Odtü-Felsefe Bölümü sayfasý
   
     
   
Prof. Dr. Ahmet İNAM
   
         
         
 
giriş
 
   
Online Yayınlar
   
   


TÜRKİYE'DE FELSEFEYİ DEĞERLENDİRME KONUŞMALARINDAN BİRİ

(8 Şubat, 2003, İstanbul, band kayıtı)

Kasım ayında Ankara'da Atatürk Yüksek Kurumu tarafından gerçekleştirilen Beşinci Türk Kültürü Kongresi yapıldı. Kültürün değişik alanları Cumhuriyet dönemi içinde değerlendirildi. Bu arada felsefe de tartışıldı. Biz orada on felsefeci kadar vardık. Felsefe ve bilim birlikte tartışıldı. Benim şimdi yapacağım konuşma,biraz o konuşma üzerine yapılmış bir konuşmadır. Orada konuşmama başlarken demiştim ki Spinoza'ya dayanarak, A, B hakkında konuşurken aslında biz B'yi değil de A'yı anlarız. Bizim burada felsefe hakkında konuşmamız belki bizi daha iyi anlatabilir. Çünkü biz felsefe hakkında, Cumhuriyet dönemi felsefesi hakkında değerlendirme yaparken,aslında biraz kendi kendimizi de değerlendirmiş oluyoruz. Belki burada felsefeden şu ya da bu biçimde haberli olan veya hiç haberi olmayan merak edip gelen dinleyici arkadaşların da bu konuda bizim hakkımızdaki kanaatleri, belki Türkiye'de yapılan şeyler hakkında da bir gösterge olabilir diye düşünüyorum. Şimdi soru şuydu o konuşmamda: Bir kültürde felsefenin olduğunu nasıl anlarsınız? Sorun bu açıdan bakıldığında, bir antropoloji sorusuna benziyor. Kültürü, burada birtopluluğun yaşam biçimi anlamında kullanıyorum. Şimdi her kültürde felsefenin olmadığını iddia ediyorum. Her kültürde hikmet vardır.Yani bilgelik vardır. Çünkü her kültür biraz dilini geliştirmişse, hele yazıya geçebilmişse ve yeterli bir geçmişe de sahipse, o kültürün gerçeklerle ilişkisiden çıkan, deneyimlerinden kaynaklanan bir bilgi birikimi, dolayısıyla bir bilgeliği vardır. Şimdi bu topraklarda yaşayan,Anadolu'da Orta Doğu bölgesinde yaşayan biri olarak savım bu: Bu toprakların insanın çok derin bir hikmeti, bir bilgeliği vardır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak geldiğimiz noktada, bu cumhuriyetle yaşadığımız yaşam biçimi içerisinde, felsefe nerede duruyor? Bizi tanımayan birisi gelse baksa," Acaba Türklerde felsefe var mı?" diye sorsa, neyimize bakacak da, bizde felsefe olduğu veya olmadığı sonucuna varacak? Güney Afrika'da felsefe var mı, Kenya'da felsefe var mı, neyine bakarsınız da Kenya'da felsefe olup olmadığı sonucuna varırsınız? Bunun çok önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Çünkü, felsefe, bir yorumla, Yunan'dan başlatılan bir etkinlik olarak görülür ki, katılıyorum buna, felsefe evrenseldir. Her kültürde çekirdek halinde potansiyel halinde vardır. Ama bu potansiyel geliştirilmemiş olabilir. Dolayısıyla bilgelik düzeyinde kalmış olabilir. Hint felsefesi, Çin felsefesi, Japon felsefesi gibi sözlerde belki biraz da bu yatıyor; burada felsefe dediğimiz şey belki de bir bilgeliktir bir dünya görüşüdür, bir yaşam biçimidir, bir ahlak karakterine sahip olma tarzıdır. Bu, mutluluk arama konusunda, insanın başına gelen belâlarla baş edebilme konusunda,o kültürdeki yaşayan insanların edindikleri deneyimlerden oluşan bir şeydir. Buna bilgelik diyorum, ama felsefe bilgelikten sonra oluşan bir şeydir. Felsefe, deyim yerindeyse bilgelik ardı bir etkinliktir. Onun için her kültürde olmayacağını söyleyebiliriz. Nitekim, bizim Osmanlı'da belli bir döneme kadar felsefeyi bulamıyoruz. Tabi, bunu söylediğim zaman bir çok arkadaş bana kızıyor. "Felsefeyi Yunan'dan başlatıyorsun yoksa sen Yunan dangalağı mısın?", " Hümanizm övgüsünü yapıyorsun" diyorlar. Hiç alakası yok. Çünkü biz felsefenin beşiği olan yere de felsefeyle bakabilir, dolayısıyla orada yapılıp edileni de eleştirebiliriz. Orada felsefenin nasıl doğduğu konusunda da yine felsefi bir tutumla bir şeyler söyleyebiliriz. Bu bir hayranlık belirtisi değildir.Yalnızca bir tespittir. Yanılıyor da olabilirim. Benim felsefe anlayışım içerisinde felsefe, Yunandan çıkan bir etkinliktir. Orada buluyoruz özünü, yani beşiğini, şu anki bilgilerimizin ışığında. Elbet felsefeye yakın, ona benzer çalışmalar eski Mısır kültüründe de olabilir, Mezopotamya'da da. Daha uzağa götürebilirsiniz işi, Çin'de, Hint'te, Uzakdoğu'da, Orta Asya'da belki bir anlamıyla olabilir ama, oradakilere gerçekten felsefe demek biraz zor. Bunu neden söylüyorum? Çünkü, Türkiye'deki felsefe serüvenini cumhuriyet döneminde anlayabilmek, felsefenin ayırıcı özelliğinin ne olduğunu iyi anlamakla olanaklıdır. Yoksa her birimiz felsefeden başka birşey murad ediyorsak o zaman bu serüveni anlatırken de farklı şeyler anlatacağız ve aramızdaki iletişim ve tartışmada o zaman sağlıklı biçimde yürümeyecek .Onun için felsefenin ne olduğu konusu üzerinde durma gereği duydum. Şimdi dikkat ederseniz, felsefe bir bilgelik ardı bir etkinliktir. Etimolojik olarak da bilgelik sevgisidir. Bilgelik değildir. Bilgelik sevgisi denmesinin ardında, bilgeliğe hemen varma, çabucak ulaşma, hemen erme, herşeyi birden bire veya belli aşamalardan geçtikten sonra biliverme veya bilgeliği pazarlama, mesala sofistlerin yaptığı gibi, bilgeliği bir ticari meta olarak ya da doğrudan doğruya politik kaygılarla kullanma çabasının bulunmayışı yatıyor. Gerçi felsefenin politik olduğunu baştan beri kabul ediyorum. Ve o eleştiride de çok haklı olduğunu arkadaşlara söyleyebilirim. Yani Kara Athena eleştirileri. Onlar önemli eleştirilerdir. Felsefenin, felsefi etkinliğinin ortaya çıkışında elbette politik yan vardır, çünkü felsefeciler de bunu kabul etmişlerdi. Platon'un ana kaygısı o değil miydi? Bir ideal devlet yönetimi(politea) oluşturarak ancak öyle bir devlet yönetimi içerisinde, felsefe dediğimiz etkenliğin gerçekleşebileceğini söylemiyor muydu? Şimdi nedir o halde hikmetle felsefeyi ayıran. Şimdi bizde hikmetin olmadığı savını herhalde kimse ileri süremez. Çok derin bir bilgelik geçmişimiz var. Yazık ki biz felsefeciler, bu hikmet hakkında çok şey bilmiyoruz; belki dudak büktüğümüz için,belki merak etmediğimiz için, belki merak edip anlayamadığımız için, belki tam önemini kavrayamadığımız için.Türkiye'de felsefe yapılacaksa, bu bilgelik üzerine, bu topraklarda yüzlerce yıl olagelen ve olmakta olan ve olacak olduğunu umduğum bilgelik ruhu içerisinde, onun eleştirisiyle veya onun üzerine kurulmuş bir felsefeyle yapılacaktır diye düşünüyorum. Çünkü özgün felsefe yapabilme bizim kültürümüzün bu yüzyıldaki var olma sorunudur. Biz felsefe yapamazsak,ister askeri açıdan, güçlü olalım, ister Avrupa Birliği gibi uygun ittifaklara girelim, bu topraklarda yaşayan kültürü sürdürme şansını yitiririz. Bugün felsefe yapabilme, hayatımızı felsefeleme etkinliğini gerçekleştiremediğiniz anda,geleceğimiz de tehlikeye girer. Geçmişteki o canım,o zengin,o çok çeşitli, derinliklerle yüklü bilgeliği, geleceğe taşıma şansını yitirirsiniz. Felsefenin burada çok büyük bir işlevi var. Bu kültürümüzü,hayatımızı yaratıcı biçimde yorumlama çabasını yalnız felsefe gerçekleştirmeyecektir. Sosyal bilimler de yapacaktır. Filozoflarımız da, dilbilimcilerimiz de.Hele hele edebiyatçılarımız, bu duyarlılığa sahip olanları bunu gerçekleştirecektir. Ama felsefe etkinliğiyle bu atılımı tamamlayamazsak, kültürümüzün çok eksik kalacağını düşünüyorum.Peki, ozaman, ne yaparsak, bilgelik üzerine kurulmuş olan bir felsefe etkinliği oluşabilir? Şimdi arkadaşlar, burada, belki bazılarınıza çok itici gelebilecek bir geometrik model ileri sureceğim. Felsefenin bugününü değerlendiriyoruz, neye göre değerlendiriyoruz? Ölçütümüz nedir? Hepimizin kafasında felsefe adına bir şeyler var. Felsefenin nasıl olması gerektiği, nasıl olduğu konusunda bir takım ölçütlerimiz var ki, bu ölçütleri ortaya koymalıyız ki, bugünkü ve geçmişteki felsefeyi değerlendirebilelim. Çünkü felsefenin değerlendirilmesinin ölçüt dışı bir olanağı söz konusu değil. Onun için, değerlendirme yapan insanlar olarak, neye göre değerlendirme yaptığımızı da düşünme namusu açısından belirtmek gerekiyor. Onun için bilgelikle felsefe arasındaki o ilişkinin,o ayrılığın, ya da o bağlılığın ne olduğunu ortaya koymak gereğini düşünüyorum. Bizde bilgelik vardı, felsefe yoktu derken, sorgulama yok muydu? Felsefe salt kuramsal sorgulama mıdır? Bana öyle gelmiyor, çünkü bizde olana, islam gelenek ve göreneklerine, onları çok iyi bilmememiz yüzünden dudak büktüğümüz için, oradaki örneğin, fıkıh çalışmalarında, kelam çalışmalarında taşınan, felsefeye kaynak olabilecek,deyim yerindeyse ön-felsefe çalışmalarını değerlendiremiyoruz. Öyle bir gelenek var, ama o gelenek bilgelik içerisinde ve dini bir yoğunlukla yapılagelmiştir. Yani bir theolojik çerçeve ile yapılagelmiştir. Felsefi olmamıştır, olamamıştır. İslam kültürü, kendi theolojisinin dar kalıplarından çıkıp felsefi anlamda da theoloji gerçekleştirememiştir. Theoloji bilgeliğin içeresinde olduğu için, bunları söylüyorum. Bizim de hesaplaşmamız gereken bir şey var. Biz felsefecilerin theolojiyle de de hesaplaşmamız gerekiyor. Bunu da çok iyi bildiğimizi sanmıyorum. Genellikle theolojiye dudak büktüğümüzden, bizdeki theologların da doğru dürüst theolog olmayışından kaynaklanıyor,bu durum. Bir theolog arkadaşımla biraraya gelip doğru dürüst bir tartışma yapma şansım, fizikçilerle olduğu gibi pek yok. Hıristiyanlar bu sorunu çözmüşler. Çok iyi felsefi çekirdeği olan,değerli theologlar yetiştirebilmişlerdir. Felsefede atılım yapmalarının ardında böyle birşey de vardır.

İnsanlar kendi psikolojileriyle yüzleşmeyi başardıkları için felsefeye büyük bir zenginlikle gelebiliyorlar. Sözünü ettiğim felsefenin psikolojik boyutu egzistansiyalist düşünceyle ortaya çıkmıştır. Kurcaladığımız zaman, egzistanziyalisizm de bizde çok iyi bilinmiyor maalesef. Biraz edebiyatla karışık olarak orasından burasından makaslanıp, çeviriler yapılıyor ama, varoluşçuluğun arka planı pek bilinmiyor. Gerçekten varoluşçuluğu anlayabilmek için Hegel'i bilmek gerekir.. Hegel'i bilmezseniz, Kierkegaard'ı anlayamazsınız,Husserl'i bilmezsiniz Sartre'ı anlayamazsınız., Heidegger'i anlayamazsınız Gabriel Marcel'I anlayamazsınız. Anlayamazsınız ama, bunu bizimkiler yapmışlardır.

Ana kaynakları okumadan o kaynaklardan ortaya çıkmış ürünleri nasıl anlayabilirsiniz? Bu arada bir dizi değerlendirme yapıyorum dikkat edersiniz. Ana yapıtları, ana düşünceleri, temel ilkeleri anlamaksızın, bugün Batı'da neler var, neler fazla satıyor diye soruluyor. Çalakalem İngilizce Fransızca bilen kolej mezunlarına kitaplar çevirtiliyor., 68 kuşağında geliyorum, bir sürü Marksist litaratürü okuduk. Şükür ki, Türkçenin içinde hapsolarak okumadık. Türkçenin içerisinde kalarak onları okumaya çalışanların kafası çok karışık. Türkiye'de belki de Marksist hareketin bu kadar başarısız olmasının arkasında, Marksist teorinin doğru dürüst bilinmeyişi yatıyor olabilir.. Çünkü Marksist teorinin dayandığı felsefi temelleri anlayabilme gücünde Marksist arkadaşımız çok azdır.. Temel konulara inecek bilgileri yoktu. Yaşama telaşı bizi inanılmaz itiyor. Hala öyle, ben çantamı alıyorum mesela bugün burada, yarın Çanakkale'ye gidebilirim, öbür gün Malatya'ya .. Çadır tiyatrosu gibi sürekli dolaşıyorum. Bu benim misyonumdur. Arkadaşım şikayet etti; akademisyenlerin halktan kopukluğu konusunda, bunu yapmaya çalışıyoruz, ama bu beni öldürüyor..

Çünkü ben çantamı sırtıma alıp kapı kapı dolaşıp size anlatacağım arkadaşlar varoluşçuluğu, bilim felsefesini; gezici vaize dönerim hiçbir şekilde kendimi geliştiremem. Bana zaman gerekiyor, bana para gerekiyor, bana yurt dışındaki arkadaşlarımla tartışma gerekiyor, yoksa kaybolup giderim ben. Burada çok iyi düşünmek lazım.

Bize felsefenin girmesi popülist merakla olmuştur. Gavur ne yapıyor, gavurda felsefe diye birşey var, saçlı sakallı garip adamlar bunlar. Deli deli bakıyor gözleri. Schopenhauer'in, Nietzsche'nin denmiş.. Zaten ilk çevirilenlere bakarsanız, bir Schopenhauer'e bizde. O islam kültürünün içerisinde yetişmiş insanlara çok cazip geliyor. Ama siz Kant'ı tanımadan Schopenhauer'ı anlayamazsınız, mümkün değil. O zaman edebi laflar ve aforizmalar olarak kalıyor hala felsefe birçoğumuzun kafasında böyle. Parıltılı sözler söylemek, anlaşılmaz anlamı kendinden menkul laflar etmek, bunlar felsefe zannediliyor. Bizde Tractatus çevirildiği zaman, arkasında matematiksel mantık olduğu halde, sağolsun bazı edebiyatçı felsefeci arkadaşlarımız, onu şiir zannetmişlerdir. Ne güzel de söylüyor bu Wittgenstein denen şair, ne müthiş aforizmaları var demiş,yeni bir şair keşfetmenin hazzıyla dolmuşlardır. Bu geleneğimizde var, biz herşeyi şiir haline getirebiliyoruz. Şiirleştirip kendimize göre rahatlayacağız. Felsefenin arkasındaki sıkıntıyı da anlamakta problemimiz var. Felsefenin arkasında üç şey birden var; ilki dindir, inançtır. Felsefe onu ahlak olarak aldı, dini saplantılardan kendini sıyırdığı için. Felsefe"nasıl yaşamalıyım sorusuyla" ethiği başlattı.. Ben kimim, nasıl erdemli olabilirim, güzel insan olabilirim. Sorusuyla ilgilendi. Sokrat ilk kez bunu vurgulayan birisi. Bizden birisi olarak Sokrat'ı düşünüyorum. O dayandığı bilgiyi felsefeye dönüştürebildi. Bunu bilgi için yaptı. Bunu yalnızca sorgulamak için mi yaptı. Hayır, birşeyi yalnızca sorgulamak için sorgularsanız sofist olursunuz.. Sofist, Sofos ve Filosofos, bu üçü arasındaki ayrımı farketmek gerekir.

Herşeyi sorgularsınız, herşeye çomak sokarsınız. Felsefeye ilk başlayanlar gibi. Felsefe böyle birşey değil. Bu bir hastalık bu bir sofizm Filozofos böyle biri değil. Sokrat gelene gidene çomak sokan biri değildir. Sokrat gençlerle uğraşıyordu elbette ama, amacı başka bir şeydi. Onların ne kadar aptal olduğunu göstermek değildi amacı sadece, bunu da yapıyordu ama, onları sadece bozum etmek için bozum etmiyordu. Onlara kendilerini tanıma olanağı vermek için, kafalarında kendi kültürlerinden gelen saplantılarından kurtulmaları için, onlara yol açmaya çalışıyordu.. Demek ki felsefe, sofizm değil, başlangıçta, herşeye itiraz etmek,herşeye karşı çıkmak, herşeyi sorgulamak, kuşkulanmak, kuşkulanmak için kuşkulanmak değil.Bu felsefenin yaptığı bir şeydir ama,felsefe salt bundan ibaret değildir.. Sokrat örneğinde bunu görebiliriz. Filosofos, sofos değildir, sofos değildi, bilge değildi, ama sofizm ve bilgeliğin çatışmasında Hegelvari bir sıçramayla, bir aufhebung yaparak üste doğru yükselmeyle, tez ve antitezi aşarak, üst bir sentezde farklı bir etkinlik yarattı. Felsefeyi oluşturdu. Felsefe kavramlarla yaşayabilmedir, onun yaşama boyutunu unutmamak lazım.

Sırf entellektüel kavram cambazlığı değildir, ne diye durup dururken kavramlarla uğraşayım ne derdim var? Kafamda sorular var onlara cevap bulmak için. Ne diye kafamda sorular var? Demek ki altta, çok fena bir şekilde, varoluş sorunum var. Psikolojik bir sorun değil bu. Felsefecilerin, kendi adıma konuşayım, en fazla rahatsız olduğu şey, psikolojiyle felsefenin karıştırılmasıdır. Bu,Frege'de, tarihe gidersek, Husserl'de olan bir tutum. Çok dikkatli ayrımlar yapmışlardır bu büyük filozoflar. Bunlar ontolojik sorunlardır. Mesela Anguise diye bir kavram var, eksistansiyalistlerin kullandığı veya Heidegger'in kullandığı angst kavramı.Angst insanın varolma özelliğidir. Bir psikolojik hastalık değildir o. Siz psikiyatriste gidip, yandım Allah bu angst'tan dediğinizde, eğer angstınızı o adam kaldırabilirse, siz has(otantik) bir insan olarak, yok olursunuz.. Çünkü sizi siz kılan şey, o angstla yaşamanızdır. Öyle varoluşsal duygular vardır ki, bunların psikolojik olduğunu sanmak yanılgıdır, bunlar insanı insan kılan ontik kökenli, bizim varoluşumuzla ilgili duygulardır, dolayısıyla felsefe baştan beri bu varolma sorunuyla yakından ilgilidir..

Başlangıçta Antik dönemde zaten felsefe bir yaşam biçimiydi. Yani içinde din, içinde inanma, inanç, ahlak, taşıyan(din sözünü kullanmayayım çünkü yanlış çağrışımları var.) bir etkinlikti. Sanatı da içinde barındırıyordu felsefe, çünkü, şiirle felsefe yapılabiliyordu örneğin. Edebi yapıtlarla, tredegyalarla, Homeros destanlarıyla, mitolojiyle, birlikte olabiliyordu, gönderme yapabiliyordu hiç değilse oralara ve bilimle ilgili olmuştu. Felsefe kendi bütünlüğü içerisinde bu üç alanı da taşımak zorundaydı:Din, sanat ve bilim. Zaman içerisinde belki de Hristiyanlığın gelmesiyle yapısı değişti. Unutmayalım, bu Helenistik dönem felsefesinde, Büyük İskender'den sonra yapılan felsefede, Epiküros, Stoa Felsefesi, Skeptiklerin felsefesini düşündüğümüzde, bu felsefeleri incelediğimizde kökeninde müthiş bir şey görüyoruz. Bunlar tamamen bireyin varoluş sorunlarıyla ilişkili felsefelerdir. Filozoflar o dönemde birarada yaşıyorlar, çünkü felsefe tek kişiyle yapılan bir etkinlik değil, birarada kotarılabilecek agorada, meydanda, ortalıkta, bahçede yapılacak bir etkinlik ve orada insanların söyleşi içinde, kendi yaşamlarının varoluş sorunlarını tartıştığını görüyorsunuz. Hıristiyanlığın çıkmasıyla giderek kurumlaşma çabası içinde olan Hristiyanlık için, felsefenin bu hali büyük bir tehditti. Dolayısıyla, bu felsefenin therapatik yanını, insanın ruh bakımıyla ilgili olan yanını ( Sokrat bunu açıkca savunmasında, da Apolegya'da söyler, felsefe ruh bakımıdır der.) Hıristiyanlık aldı götürdü. Hıristiyanlık için çok büyük tehditti bu.. Pagan bir kültürün eline insanları bırakmak doğru değildi, dolayısıyla felsefenin salt entellektüelleştirilmesinde Hristiyanlığın çok büyük etkisi var. Çok büyük bir kıskançlıkla felsefenin içini boşalttı. Dolayısıyla felsefe giderek zaman içerisinde dinin hizmetinde olan bir etkinliğe dönüştü... Dini meşrulaştırmaya çalışan, bu inancın metafizik temellerini kurmaya çalışan bir çalışma haline geldi. Çünkü felsefenin üç türlü çalışması olduğunu söyleyebilirim, bu yine Cumhuriyet dönemini anlamakta önemli. Bir artçı felsefe vardır. Artçı felsefe, dinde, kültürde egemen olan düşünceleri, değerleri meşrulaştırmaya yarayan, o kültürdeki egemen olan ideolojiinin kullandığı felsefedir.Hıristiyanlığın Aristoteles'i kullanması gibi veya Marksizmin Hegel'i bence karşıt anlamıyla kullanması gibi.. Felsefe sizin dünya görüşünüze hizmet edebilir. Sizin görüşünüzü felsefe sanmanız, büyük bir yanılgı olabilir; ona çok dikkat etmeniz gerekir. İkincisi; felsefenin yancı özelliği vardır askeri terimler kullanıyorum ama, savaş arefesinde olduğumuz için, yancı etkisi şöyle, felsefe o kültürde egemen olan sanat, bilim ve inanç düzenleri arasında bir bağlantı kurar. Bütünleştirir. Kim yapmıştır bunu en büyük örneği Kant'tır.

Kant, çağındaki Newton fiziğini yorumlayabildiği gibi, o fiziğin felsefi temellerini koyabilmiş, o fiziğin kapattığı ( determinist bir fiziktir) ahlak alanını açmıştır, böylece, ahlakla bilim arasında ilgiyi kurmuş ve dolayısıyla estetiğe de imkan verdiği için sanat, ahlak bilim bağının mükemmel düzenlenmesini çağının en etkin düşünce insanından biri olan Kantta görüyoruz. İşte, bu,felsefenin kuşatıcı, çepeçevre sarıcı bir özelliğidir. Artık sanıyorum bu genişlikte, bu kapsayılıcıkta bir felsefecinin filozofun gelmesi hemen hemen olanaksız görünüyor. Felsefenin bir de öncü görevi vardır. Kültürdeki olup bitenlere öncülük eder. Türkiye'de felsefe bunu yapabilmiştir. Bunu kafamda soruyorum ama cevap veremiyorum. Ama yapabilir. Yapmaya çalışıyor. Neyi hatırlatmaya çalışıyor? İnsanlara demek istiyor ki siz şunlara şunlara takmışsınız, ve bunları bunları çok önemli sanıyorsunuz. Halbuki böyle değil. Başka türlü de düşünülebilir, başka türlü de görebilirsiniz; sizin ihmal ettiğiniz, gözden kaçırdığınız şu şu noktalarda var. Felsefenin bu anlamda hem bir uyarıcı hem de ileriyi gösterici, ileriye işaret edici yanı var. Bu biraz sofistik yanından da kaynaklanıyor olabilir, ama sırf sofistlik yapmaya çalıştığınız zaman, o yine felsefe olmuyor. Öneri getirmeniz gerekiyor. Salt eleştiriyle olmuyor. Sen ne diyorsun arkadaş sorusuna cevap vermesi gerekiyor. Çünkü bizim hikmetimizde, bizim kültürel geçmişimizde, yakınma geleneği çok farklı. "Battık batıyoruz, bittik bitiyoruz, bizde felsefeci yok, bizde bilimci yok " Hatta bu eleştiriler, çok zekice ve müthiş düşünce açılımları içerisinde yapılmış eleştiriler de olabilir. Ama, o eleştirinin ardından sunulan resme ihtiyaç var.

Benim görüşüme göre, cumhuriyet dönemi felsefesini belkide bu resim sunma felsefesi açısından ele almak lazım. Yani resim sunma ne demek? Birlikte yaşadığımız, Türkçe düşünen, Türkçe duyan insanlar, işte ben sizin aranızda yaşayan birisi olarak, kendi hayatımıza dair böyle bir resim sunuyor, böyle bir hayat değerlendirmesi yapıyorum. Biz buyuz, bizim dışımızdaki yer bu ve önerdiğim dünya bu, dolayısıyla bir tasarı sunmaya çalışıyoruz. Bu felsefe,bir resimleme çabasıdır. Bunda ne kadar başarılı olunacağını bilemiyorum, İdeolojiler bize genellikle dışardan sosyo ekonomik gürültüyle geliyor. O yüzden,bu gürültü içinde felsefenin o cılız sesi fazla işitilmiyor.

Bir geometrik şekil sunacağımı söyledim ama araya bir sürü şey sokuşturdum, şimdi modeli sunmaya çalışacağım: Bir silindir düşünün üç boyutlu, silindir bana biraz benzediği için anlamanız daha kolay olacak. Şimdi silindirin üst düzlemindeki daireyi,, yani tavanını düşünün. Tavandaki çemberin yada dairenin bir merkezi var. . Biz felsefeciler o çemberin çizgilerinde yaşıyoruz, yani dışardaki çizgiyiz. Kısacası dışardaki çizgi akademik hayatı gösteriyor, bana göre. İç ve birde merkez var. Şimdi merkezden, ucu merkeze değecek şekilde dairenin altına doğru açılarak indiğimizde bir koni oluşacak, yani koninin merkezi tepeye değer. İşte o koninin tabanına doğru bizim kültüre ve birikimimize özgü alan ortaya çıkıyor, bizim dilimizden ya da farklı dillerden. O diller Türkçe olabilir, Kürtçe olabilir, Arapça olabilir, Süryanice veyahut Osmanlıca olabilir. Çünkü o dilleri bütünleyen kültür,tür,belki arkadaşlarımdan ayrıldığım nokta.bu. Ben dil yoğunluklu gitmiyorum. Dili de aşan bir yaşama dünyasının varlığına inandığım için, yani bu yaşama dünyasına biz elbette dilimizle varabiliriz. Türkçeye özgü olan bu topraklara özgü olu rmu olmaz mı onu bilemiyorum. Türkçeye bu özgüdür, Almancaya bu özgü değildir demek, mesela Chomsky hipotezini düşündüğümüzde çünkü derinlik gramerleri, bütün dillerde aynıdır tezini falan düşündüğümüzde,sırf linguistik araştırmaların, bize özgü olanı yakalamakta, problemlerle karşılaşılacağını düşünüyorum. Wittgenstein böyle düşünüyor. Wittgenstein için dili bir yaşam biçimi olarak gördüğü için, jestleri, tavırları, falan filanlarını da kattığı için, daha zengin birşey söylüyordu. "Kapı açık" dediğimiz zaman, bu "kapı açık" sözü, düz bir cümle değil, kapı açık ise ben kapıyı kapat demek istiyorum. Dolayısıyla siz bu kapı açık sözünü bir önerme olarak anladığınız zaman dili çok sınırlandırmış olursunuz ve etki alanını görmemiş olursunuz. Şimdi o çemberi düşündüğümüzde o çemberin altında bir yaşama dünyası var. Bu yaşama dünyasının bir kısmı dile getirilmiştir, bir kısmı dile getirilmemiştir. Dile getirilmeyen dil altı, dil dışı olan ama yaşadığımız şeyler var. Onun için herşeyi dilde bitirmek yanlış.

Sözcüklerle başlayabiliriz ama sözcüklerle bitirmemeliyiz. Tabii ki kendimizi anlatırken sözcükler, kavramlar ve cümleler önemli ama, onların ötesindeki o, extra-linguistic olana, dil ötesi şeylere de ulaşma çabamız olmalı. Bu bir mistisizim falan,filan da değil,ayrıca onu söyleyeyim, sorular gelirse bunu açabilirim. Çünkü fazla konuşmayacağım. Şimdi bakın; o koniyi aşağı doğru indirdiğiniz zaman o koninin içinde neler var? Siyasal düşünce var, edebiyat var, geleneklerimiz, göreneklerimiz, bilmecelerimiz, yaşam biçimimiz var, karşı cinsle ilişki biçimimiz var v.b. bir sürü şey var. Bunlar hepsi aşağıda duruyor, felsefe ise o üst çemberde yapılıyor, felsefe neden o üst çemberde duruyor? Her kültürün böyle silindirik bir yapısı var. Kendi içerisinde ve dışarısında felsefi düşünceler bizim çemberin içerisine giriyorlar. Şimdi Osmanlı döneminde o dairenin içi, başka birşeyle, yani sadece hikmetle doluydu ama felsefi yönü baş kalmıştı. Biz çembere akademik yaşamı yerleştirdikten sonra bizimkiler ne yaptılar? Aktarmaya başladılar. İşte bu Schopenhauer,, bu Nietzsche,, bu Kant, bu Hegel, bu Karl Marx... falan filan dışardan aldıklarını çemberin içine sokup, oradan içeriye doğru aktarmaya çalıştılar. Ama içe doğru veriyorsunuz ne oldu o? İçerdemi kaldı? İçe doğru verdiğiniz zaman, o çemberden içe doğru akan şeyler, felsefeye dönüşmedi, peki neye dönüştü? Edebiyata dönüştü. Belki yaşam biçimimizi biraz etkiledi, belki sanatın farklı alanlarına etkileri oldu ama felsefeye dönüşmedi, giderek dışardan gelen hareketler, çünkü o akımlar kendiliğinden gelmiyor o çemberin üzerinde bulunan akademisyenler aracılığıyla geliyor. O çemberin üzerinde sadece akademisyenler de bulunmuyor, o çemberin üzerinde yayın evleri var, felsefi topluluklar var, kurumlar var, edebiyatçılar var, amatör felsefe sevdalıları var, onlar da kendilerine göre felsefi üretimler yapıyorlar. Onlar da dairenin içerisine felsefi sorunlar üfürmeye çalışıyorlar. Evet, gerçekleştirmeye çalışıyorlar ama arkadaşlar o merkez hareketsizdir. Bugün felsefe merkezden çıkacaktır. Çünkü koninin ucu bütün yaşama dünyasına dayanıyor. Oradan beslenecektir. Biz şimdi birbirimize iltifat edebiliriz: işte sen özgün felsefecisin falan filan. Biz birşeyler yapıyoruz ama, şanssızlığımız şurada, bizden önce böyle sorular sormadılar, çünkü onlar o çemberin içerisinde yayın yapmakla meşguldüler. Belki birkaçı hariçtir Hocam Nermin UYGUR gibi... Çok değerli düşünürler oldu ama merkezden beslenemediler. Çünkü merkezden beslenme geleneği, bizim akademik yaşamda yoktur. Bizim ne liselerdeki ne üniversitedeki felsefe programlarında bizim destanlarımızı, şiirimizi, edebiyatımızı inceleme ve oralardan felsefi birtakım donanımlar elde etme gayreti yok, olsa da çok fayda edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu konuda çok cahiliz, fazla da birşey yapılmamış, biz oturup bir şey yapmaya çalışsak, bir arpa boyu kadar yol katedemeyeceğimizi sanıyorum.

Demek ki gençlere gereksinim var. Yani bu merkezden merkeze dayalı felsefe yapma işi ki bu kültüre özgü birşey olacaktır ve buradan çıkan ama bütün diğer çemberlere ve diğer silindirlere geçecek olan bir felsefe yapılamıyorsa, felsefenin evrenselliği yoksa, siz merkezde yayın yapabilirsiniz ama yaptığınız şey çemberin içerisinde kalıyorsa o, Nermin Uygurun dediği gibi taşralı birşey olur. O kendi kendinize oturup hikmetler yumurtlar ve büyük felsefe yaptığınızı sanırsınız. Felsefe, kültürler arası,çağlar arası özellikler taşıyan,bütün insanlara özgü birşeydir. Bu evrensel olanı felsefeyi o merkezden gelen itkilerle, dürtülerle, enerjilerle yapmaya çalışacağız, hatta benim şöyle bir özlemim var: Türkçe yapmaya çalışacağız. Birileri merak edecek," bu Türklerde de garip şeyler oluyor, garip şeyler yapılıyor hele bir bakalım" deyip kendi dillerine çevirecekler. O zaman bana sorarsanız konuşmamın başında söylemiştim bir kültürde felsefe yapılıp yapılmadığını nasıl anlarız, işte o zaman bizde merkez kaynaklı bir felsefe oluşur.

Bizde felsefe yok mu? Var, Bizde felsefe etkinliği yok mu? Var. Yani dairenin içerisinde bir sürü hareketler var. Yayın sayımız artıyor müthiş artıyor asistanların, dergilerin, bölümlerin, kitapların sayıları sürekli yükseliyor ama bununla mı yetineceğiz? İşte yapılıyor ama bizde ne yapılıyor? İşte Derrida okunuyor ve çevriliyor, işte bizde Kant üzeriine çalışılıyor ve çeviriyoruz, fena değil Kant çalışmaları bizde, Heidegger'den anlayanlar var, e iyi tamam bu sizin çemberinize özgü birşey mi? Değil. Sizin çemberinize bir tekme vursalar kaldırsalar, Heidegger literatüründen ne eksilir? Zaten Heidegger üzerine yaptığınız nedir? O yaptığınızla da Heidegger tartışan Avrupadaki, Amerikadaki insanları etkileyebiliyor musunuz? Bunu yapan arkadaşlarımız olabilir, bizden çok yaman gençler var. Bizim üniversitemizde (ben Orta Doğu'dayım) yabancı dille eğitim yapıldığı için, ve birçok arkadaş gidip dışarlarda yetiştiği için,yabancı dille düşünüyor ama onların yaptığı felsefe Amerikada yapılan, İngilterede yapılan ve Almanyada yapılan felsefe. Yani gidiyor Kant'ı onlara anlatıyor yada bilim felsefesinin bir problemini onlara anlatıyor. Dolayısıla kendi kültüründen hiçbirşey yoktur sadece adı Ayşedir yada Mehmettir.

O zaman anlıyorsunuz ki adından sadece, Mehmet Türk herhalde, çünkü,başka birşeyden anlaşılmıyor. Bir Türk adından Mehmet'in Türk olduğu anlaşılıyor. Ha şimdi burda hamasi bir şey mi var? Çünkü böyle söylediğim zaman bana çok kızıyorlar. Ben böyle şeyleri 15 yıldıır konuşuyorum çünkü bizim üniversitremizde bunları konuşmak çok zordur. Bilim felsefesi yaptığımız için, ilk konuşma yaptığımda, o zamanlar profesör olduğum için korkmuyordum, kimse beni atamaz diye düşünüyordum. Bölüm başkanımız kızmıştı. Dedi ki: ''Peki söyle bakalım, Türk felsefesi, Türkçe yapılan felsefe diyorsun, bu Türk müziği gibi birşey mi olacak yoksa Türk fiziği gibi bir şey mi? " Tabii ki olmayacak, demek ki zaten anlatamamışım, ne alakası var Türk müziğiyle, Türk fiziğiyle? Türkiyede yapılan, Türk insanının, bu topraklarda yaşayan insanın varsa kendine özgü hikayesi, bunu yalnız Orhan Pamuk ya da Ahmet Altan mı anlatacak? Yani biz felsefecilerin kendi varoluşuna ilişkin bu ülkedeki değerlere, yaşam biçimine ilişkin,kavramlarla anlatacağımız öyküler yok mu? Şu anda yok gözüküyor, yoksa o zaman yok demektir.

O zaman şiirle anlat, edebiyatla anlat. ''Demek ki bizde edebiyat var felsefe yoktur.'' deriz olur biter. Biz felsefenin bayiliğini yapıyoruz, ben Heidegger baş bayisiyim, öbürü Nietzsche satıyor, bir diğeri Hegel satıyor, bir diğeri Postmodernizm satıyor, bir diğeri dil felsefesi, bilmem bilim felsefesi ya da mantık satıyor.

İşte böylelikle Batı kültürü bizde bayilikler kurarak, kendi varlığını devam ettirmiş oluyor…

   
     
     
 
Özgeçmiş| Yayınlar |Verdiği Dersler|Yönetilen Tezler|Haftalık Ders Programı
 
     
 
İletişim Bilgileri :
 
 
Adres: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye
Telefon: + (90) (312) 210 3141   Fax : + (90) (312) 210 1287 (attn: A. İNAM)
Oda Numarası: Z-43   E-mail : ainam@metu.edu.tr
 
 
Mesaj göndermek için !