Odtü-Felsefe Bölümü sayfasý
   
     
   
Prof. Dr. Ahmet İNAM
   
         
         
 
giriş
 
   
Online Yayınlar
   
   


GEZEGENİMİZDEKİ HAYAT


NPQ
Ahmet İnam Röportajı
11 Kasım 2003, Salı

Gardels, Kass ile yaptığı söyleşide ilk olarak yaradılışa dönüşten bahsediyor. İncil’in en eski bölümü olan ‘Yaradılış’ a dönüşten... Ben bu ‘Yaradılış’ı irdelemek istiyorum biraz, ama İncil’in bir bölümü olarak değil, daha çok kelime anlamı olarak. Bunu nasıl yorumlamamız gerekiyor? Bir dine dönüş olarak mı? Arkaik bir kulluk bilincine dönüş olarak mı? Yoksa çok daha kapsayıcı bir bilgelik ve erdeme dönüş olarak mı?

Tabii ki sonuncusu bana en doğrusu geliyor. Elbette Yaradılış’a döneceğiz. Yaradılış’a dönmek insan hayatının anlamına dönmek ile ilgili bir şey. Teknoloji öyle büyük bir hızla ilerliyor ve öylesine üretime, pazara dönük bir halde ki, kendi anlamını unutmuş vaziyette. İnsan olarak Dünya gezegenindeki maceramızda geldiğimiz nokta bu. Bir anlam yitimi yaşıyoruz. Ve tabii ki bu anlam yitimini üzerimizden silkeleyip atabilmemiz ve yaşamlarımıza yeniden anlam katabilmemiz için pek çok çaba var. Kaçışlar var belki. İnsanlar değişik yollarla bu anlamları arıyorlar: Meditasyon teknikleri, doğu bilgeliği, değişik tarikatlar, gruplar.

İşte bütün bu çabaların gerisinde o kaybolmuş anlamı yakalamak yatıyor ki, ‘bilgelik’ sözü bence burada çok yerindedir. Bilgelik içi boş bir söz değildir. Aslında bilimin kaynağı olan, bilimin içinden çıktığı bir sözcüktür, bilgelik, ya da bizim kültürümüzdeki deyimiyle ‘hikmet’. Dolayısıyla, o hikmetin, yani bilimin, yahut ilmin, manasını bulmamıza yardımcı olabilecek bir sorgulamaya ihtiyacımız olduğu çok açıktır. Bu sorgulama, yalnızca teknolojinin gündemini belirleyen, teknolojiyi üreten Batı toplumlarının değil, bizim gibi teknolojinin müşterisi olan, teknolojiyi üretemeyen, gündemini belirleyemeyen kültürlerin de yapması gereken bir sorgulamadır. Bizim de içinde bulunduğumuz hayatı gözden geçirip yorumlamak için, böylesine bir başa dönüşe, yaradılışa dönüşe, hayatımızın anlamının ne olduğu sorusuyla hesaplaşmaya çok derinden ve acilen ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

Bir ihtiyacın olduğu aşikâr... Peki bu ihtiyaç ne kadar hissediliyor? Söyleşimizin ilerleyen bölümlerinde sormayı planlıyordum ama madem konu açıldı şimdi yönelteyim bu soruyu size. Türkiye toplumu bu ihtiyacı bilinçli bir biçimde hissedebiliyor mu? Son zamanlarda bu bahsettiğiniz arayış çabalarını pek çok farklı formatta Türkiye’de de görmeye başladık çünkü...

Evet, ‘anlam’ı arayan ve bu arayışta acı çeken insanların büyük bir çoğunluğu, bu bahsettiğimiz ihtiyaçları karşılamış toplumlarda, Avrupa’da, örneğin Almanya’da, Avusturya’da, Kuzey Amerika’da yaşıyor. Bugün bir çok Almanla konuştuğum zaman ‘Warum Leben wir?’ sorusunu duyuyorum. Dine, yani İncil’e dönme meselesinde de, bu bahsettiğim modern toplumların İncil’in de anlamını yitirdiği gibi bir kuşku var içlerinde. Yani, sorun, Pazar günleri kilisedeki ayine katılmak ve orda vaaz dinlemekle çözülebilecek gibi gözükmüyor.

Bizdeki duruma gelince, Tabii ki Türkiye’de anlam yitimi sorunu o kadar yoğun değil. Ama bu durum dünyada da pek farklı değil. Çünkü yaşadığımız dünyada insanların büyük çoğunluğu karnını doyurmak ve hayatta kalmak için mücadele ediyor. Bir anlamda, Amerikan kültürünün ‘survival’ dediği şeyi gerçekleştirmeye çalışıyor. Ve bu hayatta kalma çabası içinde, ‘anlam’ sorusuna gelememiş milyonlarca insan var ülkemizde. Bizim insanımızın çoğu aynı zamanda da dindar insanlar olduğu için zaten hayatın anlamı ile ilgili pek fazla soruları yoktur. Çünkü inancımıza göre bu dünya bir imtihan yeridir ve öteki dünyada bu imtihandan geçip geçmediğimiz belli olacaktır. Dolayısıyla bizim insanımızın büyük bir çoğunluğu böyle bir sıkıntıyı yaşamaz. Ha, bu sıkıntıyı yaşayabilecek bir kesimimiz yok mudur? Yani, yaşamsal sorunlarını aşmış ve bir anlam arayışı içine girebilecek insanlar yok mudur bu ülkede? Vardır. Ama bu insanlar da, Türkiye’nin çok özel konumu gereği, çok daha farklı konularla haşır neşirdirler. Kendilerini büyük bir siyasal varoluş savaşı içinde gördükleri için ‘neden yaşıyoruz’ sorusunu pek sormamaktadırlar.

Ben bir felsefeciyim. Ve bir felsefeci olduğum için arada sırada gelirler ve bana sorarlar, emekli yöneticiler, müdürler veya askerler. ‘Ya neden yaşıyoruz Allah aşkına?’ diyerek benim felsefe derslerimi dinlerler. Ama tabii aldıkları felsefe dersleri ile kafaları daha fazla karışır. İşte bu noktada da ‘neden yaşadıkları’ sorusunu çözmek için kitaplara başvururlar. Bazıları spiritüalist görüşlere yaklaşıyor, öbür dünyadaki varlıklarla haberleşmeye çalışıyor. Kimisi Yoga’ya başvuruyor. Ve teknik aramak, aslında anlam arayışında çok yanlış bir yol. Bir metot arıyor, bir algoritma, bir know-how arıyor.

Bir almaşık arıyor ve bu almaşığı bulduğunda sorununun çözüleceğini düşünüyor.

Aynen öyle, bu almaşığı bulursam tamam, sorun hallolacak diyor. Kendisini bir otomatik makineye ya da robota bağlayıp sorunundan kurtulmaya çalışıyor. Ama aslında anlam yitiminin kendisi tam da burada. Böylesi bir arayışla, her bulduğumuzu sandığımız ‘anlam’ yanıtı, aslında bizi daha derin bir anlamsızlığa götürüyor. Ve insan, giderek daha büyük bir hızla bizim felsefede ‘nihilizm’ olarak tanımladığımız duruma doğru gidiyor. Nihilizm dehşet verici bir şeydir. Pek çok insan kıyametin nasıl gerçekleşeceğini düşünmez. Ama belki de kıyamet insanın anlam yitimi ile içine düşeceği çok büyük bir boşluktur. Ve bu insanlığın sonu olabilir. Anlamını yitirmiş bir hayat, yaşanmaya değer bulunmayacaktır. İntiharlar, ve hatta toplu intiharlar olacaktır.

Ve geçtiğimiz yıllarda bunun ilk örneklerini de gördük Amerika’da...

Problemin büyüklüğünün farkında değiliz. Ülkemizin ve insanımızın içinde bulunduğu düzlem o kadar farklı ki, biz ‘anlam yitimi’ gibi bir sorunu yaşayamıyoruz bile. Evimden çıkar çıkmaz evimin önünde kazılmış kuyuya düşüyorum. E tabii o noktada anlam arayışını unutup işe nasıl gideceğim telaşı içine düşüyorum. Duş almak için banyoya girdiğimde suların kesik olduğunu görüyorum. İnanılmaz saçmalıklar hep böyle basit de değil. Sokakta yürürken beni yakalayıp karakola götürebilir, tutuklayabilirler. İşte bu saçmalıklarla dolu irrasyonel hayat, ‘anlam yitimi’ni fark etmememize, hala hayatın bir anlamı olduğu görüşüne inanıvermemize yol açıyor. Ne kadar tuhaf. İşte bu düzlemde, Batılı insanın gördüğü bu sorunu henüz fark edememiş durumdayız.

Peki sorun sadece bu ‘saçmalıklarla dolu hayat’ mı? Yoksa aynı zamanda dinsel geleneğimizde ‘sorgulama’ kavramının çok uzun bir zamandan beri takdir edilmeyen, hatta yasaklanmış bir davranış biçimi olmasının da bir etkisi yok mu?

Olmaz olur mu? İslamî bir kültürün içindeyiz. Bu da tüm İslam toplumlarının ortak yazgısına dünüşüveriyor. Batılı bir kültürün egemen olduğu, teknolojiyi ürettiği ve yönettiği bir dünyada, kendi yaşama biçimimiz, kültürümüz ve inancımızla var olmamız gerekir. Bu var olma savaşında ne yazık ki İslam kültürü çok gerilerde kalmıştır. Ve bu gerilik de Batının sürekli olarak İslam kültürünü daha da fazla aşağılamasına yol açmaktadır. Batı bugün İslam’ı bir taraftan bir tehdit olarak görür, terörizmin kaynağı olarak tanımlar, bir taraftan da ne kadar yüksek bir kültür olduğunu algılayabilmenin çok uzağındadır.

İşte bu algının oluşmasındaki en büyük suç da bana sorarsanız, ne yazık ki Müslümanlardadır. Çünkü Müslüman insan, sizin de ifade ettiğiniz gibi, kendi dinini, kendi geleneğini, kendi kültürünü, kendi yaşama biçimini sorgulayıp yeniden yorumlama gibi bir çabanın içine girmemiştir. Ve ne yazık ki büyük ölçüde gaflet içindedir. Uyumaktadır. Ya da kızmakta, sinirlenmektedir. Terörist eylemlerle, silahla Batı’yla savaşabileceğini düşünmektedir.

Bu çok büyük bir yanılgıdır. İslam kültürünün yeniden varolabilmesi için kendi köklerindeki zenginliği yeniden yorumlaması gerekmektedir. Batılıların İncil’deki Yaradılış’a dönmeleri gibi, bizim de ‘İslam’ın yaradılışı’na dönüp, Müslüman gibi yaşamanın anlamının ne olduğunu yakalayıp, bunu bütün dünyaya açıklamamız gerekmektedir. İslam’daki evrenselliği ve bütün dünyadaki hayatın devamı için İslamî bakışın gerekliliğini anlatabilecek ürünler ortaya koymak ve kendimizi evrensel ölçekte var kılmak zorundayız. Yoksa yavaş yavaş bu yaşam, bu dünyayı yöneten teknolojinin esiri olacaktır ve bu kültür yavaş yavaş yok olacaktır.

Şunu çok iyi anlamamız gerekiyor ki, tehdit altında olan batı kültürü değil bizim kültürümüzdür. Ama biz bunun farkında değiliz. Ve bunun için de yapmamız gerekenin ne olduğunu çok iyi anlamış değiliz. Oysa Türkiye insanı, diğer Müslüman ülke halkları ile karşılaştırıldığında, içinde bulunduğumuz durumu en çabuk tanımlayabilecek ve problemi çözmek için en çabuk biçimde harekete geçebilecek donanıma ve birikime sahiptir. Ama ne yazık ki ülkemizdeki çabalar, birkaç kişinin gayretleri dışında yeterli değildir ve dünyaya sesimizi duyurabilecek ürünler sunamıyoruz.

Farklı noktaları irdeledikçe çok güzel sonuçlara varıyoruz. Ama ben yine de ilk çerçevemize dönmek istiyorum. Gardels’ın Kass ile yaptığı röportajda çok ilginç bir cümle var. İzninizle aynen iktibas ediyorum. “Önümüzdeki sorun, insan bedeniyle zihnine müdahale etme ve kendimizi dönüştürebilme gücünün kullanılmasında gereksinme duyduğumuz yol göstericiyi nerede arayacağımız sorunudur.”

Çok güzel.

Yol göstericiyi tanımlamaya çalışırsak eğer, nasıl bir kimlik çizebiliriz yol göstericiye? Yahut, eğer yol gösterici bizim belirlememizin ötesinde ise, kimdir veya nedir? Ya da, daha net bir ifade ile, Yol Göstericiyi tanımlayacak olan güç kimdir?

Şimdi biliyorsunuz, Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllarda Atatürk ‘Hayatta en hakiki mürşit bilimdir, fendir, bunun dışında bir mürşit aramak gaflettir’ diyor. Evet, bu sözler çok anlamlı. Ama, bu sözleri gerçek anlamda anlayabilmek için, bilimin ve fennin içinden çıktığı kültürü, yani bilgeliği tanımak gerekir. Bugün Atatürk’ün bu sözü ettiği yıllardaki bilim anlayışı ile 21. yüzyıldaki bilime bakışımız arasında çok büyük bir fark vardır.

Bizim, bugün bulunduğumuz noktada, bilimin tek başına bir mürşit olabileceğini, yani insanın tarihsel/toplumsal yapısından bağımsız, insanın erişemeyeceği yükseklikte, insan hayatını yönetebilecek kendi başına bir güç olduğunu düşünmemiz büyük bir yanılsama olacaktır. Bilim, insanın yarattığı bir üründür, bir olgudur, bir etkinliktir. Ve dolayısıyla bugün büyük ölçüde teknoloji ile birleşmiş durumdadır. Ve zaten biz, bilimin ve teknolojinin yarattığı kaotik durum içinde bir Yol Gösterici arıyoruz.

Ben bu Yol Gösterici’nin bir tek olmadığını düşünüyorum. Bu yol Gösterici, kanımca, bir orkestrasyon ile elde edilebilir. Çünkü insanın çok değişik güçleri vardır ve bu değişik güçlerini harmonize ederek bir ahenk haline getirebilirse, bu büyük gezegendeki şaşırmışlığının ve içine düştüğü büyük sorunların üstesinden gelebilir.

Peki bir araya getireceğimiz bu farklı unsurlar nelerdir? Öncelikle, bilimin ve teknolojinin başımıza açtığı belalara karşı bilimin ve teknolojinin yardımını istemeliyiz. Yani, mesela, biyoteknoloji büyük problemler, özellikle de ahlak problemleri yaratıyorsa, bu problemleri minimize edecek çabaların bir kısmı yine bu teknolojinin içinde aranmalıdır. Dışarıdan bir takım yasaklar koyarak, zorla, bu teknolojiyi toptan ortadan kaldırarak sorunlarımızı çözemeyiz. Süreç zaten başlamıştır ve yoluna devam edecektir. Dolayısıyla, özetle, çözümün bir kısmı bilimin ve teknolojinin içinden gelecektir.

İkinci sırada, bilimin ve teknolojinin çözüm yollarının bir işe yaramadığı durumlarda, bilgeliğe başvurmalıyız. Unutmayalım ki, teknoloji bugün bulunduğu noktaya bir çırpıda gelmedi. Her ne kadar bilim ve teknoloji sanayi devrimi ve sonrasında gelen dönemde büyük bir ivme ile hızla geliştiyse de, insanın teknoloji öncesi çok uzun bir birikimi olmuştur. İşte bu büyük birikimleri tamamen ‘bilim dışı’ olarak nitelendirmek büyük bir yanılgıdır. İnsanın bilim öncesi deneyimine ben ‘bilgelik’ veya ‘hikmet’ diyorum, İngilizce’de ‘wisdom’ Almanca’da ‘weisheit’ diyebiliriz. Dünyamızda düşünen, insanlığın geçmiş birikimlerinin farkında olan, bu gezegende hayatın ne anlama geldiğini bilen, yorumlayan çok değerli insanlar geçmişte de vardı, bugün de var, gelecekte de olacaktır. Bilgeliği yakalayabilmek için insanın kendi tarihine, geçmişine, kültürüne güvenmesi lazım. Çünkü bu kültürün içinde bilgelik var.

Peki bilgeliğin içinde ne var? Bilgeliğin içinde sanat var, bilgeliğin içinde dini inançlar var, bütün semavi dinler var, semavi olmayan dinler var, yine belirli felsefi anlayışlar var, her kültürün kendisinden getirdiği anlayışlar var, bizim tasavvufumuz gibi, Yahudiliğin Kabbala’sı gibi, Hıristiyan mistisizmi gibi.... Ve tabii ki bütün bu anlayışlar üzerinde fikir yürütmüş bilge insanlar var bilgeliğin içinde. İşte tüm bu sesleri bir araya getirmemiz lazım. Tek bir İncil’le, tek bir Kur’an’la, ya da Tevrat’la kurtulabilmek mümkün değildir. İnsan elindeki tüm potansiyelleri kullanabilirse başına ördüğü bu çoraptan aslında çok kolay kurtulabilir, yeter ki iyi niyet olsun. Örneğin ben yeni yeni başlamakta olan ve pek de pratikte işlemiyor gibi görünen dinler arası diyalogun hayatın anlamını arama sürecinde çok önemli bir yer teşkil edeceğine, bir çok problemin bu diyalogla çözülebileceğine inanıyorum.

İnsandan ümidi kesmemek lazım. Hayatın anlamını arama sürecinde, özellikle de bilimle uğraşan insanlara ve gençlere, karşı karşıya bulunduğumuz bu ahlaki sorunları daha ilk evrelerden, belki de aile içi eğitimlerden başlayarak çok iyi anlatmamız lazım. Bu ahlaki sorunlar üzerinde taa çocukluk döneminden başlayarak insanların derin bir biçimde düşünmesini sağlamak lazım. İnsanlara insanlığın geçmişinin bilim ve teknoloji ile başlamadığını, bilim ve teknolojiden önce de çok uzun ve değerli bir birikimin olduğunu anlatmak lazım. Bilim ve teknoloji öncesi bilgeliği yok etme ve onları bilim dışı sayma yönündeki çabaların anlamsızlığını insanlara anlatmak lazım.

Kısaca özetlemek gerekirse, modern bilim ve teknolojinin yarattığı bu sorunlar sarmalından kurtulmakta yine bilimin ve teknolojinin kendisine ve öte yandan da çok geniş ve kapsayıcı bir spektrumda algılamamız gereken bilgeliğe, zengin insanlık deneyimine ihtiyacımız vardır. Bu potansiyel insanoğlunda mevcuttur. Yeter ki kendinden ümidini kesmesin ve yeter ki kendindeki bu potansiyeli harekete geçirebileceğine inansın. Yeter ki bütün bu zenginliğini gerçek bir harmoni içinde bir araya getirebilsin. Yeter ki çatışmanın yerine diyalogu koyabilsin. Biyoteknolojinin başımıza açtığı sorunlar, bizim bu gezegendeki hayatımızda karşı karşıya kaldığımız sınavlardan sadece bir tanesidir. İnşallah bunu da alt edeceğiz. Yeter ki biz kendimize güvenmeye devam edelim. Şu an için insanoğlunun karşı karşıya olduğu en büyük tehdit bu güveni yitirmektir.

Çerçevesini çizdiğiniz bu çözüm, Babil projesinin tam tersi aslında. Babil, insanlık tarihinin en büyük monizmlerinden bir tanesiydi, her şeyi bir tekte birleştirmeyi umuyordu. Bugünün ‘tüketici demokrasi’si de aslında bu Babil projesinin, ‘tektipleştirilmiş’ insan özleminin bir yansıması. Liberal demokrasinin tersine, farklılıklara, zenginliklere, heterojen bir topluma hoşgörülü yaklaşmayan, pazardaki taleplerin arzla buluştuğu noktada tek tip özlemler, tek tip talepler, tek tip çözümler üretmek isteyen bir demokrasi, ‘tüketici demokrasisi’. Oysa siz, bunun tam tersi olan zenginleşmenin, farklı renklerden, dillerden, dinlerden, anlayışlardan, tonlardan müteşekkil bir harmoninin çözüm olacağını söylüyorsunuz.

Bugün yeryüzünde, rakamı tam olarak bilmemekle birlikte, otuz bine yakın kelebek çeşidi olduğu söyleniyor. Bunun bir hikmeti olsa gerek. Yaradılışa dönme sürecinde, böylesi bir çeşitliliğin, zenginliğin anlamını aramamız lazım. Doğa, çeşitlilikle ve farklılıkla var olan, yaşayan bir güçtür. İşte bu farklılığı koruyamadığımız, muhafaza edemediğimiz zaman, Babil çabalarının başarıya ulaşmasına izin vermiş olacağız bir anlamda. Ve bu hayatın da sonu demektir. Çünkü çeşitliliktir hayatın devamını sağlayacak şey. Eğer bir tanecik tür olsaydı, tek bir salgın hastalık o türü ortadan kaldırmaya yeterdi. Çok çeşitli türlerin, farklılıkların olduğu bir tabiatta, yok olanların yeri diğerleri ve yenileri tarafından hiç zorlanılmaksızın doldurulacaktır. Dolayısıyla, gezegenimizdeki hayatın devamı, ve dahası bu hayatın kendisini zenginleştirmesi, ancak bu çeşitlilikle mümkündür diye düşünüyorum. Bu zenginliği ve çeşitliliği muhafaza edebildiğimiz ve ahengi sağlayabildiğimiz sürece, gezegenimizin geleceğinin korkulacak bir gelecek olmadığını düşünüyorum.

Bu bakış açısı, bu çerçeve, insana ferahlık veren, insana umut veren bir proje. Ama öte yandan biraz da gerçekçi bakmak lazım bugün içinde bulduğumuz duruma. İnsanlığın karşı karşıya olduğu Yeni Babil projesi, basit bir proje değil. Çok gelişmiş silahlara, prensiplere, çok karmaşık ve etkileyici bir diyalektiğe sahip. Ve dahası, Yeni Babil, bu diyalektiği sürekli olarak yeni katılımlarla genişletiyor, garip ve insanı içine doğru çeken bir cazibesi var bu diyalektiğin. Böylesi bir konjonktürde, çizmiş olduğumuz çerçeve ne kadar gerçek? Bu yaklaşımın gücü nereye kadar? Ne kadar umutlu olma lüksümüz var?

Şunu açıkça söylemekte fayda var. Bizim yaklaşımımızın, çoğulcu ve barışçı yaklaşımın yaptırım gücünün çok fazla olmadığını düşünüyorum. Gerçekçi olmamız lazım. Çok güçlü değiliz. Çünkü teknolojiyi planlayanlar bizim gibi düşünmüyorlar. Dolayısıyla, bu mücadelede en önemli şey ümidimizi yitirmemek. Belki bu bir wishfull thinking, evet. Ama ben bu wishfull thinking’i bir tarafa bıraktığım ve ümidimi yitirdiğim anda, elimde mücadele etmek için hiçbir silah kalmayacak. Zaten zayıf olduğumu biliyorum. Ama daha işin başında ‘zaten zayıfım, etim ne budum ne?’ gibi bir düşünce, zaten az olan gücümün sıfırlanması anlamına gelir. Dolayısıyla bu mücadelede umutlu olmak aynı zamanda ahlaki bir gereklilik halini almaktadır. Derslerimde sürekli olarak arkadaşlarıma umutsuzluğun ahlaksızlık olduğunu söylüyorum. Evet ahlaksızlıktır. Çünkü başka türlü bu dünyadaki hayatın daha da iyiye gitmesini sağlama imkanımız yoktur. Umutsuz adamın yapabileceği hiçbir mücadele, çevresine verebileceği hiçbir değer yoktur.

Öte yandan umut sahibi olmak bir hayal içinde yüzmek değildir. Umut da gerçekçi olmalıdır. Dünyada olup biteni görebiliyoruz. Teknolojiyi kim üretiyor, hangi amaçlarla üretiyor, gücü kim elinde tutuyor, bütün bu ilişkiler yumağının ardında yatan politik kaygılar ve kavgalar nelerdir, bunları görüyoruz, biliyoruz. Ve aslında yolun başındayız da, tehdit insanın hayatını o kadar net bir biçimde çevrelemiş değil daha. Ve işte bu tehdidin yavaş yavaş gerçeğe dönüştüğü zamana kadar kendimizi çok iyi donatabilirsek, insanın manevi gücünün ne kadar gerekli ve hayati olduğunu ne kadar iyi sorgulayabilir ve anlayabilirsek, o kadar güçlü olacağız, başımıza örülen bu çoraplardan kurtulmada o kadar muktedir olacağız.

Karşımızda bizimle diyaloga girmek istemeyen, bizi küçük gören, bizi bilim ve teknoloji düşmanı olarak etiketleyen bir anlayış vardır ve her zaman olacaktır. İşte bu anlayışa şunu söylemeliyiz: Bilimin ve teknolojinin amacı, insanın mutluluğudur, insanın refahıdır. Ve insan sadece bir bedenden ve maddeden müteşekkil değildir. İnsan maneviyatıyla, bilinciyle, sorumluluğuyla var olan bir varlıktır. Ve insan aslında maddi varlığıyla olmasa bile manevi varlığıyla sonsuzdur. Dolayısıyla, aslında kendisi de sonsuzluğu isteyen biyoteknolojiye, istediği sonsuzluğu kullandığı yöntemlerle sağlayamayacağını anlatmamız gerekmektedir. Bu zor olacaktır. Uzun vadeli bir mücadeleyi gerektirecektir. Yeter ki vazgeçmeyelim ve umudumuzu yitirmeyelim.

Sören Kierkegaard umutsuzluğu ölümcül bir hastalık olarak tanımlarken ne kadar haklı... Burada küçük ama önemli bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Karşımızdaki bu tehdit insanlığın varoluşsal zeminini ortadan kaldırma noktasına gelebilir mi?

Evet, insan, bu gezegendeki hayatı bitirebilir. Ama ben hayatın bu gezegendeki hayatla sınırlı olduğunu sanmıyorum. Kim bilir kaç tane daha alem, kaç tane dünya var içinde bulunduğumuz bu büyük evrende. Dolayısıyla bizim bu gezegendeki hayatımızın bitmesi çok bir şey ifade etmiyor. Yani, buradaki hayatın sona ermesi, evrendeki hayatın sona ermesi demek değildir. İnsan bir yanlış yapabilir ve kendi varlığını sona erdirebilir, evet. Ama bu evrendeki varlığın da sona ereceği anlamına gelmez. Veya, insan türü yok olabilir, ama hayatın diğer türleri devam edebilir. Hayat insan türü ile kaim değildir ki...

Bu kötümserlik her zaman var. Bu olasılık her zaman var. Ama, pek çok kişiye çok düşsel gelse de, başka olasılıklar da var. Tehdit altındaki insanlık, yavaş yavaş bu gezegenden çıkmaya, uzaklaşmaya çalışıyor. Uzay çalışmaları yapıyoruz, aya ayak basıyoruz, belki günün birinde başka gezegenlere de gidebileceğiz. Belki bu gezegenlere yerleşme imkanımız olacak. Belki güneş sisteminin ötesine de gidebileceğiz. İşte böylesi bir durumda, insan türü bu gezegende ortadan kalksa bile, başka gezegenlere, alemlere, insan türünün temsilcileri taşınacak ve hayat devam edecektir diye düşünüyorum. Bugün pek çok insan bu çalışmaların anlamını sorgulamıyor. Ama ben insanın uzay macerasını çok anlamlı ve felsefi açıdan çok düşündürücü buluyorum.

Ormanların yapısını incelediğiniz zaman şunu görürsünüz. Bir orman, büyük bir yangın ile karşı karşıya kaldığında, bazı ağaçların tohumları patlıyor ve rüzgarın da etkisiyle çok daha uzaklara giderek yeni ormanların yeşermesinde ilk tohum vazifesini görüyor. Yani, yaşamın devamlılığı tabiatın bizzat içindedir. Yaşam, ki biz ona hayat diyoruz, hayat, Hayy’dan, yani Tanrı’dan, Allah’tan gelir. Ve dolayısıyla bu hayatın bitmesi veya ortadan kalkması gibi bir şey söz konusu kesinlikle olamaz. Ne yaparsak yapalım, ne kötülük tasarlarsak tasarlayalım, hayatı yok etmeye insan muktedir değildir. Biz insanlar yok olabiliriz, ama hayat sürecektir.

Kass, Gardels ile yaptığı güzel söyleşisini ‘insan şereflidir’ sözleriyle noktalıyor. Biz ise ‘eşref-i mahlukat’ deriz insana kendi kültürümüzde... Siz ne dersiniz?

Evet, eşref-i mahlukat çok saygı duyduğumuz bir kavramdır ve sadece bizde değil, diğer dinlerde ve inanışlarda da vardır. Ama insan ‘eşref-i mahlukat’ olarak kalır mı, o kısmını bilemiyorum. Daha doğrusu, bu düşüncenin bazen insanın şımarmasına yol açtığını düşünüyorum. Belki de hayatı böylesine pervasızca tehdit etmesinin altında bu şımarıklık yatıyor.

Elbette ki değerli mahluklarız, birey olarak tekiz ve bir başka nüshamız yok. Hiçbirimizin kopyası yok. Hepimiz biriciğiz, ‘unique’ varlıklarız. Ama hiçbir şekilde hayatın ve diğer canlıların üstünde olduğumuzu sanmıyorum. Hayat en küçük böceğinden en kompleks canlısına kadar büyük bir bütünlük arz ediyor. İnsanın tek ve en önemli farkı bütün bu olup bitenin bilincinde olmasıdır. Fakat bu bilinç ona bir alçak gönüllük vermelidir, kibir değil. İnsan kendisini bütün bir mahlukatın üstünde gördüğü zaman, bizim kültürümüzdeki güzel deyimle ‘mütekebbir’, kibirli bir varlık haline gelir. Bu da insanın sonunu hazırlar.

İnsan muhterem bir varlıktır. Ve muhterem olduğu için de, haddini bilen bir varlıktır. Hayatın ve kainatın içindeki sınırları bilen bir varlıktır. Haddini bilen insan, hayatın ve kainatın kendi kontrolü dışındaki ayrıntılarını kurcalamaz, başına da bugün karşı karşıya kaldığımız türden sorunları, belaları açmaz. Eğer ki bunu yapmaz, kendisini bütün mahlukatın fevkinde görerek sınırlarını aşarsa, Tanrı gerekli cevabı verecektir.

   
     
     
 
Özgeçmiş| Yayınlar |Verdiği Dersler|Yönetilen Tezler|Haftalık Ders Programı
 
     
 
İletişim Bilgileri :
 
 
Adres: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye
Telefon: + (90) (312) 210 3141   Fax : + (90) (312) 210 1287
Oda Numarası: Z-43   E-mail : ainam@metu.edu.tr
 
 
Mesaj göndermek için !