Odtü-Felsefe Bölümü sayfasý
   
     
   
Prof. Dr. Ahmet İNAM
   
         
         
 
giriş
 
   
Online Yayınlar
   
   


BİLGİ TOPLUMU VE TÜRKİYE

Konu : Bilgi Toplumu ve Türkiye
Yöneten : Prof.Dr.Berin U. Yurdadoğ
Konuşmacılar : Prof.Dr.Ziya Aktaş (Milletvekili)
Prof.Dr.Bozkurt Güvenç (Türk-Japon Vakfı)
Prof.Dr.Ahmet İnam (Orta Doğu Teknik Üniversitesi)
Prof.Dr.Metin Kazancı (Ankara Üniversitesi)

Prof. Dr. Berin U. Yurdadoğ

Bilgi toplumu ve Türkiye üzerindeki düşüncelerimizi söyleyeceğiz. Fakat bu işe başlarken, belki de terimlerde bir birlik var mı, yok mu, aynı terimi kullandığımız zaman dahi arkadaki kavram, onun ardındaki kavram hepimizde müşterek mi değil mi, neler söz konusu olabilir? Oradan başlayan 5'er dakikalık turdan sonra, bilgi toplumuna geçeceğiz. Ondan sonra ki turda da Türkiye için neler düşünülebilir, onları ele alacağız.

Ben alfabetik sırayla gitmeyi arzu ediyorum. Çünkü hiçbir hocayı diğerinden ayırt edemiyorum. Hepsi de alanlarında çok çok değerli insanlar. Ben de belki hasbelkader belki yaşça ilerde olduğum için, ileri genç olduğum için, ben de buradayım. Ve Sayın Ziya Aktaş Hocamızla başlamak istiyorum. Sayın hocam, bilgi, enformasyon, veri vs. bir çok şey kullanılıyor Türkiye'de. Ama bunların hangisi hangi anlamda, hangi kavramı ardına alarak kullanılıyor?

Prof. Dr. Ziya Aktaş

Az önce, değerli hocamızla dışarıda bir şey dikkatimizi çekti. "İnternet=Yaşam" veya "İnternet geleceğin yaşamıdır" gibi bir söz. İzin verirseniz, ben oradan söze girmek istiyorum. İnternet, bugün için evet, yaşamımızı etkiliyor, etkileyecek de. Fakat aslında yaşamın kendisi midir, yoksa gelecekteki yaşamımızda etkisi olan bir araç mıdır diye bir soru ile başlamak istiyorum. Ve "bu bir araçtır" diyorsak, "peki ne yapıyor" dediğimizde, aslında yaptığı şeyin, o aracın bilgi dediğimiz nesnenin iletilmesi için bir araç olduğunu da hemen arkasından söylememiz gerekiyor. Buradan giderek demek ki, aslında bilgisayar dediğimiz şey de olsun, internet dediğimiz iletişim aracı da olsun, bunlar birer araç. Asıl amaç, asıl önemli olan şey bilgi. Onun için, bilgi çağı derken ve biraz sonra öyle zannediyorum ki bir tur sonra tekrar daha detaylı olarak görüşeceğiz, bilgi toplumu dediğimiz zaman ne anlıyoruz. O zaman Türkçe'mizde bilgi toplumu sözcüğü de oturmuş oluyor. Çünkü öyle bir toplum ki, toplumun bireyleri bilgiden yararlanıyor, bilgiyi kullanıyor. Nerede? Her yerde. Günlük yaşamından yönetimine kadar, yöneticilerine kadar, her kesimden herkesin kullandığı bir şey.

Berin Hocamızın sorduğu soruya doğrudan doğruya gelelim. Bunun cevabını da verebilmek için, izniniz olursa ben çok kısa olarak, geçenlerde bir toplantı vesilesiyle onu söylüyordum. Yaş itibariyle kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü bu gelişmenin adeta içinde yaşadım. 60'lı yıllardan itibaren olayı izleyebildim, olayı görebildim. Onun için söyleyeceğim şeyler, birinci elden bilgidir diye de. Bunu ifade etmek isterim. Bilgisayar dediğimiz araç da, o kadar eski bir alet değil, 50'lerde başladı ama, aslında bütün dünyada ve Türkiye'de 60'lı yıllarda başladı. Aslında Türkiye açısından, Türk insanı açısından övünülecek bir şey. Teknolojiye, yeniliğe o kadar açığız ki biz, ülke olarak, toplum olarak; aşağı yukarı bilgisayarı ilk defa kullanan, bilebildiğim kadarıyla 2. veya 3. ülkeyiz biz, Türkiye. 60'lı yıllara döndüğümüzde, neydi? O zaman tabii bilgisayar demiyorduk, daha sonraları bilgisayar sözcüğünü uydurduk ama, computer İngilizce'deki, Amerika'da EDP veya DP -data processing- dediğimiz, yani demek ki bir data sözcüğü var. Data sözcüğünün karşılığını biz genelde veri olarak kullanıyoruz, doğru mu? 60'lı yıllardan beri biz data'ya veri demeye başladık, çoğu zaman da bunu yeğliyoruz. Ama buna rağmen yine biz, 60'lı yıllardan başlayarak data'ya bilgi de dedik. Niye? İşte örneği. Bilmez misiniz bilgi işlem merkezlerini. Bilgi işlem merkezi, data processing center dedikleri şey. Demek ki Türkçe'de biz, 60'lı yıllarda dahi, aslında veri ile bilginin farklı olduğunu tam da görememiş gibiyiz. Arkasından tutmuşuz, computer'a bilgisayar demişiz, yine oraya bilgiyi koymuşuz. Halbuki computer'ı tarif ederken data'yı -veriyi- işleyen bir araç olarak da görebilirdik.

70'li yıllara geldiğimizde, data'nın yanında bir de information sözcüğü önem kazandı. Aradaki fark nedir diye kendi kendimize sorduk, hatırlarım ben, bilmiyorum burada öğrencilerim var mı? Öğrencilerimize biz, "data ile information arasında ne fark vardır?" diye. O zaman veri ve bilgi demeye başladık, yani information'a bilgi sözcüğünü kullanmaya başladık. Hayat çok rahattı şimdiye göre. Aradaki fark çok kolaydı. Veriyi işlersek bilgi olur, data'yı işlersek information olur. Harika. İşler biraz karışmaya başladı. 70'li yılların sonuna doğru, durup dururken, biz programcılıkla memnunken, "programcılık harika bir iştir" derken, 70'li yıllarda iş biraz daha gelişti, yazılım mühendisliği diye bir mühendislikten bahsetmeye başladık. Yazılım mühendisliği olunca, bir de donanım mühendisliği olmaya başladı. 70'li yılların sonuna doğru, 80'li yılların başında iletişim işin içine girdi, bilgisayar ağları işin içine girdi. İletişim mühendisliği oldu. O zaman, "siz ne iş yapıyorsunuz?" dediğinizde bir meslek ismi söyleyeceksiniz, Amerika'da da, Avrupa'da da şöyle oldu; enformatik sözcüğü bulundu, 70'li yıllarda. Avrupa'da iseniz ülkeye bağlı olarak enformatik dediniz veya informatik dediniz, Amerika'da veya İngiltere'de iseniz informatics dediniz 70'li yıllarda. Bu sözcüğün karşılığı olarak da bilişim sözcüğünü kullanmaya başladık, 70'li yıllarda.

O halde, data vardı, information vardı, information'a biz bilgi demeye başladık, data'ya veri dedik, sorun yoktu. Ta ki 80'li yılların başında Japonlar işi karıştırıncaya kadar. Japonlar, bilgiye dayalı, bağışlayın İngilizce'sini söylemek zorundayım, knowledge base machines diye, knowledge'a dayalı yeni bilgisayarlar üretmek için bir proje başlattılar. Gerçi diyeceksiniz ki, başaramadılar. Ama o vesile ile, knowledge sözcüğü, yani bilgi sözcüğünü de bir tür gündeme getirmiş oldular. O zaman işler şöyle karıştı: Biz ne güzel, sadece veri ve bilgi derken, daha doğrusu, data'nın ve information'ın karşılığını gayet güzel bulmuşken, bir de 80'li yıllardan itibaren knowledge'ın karşılığını koymak durumunda kaldık. Baktığınız zaman, knowledge sözcüğünün, ben dilbilimci değilim, ama mühendisim, bu sektörde yıllar yılı çalışan bir insanım. Benim orada yorumum şu: Aslında knowledge bilgidir, data da veridir. Kaldı o zaman information. O zaman information'ın yerine bir sözcük bulalım dedik ve haber'i önerdim. Özetle şöyle diyorum: İngilizce'ye döndüğümüzde data, information, knowledge ve bir de informatic sözcüğü, bu dörtlünün karşılığında veri, haber, bilgi ve bilişim sözcükleri. Bir şey daha ekleyeyim: Amerikalılar özellikle, önceleri informatics kullanırken, 80'li yıllardan itibaren, belki size tuhaf gelecek, insanoğlu bilgiyi önce keşfetti, ondan sonra da insanı keşfetti. Bu belki abartılı gelecek size. 80'li yılların ortasına kadar, bilgisayar çok harika bir alet. 70'li yıllarda ben hatırlarım; bilgisayar çağından söz etmeye çalışıyorduk biz. Birdenbire bunun bir araç olduğunu, tıpkı şimdi internete yaptığımız gibi, 70'li yıllarda da bilgisayarı böyle öve öve yukarı çıkarıyorduk. Bugün nasıl bilgisayarın ve internetin birer araç olduğunu, ama asıl olan şeyin, iletilen şey, yani bilginin olduğunu, iletilen şeyin de aslında anlam değerine göre veri olabileceğini, haber olabileceğini veya bilgi olabileceğini ayırdedebiliyorsak, öyle zannediyorum ki bunu yapar ve olumlu bir noktaya da geliriz.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

Bilgi toplumu ve Türkiye. Biz birkaç hafta önce bir hazırlık toplantısı yaptık. Yani burada çok rahat görünüyoruz ama, o kadar da rahat değiliz, güzel ve doğru şeyler söylemeye çalışıyoruz. Ağız birliği değilse bile, panele katılan arkadaşlarımızın neler söyleyeceğini önceden bilip, kendi düşüncelerimizi ona göre önceden tasarlamayı denedik.

Bilgi toplumu, biraz önce Ziya arkadaşımızın da söylediği gibi yeni bir kavram. Bilgi çağı, bilgi toplumu, bilgi devremi filan. Aslında toplumlar hep bilgi üzerine kurulmuş. Toplu yaşam daima bilgiyi gerektirmiş, yani "ne yapacağım, nasıl yapacağım, ötekiyle nasıl başedeceğim, nasıl birlikte yaşacağım". Her toplum bir anlamda bilgi toplumu. Bilgi toplumunu bugün bilgi toplumu yapan, belki sahip olduğumuz bu teknik araçlar. Bilginin hızlı devinimi, yaygınlaşması, bir anlamda herkese açılması. Çünkü bilgi uzun çağlar boyunca gizliydi, saklıydı, herkese kolay kolay sunulmazdı, bilgi güçtü. Hatta Türkçe'mize dönmek istiyorum. Mesela biz bilgiyi bil kökünden ürettik, bilmek gibi. Bil kökü veya bilmek aynı zamanda güçtür. Yani bilgi güç olduğu gibi, Türkçe'miz bunun güç olduğunu söylüyor. Çünkü görebilmek, yapabilmek deriz, hatta zora geldiğimizde bilebilmek deriz, bilgi bu anlamda tam bir güçtür. Buradan hareket ederek geleneksel bir sözümüz de vardır. "Bilenle bilmeyen hiç bir olur mu?" Elbette olmaz. Ama bilenle bilmeyen birbirini anlamazsa, o zaman kolaylıkla bir hiç olabilirler. Bilenle bilmeyen hiç bir olur mu, olmaz, ama bilenle bilmeyen anlaşamıyorsa, uzlaşamıyorsa, iletişim kuramıyorsa, o zaman çatışma başlar ve bir hiç olabilirler kolaylıkla.

Bilgi tek bir sözcük, ama türleri var ve bu türler şu anda yaşıyor, biz de onlarla yaşıyoruz. Mesela törelerin bilgisi var, mitos denen. Yani çağlar boyunca ağızdan ağıza aktarılmış, bize kadar ulaşan bilgiler var. Batılılar dahi bu kadar akla ve bilgiye önem verdikleri halde, bir güzel atasözü söylerler; "töreler her şeyi doğru kılar". Törenin mantığı tartışılmaz, töreler doğru kılar.

Onun yanında etoslar var, etos türü bir bilgi var. Bu da inançlarımızın bilgisidir, "öyle inanıyorum" deriz ve tartışmaya girmeyiz. Çünkü inançlar tartışıldığı zaman, ya inançlar biraz zedelenir veya insanların arasındaki ilişkiler bozulabilir. Onun için aynı renkler gibi, zevkler gibi inançlar da pek tartışılmaz.

Buna karşılık bir de logos var. Aklın bilgisi, ki o bugün bilimin bilgisi oldu, bilimsel bilgi oldu. Bu çağımızın bilgisidir. Yani çağımızın derken, birkaç yüzyıldan beri üretilen bilgilerin toplamıyla, gücüyle bugün ulaştığımız düzey.

Bununla ilgili güzel sözler de söylenmiştir. Mitos ve etosta, yani törelerin ve inançların bilgisinde büyük bir çeşitlilik olduğu halde, aklın ve bilimin, yani yönteme dayalı, irdelemeye dayalı bilginin yolu tektir. Çeşitli yerlerden de hareket etseniz, aklın yolu birdir, sonunda aynı yere doğru gidiyoruz.

Çoğu zaman geçerli olsa bile mitos ve etos, her zaman doğru olmayabilir. Ama geleneksel, töresel ve inançsal bilgiler tümüyle yanlış değildir. Bunların bir kısmı bilimle de doğrulanmıştır ve doğrulanmaktadır. Buna mukabil, bilimsel bilgi her zaman doğru değildir. Bilime büyük saygımız var, inancımız var ama, bilim yanılabilir. Bilimin gücü de, bu yanılma gücünden ileri gelmektedir. Bilim yanıldığı oranda, yanıldığını bildiği oranda güçlenir, gücünü oradan alır. "Demek burada yanlış yaptık, şunu düzeltiyorum" der, bir adım ileriye gider. Yanılmakla bilim çökmez, bilakis ilerler. Bilimin böyle bir yöntemi var. Bu bakımdan bilim, hep bir takım varsayımlar şeklinde ifade edilir; "olabilir" gibi, "değişebilir" gibi, "sanıyorum" gibi, "öyle görünüyor" gibi. Kesin ifadelerden daima kaçar, çünkü bugün söylediklerinin, yarın yanlışlanabileceğini önceden bilmektedir.

Özetle bilim, irdelendikçe güçleniyor, inançlar ve töreler ise irdelendikçe daralıyor, zayıflıyor. Kayboluyor demiyorum ama, geçerlilik alanları daralıyor. Türkiye ve bilgi toplumu dediğimiz zaman, biz bütün bu tür bilgileri değil de, son çağlarda ulaştığımız, yeni bilimsel bilgilere dayalı bir olayı düşünüyoruz. Ötekileri dışlamıyoruz, ama çağımıza egemen olan bu bilimsel bilginin veya aklımızın o tek yolda ürettiği bilgilerin bir toplumunu düşünmekteyiz. Hangi tür bilgi dersek? İşte bu tür bilgi, bugün dünyaya egemendir, biz de ona ayak uydurmaya, ona katılmaya çalışıyoruz.

Bu anlamda ben bilgi toplumu yerine, biraz önce kavramları açıklarken arkadaşımızın üzerinde durduğu seçeneklerden bir tanesini seçiyorum, bilişim toplumu. Neden bilişim diyorum? Geçmişten biraz farklı olarak bugün bilgi, hiç olmazsa şeklen ve teknolojik olanaklarla herkese açık gözüküyor. Ama herkes bundan acaba eşit olarak yararlanıyor mu? Herkes üretime veya tüketime katılıyor mu? Bunlar ciddi sorunlar. Galiba bunu ikinci turda konuşmaya devam edeceğiz. Bu arada önemli bir ayrımı yapmak zorundayız diye düşünüyorum: Teknolojiye sahip olmak veya bilgiyi alıp vermek, bilgi alış-verişi yapmak her zaman yararlı olmayabilir, her zaman geçerli olmayabilir. Önemli olan husus, bilgiyi kullananların, bilgiyi üreten ve tüketenlerin anlaşabilmesidir, yalnız ulaşabilmesi değil, anlaşabilmesidir ve katılabilmesidir. Eğer siz bir yerde bir bilgiyi üretirken, başka yerde bir takım kişiler bunun tüketimine karşı çıkıyorlarsa, o zaman bilişim toplumu mümkün değil. Bilişimden kastımız, bilgi etrafında, bilgi ortamında insanların iletişim kurabilmesidir. Bu da önce vatandaşların bilgiye açık olması, öğrenmeye açık olması ve bunun yöntemini bilmeleriyle mümkün olabilir. Türkiye'nin, yalnız Türkiye'nin değil, bütün toplumların bu konuda evrensel sorunları var. Bunun çözümü üzerindeki düşüncelerimi ikinci tura saklayarak burada sözlerimi bitiriyorum.

Prof. Dr. Ahmet İnam

Ziya Bey'in yapmaya çalıştığı ayrımlar üzerine biraz konuşmak istiyorum. İkinci turda da böyle bir ayrım, Türkiye'de yaşadığımız kültürel ve diğer sorunların çözümü konusunda ne gibi görüşler getirebilir, bunu konuşmaya çalışacağım.

Dört şeyi ayırmaya çalışıyorum: Birincisi veri kavramı. Veri, isterseniz bilgi verisi de diyebilirsiniz, bir canlı organizma olarak bana ulaşan her şey. Yani, yüzümü yalayıp geçen rüzgar bir veridir. Başımın üzerine yağan yağmur, kulağıma gelen ses. Ama bunların enformasyona dönüşmesi için, ki buna belki haber demek gerekir, haber olabilmesi için veya bana bir malumat haline gelebilmesi için verinin, benim onun bir ölçüde farkında olmam ve yorumlamam gerekiyor. Yani önümde bir sürü veri olabilir, bana gönderilmiştir, mesela Sanskritçe'de bunlar elimin altındadır ve farkındayım içinde bir şeyler olduğunun, bu bir veridir. Ama onun enformasyona dönüşebilmesi için, onu okuyup çözebilmem gerekiyor. Tabii enformasyon olması, benim hayatta karşılaştığım veya çözmeye çalıştığım sorunları çözmem için yeterli değildir. Belki gereklidir enformasyon, ama yeterli değil. Çünkü enformasyonun bilgiye çevrilmesi gerekir. İşte belki yaptığımız büyük yanlışlardan biri de, enformasyon sözcüğünü, isterseniz ona haber diyebiliriz veya malumat, nasıl söyleyebilirsek, bilgi sanmamızdır. Türkçe'ye böyle çevrilmiş ve bilgi çağı olarak kullanıyoruz enformasyon çağını. Çünkü enformasyonun bilgiye dönüştürülebilmesi için, o enformasyonun işlenmesi, yorumlanması, hatta bireysel düzeyde içselleştirmesini gerektiriyor diye düşünüyorum. Bu anlamda çok hazin bir tablo da görünüyor oluyor biz eğitimciler için. Çünkü sınıflarda aktardığımız bir çok şeyin enformasyon düzeyinde kalıp, bilgi düzeyine çıkmadığını görüyoruz. Çünkü öğrenci aldığı verileri, salt enformasyon düzeyinde tutup, ki bu, çağımızın da getirdiği büyük bir teknolojik kurnazlıktır, sınıflarını geçebilir, örneğin bir matematikçi olabilir. Çünkü nedir istenen? İmtihanda hoca şöyle soru sorarsa, böyle cevap veririm. Dolayısıyla bunu bir otomat gibi başarabilir ve zaten sanıyorum, acı bir şey ama, bir çok öğrenci de bu düzeyde okulları bitiriyorlar. Ama enformasyonun bilgiye dönüşebilmesi, o enformasyonun bizim yaşayışımızla bütünleşmesi anlamına geliyor. O enformasyonu, mesela çok pratik bir şey size söyleyebilirim, enformasyonun bilgiye nasıl dönüştüğünün ölçütünü yakalayabilmemiz açısından, örneğin size ulaşan enformasyonun siz kendi sözcüklerinizle yeniden dile getirebiliyorsanız, aynı içerik üzerinde değişik oynamalar yapabiliyorsanız, bir anlamda kendi dilinize çevirebiliyorsanız, kendileştirebiliyorsanız, içselleştirebiliyorsanız, özümseyebiliyorsanız, yaşamınızda artık onu kullanıyorsanız, bir parçanız haline gelmişse, onunla hesaplaşabiliyorsanız, sorgulayabiliyorsanız, eleştirebiliyorsanız, hatta katkıda bulunabiliyorsanız, katkıda bulunamadığım, hayatıma geçiremediğim, üzerinde düşünemediğim, tartışamadığım enformasyon bilgi değildir diye düşünüyorum. Ama bizim gibi toplumlarda, enformasyon üretimini büyük ölçüde bizler oluşturamadığımız için, enformasyon, değişik alanlarda, teknoloji olsun, bilim düzeyinde olsun, bize değişik araçlarla geliyor, ulaşıyor. Ders kitaplarıyla, dergilerle, belki gazetelerle, medya aracılığıyla ve biz o enformasyonu ne kadar bilgiye dönüştürebiliyoruz acaba? Ne kadar, bize ulaşan enformasyon önünde kritik bir tavırla durabiliyoruz? Ne kadar onları sorguluyoruz? Çünkü üzerimize yağan bu haber bombardımanı altında belki de eziliyoruz. Belki yolumuzu sapıtıyoruz. Çünkü belki de bugün savaşlar, değişik kaygılarla silahların ötesinde, çok büyük zararlar ve sorunlar yarattığı için, artık alışılagelmiş klasik savaşlar değil ve belki de malumat aracılığıyla, enformasyon, haber aracılığıyla yapılan savaşlar olabilir. Bir kültürü, bir ülkenin yaşam biçimini, geçmişini, geleneğini siz haberlerle zayıflatabilirsiniz, ortadan kaldırabilirsiniz. Örneğin bizim ülkemizde olduğu gibi, onun dilini ele geçirebilirsiniz, dil bilincini yok edebilirsiniz. Dil bilinci olmayan, diline sahip çıkmayan, dilinden habersiz, destanlarını, halk türkülerini, masallarını, bilmecelerini unutmuş bir ülkenin insanı, çok az sözcükle ve belki çoğu dışardan gelen sözcüklerle kendini anlatmaya çalışıyorsa, haberleri bu kanallardan alıyorsa, artık böyle bir toplumun bilgiden çok uzak olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki, bir de bunun daha üst düzeyi var. Yani veriyi enformasyona, enformasyonu bilgiye dönüştürme. Teknoloji bize sadece enformasyon sunar. Enformasyonu bilgiye dönüştürmenin, -benim kendi görüşüme göre, arkadaşlar karşı çıkabilirler- teknoloji ile bir ilgisi yoktur. Hatta bunun belki bir know how'ı da yoktur. Çünkü bunu bilgiye dönüştürebilmesi, bizim bireysel düzeyde düşündüğümüzde kendi gücümüze kalan bir şeydir. Kültürel ve toplumsal düzeyde de, kültürümüze ve toplumsal yaşayışımıza, siyasal yaşayışımıza ne denli sahip çıktığımızla ilgili bir şeydir. Umutlarımızla, beklentilerimizle, düşlerimizle ilgili bir şeydir bilgiye dönüştürmek. Bilgiye dönüştürmek için malumatımızı, dışardan bir takım uzmanların yardımına başvurmak, bunun için el kitapları yazmak tamamen ironik bir şey olur. Yani bu işin doğasına aykırıdır diye düşünüyorum.

Malumatı nasıl bilgiye dönüştürebiliriz? Çünkü öyle anlaşılıyor ki, çağımız insanı malumat düzeyinde yaşamını sürdürebiliyor. Bu kör bir yaşamdır bana sorarsanız. Yani insana yakışmayan bir yaşamdır. Çünkü Sokrat'ın sözü aklıma geliyor; Sokrat diyor ki; "sorgulanmamış bir yaşam yaşamaya değmez". Dolayısıyla salt malumatla yaşanan bir yaşam, yaşamaya değmez. Biz sanıyoruz ki, malumata ulaştığımız zaman, bilgilendik. Bu kadar büyük gaflet olamaz. Malumatla bilgiyi ayırmadığımız sürece, o zaman dışardan gelen malumat bombardımanına karşı biz hiçbir şey yapamayız. Dolayısıyla eğer emperyalizm veya dışardan gelen güçler, büyük ülkelerin, büyük kültürlerin güçleri altında ezilmeyip, kendi varlığımızı, kendi yaşam biçimimizi, kendi kültürümüzü ve geçmişimizi, dilimizi korumak istiyorsak, bu bilgilenme bilincine sahip çıkmamız gerekir.

Bir düzey daha var demiştik, onu konuşmuştuk sanıyorum. Bozkurt Hocam da belki şimdi konuşmasında söylemedi ama. Bir üst düzey daha var, bilginin insana daha yakışır biçimde kullanılabilmesi için. O da bilgece kullanmaktır. Yani bilgelik çağdaş insanın sözlüğünden çıkmıştır. Belki bilge, gülünesi bir laf gibi algılanıyor. Onun için bilimle uğraşan arkadaşlar da, biz akademisyenler de, malumat düzeyinde çalışıp, belki öğrencilerimize ya da meslektaşlarımıza bilgi verdiğimizi düşünüyoruz. Belki çoğumuz o yüzden taklitçiyiz. Belki çoğumuz o yüzden bize belletilen şeylerin ötesinde bir şeyler üretemiyoruz. Bilgi bilincine sahip olamadığımız için. Kaldı ki, bilge olabilmek, o bilgiyle güzelleşebilmek, o bilgiyle erdemli insanlar olabilmek demek. Belki biraz daha üst düzeyde estetik ve etik boyutu gözettiğimiz zaman ortaya çıkan bir durumdur.

Prof. Dr. Metin Kazancı

Ben iletişim ve kamu yönetimi ile ilgili bir üniversite mensubu olmam nedeniyle konuya belki çoğunluğunuz yabancısıyacağı, birazcık kenarda köşede kalmış bir sorunu büyüterek başlamak istiyorum.

Bundan 15-20 gün önce, sizin bu toplantıyı yaptığınız günlerde, Fransa'da bir toplantı vardı, beni Nice'e çağırdılar, Nice'e gittim. Toplantı sonrası da canım biraz dolaşmak istedi. Nice Belediyesi'nin kütüphanesine yolum düştü. Şimdi izin verirseniz, bir iki dakikada o kütüphaneyi özetleyeyim size. Bizim Gençlik Parkı kadar büyük bir alanı düşünün. Envai çeşit ağaçlar, bakımlı, yerlerde çimenler, tertemiz, bir tek sigara yok, bir tek çöp yok, pırıl pırıl. Masalar var ağaçların altında. O ağaçların altında insanlar oturuyorlar. Fransız'ı var, Cezayir'den gelen pienoir (?) dedikleri insanlar var. Herkes bir şey karıştırıyor, bir şey okuyor, hiç okumayan insan yok. Masalar pek dolu değil ama, sayıca çok insan var. Bir de baktım, meşrubat satan arabalar vardır ya, öyle bir araba geldi, üstü kitap dolu. Bana "herhangi bir kitap istiyor musunuz?" dedi bir hanımefendi. "Teşekkür ederim, alayım" dedim. Bir dergi buldum, aldım. Bir ağacın altında güzel bir masaya oturdum, okudum. Belediye Kütüphanesi'nin parkı orası. Belediye Kütüphanesi o parkta çalışıyor. Belediye Kütüphanesi'nin parkın içinde son derece güzel, güneşe açık, sevimli -sevimlinin altını çiziyorum- ben 400 yıllık Ankaralıyım, dedemin dedesinin dedesi buralı, ben Kumrular'daki kütüphaneye sık sık gelirdim, buraya ayağım 3 kere geldi, o da zorunlu şeyler nedeniyle. Hiç kuşkusuz kütüphaneci arkadaşlarımızın bu işte bir günahı yoktur ama, mimariyle ilgili benim sorunum var, bu binayla ilgili olarak konuşuyorum. Bana sıcak, güzel, okşayan bir ortam olarak gelmiyor burası. O parktan çıkışta böyle üst arama falan yok. Çocuklar için şu satıh genişliğinde bir yer yapmışlar, oraya bir sürü kağıt koymuşlar küçük büyük. Yanına da bir sürü renkli kalem koymuşlar. 3-4 yaşında çocuklar anneleriyle falan ya da yalnız geliyorlar, o kağıdı çiziyor, bir şeyler yapıyor, o renkli kalemi alıyor, o kağıdı üstten yırtıyor, alıyor yanında götürüyor, onun için koymuşlar o kağıdı. O hanımefendiye sordum, 30-40 tane kalem var, "ne yapıyorsunuz bu kalemleri?". "6 aydır yenilemiyoruz, o kalemler öyle olduğu yerde duruyor" dedi. Bizim eskiden kütüphanelerden çıkışta acaba, ben öğrencilik yıllarımda Kediseven'deki kütüphaneye çok giderdim, Gazi Lisesi'nin yanında, yeni açılmıştı. Galiba ben ilkokuldayken açılmıştı. İlkokul 5'teydim, orası küçük bir yerdi. Rahmetli Uğur Mumcu ile giderdik biz oraya, sınıf arkadaşıydık. Orada çıkışta, hiç unutmuyorum, oradaki görevli üstümü arardı benim. Hem kitap, hem de kitabın arasından yaprak çalındı mı diye. Bu tabii yakışıksız bir davranış. İşin yönetim tarafı bu. Ama gelin görün ki, o adam, oraya gelip gidenlerin üstünü aramak zorunda. Niye? Çünkü kitap çalınıyor, sayfa yırtılıyor. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. Hiç kusura bakmayın, benim Türk insanıyla ilgili görüşlerim, çok özür dileyerek söylüyorum, negatiftir. 1957 yılında bir sosyolojik araştırma grubu -Hans Frayer (okunuş)(?)- geliyor, Kırşehir, Kastamonu, Trabzon, Ayvalık, İzmir, Trakya, 8 yerde Türk halkı ne yer, ne içer, uluslararası bir proje çerçevesinde geliyor, Türk halkının özelliklerini tespit ediyor. Ne tüketiyorlar, neler istiyorlar, beklentileri neler, dünyayı nasıl görüyorlar diye bir araştırma yapılıyor. Burada verilen sorular, mesela Kırşehir'in Mucur İlçesindeki cevaplardan çıkan sonuç şu: Diyor ki oradaki insanlar; "biz bu toprakları çok severiz, biz ölürüz de bu toprakları bırakmayız, bu topraklar bizim, bu atamızın toprağıdır, burayı kan dökerek aldık, biz buraları terketmeyiz, hiçbir güç buraları elimizden alamaz" vs. bir sürü şeyler söylüyorlar. Aradan 8 yıl geçiyor, Hans Frayer ve ekibi belirli bir değişiklik olup olmadığını tespit için, görüşlerde değişiklik, yaşamda değişiklik test etmek için, 1964 yılında ikinci sefer geliyor. Ben de Mülkiye'de öğrenciydim o zaman. Bizi de hocamız Sayın Nermin Abadan, o araştırmada anketör olarak kullanmak istemişti, o nedenle öğrendim ben de bu olayı. Aradan 8 yıl geçtikten sonra aynı kişilere gidilip, değişiklikler öğrenilecek. Mucur'a gidiliyor ki, o kişilerin hiç birisi yok, hepsi çiftini, çubuğunu satıp Almanya'ya çalışmaya gitmiş. Bu davranış hiç kuşkusuz yanlış değil. İnsanın karnı nerede doyarsa oraya gider. Gayet doğaldır, Almanya'ya çekip gitmek, Almanya'da çalışmak hiç kuşkusuz. Ama tavır doğru değildir. Mesela ülkemizde belirli bir kesim Rize Belediye Başkanı Şevki Yılmaz'a söylemediğini, yapmadığı bırakmamıştır, haklılardır da. Şevki Yılmaz kötü bir adam olabilir. Atatürk düşmanıdır. Ben de şahsen hiç hazzetmem o kişiden. Ama, bu adam kötüdür de, onu belediye başkanı, milletvekili seçen halk iyi olur mu? Biri çok kötü, biri çok iyi, olur mu böyle şey? Bunlar bize işte popülist dönemlerden, sosyalist akımların çok yoğun olduğu dönemlerden sosyolojimize intikal etmiş ve aydınımızı da ister istemez etkilemiş. Yanılıyor olabilirim, kanımca yanlış bilgiler, yanlış bilgilendirilmeler, yanlış kanılardır. Biz nasılsak, toplumumuz nasılsa, Meclisimiz de öyledir, üniversitemiz de öyledir, kütüphanemiz de öyledir. Birisi iyi, birisi kötü olmaz. Şimdi şu buhranda, bunalımda herkes Meclis'i kötülüyor. Ben 12-13 yıl Meclis'te çalışmış, danışmanlık yapmış bir kişi olarak gayet iyi biliyorum ki, Meclis'teki doku toplumdaki dokunun tıpatıp aynısıdır, hiçbir fark yoktur. Yani zavallı insan kavramı, aç insan kavramı, güç durumda olan insan kavramı, bunlar Türkiye'de tanım bulurlar, bu tür insanlar hiç kuşkusuz vardır. Bunların içinde, bu yığının içinde de ülkesini nasıl sevmesi gerektiğini bilen bir sürü insan vardır. İstiklal Savaşı'nda bunlar ön plana çıkmıştır. İstiklal Savaşı biliyorsunuz, 65.000 askerle başarılmış bir savaştır. 135.000 asker çağırılmıştır, 60.000'i kaçaktır. Kahramanlık gösteren 60.000 dolayında bir asker kesimidir. Ama belki bunun tersine bakarsanız, o 65.000 kaçak belki de haklıdır. Çünkü Balkan Harbi'nden çıkmış adam, 3 sene askerlik yapmış, gitmiş Bulgarla savaşmış. Gelmiş, arkasından Çanakkale demişler, Çanakkale'ye gitmiş. Gelmiş, İstiklal Savaşı demişler. "Ben gelmem" demiş olabilir, burada haklılık payı da vardır. Ama gerçek şudur ki, İnönü de sık sık bunu dile getirmiştir savaş yıllarında, kaçan fazladır. Aslında bu her ülkede de böyledir, bu bize özgü değildir. Ama bizim şanssızlığımız, bu tür olayları gizlemeyi, yani hamasi duygular ve anlatımlar içinde bunu gizlemeyi gayet başarılı bir biçimde yapmış olmamızdır.

Bu konuda, bu kahraman Türk milletini talihsiz bir gelişme bekliyor. O da internet olayı ve iletişimin süratle her tarafa girmesi, her tarafa yayılması. Dün bir gazetede tesadüfen okudum; Türkiye'deki bilgisayar sayısı 1 milyona ulaşmış. Yanlış mı doğru mu bilmiyorum, belki daha fazladır. Bu nispeten az, ama çok önemli bir gelişme var burada. Bundan 15-20 yıl sonra, bütün dünya gibi biz de, bu globalleşmenin de etkisiyle, felsefede de yer alan postmodern bir dönemin adaylığını yapmaktayız. Ülkeler arasındaki farklılık giderek azalacak, zamanın anlamı değişecek, iletişimin anlamı değişecek, iletişim reel olarak bir güç olmaktan belki çıkacak. Herkes bilgiye kolayca ulaşacak. Mardin'deki insan, Türkiye'nin herhangi sorunuyla ilgili, kolundaki saatle internet aracılığıyla TBMM'deki bir olaya katılacak. Belki milletvekilliğine gerek kalmayacak. Belediye meclislerindeki tartışmalar, kararlar, trafiğin nereden akacağı, nerenin kamulaştırılacağı oradaki halk tarafından anında dile getirilecek ve anında uygulanacak. Mahkemelerde hakim, savcı falan kalmayacak. Bir anda belirli bir olayla ilgili savcı dosyasını açıklayacak, avukat söyleyeceğini söyleyecek, bu arada olayla ilgili herkes "bu adam suçsuztur, asmayın", "2 sene verin" diyecek. Ve bu ansızın ulusal bir nitelik kazanacak. Belki Hindistan'daki adam da Türkiye'deki mahkemeye görüş bildirecek. Amerika'daki aynı şeyi söyleyecek. Biz de Şili'deki bir olaya müdahale edeceğiz. Böyle bir postmodern ortamda, tabii ki teknolojiyle birlikte, insanımızın görüşü, insanımızın dünyayı algılaması, insanımızın her şeyi değişecek ve bu talihsizliği belki, adına bilgisayar dediğimiz o şeytani kutuyla aşabileceğiz.

Prof. Dr. Berin Yurdadoğ

Şimdi ikinci tura başlıyoruz: Bilgi toplumu. Adına her ne diyeceksek. Şimdilik müşterek terim olarak bilgi toplumu diyelim, nasıl arzu ederseniz. Ve lütfen wisdom'ı da katarak bir açıklama yapalım. Prof.Dr.Ziya Aktaş Sayın Başkan'ın uyarısıyla bir noktayı açmakla sözüme başlamak istiyorum. Konuşmam sırasında hatırlar mısınız, iki terimden yola çıktık dedim. Data ve information. Adına veri ve bilgi dedik, ne güzeldi. Fakat arkasından, bir 15-20 yıl sonra, üçüncü bir terim, knowledge terimi çıktı. Ve o zaman knowledge'a bilgi diyelim, veri data'nın karşılığı olarak kalsın, information'ın karşılığı olarak enformasyon kullanılıyor belki ama, Türkçe bir sözcük olsun diye de haber kullanalım. Bozkurt Hocama sevgim, saygım her zaman var. Fakat tek bir sözcük, bilişim sözcüğünü alıp da, hemen her şey için kullanmaya kalktığımız zaman, bakın nasıl bir sakıncası var. Bırakın bu 3 tane terimi, yani data, information, knowledge, bir de informatics veya information tecnology dediğimiz, ki bilişim sözcüğünü kullandığımız ve kullanıyoruz, adına bilgi teknolojisi diyebilirsiniz, bilgiyle arasındaki ilişki nedeniyle veya bilişim diyebilirsiniz. Ama, yeni yeni irdelenmekte olan, tıpkı 80'in başlarında knowledge sözcüğünü irdelediğimiz gibi, bir yeni terim de, wisdom sözcüğü. "Bu da nereden çıktı" demeyin. Hani akil kişiler, bilge kişiler, Delphi'de şurada burada. İnsanoğlu yüzyıllar sonra, acaba öyle bir noktaya gelecek mi, ki knowledge da yetmeyecek. O zaman bir de bilgelikten söz etmek durumunda kalacağız. Allah hepimize sağlık versin, bilmiyorum bir 10 yıl daha görecek miyiz? Ama 10 yıl sonra, bizim konuştuğumuz bu 3 tane terimin arkasına bir de wisdom'ı katılmış görürsek hiç şaşmayalım. O zaman şimdiden uyarıyorum Bozkurt Hocamı. O zaman her şeyi, ama her şeyi bilişim sözcüğü ile ifade edersek, belki dilbilgisi açısından sakıncası olmayabilir, böyle bir iddiam da yok, ama tekrar ediyorum; çocuklarımıza bir takım şeyleri verebilmemiz gerekiyor. Değerli konuşmacıların değindikleri, gerçekten önemli güzel şeyler var. Ama ona girmeden önce, üzerinde durmak istiyorum ben.

Bilgi toplumu nedir? Hepimizin kafasında belirli bir tanım var, belirli bir beklenti var belki. Benim tanımımdan başlayayım. Bence, bilgi toplumu dediğimiz bir toplum için, bilgi altyapısı dediğimiz bir şeyden bahsetmemiz lazım. Bilgi altyapısı da bilgiden, iletişimden ve bilgisayar dediğimiz araçlardan oluşuyor. Dikkatinizi çekerim; bilgisayar veya internet veya iletişim yetmiyor. Aslında işin içinde bilgi de var. Bunların oluşturduğu altyapıya bilgi altyapısı diyoruz. Avrupa Birliği kaynaklarına göre, resmi bir tanım olduğu için, bilgi toplumu şöyle: Fiziksel ağ ve temel işlevlerden oluşan bir temel ağ. Yani, iletişim altyapısı. Bunun içinde bilgisayarı da var, bilgisayar ağları da var. Ama dikkat ederseniz bu bir temel ağ, bütünü değil, sadece bir parçası. İkinci boyutu, elektronik posta gibi, veri bankası, veri tabanı gibi veya etkileşimli video gibi veya etkileşimli televizyon gibi, hizmetler boyutu. Üçüncü kısmı da, teleiş diyebilirsiniz, telesağlık diyebilirsiniz, telebankacılık diyebilirsiniz, bu tür uygulama alanı. Dikkat ederseniz, aslında öyle bir toplum çiziyoruz ki, bu toplumun içinde uygulama boyutu var, bilgi altyapısı boyutu var ve hizmet boyutu var. Bunları birbirinden ayırt edemezsiniz. Veya maalesef sıkça yaptığımız yanlışlardan birisi, "internet herşeydir", tıpkı kapının dışında yazıldığı gibi, "internet yaşamdır". Hayır, internet bu gelecek yaşamın sadece bir parçasıdır, bir aracıdır, kendisi değildir.

Bilgi toplumunun amaçları şöyle sayılabilir:

Vatandaşa daha iyi hizmet.
Daha iyi bir yaşam.
Güçlü bir ekonomi.
Artan istihdam.
21. yüzyıl için eğitim.
Demokrasinin gelişimi, katılım.
Kültürel varlığımızın korunması, tanıtılması.
Güçlü ülke, iç ve dış güvenlik açısından.

Dikkat ederseniz, olay sadece terim olarak, bilişim mi diyelim, bilgi mi diyelim tanımının çok ötesinde, bir bakıma amaçların çok açık ve net olarak ortaya konulmasını gerekli ve zorunlu kılıyor.

Biraz daha açabilmek için, birkaç ekleme daha yapmak istiyorum. Sayın Güvenç Hocamızın söylediği gerçekten çok önemli bir nokta var, katılmamak elde değil. Aslında bilgiyi değerli yapan, bilginin kullanımı, bilginin paylaşımı. Çok ilginç bir özelliği var bilginin. Yeryüzünde paylaşıldıkça, kullanıldıkça değeri artan tek nesne bilgi. Sayın İnam, aslında gerçekten çok teşekkür ediyorum. Sıralamasında tümüyle aynı fikirdeyiz. Veriden, haberden ve bilgiye kadar. Fakat katılamadığım, daha sonra da tartışabiliriz, gözden kaçtığını zannettiğim bir konu şu: Biz çocuklarımıza, öğrencilerimize aslında bilgi mi öğretiyoruz, haber mi öğretiyoruz veya veri mi öğretiyoruz? Bunun cevabına geçmeden önce, verinin, haberin ve bilginin farklı olduğunu kabul ettik, tüm konuşmacılar burada öyle umuyorum ve bekliyorum ki, bunların farklı olduğunu söylediler veya kabul ettiler. Peki fark nedir diye baktığımızda, aslında oldukça zor bir soru bu, aradaki farkı ayırdedebilmek. Fark olduğunu biliyorsunuz, fakat zorluk şuradan geliyor. Kişiye göre değişiyor, zamana göre değişiyor. Yani benim için haber olan şey, sizin için pekala veri olabilir. O zaman eksik olan şey nedir tartışmada? Bir karar alma süreci. Sayın Kazancı Hocamın belki sahasına girmiş oluyorum ben ama, o zaman belki de önemli olan şey, karar alma sürecini şey yapmak. O zaman, karar alma süreci dediğiniz zaman, sokakta çocuğuna ayakkabı almak için çarçıya çıkan bir anne veya babanın da bir karar alma süreci var, renginden fiyatına kadar, modeline kadar. Öbür taraftan en yukarıdaki yöneticiye kadar, yöneticinin alacağı kararlar. Karar alma süreci dersek, o zaman gerekli olan iletiyi, -ileti sözcüğünü Sayın İnam'dan alıyorum, mesaj diye kullanıyorduk ama, ileti diyelim- o zaman bu iletinin benim için içerdiği anlam bakımından bir değeri olmalı, değerine göre sıraya dizebilmeliyim. İşte benim için anlam değeri en düşük olana data -veri- diyeceğim. Şimdiki kararımla ilgiliyse buna haber diyeceğim veya enformasyon diyeceğim. Ama gelecekle ilgili bir kararım söz konusu ise buna ben bilgi veya knowledge diyeceğim. Böyle bir ayırım yaptığım zaman, bizim üniversitelerde, okullarda çocuklarımıza bilgi vermemiz, bilgiyi öğretmemiz belki çok zor. Çünkü o zaman biz çocukların gelecekte alacağı kararın ne olduğunu bilmiyoruz. Ama belki de o zaman çocuğumuza bizim, karar alma sürecini tam olarak öğretmemiz, bu karar alma sürecinde veriyi, haberi ve bilgiyi nasıl kullanacağını göstermemiz lazım. Umarım hocalarım da, siz de bana katılacaksınız. Aslında hala en üst düzeydeki yöneticilerimiz arasında bile, kütüphanecisiniz, kütüphane raflarında duran şeylerin bilgi olduğu, bakın işte bilgi orada, ama sorarsanız o istatistik veriler, istatistik ciltler durur orada, bilgilerimiz var, peki kimin işine yarıyor, kim kullanıyor? O zaman kim niçin kullanacak? Karar alma süreci için, kararın sağlıklı olması için, şayet bir şeye ihtiyaç duyuyorsa, işte o zaman değeri vardır, anlamı vardır. Onun için bence, kritik olan sözcük karar alma süreci. Karar alma sürecinde, şimdi karar alıyorsam haberi kullanacağım. Verilerden yararlanacağım, doğru. Ama bu elimdeki iletiler, bana gelecekte karar almam için de yararlı olacaksa, o zaman ben bunlara bilgi diyeceğim diyorum. Sabit kaldığını varsaymak böylece doğru olmuyor, kişiye ve zamana göre değişiyor. Sayın Kazancı'nın verdiği örnekten, ben Türk insanına karşı olmak değil, tam tersine belki de, aslında konuşmamın en başında, dünyada bilgisayarı ikinci veya üçüncü kullanan ülke derken, Türk insanının, Türkiye'nin yeniliğe, değişime açık olduğunu bir örnek olarak vermiştim. Kazancı Hocamın verdiği örneği, çok güzel bir örnek, ben aslında Türk insanının, köyünün, köylüsünün, halkının aslında değişime, geleceğe açık olduğunu örnek olarak kullanmak isterim. Oradaki köylü, yıllar yılı o toprağından bu kadar hasretle söz etmiş iken, Almanya'da iş olanağı olduğunda, Almanya'da çıkarının kendisi için daha iyi olduğunu gördüğünde, tereddüt etmeden, o kanını canını vereceği toprakları bırakmakta beis görmemiş. O zaman ben bunu olumsuz olarak görmüyorum değerli Hocam. Bir yerde Türk insanının gelişime açık olması olarak görüyorum. İşte hep konunun üzerinde sıkça durmamın nedeni de, bu gelişime açık olan halkımıza doğruları söyleyebilmek, terim kargaşası içinde bırakmamak. Yani bir yerde evet, bilgisayar tamam, internet tamam. Ama bilgisayarın, internetin bu yeni gelecek olan toplumda, yeni gelecek çağda birer araç olduğunu, önemli olanın bilgi olduğunu bilmesi. Bir şey daha, bilgi sözcüğünü kullanırken de, Amerikan veya İngiliz kaynaklarındaki bir şeyi de yaptığımızı hatırlatmak isterim. Amerikalılar, İngilizler de biliyor, data'nın, information'ın, knowledge'ın farklı olduğunu. Ama izlerseniz, 10 yıldır, 15 yıldır pek çok kaynakta information society, information age sözcüğü ediliyor veya information engineering, information architect sözcükleri ediliyor. Diyeceksiniz ki, bu adamlar bilmiyor mu bu üçünün farklı olduğunu. Cevabı şu: Teknik olarak bu üçünün farklı olduğunu biliyorlar. Fakat aynı zamanda bir şey daha biliyorlar. Bu farklılığın kişiye ve zamana göre değiştiğini de biliyorlar. Onun için oturup da konuşma sırasında, bu gerçekten bilgi miydi, veri miydi, haber miydi uğraşmak yerine, data mıydı, information mıydı, knowledge mıydı diye, jenerik bir sözcük olarak information sözcüğünü kullanıyor. Diyor ki, ben buna information society derim, information system derim. Bunları derim ama, bunun içerdiği iletiler, data olabilir, information olabilir veya knowledge olabilir. Oradan giderek biz bilgi sistemi derken, yönetim bilgi sistemi derken, bilgi toplumu derken, artık bilelim ki, orada kullandığımız bilgi kişiye göre, zamana göre, veri de olabilir, haber de olabilir, bilginin kendisi de olabilir. Onun için konuşmam sırasında ben bilgi toplumu derken, gerçekten bu haber toplumu mu, bilgi toplumu mu gibi bir zorlamayı düşünmüyorum. Bilgi konusunun üzerinde bu kadar, sürekli durmamın nedeni şu: Şöyle ilginç bir şey yaşandı. Aslında bu konularla uğraştığım için, Amerika'da 87'de çıkan kitabım vardı. Orada da bunları irdelediğim için konuyu bildiğimi zannediyorum. Çarpıcı gelen şunu sizinle paylaşmak istiyorum. Bu Türkiye için, Amerika için, gelişmiş toplumlar için bile, insanoğlu insanı 90'lı yıllardan sonra keşfetti. Sayın Güvenç Hocam çok güzel bir şey anlattılar. Dediler ki, bilgi her çağda önemliydi. Hatta hatırlayacaksınız, Bacon 1500'lü, 1600'lü yıllarda "bilgi kuvvettir, bilgi güçtür" demiş. Üzerinden yüzyıllar geçmiş. Artık komik mi diyeceksiniz, ilginç mi diyeceksiniz, olay şu: İnsanoğlu ancak bilgisayar dediğimiz araçlar ve iletişim araçları nedeniyle şimdiye kadar insanlık tarihinde görülmemiş bir boyutta, hızda, kapasitede bilgi derseniz, veri derseniz, adına ileti diyelim isterseniz ... (kaset başı) bilime gönderebilme olanağına kavuşmuş. Onun arkasından ne olmuş? İşte bilgisayar derken, iletişim derken, internet derken, "bunun asıl amacı bilgidir" demiş. Peki ne olmuş yani bilgi? Bilgi dedikten sonra da, bu bilgiyi kullanan, değerlendiren insan olduğunu görmüş. Adeta insanoğlu, insanı yeni keşfetmiş 90'lı yıllardan sonra. Ve bakarsanız Clinton'dan Blair'ına kadar, Avrupa'da, Amerika'da, Japonya'da hükümetler son on yıl içinde, en öncelikli konularının insan olduğunu ve özellikle eğitim olduğunu söyler olmuşlar. Nereden çıkmış bu durup dururken? İşte bilgiden dolayı. Bilgi dediğimiz şeyi kullanan nesne insan. O zaman, o insana değer vermemiz gerekir ki,bilgiyi tam olarak, doğru olarak kullanabilsin. Niçin? Kararlarını doğru olarak alabilsin diye. Prof.Dr.Berin U.Yurdadoğ- Burada bir noktaya kısaca temas etmek istiyorum. Biz de kanlarımızı çok güzel, arkadaşça, genç bir doktoru kurtarmak için göndermiştik. O kanlar çok güzel analiz edilmiş gen mühendisleri tarafından. Ve şimdilik ortaya çıkan, o kadar da çok fazla temellendirilen büyük bir alanın olmadığı, 4 ana hakim grubun bulunduğu, bunların birinin de Türklerinki olduğu ortaya çıkmış. Bu nedenle herhalde dünyanın her tarafına uyum sağlayabiliriz biz bu halimizle. Bu iyi midir, kötü müdür bilemem. Ama bulunduğu yere ya da yeniliğe uyum sağladığımız bilim adamları -bilim adamı sayılır mı Rusvek (okunuş), sayılır, o zamanın bilim adamı diye sayalım, ama iyi bir gezgin, iyi bir gözlemci, 1550, 55 midir onun kitabının basımı- o sıralarda söylediği bir söz var. Diyor ki, "Türklere yeni bir şey verin, eğer bu yaşamlarını kolaylaştıracaksa hemen alırlar. Örneğin topları almışlar. Niye? Dünyayı daha rahat fethetsinler diye. Ama, saatin kendisi var da, saat kuleleri yok". Tabii müslümanlığı bilmediği için. O zaman müslümanlıkta 5 vakit namaz kılmak için saati kullanamıyor. Neden? Çünkü daha o yüzyılda sarkaç yok. Sarkaç olmayınca, en iyi saat, büyük yapılırsa 2 saat farkediyor, geri kalıyor. Bir akşam namazını düşünün, 2 saatte her şey biter gider. Ama buna karşın, ellerinde cep saati var bol miktarda. Bir de zaten muvakkitler var zamanı tayin eden. Onları şimdi bir yana bırakıyorum, Sayın Bozkurt Güvenç Hocama dönüyorum. Prof.Dr.Bozkurt Güvenç Çok söyleyeceğim var da, zamanım biraz kısıtlı. Onun için düşünüp duruyorum, nasıl söyleyeceğim diye. Bir anekdotla başlamak istiyorum. Yıllar önce bir doçentlik jürisinde 3 hoca bir adayı sınıyoruz, acaba öğretim üyesi olabilir mi, olamaz mı? Kantitatif, yani nicel bir tezle gelmiş. Çok sayıda tablolar var. Altında küçük Yunanca harflerle bir takım açıklamalar var ve bir takım değerlendirmeler yapıyor. Şu hipotezim doğrulandı, bu doğrulanmadı gibi. Tanıtmasının bir yerinde dedim ki, "bu tablolarınızın altında küçük küçük yazılar, Yunanca harfler var, onlar nereden çıktı". Bana "neden soruyorsunuz?" dedi. "Çünkü, sizin doğrulandığını söylediğiniz hipotezler, bu tabloların altında doğrulanmıyor, desteklenmiyor. Bunlar nereden çıktı" dedim. "Hocam, ben verilerimi bilgisayara verdim, o tabloların altındaki küçük yazılar bilgisayardan çıktı" dedi. Bu tabii biraz ironik, biraz gülmeye yol açan bir şey. Sonra sınavın değerlendirmesini yaparken jürideki arkadaşlarım dediler ki "soruyu sordun, cevabını aldın, daha ne istiyorsun?" Doğru onlar bilgisayardan çıkmıştı, ama yorumlar doğru değildi. İkinci bir anekdotla bunu tamamlamak istiyorum. " sene önceydi, ODTÜ'de İnsan Bilimlerine Giriş dersini veriyorum. Çocuklar önceki yıllardan duyduklarıyla "aman hocam, bu genel sınavdan çok korkuyoruz, çünkü o bilmece gibiymiş, aman dikkat edin, o tür sorular sormayın" dediler. Benim de bir muzip tarafıma geldi, dedim ki "emin olun, rahat olun, bu genel sınavda size soru sormayacağım". "Peki hocam, soru sormadan sınavı nasıl yapacaksınız?". "Göreceksiniz nasıl yapacağımı". Girdim, çocuklara bir metin verdim. "Şimdi siz bu metni okuyun, bana 2 tane soru sorun" dedim. Sınavın değerlendirmesi sonunda çocuklar geldiler, "hocam biz bundan caydık, siz bize yine eski usul soru sorun" dediler. Bunu niçin anlatıyorum? Sayın İnam dedi ki "bilgi, bir de bilginin yorumu, bilginin sorgulanması". İşte zor olan o verileri bilgi haline getirmek, o bilinç düzeyine gelmek. Bunları övünmek için değil de, bu bilgi konusunun ne kadar tartışmalı olabileceğini özetle sunmak için anlatıyorum. Biz bilimle bilgide karıştırıyoruz, teknolojinin gücünü ve başarılarını. Bilim bir tür bilgi üretme yöntemidir. Biraz önce anlattığım gibi. O da tartışmaya açıktır. Belki gücünü de oradan almaktadır. Biz bugün bilgi teknolojisinin veya üretim teknolojisinin, gigabyte'ıyla yahut nano saniyeleriyle övünüyoruz. Eskiden bir sayfa bilgi şu kadar saniyede gidebilirmiş, şimdi bir saniyede milyonlarca bilgi, yüzlerce cilt kitap bir yerden bir yere aktarılıyormuş. Bu bir teknolojik başarıdır. Bu bilginin etkinliğini, doğruluğunu, yararını göstermiyor. Ama biz bununla övünüyoruz. Hatta bilgisayar alırken deniyor ki "bu bilgisayarın kapasitesi şu kadar megabyte'dır". Onlardan ben hiçbir şey anlamıyorum ama, "çok güçlü bir makinedir" diyor. Doğru, çok güçlü bir makine ama, soru şu? Acaba biz bu makinenin gücünden ne kadar yararlanıyoruz? Mesela birkaç senede bir diyorlar ki "bu kuşak eskidi, şimdi yenileyin bakalım bilgisayarlarınızı". Biz de yeniliyoruz, her defasında daha mükemmel makineler, makineler küçülüyor, ama gücü artıyor. Hatta benim şimdi masamda bir makine var. Oğlum diyor ki "bu ODTÜ'de 10 yıl önce sistemin yaptığı her şeyi daha çabuk yapıyor". Bir küçücük masa bilgisayarı. Bu bir teknolojik gelişme. Ama mutlaka bilgilerimizin aynı oranda geliştiğini göstermiyor. Şimdi size, çok yakında okuduğum bir makaleden seçtiğim bazı gözlemleri getiriyorum. Oradan da sözü Türkiye'mize getirmeye çalışacağım. Bilgi teknolojisi, bilişim toplumu, küreselleşme, dünya köyü, bütün bunlar çağımızın tartıştığı kavramlar ve konular. Bunların içerisinde bakınız ne diyorlar? Zenginlerle fakirler veya bilgiyi üretenlerle bilgiyi tüketenler arasındaki uçurum büyüyor. Daha kötüsü, bilgiyi üretenler, üreten kişiler ve kurumların sayısı azalıyor. Bilgiyi kullananlar çoğalırken, bilgiyi üretenler, araştıranlar, yayanlar azalıyor. Bu ne demek? Bilgi dediğimiz o güç, daha az sayıda kişilerin eline geçiyor. Buna karşı bizim yapacak pek fazla bir şeyimiz de yok. Sadece bunu izliyoruz, gözlüyoruz, buna teslim olmamız, dünyaya katılmamız bekleniyor. Bugün elimizde ne var? Kablolu tv var, cebimizde bir tane cep telefonu var, bir telefonumuz var, bilgisayarımız var, bilgisayarımızda internet var. Bunlar bize çağdaşlığımızı anlatan, hatırlatan, sanki onu destekleyen bir takım kanıtlar. Ama dikkat edin, hepsi maddi kanıtlar. Bunların hiçbirisi bilgi değil. Bunlar bilginin araçları. Bilginin araçlarıyla bilginin kendisini karıştırmamamız gerekiyor. Tehlike, bilginin üretimi ve dağıtımı, bir takım kurumların eline geçince, onlar dünyayı yönetir hale geliyorlar. Bir taraftan dünyanın kurtuluşunu, insanların kurtuluşunu, toplumların insanların karar sürecine katılımında arıyorlar, ama bir taraftan da bu katılımı giderek zorlaştırıyorlar. Yıllarca önce hatırlar mısınız? Sanıyorum 20 yıl kadar önce veya 25 yıl kadar önce, bir Afrikalı, Embo, Unesco'nun Genel Direktörü seçilmişti, üçüncü dünya ülkelerinin oyuyla. Bu zatın bir projesi vardı. Dünyadaki iletişim veya ileti sürecini büyük ülkelerin, güçlü ülkelerin tekelinden almak ve ikili üçlü ülkeler arasında yeni iletişim kanallarını açmaktır. Buna Amerikalılar ve İngilizler karşı çıktılar, bu olmaz dediler. İş o noktaya vardı ki, Amerika Unesco adaylığından çekildi. Neydi? Veriler belli bir yerde toplanacak, United Press veya American Press, AP veya UP bu bilgileri alacak, tezgahında yoğuracak ve ondan sonra bütün dünyaya yayacak. Hala bakarsanız, Reuter vardır, AP vardır, UP vardır. Gerçi son zamanlarda gazeteler haber kaynaklarından bu haber ajanslarını çıkardılar ama, New York'dan bildirilir, Londra'dan bildirilir. Yıllarca önce hatırlıyorum, Suriye'de bir toplantıdan sonra mahsur kaldım. Türkiye'ye telefon etmem gerekti. Ancak Londra üzerinden İstanbul'a ulaşabildim. Türkiye ile Suriye arasında telefon çalışmıyordu. Haberleşme de çalışmıyordu. Yani araçları kontrol ettiğiniz zaman, ağları kontrol ettiğiniz zaman, bilgiyi kontrol etmiş oluyorsunuz. Biz de bunun ancak sonuçlarına razı oluyoruz. Sonuç olarak, bugün yalnız Türkiye'de değil bütün dünyada kitleler, bilgiye muhtaç olan ve bilgiyi kullanan, bilgiyi tüketen kitleler toplumlar, bilgi üretme sürecinin veya bilişimin dışında kalmış görünüyorlar. Geçen hafta burada, Bilişim Sempozyumu diye bir sempozyum yapıldı. Ben de onun bir panelinde yer aldım. Orada ilginç bir noktaya değinildi. Bu toplantıyla, bu Haftayla ilgili olduğu için sizlere iletmek istiyorum. Bazı arkadaşlarımız, Ahmet İnam da oradaydı. Bugün internet bir şanstır. Ama bir şanstır, bir olasılıktır. Toplumların çağdaşlaşması, karar sürecine katılması, modernleşmesi, demokratikleşmesi için bir şanstır. Ama bir garanti değildir. Yani mutlaka iletişim teknolojisine girmekle, bilişime katılmakla daha demokratik olmuyoruz. Olabiliriz, ama olmuyoruz. Buna mukabil bir tehlike de arzediyor. Eğer bu araç ve bu olasılık kötü kullanılırsa, hem iletişim teknolojisinin verimi, hem de demokrasi çökebilir, ondan uzaklaşabiliriz. Yani bunlar beraber büyüyecekler, gelişecekler veya beraber çökecekler ve dünyayı yönetenlerle yönetilenler ayrı olarak varlıklarını sürdürmeye çalışacaklar. Yani bütün bu olup bitenlere hayranlık yanında, onlara özenmek yanında böyle bir tehlikeyle de karşı karşıya bulunduğumuzu hatırlatmak istiyorum. Biraz önce bu konularda düşünen ve yazan bir uzmanın yazılarından aldığım esinle konuşacağımı söylemiştim. Bakın ne diyor: "İletişim teknolojisi bir kaplana benzer. Ya siz onu yenersiniz, yani ona egemen olursunuz veya eninde sonunda o sizi yer". Böyle bir tehlikenin varlığına işaret etmek istiyorum. Bunu söyleyen kişi, Cunda Dicset (?) (Kunda Diksıt) adında bir Nepallidir. Kendisi Nepal'de Panos Media adlı bir kurumun enstitü müdürüdür. Ayrıca Himal adlı bir enformasyon dergisinin de yayıncısıdır. Bu makalesi Almanya'da Deutcland(?) dergisinde tercüme edilerek yayınlanmıştır. Sözlerimi bağlarken, toplantıya başlarken Ziya Aktaş meslektaşımla konuştuğumuz, hazırladığımız bir doğu sözüne yer vermek istiyorum. Şöyle çevirmeye çalışacağım Türkçe'ye: O ki bilmiyor ve de bilmediği biliyor, çocuktur; onu eğitin. O ki bilmiyor, ama bilmediğini de bilmiyor, o biraz kendini bilmez kişidir; ondan uzak durun. O ki biliyor, ama bildiğini bilmiyor, belki uykudadır; onu usulca uyandırmaya çalışın. O ki biliyor ve bildiğini biliyor, bilge kişidir; onu izleyin." Yani demek ki sadece bilgiyi övmekle iş bitmiyor, insanların o bilgiye ne kadar aşina, ne kadar yakın olduklarını bilmek de gerekiyor ve bu farkı gözönünde tutmak gerekiyor. Kütüphaneci arkadaşlarıma da bu vesileyle zaman zaman mesajlar verildi ama, benim de küçük bir mesajım var. 1970'li yılların başında bir araştırma için Amerika'da Yale Kütüphanesi'nde 2 ay kadar çalıştım. O zaman herhalde doçenttim. Bana biraz itibar ettiler, biraz iltimas ettiler, kütüphanede yaşamama izin verdiler. Bir kule var, sabahtan giriyorsunuz, bir hafta çıkmadan da yaşayabilirsiniz. Su var, tuvalet var, aşağıda makineler var, yiyecek içecek şeyler de var. Size küçük bir hücre veriyorlar, kimse dokunmuyor. Açık raf, o kulede her yere gidip kullanabilirsiniz. Bu arada Amerika'da önemli bir kitap yayınlandı, ben de o kitabı istedim kütüphaneciden. Aradılar, kartta yok, bilgisayarda yok. Fakat benim adresimi aldı. Ben de hem kaldığım otelin, hem de Türkiye'deki adresimi verdim. 3 ay sonra bana bir mektup geldi Yale Kütüphanesi'nden. "Aradığınız kitap gelmiştir, hazırdır" diyor. Yani bunun bilgisayarla ilgisi yok, olaya bakışla ilgisi var, yani bir bilgi talebinin karşılanması. Bu bilgiyi isteyen Türkiye'de bir üniversite hocası olsa dahi, 3 ay sonra bunu yerine getiriyor. Tabii "siz kitabı gönderin" diyemedim, ben de Amerika'ya gidemediğim için o kitabı hala temin edebilmiş değilim.

Sayın Kazancı arkadaşımın bir genellemesi oldu. Ben de hoşgörüsüne sığınarak, o genellemesine katılamadığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. "Türkiye'de Türk halkı neyse, parlamentosu odur, politikası odur, üniversitesi odur, kütüphanesi de odur" gibi hatırlıyorum. Gerçi bunların hepsi Türk'tür ama, bu kadar büyük bir genellemenin ne kadar güvenilir olduğu konusunda doğrusu kuşkularım var. Çünkü sosyal değişme dediğimiz süreç, gelişme demiyorum, böyle mekanik olarak, şu bardağın yer değiştirmesi yahut bir teknolojiden bir başka teknolojiye geçirilmesi veya dijital telefon teknolojisine geçilmesi gibi, tek tür, tek boyutlu, tek yönlü bir olay değil, doğrusal bir olay değil. Değişimle beraber toplumda var olan çeşitliliğe yeni çeşitlilikler ekleniyor. Adeta birlikler dağılıyor ve parçalanıyor. Yani değişime hemen ayak uyduranlar var, daha yavaş ayak uyduranlar var, "dur bakalım, biraz bekleyelim" diyenler var, ayak direyenler var. Bu bakımdan toplumları bu kadar, bunların arasında ilişki vardır, bu tartışılmaz, belki daha ileri giderek geleneksel bir sözle, "toplumlar layık oldukları hükümet şeklini bulurlar" gibi bir genellemeye de katılabilirim. Ama bunların hepsini aynı kefeye koyup "hepsi eşittir, aynidir, idantiktir" görüşüne katılamıyorum. Son zamanlarda okumakta olduğum bir kitap, Dünya Vatanı adlı meşhur Fransız filozofu Edgar More'nin, o diyor ki; "bütün bu değişmelere rağmen, birlik içindeki çeşitliliği ve birliğin o çeşitlilikten oluştuğu gerçeğini de görmezlikten gelmeyelim". Birlikler çeşitliliklerden oluşuyor, ama amacımız o çeşitliliklerden bir birlik yaratmadır. Belki bu bilgi ve bilişim sözcüğüyle bunu anlamalıyız.

Sayın Aktaş arkadaşımız da daha önce konuştuğumuz bir konuyu tekrar gündeme getirdi. Ben bütün bu olayları bilişim sözcüğüyle ifade etmiyorum. Dikkat buyurduysanız ben bil- kökünü esas alarak aldım. Bil, bilgi, bilgelik, bilişim gibi, yani bil- kökünden üretmeliyiz, üretebiliriz diye düşünüyorum. Bunun Türkçe'nin mantığına daha uygun, daha yakın düştüğünü düşünüyorum. Çünkü, Arapça'da da bir hekeme kökü vardır, bu kökten Arap Dili "hakim"i , "hekim"i, "hakem"i üretmiştir. Bir de Ziya arkadaşımın en son üzerinde durduğu "hakim"i -bilge kişi- üretmiştir. Ben burada her şeyi "bilişim"den üretmiyorum. Bilişim, benim esas aldığım bil- kökünden üretilen bir üst kavramdır. Bu üst kavram bütün bunları içine alabilir diye düşünüyorum. Bir medeniyet dersiniz, bir özgürlük dersiniz, bu her şeyi ifade etmez ama, bunun alt kavramlarına indiğiniz zaman bu pek çok şeyi içine alır. Kültür dediğimiz zaman, insan varlığının her başarısını, her öğrendiğini kastedersiniz. Ama bu, bu kadar çok şey kastediyor, ifade ediyor, taşıyor diye kültürden vazgeçmiyoruz, her vesileyle onu hatırlıyoruz. Yani özetle demek istiyorum ki; her şeyi bilişmeye, bilişime indirgemiyorum. Ama, bilişimin bütün bu üzerinde durduğumuz boyutları içine alabileceğini ifade etmek istiyorum. Bu Ziya arkadaşımın üzerinde durduğu kavramsal incelikleri, ayrımları ortadan kaldırmaz. Belki onların bir taşıyıcısı olabilir diye düşünüyorum. Örnek olarak insanoğlu avcılık, toplayıcılık toplumuyla başladı. Yani göçebeydi, bunları yapıyordu. Sonra bir tarımcılık dönemi yerleşti, yeni bir kültür çağına girdi. Bunun 8-10 bin yıllık bir gelişmesinden sonra, el kol enerjisi yerine, kendi ürettiği yeni enerji türlerini, buharı, kömürü, başka enerji kaynaklarını kullanmaya başladı. Bugün bilgi toplumuyla bütün bunları bir tarafa bırakmadan, yeni bir topluma dönüşür gibi gözüküyor. Adını bir türlü koyamadığımız veya hala koymaya çalıştığımız 20. yüzyıldaki gelişmeler, 21. yüzyıldaki yeni gelişmeler, umutlar, belki buna yeni bir ad verecektir. Ama bugün için buna enformasyon toplumu veya bilişim toplumu diyor. Enformasyonu ben, sadece tek yönlü gördüğüm için, ortada bir kavram olarak gördüğüm için, bilgi yerine bilişimi tercih ediyorum. Ama arkadaşlarımın üzerinde durduğu diğer kavramları reddetmiyorum.

   
 
 
     
 
Özgeçmiş| Yayınlar |Verdiği Dersler|Yönetilen Tezler|Haftalık Ders Programı
 
     
 
İletişim Bilgileri :
 
 
Adres: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü, 06531 Ankara, Türkiye
Telefon: + (90) (312) 210 3141   Fax : + (90) (312) 210 1287
Oda Numarası: Z-43   E-mail : ainam@metu.edu.tr
 
 
Mesaj göndermek için !