Odtü-Felsefe Bölümü sayfasý
   
     
   
Prof. Dr. Ahmet İNAM
   
         
         
 
giriş
 
   
Online Yayınlar
   
   


DEPREMLİ BİR VARLIK OLARAK İNSAN

Ahmet İNAM

(Bu konuşma 10 Aralık 2003'de Deprem, Bilimler, ve Felsefe Sempozyum'unda, ODTÜ'de yapılmıştır.)

 

Prof. Dr. AHMET İNAM- Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Depremin felsefecilerce ele alınacak birçok boyutu var. Belki şimdiye kadar felsefe tarihinde özel olarak deprem konusu üzerinde yoğunlaşma olmamıştır, ama afetler üzerine veya insanın hayatında karşılaştığı büyük kayıplar, sıkıntılar, problemler, felaketler üzerinde felsefeciler çok uzun yıllar durmuşlar. Özellikle felsefe tarihine baktığımızda, Aristo sonrası dönemle, Hıristiyanlığın ilk ortaya çıkışı arasındaki “Helenistik Felsefe” dediğimiz felsefi dönem içinde, yani Milattan Önce 300 ve Milattan Sonra aşağı yukarı 200’lü yıllar arasındaki felsefe okulları Stoa, Epikür, Skeptik okullar, bu yaşamdaki karşılaştıracağımız felaketler üzerinde düşündüler, yalnız düşünmekle kalmadılar, bunu bir hayat tarzı haline getirmeye çalıştılar. Kurdukları okullarda verdikleri eğitimde zaten, yalnız düşünce düzeyinde kalmadılar. Örneğin, hayatta karşılaştığımız kayıplarla nasıl baş edeceğimiz problemini entelektüel düzeyde tartışmanın yanında, ahlak açısından da ele aldılar. Buna uygun bir ahlaki karakter geliştirmek, buna uygun bir hayat tarzı geliştirmeyi amaçlıyorlardı.

Fakat sonraları felsefe, Hıristiyani bir yoğunlukta devam etti ve sonraki modern felsefenin serüveni içinde felsefe daha çok kavramlar üzerinde, akıl üzerinde, ahlakın genel ilkeleri üzerine yoğunlaştı. Özel problemler üzerine, deprem gibi, yangın gibi, doğa afetleri gibi, problemler üzerine özellikle, felsefi düşünceler, araştırmalar pek geliştirilemedi.  Türkiye deprem kuşağında bir ülke olduğu için, depremle yüzyıllardan beri içli dışlı bir yaşayışımız olmakla birlikte, depremle birlikte nasıl yaşayacağımız konusunda bir bilinç geliştirdiğimizden söz edilemez. Çünkü, başımıza gelen felaketleri “Tanrı’dan gelen felaketlerdir bunlar” diyebiliyoruz. Anlamaya çalışsak da, o depremin verdiği bir travmanın ardından birtakım düşünceler ortaya atılabiliyor. Önlemler alınmaya çalışılıyor, araştırmalar yapılıyor, fakat bir süre sonra unutulup gidiliyor.

Sosyal bilimciler depremden sonraki yaşam, depremden sonra insanın karşılaştığı problemlerin çözümüne ilişkin yoğunlaşma içindeler veya şehirlerin oluşturulmasında, insanların bir arada yaşayışlarında bir deprem beklentisi olan bir ülkede, hayatın nasıl olması gerektiği üzerine görüşler geliştiriyorlar.

“Felsefe deprem konusunda ne söyleyebilir?” diye sorduğumuzda, epey söyleyeceği bir şey olduğunu düşünüyorum. Değişik değişik alanlarda ve değişik yaklaşımlarla bunu gerçekleştirebilir. Deprem bilim açısından,  depremin bilimsel olarak saptanması, deprem üzerine kuramların geliştirilmesi, depremin önceden tespit edilip edilemeyeceği tartışmaları üzerinde,  deprem bilimin yöntemi, işleyişi çalışması konusunda, bilim felsefesi açısından katkıları olabilir.  Kavramların ele alınışında, bilimsel yöntemin yürütülüşünde felsefenin getireceği eleştiriler bu tür çalışmalara tutacağı ışık söz konusu olabilir.

Felsefe depremle yaşayan bir insanın ahlak yaşamı konusunda görüşler ileri sürebilir.  Bir deprem etiğinin oluşumu konusunda felsefi tartışmalar açılmasına katkıda bulunabilir. Deprem etiğinin tabii, çok değişik boyutları olabilir. Yaşadığımız pratik yaşamın kendi içinden çıkan sorunlara bağlı olarak, ama genel olarak düşündüğümüzde, bir etik kuram çerçevesi içerisinde, felaket yaşayan bir insanın, yalnız deprem değil, bütün kayıplara uğramış insanların, birlikte belli bir ahlak çerçevesi içerisinde anlayışını, duyarlılığı ve sorumluluğu içerisinde, bu kayıplarla bu felaketlerle nasıl baş edeceği konusunda felsefi görüşler ve kuramlar ortaya atılabilir. Demek ki, felsefenin bilimsel çalışmalara tutacağı ışık var. Ahlak konusunda felaket yaşayan, deprem travması yaşayan insanların, yaşamlarına tutabileceği, sahip olduğu ahlaki değerlere, o değerlerin geliştirilmesi veya çöküntüsü içinde bulunan insanlara getireceği, düşünsel açıdan, noetik açıdan katkıları olabilir.

Ben burada, felsefenin iki yolundan birini deneme amacında değilim, ben başka bir şey denemek istiyorum. Bu yapmaya çalışacağım şey, sınırlı zaman dilimi içerisinde, belki de hiç yapılmamış bir şeydir, belki felsefecilerin çok da önemli görmediği için hiç kalkışmadığı bir şey olabilir. Fakat, ben anlamlı buluyorum. Bu teşebbüsümde ilk örnek vermek gerekirse önümdeki örnek Platondur; çünkü Platon hatırlayacağınız gibi, insanı birey olarak, insan varlığını düşünürken, ele alırken, toplumun yapısıyla paralellikler kurarak bunu başarmaya çalışmış. Yani insan ruhunun yapısıyla, toplumun yapısı arasında koşutluklar oluşturmuş.İnsan ruhunda yönetici durumda olması gereken şey akıl, o zaman toplumda yönetici olacak insan da,  akıl sahibi olması gereken filozoflardır. Toplumla insan ruhunun, toplumsal işleyiş ve toplumsal yapıyla insan ruhunun benzerliğini araştırmak ve bu açıdan yola çıkarak, insanı ele alma meselesi demek ki , tarihsel olarak 2500 yıl eskilere kadar gidiyor.

Benim yapmaya çalışacağım şey, özellikle deprem olgusundan yola çıkarak, insanı anlamaya çalışmak. olacak. Depremler yaşayan bir insan için Heidegger veya hermeneutik perspektiften depremi nasıl okumak gerekir?  Deprem olgusu, insana ne söylüyor? Varlık hakkında, kendisi hakkında, yaşadığı evren hakkında, yurt tuttuğu topraklar hakkında, depremden öğreneceğimiz şeyler nedir? Belki Heideggergil bir deyimle konuşursak, depremden gelen sesi, deprem olarak görülen varlığın sesini, nasıl dinleyebiliriz ?  Deprem bir olup bitme, bir hadise(ereignis) olarak, hakikatin bir perdesinin  açılması olarak karşımızdadır. Çünkü Heideggergil perspektiften baktığımız zaman varlık karşımızdadır, biz de varlığın bir parçasıyızdır.

Görebilen ve sesini işitebilenlere kendini açar. Dolayısıyla varlıkla girişebileceğimiz uygun bir iletişim içerisinde onu okuyabilmek ve onun örtüsünü, perdesini kaldırma imkânımız vardır. Varlık kendini dağ olarak açabilir, dere olarak açabilir, bir kuzu olarak açabilir, bulut olarak açabilir, bir elektrik santralı olarak açabilir, çünkü bütün bu saydıklarım varlığın bir açılımıdır. Bütün bu açılımlarda varlık hakkında bir şeyler öğreniriz, onu anlarız, onu anlayarak kendimizi, hayatımızı anlarız. “Deprem bize o açıdan ne söylüyor?” sorusu da, bazı felsefecilerin deneyebileceği yollardan biridir. Türkçe’de buna “Depremin hermeneutik açılımı, anlamsal açılımı” diyebiliriz.

Ben bunu da deneyemeyeceğim, benim denemeye çalışacağım yol dördüncü bir yol olacak belki. Ben depremin bir tektonik hadise olarak, yer kabuğunun ortaya çıkardığı bir hadise ve onun bize gösterdikleri açısından insanı anlamaya çalışacağım.  Doğrudan doğruya depremi okumayacağım, depremin oluşumunu, depremin insan yaşamındaki yerini göz önünde bulundurarak, insan varlığını anlamaya çalışacağım. Dolayısıyla, deprem burada insanı anlamak için, bana esin kaynağı olan önemli bir doğa olayı olarak karşıma çıkacak. Çünkü insan yerkabuğu üzerinde yaşayan bir varlıktır. Yani ayaklarını bir zemine basmak zorunda olan bir varlık ve bastığı zemininde sağlam olduğunu düşünen bir varlıktır. Çünkü ben bir adım attığımda, biraz sonra atacağım adımım eğer sağlam bir yere basmayacağını düşünürsem, yürüyemez olurum, hareket edemez olurum. Bastığım, yaşadığım yerin her zaman ayaklarımın altından kayacağını düşünürsem, o zaman bu gezegendeki yaşam benim için cehenneme döner. Beklediğimiz çizgide gidiyorsa, hep öyle gideceğini düşünerek yaşarız. Böyle bir yaşam bize insanı, doğayı ve hayatı anlayışımızda, yine Heidegger’den çıkarak söyleyebilirim ki, büyük bir engel oluştururur, çünkü bu alışkanlıkların, konforun, rahatlığın verdiği bir yaşamdır. İnsan bunu özler, ister ki, hep olaylar beklediği gibi olsun; hep alıştığı yoldan, alıştığı biçimde evine gitsin, alıştığı biçimde kapısını açsın, işte televizyonun düğmesine bastığı zaman, televizyon problem çıkarmasın, televizyonda beklediği oyunlar veya programlar olsun ve beklediği, umduğu, alıştığı şekilde hayatı sürüp gitsin . Ama bu onun beklediği, görmeye çalıştığı hayatın yüzlerinden birisidir, hayat çok değişik yüzleri olan, değişik akışı olan bir süreç.

Dolayısıyla çoğu zaman öyle olmaz, daha doğrusu o alışkanlıklarımızla yaşadığımız bir yaşam, alışkanlıklarımız zaman zaman aksasa da, biz uygun dönüşümlerle ona bir uyum sağlayabiliriz. Çok büyük  problemlerimiz olmaz, alışkanlıklar dünyasında, aşinalıklar dünyasında yaşar gideriz. Fakat bu yaşayıp gitmemiz, bizi hayatı anlamaktan büyük ölçüde alıkoyar, çünkü alışkanlıklarımızın kolaylığı içerisine gark olup yok olduğumuz için. Dolayısıyla,bizi düşünceye, araştırmaya, sorgulamaya, kuşkuya, araştırmaya daha önceki görüşlerimizi yeniden gözden geçirmeye götürmez. Bizi bir anlamıyla, hem yaşam biçimi olarak, hem ahlak olarak, hem bilgi olarak bir kokuşmaya götürür. İnsanın sarsılması, insanın deprem sözcüğünün kökeninde olan, sözcükle konuşursak depreşmesi gerekir.

İnsan depreşmesi gereken bir varlıktır. Biz ,depreşme sözünü Türkçe’de derdim depreşiyor anlamında belki kullanırız, ama depreşme bir felsefi tutum için çok sahici bir felsefi tutumdur.  Depreşmeyen insanın düşünceye doğru kendini yönlendirmesi, düşünebilmesi pek kolay bir şey değildir. Çünkü, her şey bizim istediğimiz şekilde alışkanlıklarla, tıkırında giderse, o zaman biz de bildiklerimiz ve bildiğimiz gibi düşünmeye, anlamaya çalışırız ve bunu sürdürürüz. Oysa bir depreşme, bir hareket, bir sarsıntı, yani depremin, belki, insanı tanımak açısından bize gönderdiği mesaj böyle bir şeydir. Yani şimdiye kadar bastığın ve sağlam sandığın yeryüzü hiç de öyle değildir. Çünkü sana sağlam gibi görünen yeryüzünün altında müthiş hareketler olmaktadır ve senin fark edemediğin derinliklerde inanılmaz sıcaklıkta “magma” diye müthiş bir canavar vardır. Arada bir onu belki yanardağlardan, başka yerlerden fışkırırken görebilirsiniz. Ama bu hayat senin için, yalnız senin egoizminle sınırlı bir hayat değildir.

 Genellikle insan başlardan beri dinlerin oluşumu içinde özellikle semavi dinleri göz önüne alırsak;  kendini bu evrenin efendisi olarak düşünmüştür.  “Yeryüzü  bütün varlıklar, cümle mahlukat, ona o kullanılsın” diye verilmiştir. Tevrat’ı açın İncil’de, belki Kuran’da da, böyle mesajlar bulabilirsiniz. Çünkü insan İslami kültürde insan, “züpte-i âlemdir” alemlerin gözbebeğidir. Dolayısıyla efendisidir evrenin ve her şey onun emrine amadedir. Bu, insanı inanılmaz bir gaflete götüren bir şeydir. Burnu havada dolaşırken, bastığı yerin sarsılması aslında insana verilmiş çok önemli bir varoluş mesajıdır. Thales’e atfedilen bir hikaye vardır; bu aslında felsefeyi anlamaya çalışacak veya felsefi yaklaşımın anlamı üzerinde düşünen arkadaşlar için de çok güzel, öğretici bir hikayedir.

Efendim, Thales bir gün yolda yıldızlara bakarken önündeki çukuru veya kuyuyu  göremiyor ve içine düşüyor.  Düştüğü çukurda debelenirken, orada güzel bir köle kız vardır, Trakyalı olduğu söylenir, kız buna gülüyor. Orada Thales ve kız arasındaki ilişkinin, felsefenin yaşamla ilişkisi açısından çok anlamlı olduğu söylenir. Çünkü oradaki Trakyalı kız, belki yıldızları Thales kadar pek iyi bilmiyordur, ama çukurun yerini bilmektedir. Belki de Thales’i çok iyi tanımaktadır, belki de uyarması gerekirdi, “önünüzde çukur var dikkat edin” diye. Demek ki, insanların yıldızları, kavramları, kuramları çok iyi biliyor oluşu, çukura düşmeyecekleri anlamına gelmiyor. Ama Thales çukura düştükten sonra, yıldızlara belki başka türlü bakmaya  başlamış da olabilir veya da belki hiç aldırmamıştır, çukur umurunda da olmayabilir. Ama deprem öyle değil,  depremden insan olarak alacağımız ders, bizim bu gezegende yurt tutmaya çalıştığımız, bu gezegende, kendi kültürümüzü ve yaşamımızı oluşturmaya, bilimimizi, sanatımızı, felsefemizi, teknolojimizi oluşturmaya çalıştığımız bu gezegendeki hayat, o kadar sağlam temeller üzerinde durmuyor, her zaman sarsılabilir. Bizim kültürümüz, deprem üzerine yeterince düşünmemesinden yola çıkarak diyebiliriz ki, “sarsılmalardan çok da fazla etkilenmemiş,sarsıntıların ağır sonuçlarını unutmuş,  bunlar üzerinde yeterince kafa yormamış” Oysa yeryüzünün sarsılmasının belli ölçülürde bilimsel, rasyonel düşünceler tarafından saptanabilecek bir işleyişi vardır. Dolayısıyla, bu işleyişi bildikten sonra, bu işleyişi,  yer kabuğunu ve yer kabuğundaki hareketleri,  bu gezegendeki varlığımızın tektonik boyutunu unutmadığımız zaman ki, çoğu zaman unutuyoruz,insan gibi insan olabiliriz ; hele biz felsefecilerde böyle bir boyut çoğu zaman ihmal edilen bir şeydir.

Biraz önce gönderme yaptığım Platondan yola çıkarsak, Platonun herhalde gözü idealar dünyasında olduğu için, kendisinin bedenli bir varlık oluşundan ve yer kabuğuna basışından bir rahatsızlık duyuyordu. Çünkü, bu yerkabuğu gerçek dünya olarak kabul etmiyordu. İdealar dünyasının bir kopyası olarak görüyordu. Biz bu gezegende yaşamak zorunda olan, şimdilik başka türlü yaşam alanı olmayan, akıllı canlılar olarak, bu gezegendeki yaşamımızın tektonik boyutunu sürekli olarak göz önüne almak zorundayız. Bu göz önüne alındığı zaman,  yeryüzündeki hareketler bilindiğinde, ona göre yerleşme düzenleri oluşturulabilir ve ona göre hayat bir ölçüde sağlam hale getirilebilir.

Fakat, insan denen varlığın, tektonik bir yapısı oluşu, yani belli bir tabana dayanmak zorunda oluşu ve o tabanın da, kendi elinde olmayışı,  kendi aklıyla, kendi bilimsel, teknolojik çalışmalarıyla şu anki olanaklar içerisinde, bu doğa olayını durdurabilmek ve ortadan kaldırabilmek gücüne sahip olmayışından dolayı, hem bizi insan kılan içimizdeki hem de gezegenimizin bir özelliği olan dışımızdaki depremle yaşayabilmek durumundayız. İşte insan da tektonik yapısı olan bir varlık olarak, bu yanıyla yaşamak zorundadır. Platonun Devlet diyalogunda çizdiği bir şema var; sözlerini bir biçimde yorumlayarak size anlatmaya çalışacağım.. İnsan varlığının tektonik yapısı sözünden neyi anlamaya çabaladığımı, Platona giderek, Devlet diyalogunda açıklamaya çalışayım. Platona göre, insan varlığının 4’lü bir yapısı vardır. Hatta bazı Platon uzmanları yapıya ölçüler de vermişlerdir. Yani sayısal birimler de vermişlerdir, ben onları da söyleyeceğim: Gerçekten insanın tektonik yapısını, depreme açık yapısını anlamak açısından, Platonun bize verdiği ipuçları hakkında, sizlerin görüşlerini de almak isterim.

İnsanın, insan dediğim zaman, birey olarak insanı anlıyorum, bir alt yapısı var, en altta duran bir ölçüye göre, bir yoruma göre, dört birimlik dört ölçülük bir yanı var. Buna eski Yunanca’da ‘ekeysis’ adı veriliyor. Ekeisis, bizim iştahımız, yeme içmemiz,  bedensel süreçlerimiz, cinsel ihtiyaçlarımızı içeriyor. Karnımızın doyması ve varlığımızın devam etmesi için, gerekli süreçlerin olup bittiği yer olarak dört birimlik yapıya sahibiz. Tüm dokuz birimlik ölçü içerisinde, dört birimimizin tamamen bedensel ve hayvani bir özellik taşıdığını söylüyor Platon. Ekeisisin üzerinde iki birimlik, sezgilerimizle çok fazla kavramlaştıramadığımız, biraz duygularımızla, duygu yoğun bir bakışla kavrayabildiğimiz, dünyayı gösteren, bu dünyayı yaşamamıza olanak veren bir yanımız var. Bu hayvanlığımızın üzerine kurduğumuz , sezgilerle elde ettiğimiz yanımız bilgilerden ve inançlardan oluşuyor,bu inançların  çoğu da kör inanç olabilir. Çok irdelemediğimiz inançlardan oluşan kısmımız, buna Platon pistis adını veriyor. Pistis inanç, inanma, iman, itikat demek.... Demek ki, bizim 6/9umuz,  2/3miz, oldukça büyük bir bölümümüz hiç akılla bilimle, eleştiriyle, gözlemle ilgili olmayan bir yanımız, üstelik onun üzerine oluşturacağımız, oluşturduğumuz, yetimiz iki birimlik olan kısma Platon “dianoia” diyor. Dianoia olan kısmımız, bizim biraz daha kavramlara ilişkin çalışmalar yapabildiğimiz, bir ölçüde teknolojiyi belki matematiği oluşturabildiğimiz kısmımız. Ama en yukarıda bir birimlik 1/9luk kısmımız var ki, o da tam anlamıyla saf aklımızdır; ona da noesis adını veriyor.

Bizim neden depremli varlık olduğumuz konusunda, Platondan alabileceğimiz, önemli dersler var. Tektonik yapımızı bu açıdan gözden geçirdiğimizde, çok büyük bir bölümümüzün nerdeyse 8/9imizin aklımızın dışında olduğu;  bizim dışımızda cereyan eden, dolayısıyla irademizi tümüyle kullanamadığımız, tümüyle egemen olamadığımız yanımızla yaşamak zorunda bulunduğumuz  görülüyor.

Böylece, birey olarak, insan olarak bizim geçirdiğimiz depremler ve sarsıntıların kaynağı, işte bu bilinmeyen tümüyle egemen olamadığımız, hesabını veremediğimiz bilgiler ve inançlardan oluşan kısımdır ki, biz ancak bir birimlik kısmımızla onu anlamaya, denetlemeye çalışabiliriz. Hazin bir tablo gibi ortaya çıkıyor. İnsanın neden depremli bir varlık olduğunu anlıyoruz.  Bu dokuzda sekizden gelen çok büyük titreşimler var. Bu titreşimler, yaşam titreşimidir; başkalarıyla ilişkimizden gelebilir, bedenimizden gelebilir, hesabını veremediğimiz dogmatik düşüncelerimizden gelebilir, önyargılarımızdan, huysuzluğumuzdan, kaprislerimizden gelebilir. Hep o 8/9 olan kısım, o bizim bilim, sanat ve felsefe yaptığımız o dokuzda bir olan kısmı sarsar.  O tektonik yapımız maalesef, büyük bir ağırlık taşıyor. Aklımızın dışında bir işleyiş gösteriyor.

 Deprem alanında mühendis arkadaşlarımızın, jeologların yaptığı çalışmalar ne yönde olacaktır bilmiyorum ama, belki o çalışmalardan Platon’un 2500 sene önce söylediği, insan yapısı hakkında ima ettiği noktaların dışında da yeni bilgiler edinebiliriz. Bu insan yapısı hakkında da belki jeologların yaptığı çalışmalardan, birtakım ipuçları elde etme imkanı da olabilir.  Jeologlar bizden bir şeyler belki öğrenecekler, öğreniyorlar veya öğrenemeyecekler, ama biz onlardan her an şu yeryüzünün tektonik yapısı konusunda bize sunacakları bilgiden yola çıkarak, insana dair ve insanın metaforik anlamda kullandığım tektonik yapısı hakkında birtakım ipuçları elde etmeye yatkın olduğumuzu, jeologları dinlemeye felsefeciler olarak, en azından kendi adıma hazır bulunduğumuzu söyleyerek konuşmamı bitiriyorum. (Alkışlar)

OTURUM BAŞKANI- Sorular ve yorumlar için 5-6 dakikamız var.

SALONDAN- Ben bir şey sormak istiyorum, ama “Platon’un dörtlü yapısıyla ilgili olarak, sadece depremleri bir bilimde düşünüyoruz” dediniz. Peki sezgilerimiz hayvani duygular bunlarda önemlidir. İnsanın tektonik bir varlık olduğunu da, ayağının altından yer kaydığında, insan bunu zaten aklıyla değil, başka şekilde kavrıyor. Yani duygularıyla, diğer yönleriyle vesaire. Depreme o yüzden sadece dokuzda birimizle  bakmamız gerekli.

Prof. Dr. AHMET İNAM- Platon gözlüğüyle bakarsak, bu yapı içerisinde, deprem elbette 8/9’luk, 9/9’luk yanımızla, her yanımızla ilgili, eğer deprem büyük bir felaket başımıza açmışsa  Depremler her zaman çok büyük felaketler açmayabilirler. Ama depremi bir felaket olarak yaşayan insanın, bunu dört yanıyla da yaşayacağı çok açıktır.  Dokuzda bir olan kısmıyla anlayacak, yorumlayacak, düşünecek kendinin farkına varacak. Dolayısıyla, insanın tektonik bütünlüğü içerisinde kendi varlığının orkestrasyonunu yapması çok önemli, çünkü evreni, daha doğrusu depremi anlayabilmesi aklıyla gerçekleşebilir demiştik. Bilim ona göre yapılacak, teknoloji bir ölçüde noisis çabalarıyla, biraz daha altyapısıyla, dianoia ile oluşturulmaya çalışılacak. En azından üçte birlik kısmımızla iş başında olacak. Oysa insan,  insan olarak, dokuzda dokuz yaşamak zorundadır. Deprem onun dokuzda dokuzunu sarsmıştır çünkü.  . Aslında, dokuzda bir olan kısmı, 8/9 olan kısmıyla ilişkiye geçmeli, onlarla haberleşebilmeli, çünkü insan,  duygularıyla, bedeniyle düşünceleriyle ve toplumsal olarak diğer insanlarıyla olan ilişkileriyle insan oluyor. Depremi yaşadığı zaman da bütün varlığıyla yaşıyor. Ama bütün bu varlığıyla yaşıyor olmasının yorumunu, yine o maalesef, Platon açısından, dokuzda birlik yanıyla yapılabiliyor. Bu aslında az, dokuzda bir gibi gözüküyor insan yaşamında. 1/9 olan yanıyla da insan çok büyük şeyler başarabilmiştir. Bugünkü bilim ve teknolojinin olumlu yanlarını düşünürsek, ama 8/9 yanıyla da, işte dünyada zulüm var, dünyada hâlâ adalet oluşturulamamış, dünyada hâlâ terör var, hâlâ bir sürü akıl dışı, saçma sapan olaylar olup bitmekte. İnsan insanı sömürebiliyor, ezebiliyor. Bu açıdan da, dünya, insanın dokuzda bir kısmıyla çok başarlı olabileceği bir dünya gibi görünmüyor. Ama, umudumuz odur ki, belki felsefi etkinliğin de anlamı o olsa gerek, o noetik yanını, canlandırarak,o düşünen yanını güçlendirip sorunlarının üstesinden gelebilir. Belki felsefi etkinliğin de anlamı bu olsa gerek,.Bu sözleri çok basma kalıp bir rasyonalist bakış içinde söylemiyorum. Ama, o diğer 8/9’luk yanıyla iletişim kurarak, onu kavrayarak, tektonik varlığını irrasyonel gibi görünen, o tektonik varlığını yorumlamaya, anlamaya ondan gelen mesajları okumaya çalışarak, sanıyorum bu depremli dünya da, depremli bir insan olarak, daha sağlıklı bir biçimde varolabilir.

SALONDAN- Kaynaşlı’da bir olaya şahit oldum; tam fayın geçtiği hatta bahçe duvarının çiti ve yaya yolunun tam bir metre dolayında atım gösterdiği -yani orada o insanlar büyük bir ihtimalle depremi yaşamışlar- yani fay hattı her şeyiyle görülüyor. O depremden 1,5 sene sonra tam o fay hattının üzerine bir cami inşa ediyorlar. Yani bütün verileri henüz daha kaybolmamış ve o insanlar olayı yaşamışlar. Tekrar o fay üzerine cami inşa edilmesi, bu acaba doğayla bir inatlaşma mı? Yani, ben bunu gerçekten kara kara düşündüm ve bir cevap bulamadım. Bu konuda fikirlerinizi belirtebilirsiniz, bunun nedeni ne olabilir?

Prof. Dr. AHMET İNAM- Bu tabii, hem genel olarak insanı anlatan çok güzel bir olay, hem de özellikle bizim insanımızı çok iyi anlatan, bizim insanımızın kimi özelliklerini öne çıkaran bir örnek. Buna benzer deprem olgusundan yola çıkarak, mesela Karadeniz’le çok ilgili olmasa da  yine aynı felaketi taşıdığı için söylüyorum. Karadeniz’e Rus hanımlar gelmeye başladığı zaman, Karadenizli delikanlılara “bakın bunlar AIDS hastalığı taşıyorlar bu çok tehlikeli” demişler. Onlar da “öleceksek AIDS’ten ölelim, AIDS bize bir şey yapmaz” demişler. Çünkü oraya cami yaptığı zaman Allah’ın ona yardım edeceğini düşünüyor olabilirler. Bu da 8/9’luk kısmının, insanı insan yapan, bu irrasyonel yanının ne denli güçlü olduğunu gösteren bir örnektir, tabii, çok yanlıştır.

Türkiye hakkında bu olaydan yola çıkarak bir yorum yapmak istiyorum: Bizim hayatımızdaki, irrasyonellikler çoktur. Örneğin, ben evden çıkıyorum, evin önünde akşamdan farkına varmadığım, sabahın köründe birilerin gelip evin önüne kazdığı çukura, adımımı atar atmaz düşüyorum.  Thales olduğum için değil, burası Türkiye olduğu için çukura düşüyorum.  Gökyüzündeki yıldızlara bakarak düşsem, hiç değilse bir anlamlı düşme olur. İşe yetişeyim derken, ayağım saplanıyor. Sakat da kalabilirim. Türkiye bu tip irrasyonelitelerin bol olduğu bir ülkedir.  Türkiye’yi bu yanıyla müthiş seviyorum. Sevgim belki çoğunuza tuhaf gelecek.

Neden böyle yapıyoruz? Neden böyle yaptığımız bizim Türkiye’de yaşanan hayat hakkında önemli birtakım işaretler veren özellikdir diye düşünüyorum. Bu konuşmamın konusu değil, ama deprem karşısındaki Türk insanına ait tavırlardan birini gösterdiği için söylüyorum. Bu tavır genel olarak, bizim hayata karşı aldığımız tavırla ilgili bir tavırdır, yani “bana bir şey olmaz” tavrıdır. Yalnız, bunu göstermiyor, bizim irrasyonelitemiz Türkiye’de yaşanan hayatın çok canlı, çok diri, henüz kokuşmamış ve yaratıcı yorumlarla yeniden canlandırılabilecek müthiş bir boyutunu göstermektedir. Bu irrasyonelite Türkiye’deki insanın arayışını ve farklılığını gösteren bir şey. Avrupalı insan hayatını belli bir düzene koymuş, o düzen içerisinde yaşıyor, belki ondan memnun gibi, ama Avrupalı entelektüellerden bir çoğundan işitmişimdir, neden yaşıyorum, hayatımın anlamı ne? Sorusu onların sürekli olarak sordukları bir sorudur. Bu anlamda da, düşünsel ve anlam açısından büyük bir kokuşma ve durağanlık geçirmektedir. Bizim toplumumuzdaysa, bedeli ağır olmakla birlikte inanılmaz bir hareket var. Bu bizim depremli bir kültür olduğumuzu da gösteren bir şeydir. Depremli bir kültürde o sarsıntıların oluşmasıyla belki felaketler olabilir. Ama sabah arkadaşımız konuşurken de söyledi, depremler her zaman olumsuz değildir, belki de o depremlerin yol açtığı hareketler yüzünden bir su kaynağı bulabilirsiniz, yeryüzünde inanılmaz bazı değişiklikler olabilir, yeni bir şeyler keşfedebilirsiniz. Aynı durumun Türk kültüründe olabileceğini düşünüyorum. Yani bizim bu irrasyonelitemiz, o dokuzda bir olan rasyonel yanımızla birleştirilip yorumlanabilirse, giderek hayatımızdaki çukurlar ve deprem felaketleri azalacaktır. Üstelik biz uyuşukluğu engelleyecek depremlerle de kendi canlılığımızı ve yaratıcılığımızı kazanacağımızı düşünüyorum.

OTURUM BAŞKANI- Sadece iki dakikamız var, iki dakika içinde sorulacak ve cevabı alınacak bir soru rica edeceğim.

EŞREF ATABEY (Jeoloji Mühendisleri Odası BTK Üyesi)- Hocam çok teşekkür ederim.

Bizim toplum 8/9’una sahip, 1/9 kısmı eksik, bir depremi anlamak için 1/9’luk kısmı bilmemiz gerekiyor. Sorumlular açısından biz kendimizi geliştirdik diyelim, 1/9’u da elde ettik, sorumlular ve yöneticiler açısından acaba 1/9’luk kısmı -bunlar da eksik oluyor- bunları nasıl geliştireceğiz? Toplum olarak bu bir eğitim sorunu tabii.

Prof. Dr. AHMET İNAM- Teşekkür ederim.

Bence deprem üzerine çok konuşuldu, biliyorsunuz televizyonlarda bir zamanlar açtığınız zaman Türkiye’deki bütün jeoloji bölümlerindeki veya mühendislik bölümlerindeki hocalar, depremler hakkında ellerinde sopalar veya kırmızı ışıklarla haritalar önünde bir sürü nutuklar attılar ve anladık ki hocalar arasında da hiçbir uyuşma yoktur. Bu dokuzda birlik kısımda da problem olduğu anlaşılıyor. Burada da henüz bir anlaşma yok. Galiba, 1/9 la bile çalışamıyoruz deprem konusunda; o halde aklın payını ne denli arttırrsak o denli iyi olur diye düşünüyorum. Galiba, jeoloji henüz astronomi gibi hiç değilse veya fiziğin bazı dallarındaki gibi netliğe kavuşabilmiş değil. Deprem biliminin de kendi içinde büyük problemleri var. Bu da bana çok büyük bir heyecan veriyor, çünkü bu da büyük araştırmalara insanı götürebilecek yeni şeyler bulmaya bizi hazırlayacak bir şeydir. 1/9imizde keşke bol bol depremler olsa da, yani aklımızda,düşüncelerimizde,bilgilerimizde depremler, devrimler olsa da, dışımızdaki depremleri daha açık,daha net biçimde anlayabilsek! Depremlerden öğrendikçe, depremler faydalıdır.

Depremler bir açıdan daha faydalıdır: Bizim uyuşmuşluğumuzu, gafletimizi, kendimize aşırı inancımızı, egoizmimizi, şımarıklığımızı yüzümüze vururlar, bize insan olarak bu dünya da haddimizi bildirirler. Hiç değilse metaforik anlamda depremli yaşamanın güzel bir yaşam olduğunu söyleyebilirim. Sarsıntılarla kendimizi, yenileyebilme, değiştirebilme, geliştirebilme olanağına sahip olabiliriz. Hepinize olumlu anlamıyla depremlerden uzak olmayan  bir yaşam diliyorum.

Teşekkür ederim. (Alkışlar)

   
     
     
 
Özgeçmiş| Yayınlar |Verdiği Dersler|Yönetilen Tezler|Haftalık Ders Programı
 
     
 
İletişim Bilgileri :
 
 
Adres: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye
Telefon: + (90) (312) 210 3141   Fax : + (90) (312) 210 1287
Oda Numarası: Z-43   E-mail : ainam@metu.edu.tr
 
 
Mesaj göndermek için !