Odtü-Felsefe Bölümü sayfasý
   
     
   
Prof. Dr. Ahmet İNAM
   
         
         
 
giriş
 
   
Online Yayınlar
   
   


NE OLUYOR BİZE?

(4 Kasım 2004'te Um-ag'da yapılan konuşma metni)

Ahmet İNAM


Hoşgeldiniz... "Ne oluyor bize?", tabii bunun hepimizi çok ilgilendiren bir soru olduğunu düşünüyorum. "Ne oluyor bize?" sorusunun değişik yanıtları olabilir. Mesela, çok tepeniz atmışsa "Elinin körü oluyor!" diyebilirsiniz veya "Sana ne, ne oluyorsa oluyor" diyebilirsiniz. "Birşey mi oluyor?" diyebilirsiniz. Yalnız soruya dikkat etmek lazım, çünkü soruda "Biz" var. "Ne oluyor bana?" sorusunu sormuyoruz, "Ne oluyor bize?" sorusunu soruyoruz. Dolayısıyla bu, ortaklaşa yaşadığımız dünyaya ilişkin bir sorudur. "Biz"den ne anlıyorsak, ona ilişkin bir sorudur. Eğer siz çok fazla yakın çevrenize gömülmüş bir insansanız, diyelim ki çoluk çocuğunuzla, ailenizle çok sıkı ilişkiler halinde yaşayıp, bütün ilişkilerinizi yakın çevrenizle sınırlamışsanız, o zaman "Ne oluyor bize?"; belki evde bir problem vardır, koltuğun bacağı kırılmıştır veya evdeki bir alet çalışmıyordur. "Ne oluyor bize?" sorusunun yanıtı bununla ilgili olabilir. "Biz" kavramı ne kadar genişlerse, "Biz"den ne anlıyorsak, sorunun boyutu da o denli genişliyor. "Biz" aslında yirmibirinci yüzyılın başında, üzerinde çok düşünülmesi gereken ve yeni yorumlar yapılması gereken bir kavram diye düşünüyorum. "Biz" kimdir? Biz, yani benim sülalemden olan mı? Bizim mahalleden olan mı? Beraber kahvede tavla oynadıklarımız mı? Biz kimiz? Biz, bu Anadolu'da yaşayanlar mı? Biz, dünya vatandaşları mı? Biz, bütün evrene ait olanlar mı? Biz'i ne denli genişletirseniz, sorunun boyutları da o denli genişliyor. "Biz"i nasıl anlamalı? "Biz", hepimiz olarak mı anlamalı? "Biz"i bizden olanlar olarak mı anlamalı? "Biz kimiz?" sorusu, çok önemli bir soru. Dolayısıyla "Bize ne oluyor?" sorusu da bununla ilişkili bir soru. "Biz" ile "Ne oluyor?" sorusu arasında çok derinden bir ilişki var. Çünkü ne olduğu, "Biz" ile çok yakından ilişkilidir. Eğer biz kendimizi çok dar bir alana hapsetmişsek, "Başkalarına ne olursa olsun, bize birşey olmuyor." diye düşünebiliriz. Dolayısıyla kendimizi nerde gördüğümüz, "Bize ne olacak?", "Ne olmaktadır?" ve "Ne olmuştur?" ile çok yakından ilgilidir diye düşünüyorum.

"Bize ne oluyor?" sorusu diğer açıdan bakıldığında büyük bir şok sorusudur. Yaşayıp giden insanın çok fazla sormadığı bir şeydir veya arada çok ufak takıntılar için sorulan, daha doğrusu bize değil de belki başkalarına sorulan bir soru olabilir. "Bu kıza ne oluyor?", "Bu adama ne oluyor?". Yani "Hiç böyle bir davranış beklemezdim, neden böyle yapıyor?" anlamında. Ama "Bize ne oluyor?" sorusu, başka çağrışımları da içinde taşıyan bir sorudur diye düşünüyorum. "Bize ne oluyor?" sorusu, "Ne ile karşı karşıya geliyoruz, başımıza ne gelmekte, ne gibi dönüşümler geçirmekteyiz?", çünkü "Bize ne oluyor?" sorusu, sanki çok hazırlıklı olmadığımız bir şeyle sanki karşılaşmışız da bu soruyu öyle sormuşuz gibi bir sorudur. Çok beklediğimiz bir şey bize olduğunda veya önümüzdeki seçenekleri görebildiğimizde "Bize ne oluyor?" diye sormayız. Bize zaten iki şey olabilir. Sınava girdim, ya geçerim ya kalırım. Dolayısıyla ikisinden biri de olsa "Bize ne oluyor?"u pek sormam veya "Bana ne oluyor?" ile "Biz" arasındaki ilişkiyi pek kuramam. Çünkü bana bir şey olmuşsa "Bana ne oluyor?" derim, ama "Bize ne oluyor?" demişsem, demek ki olanı benle paylaşan insanlar olduğunu düşünüyorum. "Bize bir şeyler oluyor..."

Yaşamak, arkadaşlar, bana öyle geliyor ki, hep bir şeylere uğramaktır. Yaşıyorsak bize hep bir şeyler olur. Yani bana bir şeyler olur, ama ben tek başına bir varlık olmadığım için, diğer insanlarla olduğum için onlara bir şeyler olur ve onlarla birlikte, onlarla bütünleştiğimi düşündüğüm dünyada "Biz"e bir şeyler olur. Bize neler olduğu sorusu aslında benim tek başıma yanıtlayacağım bir soru değildir. Çünkü söz konusu "Biz" ise, "Biz"i oluşturan insanlarla birlikte oturup düşünmem gereken, tartışmam gereken bir sorudur, diye düşünüyorum. "Bize neler oluyor?", günlük yaşamın içinden bakıldığında, mesela bir köşe yazarı arkadaşın böyle bir başlık attığını görebilirsiniz, "Bize neler oluyor?". Büyük olasılıkla Türkiye'yi kasdediyordur. Türkiye'nin şu zamanlarda konusu Avrupa Birliği ilişkileri ise, o ilişkide aksayan bir şeydir, veya hükümeti eleştirmek için söylüyordur, veya Türk insanının sahip olduğu değerlerin yozlaşmasıyla ilgili bir soru olabilir, büyük olasılıkla. Ama benim bugün, bu akşam sizlerle kurcalamak istediğim nokta bunlar değil. Başka bir şeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Yani biz deyince Türkiye anlıyorsa, "Bize ne oluyor?" acaba bundan on sene sonra Türkiye'nin hali ne olacak, acaba Türkiye bölünecek mi, Avrupa Birliğine girerse nasıl girecek, neler değişecek, neler değişmeden kalacak, içinde bulunduğumuz coğrafyada ne gibi çatışmalar olacak?... Dolayısıyla bu sorular hepimizin merak ettiği sorular olmakla birlikte, benim, "Bize ne oluyor?" sorusu bunlara ilişkin değil. Burada birlikte, sizlerle konuşmaya veya birlikte sormaya çalıştığım soru, günlük yaşamın içerisinden çıkarılıp hemen cevaplanabilecek bir soru değil.

"Bize neler oluyor?" sorusunun kendisi üzerinde biraz düşünmek istiyorum. Çünkü "Bize neler oluyor?" sorusu, başkalarının bizim için sorduğu bir soru değildir. Soruyu bu açıdan, bu şekliyle almak istemiyorum. "Bize neler oluyor?" diye bir başkası bizim adımıza sorduğu zaman eğer ben, o "Biz" grubunun içinde değilsem rahatsız oluyorum. Çünkü, benim adıma konuşmuş, benim adıma yargılamış oluyor. "Bize neler oluyor?" sorusunu, ben birlikte oturup, konuşup, tartışıp, birlikte bunun yanıtlarını kotardığımız bir soru olarak anlamak istiyorum. "Bize neler oluyor arkadaşlar?" diye sorduğum zaman herkes kendisine ne olduğunu söyleyerek veya kendisinin baktığı açıdan, diğer arkadaşlarla birlikte biz dediği gruba neler olduğu hakkında fikirlerini söyleyerek, hep birlikte bize ne olduğu konusunda bir sonuca varmayı kastediyorum. Yani bir otoritenin, bir kişinin "İşte bize şunlar şunlar oluyor, farkında değil misiniz?" uyarısının peşinde gideceğimiz bir soru olarak anlamıyorum, "Bize neler oluyor?"u. Çünkü biz "Biz" isek, oradaki "Biz"i oluşturan bireylerin hepsinin bizliğinin ayırdında olması lazım ve hepsinin de özgür bireyler olması lazım. Yani sürü halinde bir grup var ve ben onların başında çoban olarak duruyorum ve o sürüye diyorum ki, "Bize neler oluyor arkadaşlar?" Onlar da mel mel bakıyorlar. "Bak bize şunlar şunlar oluyor, haberiniz yok mu?" diyorum. "Doğru ya, bize bunlar oluyormuş" diyorlar. Bir defa birey olarak "Biz'lik duygusunu taşımayan, çünkü "Biz"lik sürüye ait olmak demek değildir, yani "Biz" diyen bir insanın "Ben" diyebilmesi lazım. "Ben" olamayan bir insan, "biz" tuzağına çok rahat düşebilir. Yani politikacıların veya sizi yönetmek isteyen, sizi çekip çevirmek isteyen, sizi bir yerlere sevk etmek isteyen insanların sık kullandığı jargonlardan, deyimlerden biridir, "Biz" derler. Adama dersin ki, "Nereden biz oluyoruz ya, ben senin tarafından değilim." "Ama öyle demeyelim muhterem vatandaşım, bak sen de bizim yanımızdasın" der ve kendi tarafına bizi farkına varmadan çekerek, kendi fikirleriyle, kendi dünya görüşüyle bizi yoğurmaya çalışır ve ondan sonra da belki "Bize neler oluyor?" deyip, aslında kendi varmaya çalıştığı sonuçlar doğrultusunda bizi yönlendirme çabası içine girer. Biz, belki bu soruyu hiç sormamış birisi oluruz, yani tek tek insanlar olarak. Ama birisi gelir bize der ki, "Bak, sen, ben, Hüseyin, Leyla, Fatma bak hepimiz biziz. Bize neler oluyor?" Bir defa ben o zamana kadar böyle bir gruba ait olduğumu çok düşünmemişimdir ama beni o gruba dahil eder, bir. Yani farkında olmadan, hiç düşünmeden, bir "Biz"lerin içine atılıveririm. Birisi tutar beni yakamdan ve işte "Biz" burasıyız der ve ondan sonra bu "Bize neler oluyor?" der. İkisininde farkında değilim. Bir, senle birlikte bir gruba ait olduğumu ve "Biz" olduğumu bilmiyorum. İki, ne olduğunu da bilmiyorum. Hem beni farkına varmadığım, hiç düşünmediğim bir topluluğa ait görüyorlar ve beni oraya kaydediyorlar, oraya bağlıyorlar veya görünmeyen bir kementle -bu kement fiziksel bir kement olmayabilir, bir düşünce, manevi bir kement olabilir, psikolojik bir kement olabilir- beni bağlıyorlar, "Gel aslanım bizdensin" diyorlar, bir tarafa çekiyorlar ve ondan sonra, "Bak ne oluyor bize biliyor musun?" diyorlar. İkisinde de problem, çağımız insanının şaşkın şabalak hayatıyla çok yakından ilgilidir diye düşünüyorum. Şimdi şaşkınlık, bir anlamda -eğer şaşkınlığı hayret olarak anlarsanız- felsefeyi başlatan bir şey. Çünkü "Neden bu böyledir?" sorusunu soruyorsanız, yaşayıp gittiğiniz, hep alışkanlıklarla yürüttüğünüz işlerinizin dışına bir an taşıp, "Ya ben ne yapıyorum, nasıl yapıyorum, bu yanımdaki kim, neden bunun yanındayım, nereye doğru gitmekteyim?" diye soruyorsanız, bu tabii bir hayret sorusudur ve güzel bir sorudur bence. Gerçekten kendinize, kendi yaşamınıza çeki düzen vermek açısından sorulan bir soruysa güzel bir sorudur, çünkü o zamana dek yaşayıp gittiğiniz, sürüklendiğiniz hayatın içinde birden bire duruş, etrafa bakış, "Ne oluyor?" sorusudur. "Ne oluyor?" sorusu, "Ne oluyor bize?" sorusunun bence çok önemli bir bileşenidir, öğesidir. Ama evvel emirde, öncelikle kendimizin kendimize sorması gereken bir sorudur "Ne oluyor?". "Ne oluyor?"u ben sık sık şöyle bir örnekle anlatırım; birden bire nasıl oluyorsa bir gün gözünüzü açıyorsunuz, bir bakıyorsunuz, bir otobüste gidiyorsunuz. "Allah Allah, ben neredeyim, bu otobüs nerede, ne otobüsü bu, nereye gidiyor?" bilmiyorum. Bir koltuğa oturtmuşlar ve gidiyorum. Birden bire bakıyorum etrafımda kimse bir şey sormuyor. Herkes oturduğu koltuktan şu ya da bu biçimde memnun gözüküyor veya şikayetçi olan, otomobilin içerisinde karşılıklı konuşarak, problemlerini çözmeye çalışıyor ama, bu otobüs nereye gidiyor, ben neden bu koltuktayım, bu otobüsü kim sürüyor ve bu süren bizi nereye götürüyor? Pencereden gördüğüm manzaraların, ağaçların, ormanların, binaların anlamı ne? Kimse sormuyor veya ben soranları görmüyorum, birden bire böyle sorular sorduğumu hissediyorum. Şimdi böyle bir soru -elbette psikolojik, patolojik boyutları da olabilir, yani belinize bir şey olmuştur veya bir psikolojik sorun yaşıyorsunuzdur-, onun dışında sağlıklı bir insan için çok gerekli bir sorudur. "Ne oluyor?" sorusu, tabii iki de bir sorulacak, her an sorulacak bir soru değil, ama "Ne oluyor?" sorusu, kendi yaşamımızın bakımını yapmak isteyen insanlar olarak sormamız gereken bir soru. Kaç yaşında olursak olalım. Ama onu pek sormuyoruz. On iki yaşındayım ve sınavlara hazırlanıyorum. "Ne oluyor?" diye sormuyorum. Çünkü ne olduğunu annem babam zaten biliyor, dolayısıyla benim sormamın çok da fazla anlamı yok. Sorsam da o soru benim varoluşumu çok belirleyemiyor. Büyüklerimin ve benim üzerimde gücü olanların yanıtları ve baskıları sonucunda "Ne oluyor?" sorusu pek de hedefe ulaşmıyor. Silinip gidiyor, sönüp gidiyor.

Kalabalıklar içerisinde yürürken, etrafıma bakınıyorum. Herkes bir yerlere koşturmakta. "Ne oluyor?" diye bağırıyorum ama onca gürültü arasında çığlığım kaybolup gidiyor. Demek ki diyorum çoğu zaman kendi kendime, ben tek başıma bir birey olarak "Ne oluyor?" sorusunu bile soramam. Çünkü ne olduğunu söyleyen merkezler var. "Ne oluyor?"un cevabını veren danışmanlar var, enformasyon büroları gibi. Orada "Ne olduğunu merak edenlere cevap verilir" diyorlar ve "Ne oluyor?" diye aklıma bir soru geldiği zaman yanımdakiler diyor ki, "Bak en yakın 'Ne oluyor?' bürosu elli metre ileride, sağa dön, oradaki adama sor, ne oluyor sana cevabını verecek." Gidiyorum soruyorum "Ne oluyor?", "İyi oluyor." "Biz sizin hakkınızda bütün başınıza gelebilecekleri düşündük ve size olabilecekleri öngördük, gerekli tedbirler alınmıştır, merak etmeyin, ne olursa olsun sizin hayatınız devam edecek." O zaman diyorum ki, ne olduğunu bilenler var ve bunlar bürolar açmışlar, bu bürolar gazete çıkarıyorlar, televizyon kanalları var, dergileri var, siyasi güçleri var, partileri var, paraları var ve bize "Ne oluyor?"un cevabını her dem, her an veriyorlar. Onun için fazla "Ne oluyor?" diye sorarsan, belki bir şeylerden de korkmaya başlıyorum çünkü fazla soranların başına iki şey geliyor. Bir tanesini tutup, bir yer var, biz "Ne oluyor?"un cevabı konusunda seni, tamir edeceğiz denen bir tamirhane var, işte orası da klinik yahut akıl hastanesi bilmem ne diyorlar. "Çok fazla soru soruyorsun, çocukken sorabilirdin ama bak sen kocaman eşek kadar adam oldun, hâlâ bu yaşa geldin 'Ne oluyor?' diye soruyorsun, burası Türkiye, her ne olduğunun cevabını büyüklerimiz biliyor. Büyüklerimiz bilmiyorsa, köşe yazarlarımız biliyor, büyük yazarlarımız biliyor. 'Ne oluyor?'un cevabı üzerine ihtisas yapmış hocalar var üniversitede, cübbelerin içinde, onların hepsine sor. Ben sana söyleyeyim evladım ama bunun cevabını anlayabilmen için, yüksek düzeyde ekonomi bilmen lazım veya integral çözmen lazım. Büyük ustalar var, üstadlar var ve onlar biliyorlar, onun için ben susuyorum. Yani düşünün, şu ahir ömrümüzde -kaç sene yaşayacaksak- bir şöyle doya doya "Ne oluyor yav?" millete soramıyorum. "Sus başkaları duyar, ne oluyor deme. Sonra başımıza kötü şeyler gelebilir, ne oluyor diye sormayalım. Ne oluyor, şikayet mi ediyorsun, hayatını beğenmiyor musun, ne demek ne oluyor, ne istiyorsun, ne diye soruyorsun, zorun ne?", "Ne oluyor?" diye sorma, sen 'Ne yapmamı istiyorsunuz?' diye sor. 'Ben neye yakışırım?' diye sor." Zaten senin yerini önceden tespit ediyorlar. Senin yerini önceden, küçücük yaşlarda, aile içinde, ne olman gerektiğini, sana neler olabileceğini büyüklerimiz kararlaştırıyorlar. Eskiden belki, Osmanlının son dönemlerinde veya Osmanlı dönemlerinde, işte erkek çocuksanız "Paşa" olur, "Oğlum büyüsünde Paşa olsun" deniliyormuş, değil mi? Ne olacağınızı biliyorsunuz veya küçük yaşlarda itfaiyeci oluyorsunuz, polis oluyorsunuz, hemşire olmaya çalışıyorsunuz, doktor olmaya çalışıyorsunuz. "Ne oluyor?"u çok da iyi bilemiyorsunuz. Bu beşikten mezara kadar, belki bize sorma fırsatı verilmeyen bir soru gibi duruyor, ne oluyor?. Çünkü sormaktaki sıkıntımız şuradan kaynaklanıyor, o otobüs örneğini tekrar anımsarsak, etrafımızda çok fazla "Ne oluyor?" sorusunu soran yok. O zaman "Ne oluyor?" sorusunu siz sormaya başladığınız zaman, ya aptal olduğunuzu düşünüyorsunuz, çünkü herkes ne olduğunu biliyor, bir tek ben bilemiyorum herhalde, ya cahilim, ya geri zekâlıyım. "Ne olduğunu bilmiyor musun, gazete okumuyorsun herhalde, bak televizyon programlarında ne olduğunu anlatıyor, kursu var kursa git, ne olduğunu öğren gel. Herşeyin cevabı var." O zaman korkuyorsun, "İyi, tamam, peki..." Olan oluyor herhalde, ne bileyim ben. Yani bir şeyler oluyor ve demek ki bu dünyada bir şeyler olur ve ben hiç soru sormam. Ne diye soru sorayım.

Eğer tabii, soru sormanın moda olması durumunda, mesela entel dediğimiz insanlara bakıyorsunuz. Bunlar "Ne oluyor?" diye bir modaya kendilerini kaptırmışlarsa, şimdi enteller 2004 yılında "Ne oluyor?" konusunda kitaplar okuyorlar ve her yerde "Ne oluyor?" tartışmaları yapıyorlar. Sende entellektüel olduğuna göre, "Ne oluyor?" üzerine çıkan kitapları okuyacaksın ve "Ne oluyor?"u tartışabileceksin. "Ne oluyor?" konusundaki çıkmış olan yayınevimizden kitap listesi şudur. Okuyun ve 'Ne olur'u insan gibi tartışmayı öğrenin.

Dikkat ederseniz, sorunuzu nasıl soracağınızı bile belirliyorlar. O zaman diyorsunuz ki, "Ya, benim herhalde hiçbir gücüm yok bu dünyada. Gücüm galiba biraz kurnaz olmak." Bakıyorsunuz etrafta ne oluyor, ne oluyorsa ona göre siz uyumunuzu sağlamaya çalışıyorsunuz. Bir şeyler oluyor ve olanlar içerisinde siz de olanlara uygun biçimde davranırsanız, cici çocuk oluyorsunuz, pırlanta gibi delikanlı oluyorsunuz, takdire geçiyorsunuz, diplomalar veriyorlar. "Olanlara çok iyi uyum sağlamıştır." Artık o zaman "Ne oluyor?" diye sormuyorsunuz. "Olan oluyor ve ben olanları biliyorum, ben olanların şu sahadaki uzmanıyım, olanların bu alandaki bilgileri benden sorulur, çünkü olanlar konusunda bu alanda ihtisas yaptım." diyorsunuz.

"Biz"e gelince, "Biz" sorusu da aslında yine "Ne oluyor?" ile çok yakından ilişkilidir diye düşünüyorum. Çünkü, "Biz" bir aidiyeti gösteriyor, bir topluluğu gösteriyor. Çünkü sadece "Ben" ile ilgili bir şey değil. Ben ve benimle birlikte olan, yani "Ben, sen, biz" diyoruz. Konuşmanın başında da söylediğim gibi, "Biz" giydirilmiş bir "Biz" ise üzerimize, Yani "Bizim aile, bizim toplum, bizim mahalle", yani "Biz"in ne olduğu çocukken, annem, öğretmenlerim, ablalarım, ağabeylerim, bunu bana öğretiyorlar ve ben de küçük bir çocuk olarak, "A bu bizmişiz" diyorum. Yani "Biz" bir biçimde bir giysi gibi giydiriliyor. Dolayısıyla şöyle bir gücüm yok, yani bir insan yavrusu olarak, "Ben" deyip "Biz"i oluşturacak diğer "Ben"leri veya bir başka deyimle "Sen" diyeceğim insanları seçemiyorum, "Biz"i de hazır buluyorum. Beğeneyim beğenmeyeyim "biz", mesela bir Ermeni vatandaşıysam ve belli bir cemaate aitsen, "İşte bu Bizim grup, bizim ekip, bizim topluluk" diyorum ve kendimi onlara ait hissediyorum. Demek ki, "Ne oluyor?" sorusu ile kendi hayatımın düzeni hakkında soru sormada, hayatta karşılaştığım çok büyük güçlüklerin yanında, "Kimle birlikteyim, kimlerleyim?" sorusunun yanıtını da çok kolay veremiyorum. Benzer zorluklarla karşı karşıyayım.

Onun için "Ne oluyor bize?" diye sorduğumda bunu eğer bir şaşkınlıktan, bir bunalımdan veya başka türlü ruhsal sıkıntılardan, bozukluklardan değil de, dünyadaki yerim, ait olduğum topluluk, insanlar ve dünyanın gidişi hakkında, kendimi sorgulama sorusu ise "ne oluyor bize?", bu çok gerekli bir sorudur diye düşünüyorum ve bizim sağlıklı bir yaşam sürebilmemiz için çok gerekli bir soru diye düşünüyorum. Çünkü bu tip sorulara ben "Şok soruları" diyorum. Sağlığımızı kazanmak için gerekli sorulardır diye düşünüyorum.

Sağlıktan anladığım şey şu; son zamanlarda, giderek ahlakın ve kültürün yüzyıllarca bize öğretilen şeylerin, çok temelde bir sağlık sorunu olduğunu düşünüyorum. Sağlıktan yalnız beden sağlığını anlamıyorum. Genellikle sıradan insanlar olarak bizler, sağlık deyince, günlük hayatımızda da öyle değil midir, hep medikal bir şey anlarız, tıbbi sağlık anlarız. Oysa bedensel sağlığımızın yahut somatik sağlık da diyebiliriz, bedenimize ilişkin sağlığın yanında o sağlığı çok büyük ölçüde etkileyen başka türlü sağlıkları da farketmemiz ve sağlıklı bir bedene sahip olabilmemiz ve dolayısıyla, sağlıklı bir bedenle sağlıklı bir yaşam sürebilmek için başka neyin sağlığı olabileceğini düşünmemiz lazım.

"Neler oluyor bize?" sorusu, işte benim burada baştan beri anlatmaya çalıştığım açıdan bakılırsa, çok temel bir yaşam sağlığı sorusudur. Demek ki kafamda şöyle bir şey var sizle paylaşmak istediğim veya tabii elbette itiraz edebilirsiniz, yaşamak, sağlıklı yaşamak, ama hastalıklar elbette sağlığa da dahildir, çünkü belki sağlık dediğimiz şeyin bir öbür yüzüdür. Onsuz sağlığımızı da anlayamayız. Yani ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak, yaşamak değildir. Onun için en azından bu iki şeyi birbirinden ayırmak lazım. Bir, nefes alıyor olmak, tıbben ölü olmamak, değil mi? Şimdi bu, "yaşamak" demek değildir, yani hayatı, canlılığımızı idame ettirmek, sürdürmek, "yaşamak" demek değil. Yaşamak, hayatı devam ettirmeden çok daha fazla bir şeydir. Yaşamak, sağlıklı yaşamak demektir. Biz buna günlük hayatımızda "İnsan gibi yaşamak" diyoruz. Yaşayacağız ama ne pahasına olursa olsun değil, sürünerek, ezilerek, zulüm görerek, hakarete uğrayarak, açlık çekerek, bilgisiz kalarak değil; kendimizi geliştirerek, olabileceğimizi olmaya çalışarak, olanaklarımızı sonuna kadar geliştirmeye çalışarak yaşamak. Sağlıklı yaşamak dediğim şey, böyle bir şeydir. Sağlıklı yaşamak, yalnız beden sağlığı ile ilgili değildir. Bedenimiz tıbben hasta da olabilir, yani ben sağlık dediğim zaman, hiçbir hastalığa sahip olmayacaksınız -tıbbi anlamda- demek istemiyorum. Sağlıklı yaşam, sizin, kendinizin kararlarıyla yaşanan bir yaşamdır. Yaşamak, bir insan bireyi için, kendisinden çıkarak yaşamaktır, kendisi ile yaşamaktır. Yani hayat hakkındak, kararlarımızı, seçmelerimizi yapabildiğimiz, buna gücümüzün olduğu yaşamaktır. Yoksa Türkçede belki ona "yaşattırılmak" diye bir şey söyleyebiliriz. Bizi kulağımızdan tutup, "Şöyle yaşayacaksın, böyle yapacaksın, böyle edeceksin, böyle karar vereceksin, böyle düşüneceksin..." diye sürüklendiğimiz şey, yaşamak değil herhalde. O, "yaşattırılmak" olabilir. O belki de, bir anlamda, -metaforik olarak söylersek- bitki gibi bir şeydir. Bize bir toprak vermişler, sürekli de suluyorlar ve bizden bir şey elde etmeye çalışıyorlar. Ama biz tamamen o saksının içinde hapis ve hiçbir şekilde, o toprağa ve bizi sulayan insana karşı hareket gücüne sahip değiliz. İşte yaşamak, böyle bir yaşamak olmamalı. Yaşamak, kendi özerk kararlarımızla yani kendi karar verme gücümüzle - ne denli olabilirse - yaşadığımız yaşamaktır ve bu yaşamın sağlığı için bedensel sağlığın yanında en azından üç ayrı sağlık kaygım da olmalıdır diye düşünüyorum. Bütün bunları harmanize ettiğimde, bunların hepsini bir ahenk içinde, bir uyum içinde düşündüğümde, sağlıklı bir yaşam çabası içinde olduğumu söyleyebilirim. Dolayısıyla "Neler oluyor bize?" sorusu, benim ne açıdan sağlıklı bir yaşam sürmeme yardımcı olur? Bana ne olanaklar sağlar, bunu görmüş oluruz. Onun için öncelikle bu diğer sağlıkları bir gözden geçirelim, ondan sonra "Neler oluyor?" sorusunu bu sağlıklar çerçevesinde kısaca irdeleyip, konuşmamı bitireyim, size sıra gelmiş olsun.

Duygularımın sağlığı var, çünkü bedenim check-up yaptırabilirim veyahutta tıbbi bir takım testlerden geçirebilirim ve bedenimde medikal açıdan, tıp açısından bir hastalık saptanmayabilir ama bedenimin sağlıklı olması, sağlıklı bir yaşam sürdüğüm anlamına gelmez. Bize sürekli bunu dayatıyorlar. İşte, şu kiloda olman lazım, vücut ölçülerin şöyle olacak, şöyle yemen lazım, şöyle beslenmen lazım, sağlıklı insan böyle yapar. E iyi yani, her on yılda bir, yirmi yılda bir belki dünyadaki sağlıklı insan ölçütü de değişir. Bakıyorsunuz sabahın bir köründe, yaşı atmışa merdiven dayamış, şişman hanımlar ve beyler yolun kenarında koşuyorlar, "Sağlıklı olacağız!.." eşofmanlarını giymişler ve bu onları, biraz koştukları zaman veya evine bir jimnastik bisiketi aldığı zaman, ha sağlıklı oluyorum; saunaya gittiği zaman sağlıklı oluyorum; şu vitaminleri yemem lazım, son zamanlarda E vitamini konusunda bir makale okudum, bunu yersem sağlıklı olurum. E be kardeşim, bu senin sadece bedenine ilişkin bir şey, sen bedenin değilsin ki, sadece bedeninin sağlığı yaşamının sağlığı olsun. Bunu neden söylüyorum, bedenimizi ihmal edelim diye söylemiyorum elbette. Çünkü bedenimizin sağlığı bozulduğu zaman mahvoluyor, biraz dişimiz ağrıdığında, bir yerde bir ağrımız nüksettiğinde mahvoluyor. Elbette bedenimiz de yapılacak ama tek sağlığın bedensel sağlık olduğunu düşünmek, "Ne oluyor bize?" sorusuna eksik bir yanıt olur.

Duygu sağlığından söz ettik. Çünkü bedenimizde bir sorun olmasa bile, duygusal bozukluklarımız söz konusu ise yaşadığımız hayat bir cehennem olabilir. Ne demek duygusal bozukluklar? Çok sinirli olmak mesela veya hiç sinirli olmamak, bu da bir başka patoloji olabilir. Bir takım insanlara kafayı takmak "Yahu adam ne demek istemişti acaba bana?", bir takım insanlara devamlı kızmak, insanları sevememek, belki sevgiyi yaşayacağımız yerde ızdırap yaşamak, duygusal iletişime insanlarla girememek, başkalarının duygularını paylaşamamak, kendi duygu dünyamıza kör olmak, anlayamamak gibi bir sürü sorun olabilir. Eğer bu konu açılırsa belki bunu daha da açıklayabiliriz.

Bir başka sağlık, akıl sağlığımızdır. Akıl sağlığımız deyince düşünme sağlığımızdan söz ediyoruz. Düşünme tarzımız ve düşünürken dayandığımız inançlar, temel inançlarımız düşünürken dayandığımız temel yargılar, bizim düşünce sağlığımızı oluşturuyor ve düşünce sağlığıma, tıpkı duygu sağlığımız gibi yerinde değilse hayat bize çok dar gelebilir, bir cehennem olabilir. Düşünme sağlımızın bozukluğu, akıl yürütmedeki bozukluk anlamında değildir her zaman, pekala çok iyi akıl yürütebilirsiniz. Kafanızın çalışmasında hiçbir problem olmayabilir ama hangi öncüllerden kalkıp, ne gibi sonuçlara varacağınız çok önemlidir. Birçok insanın bu dünyada çektiği sıkıntının düşünce sağlığının yerinde olmayışından kaynaklandığını sanıyorum. Bu, tabii bilgi eksikliğiyle ilgili bir şey de olabilir veya bilgi fazlalığıyla da ilgili bir şey olabilir, bilginin sağlıklı biçimde kullanılamamasıyla da ilgili olabilir. Çünkü arkadaşlar, bilgi dediğimiz şey çok önemli bir gıdadır yaşam sağlığı açısından. E nasıl fiziksel gıdalarımıza dikkat ediyorsak, sağlıklı beslenme, beden açımızdan önemli ise bilgi ile kendimizi donatmanın da bir sağlığı vardır. Hazmedilmemiş bilgiler, o çok feci bir şekilde hazımsızlık yapıyor insanda ve başına bir sürü bela açabiliyor, çünkü bilgilerle sağlıklı ilişkiye geçmeyişimizin sonunda duygu ve düşünce bozuklukları oluşabilir ve dördüncü sağlımızda tehlikeye girebilir. Şimdiye dek üçünden söz etmiştik ya, neydi onlar, beden, duygu ve düşünce sağlığı demiştik. Dördüncüsü de insanlarla olan ilişkimizin sağlığı. İşte "Biz" burada çok önemli oluyor. Bedenimizin, demek ki sağlıklı olması bu diğer üç alanda sağlıklı olacağımız anlamında değildir. Sağlıklı duygu dünyasına sahip olmak, sağlıklı akıl yürütüyor, düşünüyor olabilmek ve sağlıklı ilişkiler içerisinde olabilmek... Peki bunun ölçütü ne olabilir? Yani nasıl anlayacağız, bedensel sıkıntılarımız için tıbbın sunduğu ölçütler var, bedensel sağlık ölçütü de çok büyük sorun olmayabilir tıp araştırmalarında ama duygu sağlığını nasıl anlayacağız, düşünme sağlığını nasıl anlayacağız, ilişkilerimizin sağlığını nasıl anlayacağız? Bu tabii üzerinde düşünülmesi gereken bir şey ve çok çabuk cevabın verildiğini sanmıyorum ama şöyle bir kestirme cevap verilebilir. Eğer yaşamınız sağlıklı ise, o yaşam içerisinde bu dörtlü sağlık arasında büyük çatışmalar yaşamıyorsunuzdur. Yani bir biçimde bunların arasında bir denge vardır. Zaman zaman bu dengede bozulmalar olsa da kısa zamanda siz bu dörtlü bütününden oluşan bir yaşam sağlığının bilincinde olan insanlar olarak, bunu düzenleyebiliyorsunuzdur, yahut sağlıklı olmayan yanlarınızı farkedebiliyorsunuzdur.

Dördüncü, sağlıktan başlarsak, işte "Neler oluyor bize?"nin gönderdiği çok önemli yer bu dördüncü sağlık dediğimiz insanlararası ilişkilerin sağlığıdır. Bunu tek tek bireyler olarak algılayabileceğimiz gibi, toplumlararası ilişkilerin sağlığı olarak da anlayabilirsiniz. Yaşamak, eğer sağlıklı yaşamak ise, elbette içinde hastalıklarda olacak bunu tekrar ediyorum ama bileşkesini aldığınız zaman sonunda sağlıklı bir yaşam olarak çıkacak karşınıza. Bu, kültürlerarası ilişkilerde de toplumlararası ilişkilerde de kurumlar arası ilişkilerde de bireyler arası ilişkilerde de bir sağlık söz konusudur. "Bu sağlığın ölçütü nedir?" derseniz, bu sağlığın ölçütü, bu gezegendeki yaşamın geliştirilmesi, serpilmesi, bu gezegendeki -dünya gezegenindeki- yaşam olanaklarının olabildiğince kullanılması ve bu hayatı yaşayan değişik türlerin, yalnız insan türü için söz etmiyorum, diğer canlı türlerinin de türlerine özgü varoluş çabalarını ve yaşam haklarını yerine getirerek, yaşayabilecekleri güçleri ne kadarsa o güçte yaşamaları ve kendilerini gerçekleştirmeleridir diye anlıyorum. Yani dünya gezegenindeki sağlıklı yaşam böyle bir yaşamdır. Sürekli olarak tomurcuklanan, çiçek açan, gelişen, ilerleyen hatta dünya belki o dediğim, özlediğimiz biçimde olmasa bile, yine insan bütün bu acıları içerisinde bu gezegeni terkedecek bilgiye, öbür gezegenleri araştıracak bilgiye erişebiliyor, erişmeye çabalıyor. Belki kıyamet kopmassa yakında, o bilgiyi de zaman içerisinde bulacak, dolayısıyla bu gezegendeki yaşamı, diğer gezegenlere -varsa evrende- taşımayı deneyecek. Yani sağlıklı yaşam, hayata evet diyen, hayatı yükseltmeye, geliştirmeye, canlılığı geliştirmeye çalışan, doğayı, doğa olarak tam anlamıyla gelişmesine yardımcı olan bir yaşamdır diye düşünüyorum.

Demek ki insan çok değişik zamanlarda böyle bir yaşamın farkına varmıyor değil. İşte bu çevre hareketleriyle filan, bir şeyler sezmektedir. Yalnız insan türünü değil, artıkbaşka türleri de düşünüyoruz; yalnız canlıları değil, cansızları da, toprağı da, bulutu da, gökyüzünü de ilgi alanımıza koyuyoruz ve onlarla birlikte nasıl yaşayacağımızı düşünüyoruz. İşte dünya gezegenindeki yaşamın toplu olarak sağlığı bizim sağlığımızla çok ilişkilidir. Yani, dünyanın çok değişik yerlerinde hastalıklar yani kavga gürültü, zulüm, işkence devam ederken bizim sağlıklı bir yaşam sürebilmemiz, tümüyle olanaklı değildir. Çünkü yaşamlarımız artık giderek birbirine çok yakın durmakta ve temas etmektedir. Madem ki dünyanın küçüldüğü söyleniyor, birbirimize komşu oluyoruz, o zaman çok yakınızda bütün insanlar ve artık "O" dediğimiz, "Onlar" dediğimiz, "Bizden olmayanlar" dediğimiz insanlar giderek bize doğru gelmekteler. Biz onlara doğru gitmekteyiz. Dolayısıyla belki "Onlar" diye bir şey ortadan kalkacak. Yani ideal olarak düşünürsek, "Biz"in olduğu bir dünyayı oluşturmaya çabalayacağız. Bu ne zaman olur, olabilir mi onu bilemiyorum doğrusu, ama umut budur. Dünyanın bir köy olması çok güzel laflar olarak anlatılıyor ama, benim "Biz" dediğim şey dünyanın köy olması ile doğrudan ilgili değil. Çünkü o bana sorarsanız çok büyük bir kafa kola alma söylemidir ve dolayısıyla bir çobanın, dünyayı yöneten bir gücün, kendi gücünü yerleştirmesi için yaptığı bir şey. O anlamda demiyorum. "Biz" olabildiğimiz bir dünya, yani bizim içimizde birileri bizi yönetecek, bizden üstün olacak, bizi çekip çevirecek anlamında da demiyorum. "Biz"i oluşturan bireylerin "Ben" olabildikleri ve o bireylerin kendi yerellikleri, kendi farklılıkları içerisinde, kendi farklılıkları yitirmeden, "Biz" olana katılabildikleri bir "Biz"den söz ediyorum.

Bu soru çok önemli bir soru "Ne oluyor bize?" ve de çok yakından ilgili. Avrupa Birliği'ne adım atma durumundayken verdiğimiz ödünler, "Biz" olmayı, "Ben" olmayı, bu topraklarda yaşayan insan olmayı, cumhuriyet çocuğu olmayı unutup, tamamen farklı bir platformda kendimizi düşünüyor olmamız, bu çok kötü bir şeydir. "Biz" olmak, bu demek değildir. Yani, başkalarıyla kucaklaşmak elbette, sonunda çünkü bütün insanlar olarak "Biz" olacağız. Ama o "Biz" içinde yok olmak istemiyoruz. O "Biz" içindeki yerelliklerimizi yitirmek istemiyoruz. O "Biz" içindeki, türkülerimizi, şiirimizi, Türkçemizi, geçmişimizi, geleneklerimizi yitirmek istemiyoruz. Dünya vatandaşı olalım diye tamamen kendimizi silip süpürmek istemiyoruz, yüzümüzü yok etmek istemiyoruz. "Avrupalı, gel bana bir yüz çiz." demiyoruz, böyle bir şey değil Avrupalı olmak. Avrupalı olmak; Anadolulu, Türkiyeli olarak, Avrupalı olmak; "Biz" olmak, Sivaslı olarak biz olmak, Çorumlu olarak biz olmak, Diyarbakırlılı olarak biz olmak, Edirneli olarak biz olmak. "Biz" olduk diye bütün yerelliklerimiz ortadan kalkacak değil ki. Dolayısıyla, "Gelin canlar bir olalım" dediğimiz zaman, biz orada "canlar" olarak hepimizin birer "can" olduğu duruyor, yani canımız çıkmadan bir oluyoruz. Yoksa canlarımız elimizden alındıktan sonra bir olmanın anlamı yok ki. Benim yok olduğum bir "Bir"e girmek istemiyorum. O "Bir"e ben farklılığımla girmek istiyorum, bağımsızlığımla girmek istiyorum, geleneklerimle girmek istiyorum, inançlarımla girmek istiyorum. Kendi hayat tarzımla girmek istiyorum. E bütün bunları elimden aldığın zaman, artık "Ben" olmuyorum ki, ben nereye gireyim. Ben yokum ki bir yere gireyim. Tamamen siliniyorum ve bir yere beni dahil ettiklerini söylüyorlar, "Hah, şimdi 'Biz' oldun" diyorlar. Ben yokum ki "Biz" oldum, "Sen" oldum ben. Ben "Biz" falan olmadım, beni "Sen" yaptın, yok ettin hani "Biz". Yalancıktan "Biz", hani çocuklar yoktur aslında ama büyükler çocuklar adına hep "Biz" derler, öyle "Biz" olmak istemiyoruz ve ne olduğumuzu da bilmek istiyoruz, hem "Biz" kimiz? Kendimiz olarak "Biz" olmak istiyoruz bu dünyada, çünkü bu dünyalı olmak istiyoruz arkadaşlar. Ama bu toprakların çocukları olarak, dünyalı olmak istiyoruz. Bu topraklarda yalıtılmak, bu toprakların dışındaki dünyaya kapanmak istemiyoruz, dünyalı olmak istiyoruz. Yalnız Avrupalı değil, Afrikalı da olmak istiyoruz, Avustralyalı da olmak istiyoruz, Eskimolarla da birlikte olmak istiyoruz. Ufak, kısa vadeli çıkarların ardında bir yere gitmek istemiyoruz. Dünyayı kuşatmak istiyoruz, dünya ile birleşmek istiyoruz. Dünya ile "Biz" olmak istiyoruz ama kendimiz olarak "Biz" olmak istiyoruz. Dolayısıyla, kendimizin ortadan kaldırıldığı şeyde "Ne oluyor?" diye soruyoruz tabii. Bizi yok ediyorlar, yani "Bize ne oluyor?" değil, sonunda "Biz" diye bir şeyin olmadığını anladığımızda "Ne oluyor ona, onlara?". Artık kendinize böyle bir dünyada 'O' demeye başlıyorsunuz. Çünkü, "Ben" oluşunuz, "Sen" oluşunuz ortadan kalkıyor ve yalnız "O" lardan oluşmuş kimliği, kişiliği, varlığı silinmiş, yüzü olmayan, geçmişi olmayan, görüşü olmayan, kendine özgü duygusu, aklı, yaşama tarzı , yaşam biçimi olmayan, hep taklit eden, hep ezilen, silinen insanlar olarak mı, "Biz" oluyoruz?

Onun için "Ne oluyor bize?" sorusunu şöyle de anlayabiliriz. "Biz" dediğimiz şeye ne oluyor? "Biz" diye bir şey söylüyorlar, ona ne oluyor? O "biz" varya "biz", "biz"i oluşturmaya çalışıyorlar. "Biz" diye bir şey inşa etmeye, kurmaya çalışıyorlar. "Ne oluyor bize?" işte bunu sormamız lazım. Çünkü, ileride bizlerin ömrü sınırlı ama bizden sonra bu topraklarda yaşayacak insanların, sağlıklı bir yaşam sürebilmeleri, onurlu, insan gibi insan yaşam sürebilmeleri için, bu tip sorgulamalarla, kendi hayatımızın eksik gediğini veya özürlerini bulmakla olanaklıdır diye düşünüyorum. Çünkü bizim borcumuz, hani o meşhur sözdür ya, "Geçmişe karşı değil sadece, geleceğe karşı da borçluyuz." Bu topraklardaki hayatın güzel bir hayat olmasını istiyoruz. Bizim çocuklarımızın, torunlarımızın, torunlarımızın torunlarının ezik bir yaşam sürmesini istemiyoruz. Ve bizim yaşadığımız bu dünyayı da anımsamalarını istiyoruz. Biz bu dünyada yaşadık, bu dünyada acı çektik, sevindik, düşündük, ürettik, yazdık ve bunlar geçmişi okuduk, anladık, aktarmaya çalıştık, ama bizim evlatlarımız bizim serüvenimizi, bizim yaşadıklarımızı hiç bilmezlerse, anımsamazlarsa, yok sayarlarsa, biz diye düşürülen tuzakta , bizim yok olmamız söz konusuysa, o zaman çok yazık olacaktır. Yüzlerce, binlerce yıllık serüveni olan bu topraklardaki hayata diye düşünüyorum çünkü en azından bunu milliyetçilik açısından söylemiyorum, insanlık açısından söylüyorum. Çünkü bu topraklarda yaşanan hayatın çok büyük bir zenginliği var. Ve bu zenginliğin çoğumuzun farkında olduğunu sanmıyorum. Hatta çoğu zaman kendimizi küçümseriz, dilimizi küçümseriz, geleneklerimizi küçümseriz, dinimizi küçümseriz, yaşam biçimimizi küçümseriz ama o zenginliği bu küçümseme yüzünden ve bu zenginliği bu tip soruları sorup, gereğini yapamamak yüzünden yoksullaştırmış oluruz ve bu zenginliği insanlığa armağan etmemiş oluruz. Asıl sorun o, insanlığa karşı ayıp etmiş oluruz.

Ne olacak Türkiye, Atatürk "ilelebet payidar kalacak" dedi ama payidar kalmayabilir. Hiçbir şey belki payidar kalmıyor; dünya gezegeni de yok olacak, güneş sistemi de. Ama burada yaşadığımız hayatın anlamlı olabilmesi için, bu topraklarda çıkan hayatın insanlığa duyurulabilmesi lazım. Ben duyurulmadığı görüşündeyim yeterince. Yani, Avrupalı bize dudak büker, Amerikalı zaten adımızı bilmez, sadece bizi kullanmaya çalışır, komşularımız yanımızdaki Yunanlı bizi tanımaz, Ermeni doğru dürüst bilmez, Arap bir tuhaf bakar... Ve dolayısıyla bu topraklardaki hayat hiçbir şekilde ne komşularımıza sağlıklı bir biçimde taşınabiliyor; sanatıyla, edebiyatıyla, düşüncesiyle, folklörüyle ne de bütün dünyaya taşınmış oluyor. E dolayısıyla 'Ne oluyor bize?' sorusunu hakikaten sorup, ne olduğunu anlayıp, ona göre "Biz" dediğimiz şeyi yeniden kurmak ve bütün bu gezegendeki insanlarla nasıl elele tutuşacağımızı ve onlara ne verebileceğimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor, teşekkür ederim dinlediğiniz için....

1. Katılımcı : Adım Akif Teker. Ahmet Hocam tebrik ediyorum sizi. Bu sorunun üzerinde o kadar uzunca bir gezinti yaptınız fakat sorunun cevabını da vermediniz (gülüşmeler). Sanıyorum cevabı bizden alacaksınız. Bana göre bu sorunun cevabı içinde gizli. 'Bize neler oluyor?' da 'biz'i meydana getiren, 'ben'i çok iyi tanımadan, çok iyi anlamadan, içini doldurmadan 'biz' oluyoruz. Biz olunca, benim esamem okunmuyor artık bu kadar kişi içerisinde, benim ayaklarım yerden kesiliyor, işte o zaman olanlar oluyor, teşekkür ederim.

2. Katılımcı : Adım Mustafa İşlek. Özellikle akıl sağlığı, duygu sağlığı ve bu konularda konuşurken, aslında yaşım genç ama biraz umutsuzluk var içimde. O anlamda ben özellikle bizim gibi modern toplumlarda ve daha da karmaşık toplumsal sınıflara ayrılmış batı toplumunda böyle bir şeyin mümkün olabileceğini pek düşünemiyorum. Özellikle duygusal sağlık konusunda büyük sıkıntıların devam edeceğini ve bunun aşılamayacağını düşünüyorum. Bunun nedenini şöyle bir örnekle anlatabilirim. Özellikle sabahları işimize giderken ya da okulumuza giderken iki saat boyunca bir otobüsün içinde yirmi insanla bir arada oluyoruz. Birbirimizin yüzlerine bakıyoruz; ama bir saat boyunca kimse konuşmuyor. Eğer bundan iki yüzyıl önce insanlara böyle bir şey söylenseydi, cehennem öyle bir yer falan derlerdi. Ama biz buna katlanabiliyoruz ve sabahtan akşama kadar gezerken sürekli sinirlerimiz uyarılıyor, sürekli…

A.İ. : Bunu bir sağlık belirtisi olarak mı, yoksa patolojik bir hal olarak mı…….?

2.Katılımcı: Yok hayır öyle bir yorumda bulunmuyorum ama, öyle koşullara maruz kalınca insanın kolay kolay ben duygu sağlığının yerinde olabileceğini zannetmiyorum. Sağlığı yerinde olanlar diye düşünüyorum, onlar da genelde yalnız kalmayı tercih ediyor. Yalnız kalmak derken, biraz tek başınalıktan bahsediyorum, anlatabildim mi? Yani yalnızlık değil de, biraz tek başınalık. Çünkü kendi var oluşunun sanırım farkına varamıyorsunuz. Sabahtan akşama kadar sürekli bu şekilde uyarılma yoluyla. Benim söyleyeceklerim bu kadar.

3. Katılımcı: Nesli Bilecan. Ben şöyle düşünüyorum; 'ben' bilinci olmadan 'biz' bilincinin çok fazla oturabilceğini düşünmüyorum, çünkü şöyle düşünüyorum: Değer yargılarıyla ve önyargılarla yetişen bir nesiliz ki kesinlikle kavramları oturtamıyoruz. Yani, bir 'ben' bilinci olmadan, 'Bize ne oluyor?' sorusu çok ortada kalan bir soru. Çok ortada olduğu için, bence önce 'Ben kimim, ben bilinci ne?',. soruları irdilenmeli. 'Ben' bilinci oturduktan sonra, bunlar gelmeli. Değer yargıları ile yetiştiğimiz için de bir yanda 'biz'in içine giriyoruz ve 'bize ne oluyor?'a geliyoruz. Başımızdaki insanların 'ben'leri 'biz'de oluşmaya başlıyor. O yüzden 'ben' yok olup, 'Onlar'dan biri oluyoruz. Ben böyle düşünüyorum.

A.İ. : Teşekkür ediyorum. Bir yorum yapmak istiyorum bu noktada. Şimdi tabii içimizde sosyolog arkadaşlar varsa veya sosyolojik düşünmeye eğilimli olan, bu tip konuşmalardan son derece rahatsız olacaklardır. Çünkü ben zaman zaman bu tip böyle 'ben', 'biz' ilişkilerini konuştuğumda, çok büyük itirazlarla karşılaşıyorum. "Ben, diye bir şey uyduruyor bu adam. Toplumdan bağımsız bir 'ben' olamaz" diye itiraz ediyorlar haklı olarak. Doğru tabii. Yani buradaki 'Ben' sözünden anladığımız, toplumdan yalıtılmış, tamamen kendi içinde her türlü yapıp etme gücüne sahip bir varlığı anlamıyoruz. Her 'ben' bir toplum ve bir kültür içindedir ve bir değer sistemi içindedir. Dolayısıyla zaten hepimiz 'ben' olarak ortaya çıkmayı düşündüğümüzde veya 'Ben kimim?' diye sorduğumuzda, önce zaten bir topluluğun ve onların bir parçası oluyoruz. Yani doğar doğmaz 'ben' diye bir şey oluşmuyor. Önce onlardan biri oluyoruz, bebeklerden biri oluyoruz. Sonra bilincimiz yerine geldikçe belki 'Biz' demeye başlıyoruz, 'Ben' bilinci bayağı ileri bir yaşlarda oluşuyor. Yani sosyal psikolojik açıdan baktığınız zaman, şimdi benim burada 'Ben' dediğim şey, tamamen bu anlamdaki 'Ben'dir. Belli bir kültürün içinden geçmiş, toplumun bir öğesi olan, toplumla birlik olan, kültürle birlik olan, onun üstünde ve dışında olmayan, bir 'Ben'i kastediyorum. O bakımdan yanlış anlamamak lazım. Yani tamamen kendi başına bağımsız bir bireyden söz etmiyorum. O anlamda bireyciliğin bir moda işi olduğu batıda ve çok da insanı tanımaya yardımcı olmayan bir şey olduğunu düşünüyorum. O anlamda bireycilik batı düşüncesinde bolmuş. Aydınlanma düşüncesinde vardır birey, Descartes'tan bu yana başlayan modern düşüncenin içerisinde 'Ben' düşüncesi vardır ama, 'Ben' her zaman bir toplumun, bir kültürün parçasıdır. Buradaki 'Ben'den kastettiğimiz şey, tekrar ediyorum, önce 'Onlar' olabilmiş, yani bütün insanlar içerisinde 'Onlarla' birlikte yaşamış, onlarla birlikte eğitilmiş, onlarla birlikte öğrenmiş, ondan sonra içinde bulunduğu 'Onlar' topluluğunda 'Biz' olmayı da kendisine öğretilmiş birisi ve sonra 'Ben' olmuş. Yani insanın yaşam gelişimi içinde 'Ben' son aşamalarda oluşuyor. Küçük çocukta olmuyor. Hani küçük çocuk belki kendini düşünür ama orada çok yüksek düzeyde bir 'Ben'lik, bir bireylik, bir kişi olma özelliği fazlaca yok. Sonradan geliştirdiğimiz bir şeydir ve orada haklısınız elbette, özerk insanlar olabilmek, yani kendi karar verme gücüne sahip, kendi dünyası olan, kendi bakış tarzı olan. Yani bir gazateyi okuduğu zaman, orada yazılanların tamamen etkisinde kalıp, "Haaa, vay be, demek dünya böyleymiş! Şimdi ne olduğunu anladım.Bunu okumasaydım, anlamayacaktım." Hemen böyle kararlara varmayan, eleştirme gücü olan, birkaç köşe yazısı okuyup, aralarında karşılaştırma yapan, birini seçen veya hiçbirini seçmeyen, birçok görüşe birden karşı çıkabilecek gücü olan, alışılmış görüşlere karşı çıkabildiği için yalnız kalmaktan korkmayan, çünkü hepimiz ondan korkuyoruz, yani afaroz edilmekten, bir parti içinde çalışıyorsak, kendi görüşümü ikide bir desem o zaman beni atıyorlar, yani birçok siyasi partide bir lider sultası var ve 'Ne oluyor bize?'nin cevabını başkan biliyor zaten. Ve onun için bütün partililer olarak, 'Bize olan oluyor, başkanın dediği oluyor, o biliyor' diyoruz. Dolayısıyla 'Ne oluyor bize?'yi kendi bakış açımızdan görme gücümüz pek yok.

İşte benin düşlediğim dünya - bu ne zaman olur bilemiyorum belki bir ütopyadır - herkesin bu denli bağımsız bir görme, duyma ve anlama gücüne sahip olabildiği, ama bununla birlikte bu bireylerin elele tutuşabildiği, bir biçimde karşılıklı tartışabildiği, anlaşabildiği veya anlaşamama konusunda hiç değilse anlaşabildiği bir dünya düşünüyorum. Böyle bir dünya ne zaman, nasıl olur, onu bilemiyoruz. Fakat yakın bir vadede olabileceğini sanmıyorum. Çünkü insanlar bu anlamda birey değiller, mesela Bush, dünyanın altını üstüne getiriyor ama o bir birey değil, o bir kukladır. Yani şey anlamında demiyorum, yani başkaları yönetiyor -orası belki öyle- o anlamda demiyorum, o yetiştiği kültür içerisinde hapsolmuş bir insandır. Sorgulayamadığı dogmaları olan bir insandır. Böyle bir insanın çok büyük bir güçle donatılıyor olması, dünya adına, insanlık adına çok ayıp bir şey tabii ve biz bunun acısını çekiyoruz. Yani kendisi olamamış, özerk olamamış insanların yönettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bütün dünyayı yöneten, büyük iş adamları, silah tüccarları, değişik ülkelerdeki parlamenterler, bizim Türkiye'deki parlamenterlerin çoğu da öyle, çoğunun birey olamadığını düşünüyorum, bağımsız düşünemediğini düşünüyorum, kendi gözüyle göremediğini düşünüyorum. Çünkü kendi gözüyle görme eğitimi almış olsa o partide onun işinin olmaması lazım. Yani o partide o sürü içinde yaşıyorsa demek ki bunu yapamıyor bu adam veya aklına gelmiyor, veya doğrunun o olduğuna inanıyor.

Burada bizim söylemeye çalıştığımız, belki birkaç arkadaş da onayladı ama itiraz edenler elbet olacaktır, bizim söylediğimiz 'Ben' olma, çok farklı bir dünyayı öngörüyor. Herkesin giderek artık 'Ben'leştiği, kişi olduğu bir dünya, eskisine birçok bakımdan benzemeyecektir. Siyasi partiler artık böyle olmayacaktır, parlamenter, parlamentodaki yönetim ve oradaki kararlar… Değil mi? Siyasi hayatımız artık böyle olmayacaktır, eğitim sistemimiz değişecektir, dünya değişecektir. Ama böyle bir gün gelir mi gelmez mi onu bilmiyorum. Böyle bir özlem taşıyorum. Kendi kültürü geçmişiyle birleşmiş, kendi toplumunu kucaklayabilen ve anlayan ama yine de bağımsız olabilen yani Nâzım'ın o meşhur sözü vardır ya hani 'Bir ağaç gibi…' yani 'Tek ve hür fakat bir orman gibi kardeşçesine' olabilen, böyle bir dünyanın bizim için daha çok uzağımızda olduğunu düşünüyorum. Hatta korkum zaman zaman, böyle bir dünyanın hiç olmayacak olması. Belki olmayacak, ama bizim görevimiz, diye düşünüyorum, böyle bir dünyanın oluşturulabilmesi için yapabileceğimizi yapmaya çalışmaktır. Çünkü böyle bir dünya bize hazır verilmeyecektir ve büyük mücadeleler sonucunda oluşacaktır. İnsanlık bu duruma, eğer olumlu bir tarafı varsa, kolay kolay gelmedi. Nice savaşlardan nice kavgalardan, nice kayıplardan, felaketlerden sonra geldi. Belki bu dediğimiz dünya, istenen bir dünya ise, bu dünyaya daha uzun bir yol var ve belki çok kişi ölecek, kaybolacak, eziyet çekecek, ama sonunda insan, bu dünyadaki gezegen, bu gezegendeki yaşam belki daha eskisine göre daha yaşanır olacak. Bu bir umut tabii... Buyurun.

4.Katılımcı : Gültekin Söylemezoğlu. Sayın İnam'a çok teşekkür ediyorum. İrticalen böyle bilimsel bir konuyu bizlere ifade ettiler. Şimdi, yalnız, konuşmanızın sonunu bağlarken, Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır' sözünü belirttiniz. Evrenin de, dünyamızın da bir gün yok olacağını söyleyerek konuşmanızı tamamladınız. Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti'nin mimarı, inşa edeni ve arkadaşlarıyla birlikte donatanı olarak, 1979 yılında Birleşmiş Milletler UNESCO'nun 156 ülkenin oybirliğiyle kabul edilen bir kararı var. Müsaade buyursanız onu ifade etmek istiyorum. Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak evrensel nitelikleri, değerleri tescil edilen bir kişi ve kişiliktir Atatürk. Şimdi, "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacak, Türkiye Cumhuriyet ilelebet payidar olacaktır" dediği gibi, Türk Gençliğine Hitabesi'nde de biliyorsunuz, "Türkiye Cumhuriyeti'nin istiklal ve cumhuriyetimizi ilelebet muhafaza ve müdafa etmektir." Bir de, "Ey Türk Gençliği, mevcudiyetinin yegâne temeli de budur" tümcesi var. Şimdi, devletler bildiğiniz gibi, kurulur, gelişir ve bir gün yok olur. Bu gözlediğimiz bir vaka. Atatürk bunu elbette biliyordu. Ama "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacak" derken Türk gençliğine ve Türk ulusuna bir hedef gösteriyordu. Şimdi sizin bu "Bize ne oluyor?" sunumunuzdaki bütünlük içerisinde bir çelişki olmuyor mu acaba? Teşekkür ederim.

A.İ. : Tamamen haklısınız. Yani ben orada belki biraz ölçüyü kaçırmış olabilirim sorgulamada. Şöyle bir ahlaki yükümlülük hissediyorum kendimde. Biz gerçekten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Belki çok kritik dönem diyebileceğimiz dönemler. Ve bu zor dönemleri atlatabilmek iyimser ve umutlu olmakla olanaklıdır. Çünkü aşırı karamsarlık, gerçekçilik adına da olsa ahlaki değildir. Çünkü karamsarlık, karşılaşacağımız yaşam sorunlarının üstesinden gelmeyi engeller. Bizi güçsüz bırakır. Onun için iyimser ve umutlu olmak, o açıdan bir ahlaki yükümlülüktür ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın gereğidir. O yüzden ben, zaman zaman kendim başka türlü konuşsam da demek ki arada bir çelişkiye düşebiliyorum. Çünkü hep şeyi söylemeye çalışmışımdır: Mutsuzluk ve umutsuzluk, en büyük ahlaksızlıktır. Çünkü mutsuz ve umutsuz olduğunuz zaman, insanlara verebileceğiniz hiçbir şeyiniz kalmıyor. Bu çok büyük bir yaşam ayıbıdır. Ama diyeceksiniz ki "Ben nasıl mutlu olayım? Bak başımda bir sürü bela var, bu kadar sıkıntı var, Türkiye gibi bir ülkede insan nasıl umutlu olabilir? Sen gel de umutlu ol." Bir sürü sıkıntınızı sayabilirsiniz, Türkiye'de dönen bir sürü dolabı söyleyebilirsiniz, sorunları söyleyebilirsiniz, gerçekleri söyleyebilirsiniz tırnak içinde ama beni hiçbir zaman umutsuz olmak için ikna edemezsiniz. Çünkü ben size sürekli olarak "Tamam haklısın" derim. Ama bütün bunlarla baş edecek insanın umutlu olması lazım. Yoksa Atatürk neden 1919'da oralarda işi neydi? Eğer öyle öngördüğü bir Türkiye Cumhuriyeti, öngördüğü bir gelecek ve bu topraklarda süren hayatın devamı için bir beklentisi, umudu, düşüncesi, tasarısı olmasaydı, bu savaşın nasıl üstesinden gelecekti ve bu kadar devrimi, değişikliği nasıl yapabilecekti. Karamsar, bıkkın, yorgun, yılgın, vazgeçen, ödün vermeye hazır, insan bunu başarabilir mi? Ama çok enteresan, Atatürk'le birlikte yola çıkanlardan bir kısmı, entellektüel takımı diyelim, okumuş yazmış, hoca filan olanlar, dil bilenler bir kısmı mandayı savundular, dikkat ederseniz. Çünkü zaman zaman ben düşünürüm, Atatürk'ün yanında olan bir hoca olsaydım o zamanda yani cami hocası da olabilirdim, ama kesinlikle manda aklıma gelebilirdi. Çünkü mümkün değil bunların çözülmesi ve yapılabilmesi. Bir yerden destek almamız lazım. Amerika'dan, büyük devletlerden, yardım istememiz lazım. Onun için gereken ödünleri de vermek gerekir diye düşünürdüm. Sanıyorum şimdi Avrupa Birliği ile olan ilişkimizde de böyle bir hava hakimmiş gibi, yani "Biz kendimizi kurtaramayız, biz kendimiz kendi başımıza bağımsız olamayız, işte durumumuz ekonomik açıdan, toplumsal açıdan etnik açıdan...." falan filan bir sürü sorunlar içerisinde olduğumuzu görerek hep kendimizi birilerinin yardımına doğru itmiş oluruz ve onlara sığınmaya çalışırız. Bu çok yanlıştır çünkü galiba Atatürk'ten öğrendiğimiz de budur ve o yüzden bu topraklardan böyle bir insanın çıkıyor olması, bizim buradan çıkmış olması, bizim bundan sonraki hayatımızda karşılaşacağımız sorunlarda bize destek olacak çok büyük bir umuttur. Madem ki bu topraklar böyle bir insan çıkarabiliyor, bu tip insanlar çıkartabiliyor tarih boyunca, o zaman hâlâ umut vardır. "Türkiye batıyor, Türkiye elden gidiyor, herşey kötü, hiçbir şey düzelmez.." Birçok entelektüel, aydın bu tip karamsarlığa çok eğilimli, çok teşne. Bizim entel barlara filan gidin, muhabbetlere baktığınız zaman "Türkiye batıyor" bir sürü komplo teorileri, 'yakında batacağız, Türkiye bölünecek, işte bir tek biz Konya, Ankara kalacak, bütün hepsi şeylere gidecek. Onunla Türkiye olarak, sap gibi iki vilayet kalacak' böyle bir sürü senaryolar yazılıyor. Bizim beş para etmediğimiz, bilimde ilerlemediğimiz, düşüncemizin olmadığı, dilimizin düşünmeye ve bilim yapmaya elverişli olmadığı ve bir sürü karamsarlık. İyimser olanların salak zannedildiği bir ülkede yaşıyoruz. İyimserlik ve salaklık arasında bir ilgi olabilir çünkü cahil ve durumdan habersizse iyimser olabilir, ama o bizim istediğimiz iyimserlik bu değil. Bizim istediğimiz iyimserlik ve umut, gerçekleri bildiği halde umutlu olmak. Öbür türlü babam da umutlu olur, bilmiyor nasıl olsa. Yani cahil umudu değil, bilenin gerçekçi çözümlemeler yapabilenin umudu, bize bu yakışır, bu yakışması gerekir, zor olanda budur. Gerçekleri bildiğiniz halde, canınızı sıkan birçok şeyi gördüğünüz halde umutlu olabilmek. Bu umut tabii politikacıların, umut tacirliği yapması anlamında bir umut da değildir. 'İşte vatandaşlarım kalkınıyoruz!' hep böyle bir takım edebiyatlar yapılmıştır. Bu aldanma içerisindeki bir umut da değildir. Bu umut galiba, kendimize güvenme, geçmişimize güvenme, insanımıza güvenmeden kaynaklanan bir umuttur. Çünkü bu güvenimizden başka güveneceğimiz başka bir şeyde yoktur, yani insanımıza olan güvenden başka. Çünkü şöyle bir şeyde söylenir hatırlarsanız, Türk insanı için denir ki, Türk insanının, ancak yumurta kapıya dayandığı zaman aklı başına gelir. Belki henüz yumurta kapıya dayanmamıştır. Yani aklımız başımıza gelecek midir ama, dayanalı bana soracak olursanız epey oluyor. Çoktan dayanmıştır ve kırılmaya başlamıştır (gülüşmeler).

Evet ama yine bizim yapabileceğimiz çok şey var. Ben bu yaşadığımız hayatın, bu topraklardaki hayatın, telef olup gideceğine bir türlü inanamıyorum. Ve gençlere de galiba vermemiz gereken mesaj bu olacak. 'Çok değerli bir kültürün içinde yaşamaktasın, çok değerli bir coğrafi bölgedesin, toprak üzerindesin. Bu hayatın ve bu toprakların ve bu geçmişin değerini bilmekle, anlamakla ve o kültürü ileri götürmekle yükümlüsün.' Galiba gençlerimize bunu da tam veremiyoruz. Çünkü gençler böyle konuşulduğu zaman 'tıraş' diye bakıyorlar. İhtiyar biri gelmiş, orada geçmişimiz bilmem ne diyor, bırak bu tıraşları. Yani bunların tıraş olmadığı, bunların gerçek olabildiğini belki onlara bizim bu geçmişten ve bu topraklardan güzel şeyler çıkarıp gençlerin önüne koymamızla olanaklı olacaktır. Böyle vaazlarla olmuyor. Böyle hiç örnek vermeden, ürünleri göstermeden yapılan konuşmalar tıraş gibi geliyor onlara. Ama bunları gösterme imkânımız elbette vardır.

5.Katılımcı : Hareket etmiyoruz efendim, kusura bakmayın da, yani biz burada hareket etmiyoruz. Aydınlarımız gerçekten çok konuşuyor, konuşuyoruz ama hareket yok. Bakın, şu andaki eğitim sistemimiz gerçekten koşullu eğitiyor. Koşullanan bu insanlar, çocuklarımız nasıl diyorum yaşamı düzeltecek? Biz olumsuz düşündüğümüzden değil, gerçekten kuşatılmışlığın içindeyiz. Aydınlar işbirliğine giremiyor, hareket edemiyor, kendileri referans oluşturamıyor, konuşmada kalıyor ve bu da bağışıklık sistemimizi her geçen gün giderek daha da zayıflatıyor.

A.İ. : Güzel bir deyim kullandınız "bağışıklık sistemi", yani yaşam sağlığımız.

E6: Hocam, 'Ben' ve 'Biz' olmanın ve 'Neler oluyor?' konusunun günlük hayattaki birçok unsuruna değindiniz. Ama bence çok önemli olan, anlattıklarınızı çok etkileyen bir alana hiç girmediniz. Üstelik bu alan öyle bir alan ki, ne 'Ben'in ne 'Biz'in kim olduğunun hiç sorgulanmasına izin verilmediği, ne olduğunun, nasıl olduğunun, niye olduğunun hiç sorgulanmadığı bir alan. Bu alan metafizik alanı, mistik alan, özetle din ve inanç alanı, eminim siz de kabul edersiniz ki bu anlattıklarınızla doğrudan ve çok önemli derecede ilgili bir alan. Son zamanlarda siz, gönül felsefesine biraz fazla daldığınız için biliyorum, 'Ahmet Hoca, o tarafa mı kayıyor?' diye eleştirildiğinizi de biliyorum. Belki de bu yüzden, eleştiriden korktuğunuz için mi girmediz, onu bilmiyorum ama?

A.İ. : Mübarek ramazan günü....

E6 : O yüzden bütün bu anlattıklarınızın, o dünya ile olan ilişkisine ve çelişkisine de değinirsiniz zannederim, çok yararlı olacak.

A.İ. : İyi olurdu ama herhalde zaman sorunumuz var. Belki onu bir başka konuşma konusu yaparım. O tip şeyleri konuşmaktan kaçmıyorum. Şöyle bir görüşüm var, inanç konusu çok önemli tabii. Şimdi bakın, bir zekâdan söz ediliyor değil mi? Bir problem çözme zekâsı var, son zamanlarda da duygusal zekâdan söz edildi. Bu da yine duygu zekâsı ile ilgili. Ama bir zekâ daha var, bu yine batı literatüründe söz edilen bir zekâ türüdür. Bu zekâya, manevi zekâ deniyor, SQ diye gösterilen bir, EQ diye yazılıyor. Bir IQ, bir de SQ diye yazılıyor. Manevi zeka. Biz belki MZ Türkçe'de diyebiliriz veya isterseniz biraz daha Türkçe TZ tinsel zekâ. Şimdi manevi olan, yalnız dinin tekelinde değildir. İnanç sadece dinle tayin olan, dinle sınırlı bir şey değildir. Bunu birçok insan anlayamıyor. Yani insanın manevi güçlerinin olması muhakkak camiye, kiliseye, havraya gitmesiyle olanaklı olduğunu sanıyorlar haklı olarak. Çünkü yüzlerce yıl manevi olanın yönetimi, dinlere kalmış, ruhban sınıfına kalmıştır. Ama bence bir ateistte pekala manevi, onların deyimi ile, cihazlanma içinde olabilir. Tinsel gücü çok yüksek olabilir. Tinsel zekâsı, manevi zekâsı çok gelişmiş olabilir, çok güzel bir insan olabilir. Çünkü tinsellik, yani maneviyat, insanlığın çok yüksek değerlerini içeren bir şeydir. O yüksek değerleri, yaşamakla ilgili bir şeydir. Bunu yaşayabilmek, doğrudan doğruya dinle, tekrar edeyim, sınırlı değil. Dinsiz de bunların yaşanabileceğini, insanlarımıza anlatabilmek gerekiyor ama Türkiye'de böyle bir ortam yok. Birçok dinsiz arkadaşım var, korkularından dinsizim diyemiyor, Allaha şükür, ben de müslümanım diyorlar. Ulan hiçbir şey yapmıyorsun, ne camiye gidiyorsun, ne bir şey yapıyorsun, ne besmele çekiyorsun, ama ben dindarım. Dindar olmak başka, Tanrıya inanmak başka. Çünkü dindarlık yine bir mensubiyetle ilgili olsa gerek. Yani bu konular, önemli konular olarak gözüküyor ama, 'Ne oluyor bize?'nin o tarafına bu konuşmada fazla girmek istemiyorum. Yani bu kadar ipucu vermek istiyorum.

7. Katılımcı : Biz, 'biz' dediğimiz benler içinde benliklerimize onur kazandırmadığımız sürece bu devam eder gider. Özellikle sizin için geldim yani televizyonda birkaç kez sizi dinledim, hoşuma gittiniz. Ben satırlarla okumayan bir adamım. Okumadan yazan bir adamım, satırları okumam. Önce yazarım, sonra okurum. Dolayısıyla aklı iradeyle sağlanmış diri bir bedenle, mutlu olmuş bir ruha sahip olmadığımız sürece bu işleri çözemeyiz. Çünkü bu ruh içinde bütün duygu ve düşünceler. Onu sağlamadığımız sürece, benliklerimize de onu kazandırmadığımız sürece kesinlikle bu işlerin üstesinden gelemeyiz. Bu kadar, saygılar sunuyorum, hepinizi de çok seviyorum. "Ey ademoğlu, geçmişten ders alarak yaşasana, aklın yolu bir, doğruyu gösteren hak sana, danışmadan akla sakın gitme nefsten yana, sonra başınızı taştan taşa vursanız kaç para."

8. Katılımcı : Efendim, şimdi bütün anlattıklarınızın neticesinde şöyle bir durum ortaya çıkıyor, sanki toplumumuz çok kaliteliymiş gibi. Yani, bu toplum aslında, bin yıldır, hiçbir müesseseleşmeyi, hiçbir şeyi gerçekleştirememiş. Yani ona da vereceğim örnek de şudur: Türk Ceza Kanunu'nun yeniden yapılması reforme edilmesi sırasında bir sürü şeyler oldu ve engellendi. Neticede Avrupa Birliği'nden bir bastırma olduğu zaman çıktı. Yani toplum kendisi birleşerek, bütünleşerek bir şey başarma gücünden yoksun. Yani biz kalitesiz bir kitleyiz aslında. Fakat bunu ikide bir de dönüp dolaştırıp yani Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne veriyorlar ama mesela çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma bu şimdi Avrupa Birliği'yle özdeşleşti. Acaba toplum çağdaş uygarlık seviyesine ulaşabilecek kalitede mi? Bir de onu sorgulamak lazım, yani bu çerçevede biz bir müsesseleşmeyi gerçekleştirebilirsek belki 'biz' olabiliriz ve birtakım niteliklerle o genel birliğe katılabiliriz. Ama bu halimizle sanıyorum ki, toprakların altında belki büyük medeniyetler var ama hiçbirimizin haberi yok. Zaten bin yıldır sadece sığır otlamışız. Yani bir de kılıç çekip bütün herkesin servetini buraya aktarmışız. Yani Osmanlı hanedanı mesela, hanedan deniyor ama bir köylü hanedanıdır neticesinde. Herkesin temelini araştırsanız bir köylü çıkar. Yani biz köylüyüz. Göçebe köylü bir toplumuz. Bunu aşıp da bir demokratik sistem ortaya koymak, kurumsal bir yapılaşma sağlayamadan sizin söylediğiniz 'biz'e ulaşmamız ve de ferdin ortaya çıkması, bireyin ortaya çıkması sanıyorum mümkün değil. Yani bence farklı şekillerde düşünüls,e belki gençler daha iyi anlar diye düşünüyorum. Bu bakımdan, buyurduğunuz gibi 'biz'e katılmamız dünya çapında doğru, evet haklısınız ama, ben bu kalitesiz toplumla pek bu işin sağlanabileceğini sanmıyorum.

9. Katılımcı: İnsan programlanabilen bir yaratık. Bu yaratığa birçok 'ben' programı, birçok 'biz' programı verilmişken, bu önceden verilmiş programların oluşturduğu labirentin içinde bireyin özgür bir 'ben' ve 'biz' oluşturabilmesini nasıl arzu ediyorsunuz, diye sormak istiyorum. Bu şuna benziyor, yerçekimi var insanları yeryüzüne bağlayan, bunun bir benzeri de sosyal ilimlerde var, toplum çekim var. Yerçekiminden ne kadar güç kurtulmak, kurtulsanız dahi ne kadar zor ebediyen kurtulabilmek, sonunda gene dönüyorsunuz buraya, kürkçü dükkânına. Toplum çekimde de böyle. Ne kadar süre o toplumdan bağımsız kalabilirsiniz, sonunda gene benziyor kendisine. Bir örnek istiyor musunuz? İçinde bulunduğunuz camia, Ortadoğu Teknik Üniversitesi. Çekmedi mi toplumu kendisine, benzetmedi mi kendisine, ötekilere.

Konu çok çeşitli üst alt boyutlara çekildi fakat başlıklar halinde birkaç şeye dokunmak istiyorum. Hiçbir fert, hiçbir kurum ve toplum, penceresinden daha geniş bir bakışa sahip olamaz. Bakış açısı ne kadar genişse o kadar görebilir, maalesef benim toplumumun şu anda bakış açısı dar. Hele okumuşumun bakış açısı daha da dar. Okumuşum benim toplumumuna dar geliyor. Okumuşumun çok kıymetli bir harsi var ama farkında değil. Okumuşum ise hep başkalarının yazdıklarını okumuş, hiç kendi insanını okumamış. Bakıyor ama görmüyor, görmediği için tanımadığı o insana kıymet vermiyor. Gözü hep dışarıda, teknolojisi, konforu, refahı gelişmiş ülkelerde. Bir koyverin onları, hepsi gidecek. Demin dile getirildi, toplumumuzun kalitesi kalitesizliği ile ilgili. Tabii zihniniz her gün sahneyi alan, medyanın ön planına çıkan uç örneklerle dolarsa, ki dolduruluyor, bilerek bilmeyerek dolduruyor, bu uç örneklerle dolan bir zihnin bu toplumda bir kıymet oluştuğunu görme şansı kalmıyor ki, çok zor. Ama eğer yerkürede biraz gezer, biraz kaynaşır, öteki kültürlerin, milletlerin toplumsal değerlerinin ne olduğunu şöyle beyinlerine, yüreklerine giripte biraz tartabilirseniz, elinizde bir terazi varsa, bu toplumda dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan bir kıymetin, farkında olunmadan yattığını, bulunduğunu ve keşfedilmeyi beklediğini görürseniz ama onu harekete geçirecek bir pencere lazım, gören bir göz lazım. Onu gören lider, nasıl gördü. Umutsuzlukların arasında o umudu nereden aldı. İki yerden aldı. Bir, penceresi geniş bir dünyaya baktı, "başka yapanlar var, biz niye yapamayalım" dedi, birincisi bu. Örnekler varsa başkaları yapıyorsa biz de yapabiliriz dedi. İkincisi, insanların, toplumların bütün birikimleriyle karşı karşıya gelip güç mücadelesine giriştikleri, o çatışma alanlarında o önderdi. O toplumların, birikimleriyle karşında o durdu, arkasında kendi insanı. Eğer o insan arkasında durmasaydı, tek başına o da duramazdı. O önder, o toplum beraber durdular. Ben şöyle diyorum. Türkiye'nin İstiklâl Savaşı, Türkün yabancıyla savaşı değildir, daha doğrusu ilk çatışması Türkün, yabancıyla çatışması değildir. İlk çatışma Türkün Türkle vuruşmasıdır. Umutlu bir bireyin umutsuz bir toplumla buluşmasıdır. Ama umut kazanmıştır. Umut nasıl kazanır? Siz, hâlâ nasıl umutlusunuz? Örneği Galile'den vereceğim. Galile ne dedi "bana bir dayanak gösterin, yerküreyi yerinden oynatayım.", daha henüz oynatamadık ama umutlu umutsuz şuradaki bütün insanlara soruyorum, "inanıyor musunuz bunun doğruluğuna, böyle bir dayanak noktası bulsanız, dünyanın da yerinden oynatılabileceğine inanıyor musunuz?" Sanıyorum "evet" diyecekler. O halde umut var. Küçük kitlelerle egzersiz yapıyoruz, kaldırabiliyoruz, oynatabiliyoruz. Eğer iyi bir dayanak noktası bulabilirsek, yerküreyi de oynatabiliriz. Umutlu olmakta haklısınız, çünkü o enerjinin en pozitif seviyelerinden de birisi. Teşekkür ederim.

4 Kasım 2004


   
     
     
 
Özgeçmiş| Yayınlar |Verdiği Dersler|Yönetilen Tezler|Haftalık Ders Programı
 
     
 
İletişim Bilgileri :
 
 
Adres: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye
Telefon: + (90) (312) 210 3141   Fax : + (90) (312) 210 1287
Oda Numarası: Z-43   E-mail : ainam@metu.edu.tr
 
 
Mesaj göndermek için !