışılan Matt Damon ise bu sefer Mars’ta kurtarılmayı bekleyen astronot Mark Watney’i canlandırıyor.
İnsanlı Ares III görevi başarıyla Mars’a ulaşmış, altı kişilik ekip 30 Mars günü olarak planlanan görevlerine son hızla devam etmektedirler, ta ki şiddetli bir fırtına görevlerini yarıda kesene kadar. Dünya’ya acil geri dönüş işlemleri sırasında Mark Watney bir kaza geçirir ve öldü zannedildiği için dönüş yolculuğu onsuz başlar. Fakat Watney yaşıyordur…
Watney ayıldığında kendini yabancı bir gezegende tek başına bulur. Geride bırakılan laboratuvarda yaşamını devam ettirmeli ve iletişiminin sıfır olduğu Dünya’ya kendini fark ettirip bir sonraki Mars görevine kadar hayatta kalmalıdır…
The Martian kitabını -ne yazık ki- daha okuyamadığım için film-kitap karşılaştırması yapamıyorum, yine de filmin kitaptan bağımsız olarak izlemeye değer bir uzay filmi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Filmde mermilerin havada uçuştuğu, adrenalinin tepe yaptığı tipik bir Hollywood filmi kadar aksiyon olmasa da dozunda heyecan ve nefes kesen Mars görüntüleri var, yetmez mi?
Filmi izlerken dikkatimi en çok verdiğim konu, filmin bilimsel gerçekçiliğinin ne düzeyde olduğuydu. Geçen yılki Interstellar filminin bu yönünün çok tartışıldığını eminim hatırlarsınız. The Martian’ın kitabı da bilimsel olarak olabildiğince gerçekçi olmasıyla biliniyor. Film ise NASA’nın bilimsel desteğiyle çekilmiş ve tek tük sapmalar dışında bilimsel anlamda oldukça gerçekçi olmuş.
İlk merak ettiğim şey, filmin tam olarak hangi zamanda geçtiğiydi. Son 60 yıldır insanlı Mars görevleri hep 15-20 yıl sonrasına tarihlendirilse de (neyse ki NASA’nın bu seferki planları umut vaat ediyor) kızıl gezegene insanlık henüz ayak basmadı. Tam da bu yüzden olacak ki filmin hiçbir yerinde zaman referansı yok. Öyle ki her türlü telemetri verisinin olduğu kamera kayıtlarında bile tarih geçmiyor (diğer sıcaklık, basınç vs. verilerinin doğruluğunu ise söylemeden geçemeyeceğim). Filmdeki mekânlar, günlük teknolojiler günümüzden çok da farklı görünmediğinden yakın bir gelecek zaman hissi mevcut, film çekilirken gelecek tahmininden özellikle kaçınılmış sanki. Watney’in dinlediği müzik bile “geleceğin” müziği değil, laboratuvarda bulabildiği tek müzik olan görev kumandanının 70-80’lerden kalma popüler disko müzikleri.
Gerçekçilik konusundaki en büyük hayal kırıklığım filmin en başında oldu: Birden ortaya çıkıp görevi iptal ettirecek kadar şiddetli bir Mars fırtınası aslında mümkün değil! Mars’ta fırtınaların hızı saatte 100 kilometreyi aşmıyor, kaldı ki Mars’ın atmosfer yoğunluğu Dünya’nınkinin sadece %1’i olduğu için hava akımında savrulmak bir yana, rüzgârın hızından pek etkilenmiyorsunuz bile. Toz fırtınaları yüzünden Güneş panellerinizin ürettiği enerji çok azalabilir, tamam, ama filmde ekip resmen dönüş araçları devrilecek diye kaçtı, o biraz üzdü. Senaryo yazarı da rüzgârı bilerek abarttıklarını zaten söylemiş.
Uzay görevinin detayları ise heyecan verici. Mars’a gidiş gelişin aylar sürdüğünün vurgusu, yörüngeler hakkındaki tartışmalar, roket teknolojisi, Mars’taki yaşam alanı-laboratuvar, kullanılan aletler… İnsanlı bir Mars görevini ve görevin getirdiği zorlukları filmi izleyen biri adeta yaşıyor. Watney’in laboratuvarda patates yetiştirmeye çalışmasının aynısını Mars’a sağ salim gidersek denemeye kalkacağımız kesin, kalıcı bir Mars üssü kurulduğu takdirde seralarda kendi bitkilerimizi yetiştirmek gerekecek çünkü. Watney’in 1990’lardan kalan Pathfinder uzay aracını bulup Dünya’yla haberleşmek için kullanmaya çalışması da oldukça teknik bir konu. Bunun dışında insanlı görevlerden önce malzemelerin gönderilmesi fikri ile çeşitli uzay araçlarında kullanılan (örneğin Voyager’lar ve Cassini) nükleer enerji kaynağı (radyoizotop termoelektrik jeneratörü) da filmde bahsi geçen teknik detaylardan diğerleri. Dünya-Mars yolculuğunun yapıldığı uzay aracı ise yerçekimi benzeri bir etki sağlamak için dönen teker şeklindeki bölmesi ile konsept olarak gerçekçi olsa da, boyutları sorunlu gibiydi... O etkiyi sağlamak için o “teker”in ya çok daha büyük olması, ya da merkezcil etkisini artıracak şekilde daha hızlı dönmesi gerekli çünkü. Bir de Mars rover’ını ısıtıcısız çalıştırma fikri (hemen vazgeçmiş olsan da) olmadı be Watney! Aracın içindeki sıcaklığın -15 dereceden aşağı inmekte olduğu gözükse de -80 derecenin tipik olduğu bir gezegende o kadar da şansın olmazdı…
Filmin en başarılı yanlardan biri de Mars’ın beyaz perdeye yansıtılması olmuş. İlk bakışta tortullu tepeler ve kumullar Dünya’da gördüklerimizin rengi oynanmış versiyonları gibi gözükse de Mars sahiden öyle bir yer. Hele o yüzeydeki küçük hortumların [İng.: dust devil] yüzeyde oynaşması, hele o turuncu gökyüzü, hele o büyüleyici mavi günbatımı… İnsanın sırf o günbatımını izleyebilmek için Mars’a bir şezlongla (ve kocaman bir uzay aracı, vs. vs.) gidesi geliyor! Düşük yerçekimi (Dünya’dakinin %38’i) ise filmde pek yansıtılmamış. Yönetmen düşük yerçekiminin üzerinde uğraşmaya değmeyecek bir konu olduğunu düşünmüş, ağır uzay kıyafetlerinin düşük yerçekimi etkisini bir miktar bastıracağını da eklemiş.
Bunun dışında uzun uzay görevlerinin psikolojik etkilerini de filmde daha fazla görmeyi beklerdim. Küçük, kapalı ve izole bir ortama birkaç kişiyi tıkıp Dünya’da evrimleştiğimiz ortamdan tamamen farklı bir ortamda aylarca bırakmak zihinsel olarak çok ağır bir yük. Koca bir gezegende tek başına, en yakın yardımdan milyonlarca kilometre uzakta olmak da öyle. Nitekim Mars görevlerinin psikolojik etkileri ciddi ciddi araştırılıyor. Öyle olunca filmde (tam da senaristlerin seveceği türden) daha çok tartışma, didişme, bunalım bekledim ama karakterlerin iç meseleleri hakkıyla yansıtılmadı bence.
İnternet gazeteciliğinin memnuniyetle foto galeri yapabileceği türden bir detay da başrol oyuncumuzdan gelsin: Filmin en başlarında kaslarıyla boy gösteren Matt Damon abimiz, filmin sonlarına doğru bir yerde bayağı sıskalaşmış bir şekilde görünüyor. Çoğunlukla sınırlı yiyeceğin getirdiği zayıflık, biraz da zayıf yer çekiminin azalttığı kas kütlesi yüzünden. Fakat o kilolar sahiden verilmemiş, bilgisayarda cımbızlanmış, Matt Damon hayranları rahat bir nefes alabilir :)
Filmin bilimselliği hakkında daha fazla konuşmak mümkün, ama burada bırakmak yeterli sanırım. Herhangi bir uzay merakı olmayan birinin bile heyecanla izleyebileceği bir film olan The Martian, gökbilimle haşır neşir olanları da detaylarıyla mutlu ediyor. Mars yörüngesinde dolanıp bilgi toplayan uydularımız, son 20 yıldır Mars yüzeyinde gezinip bize fotoğraf gönderen robotlarımız olmasaydı, böyle bir filmi izlememiz mümkün olmazdı desek abartı olmaz. Yakın gelecekte olmasını beklediğimiz insanlı Mars görevlerinin nasıl olacağını merak ediyorsanız, bu filmi izlemelisiniz.