Hediye (31.12.2018)

Zeynep sınıftaki yılbaşı çekilişine katılmamış. "Neden katılmadın yavrum, hediyeleşmek güzeldir". "Bir tane daha kar küresi istemiyorum da ondan". Haklı çocuk. Sınıftaki 3 kafadar katılmama kararı almışlar. Hediyelerin verileceği ders çukulata alıp birbirlerine vermeyi planlamışlar. Ama sonra onu da unutup kalmışlar öyle. Nasıldı hediyeler diye sordum. "Bir çocuk at kafası istediğini söylemişti, onu almış arkadaşı. Bütün gün at kafasıyla dolaştı okulda". "Başka?" "En popüler hediye kazak ve kupa bu sene". Kış günü kazak, iyi, fena değil. Kupa? Gereksiz. Geçen senelerde popüler hediye kar küresi ve parfümdü. Bizim kızların dolaplarında ömür boyu yetecek parfüm stokları var. Bu sene de parfüm alanlar olmuş, ama fazla değilmiş. Elif'ler de basketbol takımı olarak hediyeleşmişler. Ama o günkü antrenmana ona hediye alacak olan arkadaşı gelmediği için Elif hediyesiz kalmış. Üzülmüş. Gıcık bir durum gerçekten.

Master yaparken 9. yurtta kaldım iki sene. Oda arkadaşlarımdan biri bizim bölümden Yusuf Baba idi. Selam olsun kendisine. Çok oldu görüşmeyeli. Bıyıkları olduğu için herhalde, Baba derdik kendisine. Güzel insandı. Yusuf Baba'nın gene bizim bölümden yakın bir arkadaşı da bizim katta kalıyor. Adı lazım değil, biz eleman diyelim. Ben pek tanımıyordum, ama tanıştım Baba sayesinde. O da çok güzel insan. Yurtta takılıyoruz beraber. Bizim eleman bölümdeki bir kıza platonik aşık. Durup durup bize nasıl sevdiğini, ama söyleyemediğini anlatıyor. Ama ne benim ne de Baba'nın vereceği bir akıl yok kendisine. Dinliyor gazını alıyoruz, o kadar. Çok da komik çocuk aslında. Bir gün geldi bizim odaya, elinde walkman, kulağında kulaklık. Saç sakal karışmış, klasik depresyon modunda. Mırıl mırıl bir şarkı söylüyor. "Ne dinliyorsun?" "Üzüm ye." "O ne be?" "Üzülme, üzüm ye." "Ver bakayım." Ferda Anıl Yarkın, Sonuna Kadar diye bir albüm yapmıştı o seneler. Ama ne albüm. Herkesin dilinde. Albümde Üzülme diye bir şarkı var. Girişi muhteşem. Hele böyle platonik ergenler için biçilmiş kaftan. Bizim eleman da bunu söylüyor. Ama nakaratını kendince değiştirmiş. "Üzülmeee, Üzüm Yeeee". Geri kalanı aynı hüzünlü aşk şarkısı. Bütün gece Yusuf Baba'nın yatağını zaptedip o şarkıyı söyledi. Belki 20, belki 30 kez. Nakarat kısmı gelince hepimizi bir gülme alıyor, kendi de dayanamıyor, gülüyor. Sonrasında gene acıların çocuğu, platonik aşık. Yok böyle bir eziyet.

Bir yılbaşı arifesinde üçümüz yurttayız. Akşam geldi eleman bizim odaya. "Hediye alacağım kıza. Memlekete aile ziyareti diye gidip ona da uğrayacağım hediyeleşme bahanesi ile". Memleketleri aynı idi bunların. İyi dedik, al. Ne alayım diye soruyor bize. Ne bilelim oğlum biz, aşık olmadık ki hiç. Onu al olmaz, bunu al olmaz. Armudun sapı, üzümün çöpü. Konuştuk, ama bir yere varamadık. Sonraki akşam elinde kocaman bir şeyle geldi odaya. "Ne bu?" "Bunu aldım kıza." "Ne oğlum bu?" "At." "At mı, kıza at mı aldın?" "Evet." Kahverengi kese kağıdına sarılı kocaman bir şey. Elemanda para yok. Tam Güvenpark'ın orda sokaktaki teyzelerden el örmesi eldiven alacakken az ötede bunu satan seyyar satıcıyı görmüş. Çok beğenmiş almış. Keşke eldiven alsaymış. Kese kağıdının bandını aralayıp baktık. Dev gibi beyaz bir at. "Durun dedi, çok narin, dikkatli tutun." İçi boş, alçıdan mı ne yapılmış, çıt diye kırılıverecek. Rahmetli Süleyman Demirel'in şaha kalkmış kıratı. İki ayağı ve kuyruğu üstünde dengede duruyor. "Oğlum kız bunun nesini beğensin?" "Neden, ne güzel süs işte, koysun salonuna." "Ne diyelim, Allah akıl fikir versin. Nasıl götüreceksin bunu memlekete?" "Bagaja veremem. Kucağımda götüreceğim." "Aferim, iyi düşünmüşsün."

O gece bindi otobüse gitti bizim eleman. Kucağında beyaz atıyla. 3-5 gün sonra döndü. Mutlu. Ne oldu dedik? Kız beğenmiş hediyeyi. Hadi len dedik, nesini beğensin onun, sen üzülme diye öyle demiştir. "Valla beğendi. Daha da beğenirdi de atın başına ufak bir kaza geldi yolda." "Ne oldu?" "Bir ara dalmışım. Otobüs fren yapınca panikle uyandım. Atı sıkıştırmışım, baş parmağım içine girdi. İnince orasını beyaz kağıtla bantladım güzelce. Zaten alt tarafında, karın kısmında, çok dikkatli bakmazsan anlaşılmıyor."

Recent Thesis Defence (28.12.2018)

My student Kamil Özden successfully defended his thesis work couple of months ago and received his PhD. degree. Dr. Yiğit Yazıcıoğlu was his co-advisor. Kamil's thesis was about atherosclerosis and its acoustic diagnosis. Atherosclerosis is a cardiovascular disease, in which plaque builds up inside a blood vessel, narrowing it down and forming a stenosis. Depending on the severity of the narrowing, turbulent flow occurs at the post-stenotic region, causing pressure fluctuations on the vessel wall. The resulting murmur (sound) propogates through the surrounding tissue and reaches the skin surface. These sounds emitted from the stenosed vessels are evaluated as a sign of the disease. Kamil performed Large Eddy Simulations (LES) using OpenFOAM to investigate the turbulence-induced wall pressure fluctuations and the resulting acoustic emission. The two main parameters considered are the stenosis severity and shape. The results show that stenosis severity under a certain level does not cause any disturbance at the post-stenotic region. For stenoses above this critical level, increasing stenosis severity has an intensifying effect on the wall pressure fluctuations. Eccentric stenosis morphology causes more severe fluctuations than an axisymmetric one. Stenosis shape affects both the magnitude of the fluctuations and the duration in which the pressure fluctuations are intense during the pulsatile cycle. Obtained pressure fluctuations are converted into sound and investigated in terms of sound levels and patterns. Sounds emitted from the blood vessels with different stenosis severities and shapes have different characteristics, and provide important information about the stenosis. The important conclusion of Kamil's work is that both the stenosis severity and shape must be taken into account to develop an acoustic-based non-invasive diagnostic system for atherosclerosis.

The first figure below, taken from Kamil's PhD. thesis, shows coherent structures colored by instantaneous normalized vorticity magnitude obtained for different stenosis shapes. The second figure shows the corresponding acoustic pressure amplitudes and frequencies obtained from wall pressure fluctuations. The level of turbulence activity and the point of maximum excitation in terms of wall pressure fluctuations are different for each case. Kamil performed the simulations on the computers of TÜBİTAK ULAKBİM High Performance and Grid Computing Center. A typical pulsatile run takes around 2 weeks to finish by utilizing 24 cores of this cluster.



En Uzun Gece (21.12.2018)

Yılın en uzun gecesi. Çok sembolik, çok özel. Gündüzler bu kadar hızlı akıp giderken, yetişmek mümkün değilken, bu uzun geceler pek bir anlamlı. Ne yapar bir insan en uzun gecede? Çalışır mı, düşünür mü, okur mu, uyur mu? Geçen sene en uzun gecede ne yapmıştım acaba? Uyumuş olabilirim. Bugüne kadar hayatımda 43 tane en uzun gece olmuş. Hiçbiri ile ilgili bir anım yok. Bilinmez ama belki bir 43 tane daha olabilir. İsterdim ki en uzun gece anılarım olsun, yaşadıkça biriksinler. Ne bileyim, mesela 76 sayfalık bir kitap yapayım onları 86 yaşımda.

Derler ki terk-i dünya edenlere bu hayat bir göz açıp kapamak kadar kısa gelirmiş. En uzun gece ne olmuş oluyor yani? Eşim her gece yattığında uyuyana kadar sabaha çıkıp çıkamayacağını, olur da sabaha eremezse neler olacağını düşündüğünü söyler. Bense hemen dalarım uykuya.

Diyorum ki bu gece biraz erken yatayım.
Olur da uyku tutmaz, düşünürüm belki.
Ya da dur, en iyisi hiç yatmayayım.
Bakarsın sabah olmaz, ölürüm belki.

Stamina Punch (12.12.2018)

Cep telefonlarını sevmiyorum. Konuşmayı beceremediğim için olsa gerek. Dinlemeyi de hiç sevmem zaten. Bir telefon konuşması 30 saniyeyi geçerse sıkıntı basar bana. "Nasılsın? İyiyim. Sen nasılsın? Çok şükür. Görüşemedik epeydir. Yaa öyle oldu. Tamam o zaman, selam söyle sizinkilere. Başüstüne". Bitti, budur işte, daha ne olsun. Bu da zaten olsa da olur olmasa da. Hele ki cebinde internet taşıma fikri. O çok fena işte.

Çok uzun süredir kullandığım ve artık beni çoktan bırakmış, ama benim kendisini bırakmadığım cep telefonumun ekranı kafasına göre çalışır olmuştu. Geçenlerde büyük kızımı acil aramam gerekti. Ama telefonun nazlanası tuttu. Bir türlü arayamayınca tepemin tası attı ve fırlattım attım telefonu. Daha yere çarpmadan pişman oldum ama iş işten geçmişti. Sayısız kere yere düşürmüşümdür daha önce, ama sağlam aletti. Bu sefer o kadar hızlı çarptı ki yere, paramparça oldu ekranı. Yerden alıp tuzla buz olmuş ekranını görünce aklıma dört kelime geldi "Stamina Punch. Punch Stamina".

Ortaokul yıllarında sınıfta bir çocuk var. Gökhan. Casio bir kol saati var, ama acayip bir şey. Araba yarışı oynuyorsun saatte. Üç şertili bir yolda araba sürüyorsun ve yaklaştığın diğer arabalara çarpmadan sağa sola kaçarak devam ediyorsun yoluna. Giderek hızlanıyorsun. Sen hızlandıkça homurtusu artan motorun sesi geliyor saatten. Sonunda yetişemiyorsun arabanın hızına ve çarpıyorsun bir yerlere. Bugün cep telefonlarında envai çeşidi olan ve kimsenin yüzüne bakmadığı uyduruk bir oyun. Ama o gün kimsede yok bir benzeri. Teneffüslerde herkes başına üşüşüyor elemanın, sıraya giriyor bir kere oynayabilmek için. Onun da hoşuna gidiyor etrafındaki pervaneler, teneffüs zili çalar çalmaz çıkarıyor saati veriyor ilk gelene. Artık 3 kişi, bilemedin 5 kişi araba yarıştırıyor 10 dakikalık teneffüste. Gökhan benim sıra arkadaşım. Sıraya girmekle uğraşmıyorum. Bazen okul bittiğinde saatini bu gece bana verir misin diyorum. Veriyor. Artık o gece yatana kadar varsa yoksa araba yarışı. Keyfe bak.

Bir yaz tatili dönüşü okulun ilk günü başka bir arkadaşın başına üşüşmüş millet. Birbirini eziyor. Sınıftan birine babası tatilde Gameboy almış. Birkaç santimetrekarelik bir ekranda 3-4 katlı bir apartman var. Yangın çıkmış. Sen de itfaiyecisin. Sağa sola, aşağı yukarı koşturup, bir delikten girip, diğerinden çıkıp su sıkıyorsun alevlere, yangını söndürmeye çalışıyorsun. Muhteşem bir şey. Ama Gökhan üzgün, artık saatine bakan yok. Ben de üzgünüm. Gameboy'lu çocukla pek bir samimiyetim yok. Diğerleri gibi sıraya girmem gerek benim de.

Yakın bir akrabamız var, Agah eniştemler, ama pek görüşmüyoruz. Bayram mı, seyran mı hatırlamıyorum, bir gün ailecek kalkıp gidiyoruz. Tuhaf biri Agah enişte. Elektrik, elektronik işlerinden anlıyor, hobisi gibi. Garip bir odası var, karmakarışık. Gelin diyor size bilgisayar oynatayım. O ne ola ki? Giriyoruz karışık odaya. Her tarafta tuhaf tuhaf aletler. Televizyonu açıyor, elimize bir kumanda veriyor. Ne oynamak istersiniz diye soruyor abimle bana. Bilmiyoruz biz oyun falan. Ben bir tane açayım diyor. Ekran yeşeriyor. Eski Nokia telefonlardaki bildiğin yılan oyunu. Ekranda dolanan bir yılansın. Dolanırken bir şeyler yiyip puan topluyorsun. Ama gittikçe de kuyruğun uzuyor ve kendine çarpmaman gerek. Ekranın sağından çıkınca solundan geri giriyorsun. Aşağıdan çıkınca yukarıdan. Baş döndürücü. Keyifli. Abim oynuyor, biraz da beceriyor. Ben dalıp gidiyorum ekrana, yılanı takip ediyorum gözümle, başımla. Oynamak istemiyorum, yapamam gibi geliyor.

Dört kardeşiz biz. Abimle çocukken pek anlaşamazdık. Benimle oyun oynamak isterdi, ben hiç istemezdim. İskambil kartlarıyla oynamak isterdi, istemezdim. Dama, tavla oynayalım, ben yardım ederim derdi. İstemezdim. Bahçede tek top oynayalım, avans da veririm derdi, istemezdim. Çok gıcık bir kardeştim. O da ne yapsın deli olurdu, boğazıma yapışırdı. Annem bizi ayırmak için uğraşır, ama güç yetiremezdi.

Lise zamanı abim bir gün okul dönüşü gel dedi sana bir şey göstereceğim. Çantasından bir hesap makinesi çıkardı. Bu ne dedim. Sınıftaki bir çocuktan satın almış. Bildiğin para verip almış. Kaç para vermiş, o kadar harçlık alıyor muymuşuz biz? Para gofretten, leblebi tozundan başka bir şey de mi alırmış? Alet çok garip bir şey. Hesap makinesi gibi tuşları var ama üstünde "BOXING Game Calculator" yazıyor. Bir boksör resmi var. En tepesinde de "Stamina Punch. Punch Stamina" yazıyor. Game tuşuna basıyor abim. Ekrana iki boksör çıkıyor. Sağdaki sensin. Tuşlara basıp vücudunu ileri geri, kollarını aşağı yukarı oynatıp yumruk atıyorsun. Birkaç sağlam yumruktan sonra yere seriyorsun rakibini. Vay be diyorum, bizim de Gameboy'umuz oldu. İlk başlarda sabahtan akşama, sonra ara ara oynuyoruz.



Bir gün gene abimle birbirimize girmişiz. Hesap makinesini paylaşamıyoruz herhalde. Annem ayırmaya çalışıyor, ama ne mümkün. Bağrış, çağrış, kavga gürültü. Bir ara makine elime geçiyor. Gözüm dönüyor. Al makineni diye fırlatıp atıyorum. Yere çarpıyor makine. Ekranı kırılıyor. Oğlum diyorum kendime, sen öldün. Kaçıyorum odadan. Bağırıyor arkamdan abim, ama bir şey yapmıyor. Makine bir daha hiç çalışmıyor, rafa kalkıyor. Bir daha öyle bir oyuncağımız olmuyor hiç.

Benim emektarın parçalandığı geçen günün akşamında sofrada ev ahalisine telefonun ölüm haberini veriyorum. Çok seviniyor herkes yenisini almak zorunda kalacağım için. Pek güzel olmuş diyorlar, eline sağlık. "Stamina Punch. Punch Stamina"nın hazin hikayesini anlatıyorum kızlara. Yok artık diyorlar, senin öfke kontrolü problemin var. Olabilir de diyorum, bu salata bitecek, hadi bakalım herkes bir çatal alsın.

Camdan Cama (30.11.2018)

Üniversiteye giriş sınavında ODTÜ Makina son tercihimdi. O zamanlar puanınızı bilmeden tercih yapıyordunuz. Lise son sınıftaki matematik hocamız Eskişehir'in en tanınan, bütçesi müsait olanların özel ders almak için yarıştığı pek karizmatik biriydi. Artık sınavın çok yaklaştığı günlerde bir derste "Herkes aklındaki tercihleri bir kağıda yazıp bana getirsin" dedi. Yazdık, birer birer götürdük masasına. Herkesin kağıdına bir süre bakıp tercihleri yorumladı. Benimkinde 5 tercih vardı. Baktı, "Şunların olması zor, bu belki, sonuncu kesin olur" dedi. Üzüldüm.

Üniversite sınavına girdiğimde Eskişehir'de yaşıyorduk. Sonuçlar açıklandığında ise Çarşamba/Samsun'da. O yaz tayinimiz çıkmıştı. 5 tercih yapmıştım, matematikçiye gösterdiklerimin aynısı. Telefon çaldı bir gün. Babamın iş yerinden bir arkadaşı mıydı, yoksa bir akraba mı hatırlamıyorum, ama ODTÜ Makina'yı kazandın dediler (evlerde internetin olmadığı zamanlar). Bizim matematikçi işini biliyormuş, sürpriz olmadı. Tercihlerimde herhangi bir bilinç yoktu. Genelde derslerin iyiyse MF'ci, orta halli ise TM'ci, problem varsa sosyalci oluyordun. Zaten problemli dersler genelde matematik ve fen dersleri oluyordu. İkinci eleme daha da kolay. Kan tutmuyorsa tıp yazabilirdin, değilse mühendislik. Bizim sülalede üniversite okumuş çok az insan vardı. Sıfır doktor, bir mühendis. İki sene önce sınava giren abim tüm Türkiye'de en yüksek puanla öğrenci alan bölümü kazanmıştı. Mühendislikleri, Elektrik, Endüstri, Bilgisayar diye yukarıdan aşağıya bilindik sırada dizmiş, ilkini tutturmayı da becermişti. Ben haddimi bilip bir de Makina eklemiştim en sona. Akıllıca bir davranış olmuş. Abim girdiği bölümü sevmedi, bilgisayarcı oldu. Ben piyasada mühendislik yapma fikrini sevmedim, akademisyen oldum.

ODTÜ kampüsüne ilk defa hazırlık atlama sınavı için geldim (tanıtım fuarı denen aktiviteler henüz icat edilmemişti). İkinci kez de kayıt günü geldim kampüse. Sülaledeki tek mühendis olan ve Ankara'da yaşayan dayım getirmişti. Fizik'teki U3 amfisinde kaydımı oldum. Sonra dayım beni şimdi her gün arabamı park ettiğim Makina'nın G binasının üst otoparkında bıraktı ve gitti. Kalakaldım. Kampüsle ilgili hiç bir fikrim yok (GPS'in henüz icat edilmediği yıllar). Sonraki birkaç gün bölüm binaları, yurtlar, bilgi işlem merkezi, öğrenci işleri arasında avare avare dolandım. 8. yurda kaydettiler beni. Abazan yurdu diyorlardı. Kelimeyi daha önce duymamıştım, anlamını bilmiyordum. 5. katta koridorun en sonundaki odayı verdiler. Yastık, çarşaf, yorgan alıp odaya gittim. 6 kişilik bir odadaki 3 ranzadan kapının sağında olanında üst katta bir yatağım oldu. Düşerim ben burdan dedim. Hiç düşmedim. Ama yorganım hep düştü.

Odadakilerin çoğu yeni öğrenci. Biri Kaynak Teknolojileri ve .... bölümünde okuyor. Yeni kazanmış. İngilizcesi yok, hazırlık okuyor ve epey zorlanıyor. "My name is Jim Adams. This is my wife Brenda. And this is my son Roy" tarzı bir İngilizce ile boğuşuyor. Öğrendiklerini ufak kağıtlara yazıp ranzanın alt katındaki yatağına yatınca pratik yapabilmek için üstteki yatağın alt suntasına yapıştrıyor. Bulgar göçmeni. Son dönemde gelenlerden. İngilizce'yi geçtim, Türkçe'si de tam değil. Pek çok kelimeyi bilmiyor. Ama abazanı duymuş daha önce. Bir diğer oda arkadaşı İnşaat'ta öğrenci. İkinci sınıfta. Çalışma masalarımız yanyana. Bana hiç benzemiyor. Sony Walkman'inde (MP3 çalarların henüz icat edilmediği yıllar) sesi sürekli kulaklıklarından dışarı çıkacak şeklide rock şarkıları dinliyor. Bir yandan da mırıldanıyor, arada da gaza gelip "Hey! Wait! I've got a new complaint. Forever in debt for your priceless advise" diye bağırmaya başlıyor. Bir rock grubunda solist. Acayip bir sesi var. Söz de yazıyor. İngilizcesi iyi. Bir de amatör albümleri çıkmış, bildiğin kasedi, kapağı falan var. Upuzun da saçları. 12 kişinin ortak kullandığı banyoda her akşam, ama her akşam yıkayıp bakım yapıyor onlara. Güzel bir kız arkadaşı var. Arada yurda gelip anons ettiriyor bunu. Ama araları limoni, nazlana nazlana iniyor aşağıya bizimki. Ders çalışırken işaret parmağı ile başmarmağının birleştiği yerdeki "köfte" diye tabir ettiğimiz kısmı emiyor sürekli. Rahatsızlık verici. Ama daha da garibi ağzıyla sürekli gaz çıkarma sesi yapıp arkasından abartılı bir şekilde "Ooohhhhh" demesi. Anlatılmaz, yaşanır. Durup durup bunu yapıyor, herkes deli oluyor. Mesela sabah beraber yurttan çıkmışsın bölümlere yürüyorsun. Karşıdan birileri geliyor. Tam yanlarından geçecekken bunu yapıyor ve çok eğleniyor. Böyle biri işte. Ne yapıyordur acaba şimdi, gel de merak etme. Bir diğer oda arkadaşı eskilerden. İnşaat'ta son sınıf öğrencisi. Dersleri kötü. Okulu uzatmış. Bir sürü problemi var. Sıkıntılı bir tip. Sigara içiyor, pis kokuyor. Rock'çının tikine en çok bu deli oluyor. Abazanın ne demek olduğunu biliyor. Kitabını yazmış. Fazla samimi olursan hakkında 2 saat konuşabilir seninle. Aman diyim. Dolapların olduğu koridoru, tuvaleti ve banyoyu ortak kullandığımız yandaki odada Elektrik'i yeni kazanmış bir çocuk var. Gaziantep'li. Pek tertipli, düzenli. Pek terbiyeli. Bir diğeri babam yaşında, kelli felli. Çok az uğruyor odaya. Karanlık bir tip. Solcu diyorlar. Bilmiyorum ne demek solcu.

Yurt hayatını çekilir kılan derslere gidip gelmenin kolay olmasıydı. Bir de hiç sorumluluğu yok. Bir yatağın, bir masan, bir de elbise dolabın var. Bunlara sahip çıkman yeterli. Sosyal bir tipsen kampüsün keyfini sürmek, gece yarılarına kadar arkadaşlarla takılmak için güzel. Değilsen seni yağmurdan çamurdan koruyan bir dört duvar. O dört duvar arasında geçirdiğim dört senenin yarısı uyumak için yatakta diğer yarısı da ders çalışmak için ÇS'de geçmiştir. İlk zamanlar odada ders çalışmaya çalıştım. Diğerleri becerebiliyor gibiydi, ama ben yapamadım. Baktım bazı öğrenciler çalışma salonu diye bir yerlere gidiyor, merak ettim, gittim. Yurdun bodrumu. Müdavimleri var. Yerleşmişler oraya, neredeyse hiç çıkmıyorlar. Minderler, döşekler, lekeli kupalar, yiyecek abur cubur, üst üste kitaplar, kitaplar, kitaplar. Ben de bir köşeye iliştim. Garip bir hayat var ÇS'de. Hoş değil. Eşofmanlı, terlikli, saç sakal karışmış, yorgun, uykusuz, bakımsız tipler. Doğası gereği sessiz bir yer. Sohbet yok, selamlaşmak yok. Hergün birbirini gördüğü halde kimse birbirini tanımıyor. Ama arada "Dün gelmedin, hayırdır? Benim 24 saati geçti" bakışları atıyorlar. Çay içip, radyo dinleyip, ders çalışıyorsun (sosyal medyanın olmadığı yıllar). Ben müzik dinlerken okuduğumu anlayamadığım ve çayı da pek sevmediğim için, ..., ders çalışırdım.

Yurdun sıkıntısı en temel ihtiyaçlar. Yemek, içmek. Her katta tüm katın ortak kullandığı mutfaklar var. Yanlış anlaşılmasın, mutfak dediysem buzdolabı falan gelmesin akla. İki tane elektrikli ocak. Arada akşamları yanından geçerken patatesli yumurta kokusu gelir. Tüm yurt kantinlerini ODTÜ işletiyor, özel kantin yok. Kantinden alınabilen yiyecekler bisküvi, gofret, tost, konserve barbunya/patlıcan, peynir, zeytin. Karın doyurmak için yemekhane haricinde pek bir alteratif yer yok (çarşı binasının henüz olmadığı yıllar). Bir McDonald's var, o da kapatılsın, Amerikan sermayesi kampüsten çıksın diye eylemler yapıyor öğrenciler. İçine girip bir şey yemek cesaret ister. Yurt temiz değil, çünkü insanlar temiz değil. Bayramda seyranda aileni aramak için yurdun giriş katına gidip telefon sırası bekliyorsun (cep telefonunun henüz hayatımıza girmediği yıllar). Giren bir türlü çıkmaz, makine kartını geri vermez, sıkıntılı. Sana telefon gelince odaya anons ederler. "502 Cüneyt, telefonun var Cüneyt. Cüneyt, telefonun var Cüneyt". Merdiven başındaki kulübeye koşarsın. "Yiyorum anne, tabii yemez olur muyum. Yok anne gelemem bu aralar, sınavlar var çok. Olur uğrarım dayımlara bir ara. Baş üstüne, söylerim". Bazen başka bir odanın telefonunu senin odana anons ederler yanlışlıkla. Garibim, kaçırmasın telefonu, konuşabilsin diye çok uzakta değilse koşa koşa gider haber verirsin.

Yurt, kampüsün köşesinde bir yerde. Şimdiki kadar çok bina yok o zaman orada. Özel yurtlar tek tük. "Bazılarında tek kişilik odalar varmış. Odanda telefon bile varmış" söylentileri dolanıyor. Ama gören yok, bir arkadaşının arkadaşı kalıyormuş öyle odada. 5. kattaki odamın manzarası güzel. Çam ormanına bakıyor. Geceleri zifiri karanlık. Biraz ürkütücü. Hikaye bu ya, final dönemi gecelerinde ormanın derinlerinden bir çığlık sesi gelirmiş. "Zor bölümlerden birinde okurken bitiremeyip atılmış bir öğrenci ormanda yaşıyormuş artık ve final dönemleri isyanını haykırırmış" diye anlatıyor büyükler. Ciddi ciddi. İnsanlar final dönemi camlara çıkıp duymayı bekliyorlar o çığlığı. Ciddi ciddi. "Bak işte bu. Duydun di mi? Nasıl duymadın oğlum ya, sağır mısın? Bak gene bağırdı. Gene mi duymadın? Sağırsın oğlum sen, bildiğin sağır". Ben de duydum bir gece. Hem de bir kaç kere ard arda. Ciddi ciddi.

Filmi 26 sene ileri saralım. 5 senedir ODTÜ kampüsünde lojmanda yaşıyorduk. Hele ki son birkaç yıl tüm aile ODTÜ'de çalışıp okuduğundan hayatımız kampüste geçer oldu. Ama bize ayrılan sürenin sonuna geldik. Lojman hayatının sakinliğinden sonra Bahçeli'deki evimize gitmek ve trafik gözümüzde büyüdü. Çiğdem mahallesi tarafında kiraya çıkalım dedik. Kiralık ev baktık. Kampüse çok yakın ve manzarası güzel diye bir apartmanın en üst katında bir daire beğendik, kiraladık. Geçen hafta taşındık. Eşyaları taşıdıktan sonraki gün salonun camından çam ormanına bakarken 8. yurdu görünce çok şaşırdım. Evin ODTÜ ormanına baktığını biliyordum da 8. yurdun 5. katındaki son odanın camını gördüğünü fark etmemiştim. 26 sene önce yurt odasının camından bakınca ormandan başka bir şey görünmezdi. Sonradan yapılmış bu oturduğum muhitteki apartmanların hepsi. 4 senemi geçirdiğim odam salonun tam karşısında duruyor. Epey uzakta, ama gecenin sessizliğinde şöyle kuvvetli bir bağırsam duyulacak, karşıdan bir cam açılacak sanki. Sabah perdeyi açıp, akşam kapatırken burnuma patatesli yumurta kokusu geliyor. Bilmiyorum karşıdan mı, yoksa bulaşık makinesinin giderinden mi? Önce gidere bir bez tıkayayım diyorum, olmadı ...

Kader (29.10.2018)

Sen bir kuştun,
Daha düne kadar.
Son cıvıltın bir çamın gölgesinde kaldı,
Tadın şımarık bir ev kedisinin dilinde.
İki damla kanın bir herekenin beyazında kaldı,
Tüylerin bir süpürge torbasının köşesinde.
Sıcaklığın bir kapının pervazında kaldı,
Birkaç parça kağıt havludan kefeninde.
Kokun bir istinat duvarının dibinde kaldı,
Bedenin aç bir köpeğin midesinde.
Hatıran bir şahidin aklında kaldı,
Kaderin akla zor gelen cilvesinde.

BEYOND Çalıştayı (21.10.2018)

Dün başlayan BEYOND: Hesaplamalı Bilim ve Mühendislik Çalıştayı bugün bitti. ODTÜ Uygulamalı Matematik Enstitüsü'nün ev sahipliğinde ilki düzenlendi. Enstitü'den özellikle Hamdullah Yücel ve Ömür Uğur, ve diğer hocaların çabaları ile gerçekleşti. Şirin, samimi, butik bir çalıştaydı. Çoğu ODTÜ Hocaları ve öğrencilerinden oluşan 50 kadar katılımcı ve 30 kadar konuşmacı vardı. Aklımda kalanlar; ODTÜ IAM'da sonlu elemanların dibine vurmuşlar ve bunu yaparken pek bir keyif alıyorlar, Murat Manguoğlu Hoca'nın sakin sesiyle yüksek başarımlı lineer cebir dinlemek huzur verici bir deneyim, tavsiye olunur, Hamdullah Yücel Hoca akademiden sıkılırsa profesyonel konferans düzenleme işine girebilir, doğal yeteneği var, Serdar Göktepe Hoca İnşaat Mühendisliği çatısı altında gayet kaliteli kaçak Biyomedikal Mühendisliği araştırması yapıyor, benden duymuş olmayın, Elektrik Elektronik'ten Özgür Ergül Hoca epey bir üretken maşallah, öğrencileri de pek cevval, Matematik'ten Münevver Tezer Hoca MHD araştırmalarına son gaz devam ediyor, grubu da kallavi, ve Matematik Bölümü'ndeki kız/erkek öğrenci oranı şaşırtıcı bir düzeyde.

Emek verenlere teşekkürler. Seneye buluşmak üzere diye ayrıldık.

Karışık Tost (15.10.2018)

Sana bir tost yaptım bugün,
Yolladım hızlı kargoyla,
İçinde çift kaşar vardı,
Küçücük bir sucukla.

:-) Seneler önce. Halil Sezai'nin Seni Beklerken albümü çıkmış. Keyifle dinliyoruz. Bir haftasonu sabahı kahvaltı hazırlarken Olsun parçası çalıyor. Kızlar daha küçük. Komiklik olsun diye sözlerini değiştiriyoruz. Herkes bir şeyler sallıyor, ama gerçek sözlerle de uyumlu olacak. Şarkı arkada çalıyor biz de avazımız çıktığı kadar kendi versiyonumuzu bağırıyoruz. Tekrar tekrar. Ama nasıl gülüyoruz.

Az önce Youtube'de karşıma çıkınca sesini açtım, bakın bakalım dedim bizim kızlara. Hatırlıyorlar, unutmamışlar. Merak edenler için şarkı şurada. Bunlar da orijinal sözleri...

Çaresiz içimdeki çocuk,
Bir günah gibi hep suçlu,
Senin hala ellerin soğuk,
Ve yağmurlu,
İçimde her gün ölen umutlar var,
Olsun zaten aşklar hep böyle...

Sana bir söz yazdım bugün,
Yolladım rüzgarla,
İçinde gözyaşı vardı,
Küçücük bir kadınla.

Bazı Bazı (09.10.2018)

Bazı tavuklar gezen,
Bazı lavuklar doğal,
Bazı zekiler yapay,
Bazı saflar süzme,
Bazı yağlar sızma.

Gezen tavuklar tatsız,
Doğal lavuklar zararsız,
Yapay zekiler bayık,
Süzme saflar zor,
Sızma yağlar , . . . , yeşil ? Evet, yeşil.

Yeşil tavuklar Marslı,
Yok daha neler...

Uçaklar (29.09.2018)

Hatırlamıyorum nerede gördüm afişini, ama görünce heyecanlanmıştım. SHG 2018, yani Sivrihisar Hava Gösterileri. İki hafta önceydi. Türkiye'de öyle ha deyince bulunup gidilecek etkinlikler değil bunlar. Ev ahalisine gidelim mi dedim, tamam dediler. Gerçi kızlar "Uçak mı, ne uçağı, n'apacaz biz orda?" diye başlasalar da sonunda memnun kaldılar. Ankara'dan Sivrihisar'a varınca Afyon tarafına dönüyorsun, 10 km kadar gittikten sonra sola giriyorsun, bozuk yollardan biraz ilerledikten sonra kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde Sivrihisar Uluslararası Sportif Havacılık Merkezi diye bir yere varıyorsun. Bir pist ve bir de duvarında M.S.Ö Air and Space Museum yazan kocaman bir bina, bir hangar. Sayılı Türk akrobasi pilotlarından Ali İsmet Öztürk'ün emekleri ile kurulmuş bir müze.


Havacılığa kim ilgi duymaz, uçakları kim sevmez ki. Biraz eskilere gidelim. 30 yıl önce Eskişehir Anadolu Lisesi'ndeyim. Sınıfta 2 arkadaş var. Bülent ve Murat. Lisenin 3 katlı mavi binasının bodrum katında kocaman bir sınav salonu, dışarı ses çıkmasın diye kapısı tuhaf bir malzeme ile izole edilmiş müzik odası ve odanın sağına doğru uzanan, karanlık, ucunda ne olduğu belli olmayan bir koridor. Bizim 2 kafadar o karanlık koridorun müdavimi. Her teneffüste soluğu orda alıyorlar, uzun öğle arasının neredeyse tamamında oradalar. Merak ettim sordum bir gün, ne var orada? Model Uçak Kulübü dediler. Kulüp mü varmış bizim okulda? Varmış. Ne zaman kurulmuş, bunların nasıl haberi olmuş da katılmışlar bilmiyorum. Ne yapıyorsunuz orada? Model uçak yapıyoruz. Nasıl yani? Türk Hava Kurumu'nun model kitleri var, onlardan uçak yapıyoruz, yarışmaya gideceğiz. Ben de gelebilir miyim? Gittik. Masalara raptiyelenmiş uçak planları, üstlerine tutturulmuş kanat parçaları, falçatalar, yapıştırıcılar, envai çeşit el aletleri. Hoşuma gitti. Zaten böyle model işlerini, kesip, biçip yapıştırmayı oldum olası sevmişimdir. Vaktiyle Milliyet gazetesinin hafta sonlarında verdiği karton maketler bitecek de alamayacağım korkusuna daha bakkal açılmadan kapısına dikilirdim. Ama bilmem neden, bir, bilemedin iki kere daha gitmişimdir o kulüp odasına, o kadar. Devamı gelmedi.


Amerika'da doktora yaparken model uçak merakım alevlendi. Amerika zaten bir havacılık ve hobi cenneti. En küçük köyünde bile bir model dükkanı, bir hobi mağazası, modelcilik kulüpleri, biraz hallice şehirlerinde havacılıkla ilgili bir müze, bir etkinlik bulabilirsiniz kolaylıkla. Bir gün posta kutumuzdan Model Havacılık Akademisi diye bir şeyin tanıtımı çıktı. Üye olunursa aylık bir model uçak dergisi gönderiyorlarmış, havacılık etkinliklerine katılırken indirim oluyormuş, model uçak kulüplerine üye olabiliyormuşuz, falan. Tamam dedim, üye oldum. Dergiler gelmeye başladı. Etkinlik haberleri, yarışmalar, model uçak kitlerinin tanıtımları, yapım resimleri, tiyolar, model uçaklarla ilgili reklamlar, çok keyifli.


Houston'da yaşıyoruz, Amerika'nın en büyük şehirlerinden. Model uçak satan pek çok mağaza var. Birine gittik. Biraz yol yordam sorduk, ilk olarak nasıl bir şeyle başlasak diye. Biraz anlattılar ve bize bir Carl Goldberg Freedom 20 kiti sattılar. Yanında kiti yapabilmek için lazım olacak bütün alet edevat, kaplama plastiği, kaplama ütüsü, uzaktan kumandası, kontroller için gerekli servolar, bir motor, hatta motor için yakıt bile aldık. Kit, ince uzun bir kutuda. Kutunun üstünde uçağın bitmiş çok hoş bir resmi var.


İçinde plan ruloları, pek çok tahta ve biraz da plastik parça ve bir yapım klavuzu. Planlarda ve klavuzun içinde çok güzel el çizimleri. Sadece o çizimlere bakıp, hiç bir sey yapmadan saatler, günler geçirebilirim. Bir oda - bir salon öğrenci evimizin salonundaki kanepeyi kenara alıp kendime yer açtım. Yere bir örtü serip üstüne yayıldım. Acelem yoktu, keyfini çıkara çıkara, epey uzun sürede kiti bir araya getirdim. O sırada üniversite değiştirdim, Houston'dan College Station'a taşındık. Orada da modelle uğraşmaya devam ettim. Aslına bakarsan pek güzel görünümlü bir uçak değildi. Sonuçta bir başlangıç kiti, hepsi birbirine benzer ve hepsi kabadır. En önemli özellikleri kolay uçurulabilmeleri, kanatları ona göre tasarlanmış. Bir de sağlamlar, öğrenene kadar yapılacak sert inişlere dayanabilsinler diye. Sonunda kit bitti, ama çok içime sinmedi. Kontrol aksamı ve servoları anlatıldığı gibi tepki vermiyor. Kaplaması da güzel olmadı, seçtiğimiz renkler yakışmadı uçağa. Epey de ufak bir şey çıktı ortaya bitince. Motorunu taktık, yerde statik testini yaptık.


Bizim köye yakın Brazos Valley R/C Kulubü diye bir model uçak kulübü olduğunu öğrendik ve modelimizi alıp bir ziyaret edelim dedik. College Station'a komşu olan Bryan kasabasının dışında tarlaların arasında bir açıklık alanda uçuyorlar. Boyunlarında kumandalar, ellerinde alet edevat uçaklarıyla uğraşan insanlar. Genelde yaşlı dedeler. Biri asker emeklisi, bize Türkiye'yi soruyor, biri rahip, kilisesine davet ediyor. Dedik biz ilk defa geldik, işte bu uçağı yaptık, uçurmak istiyoruz. Kulübün eğitmeni geldi, bizim kite baktı, güzel ama bu biraz küçük, burada kulubün daha büyük bir eğitim modeli var, biz hep bununla öğretiyoruz yeni gelenlere dedi. Kumandasına bir uzatma kablosuyla öğrenci kumandası bağladı. Kaldırdı uçağı, sonra kontrolü bize devretti. Eşimle ben bir kaç dakika uçurduk uçağı, daireler çizdik. Biraz sohbet ettik, kulübe nasıl üye olacağımızı öğrendik ve döndük.


Kulübe üye olmadık, bir daha uçuş alanına gitmedik. Ama bizim model hep elimizin altında idi, ara ara pillerini şarj edip kumandasını kutusundan çıkarıp kurcaladım, kaplamasını iyileştirmeye çalıştım. Model Airplane News diye bir dergiye daha üye oldum. Daha modern, daha renkli, kuşe kağıda basılı, okuması daha da keyifli bir dergi. Yakınlardaki havacılık gösterilerine gittik. Bilgisayara model uçak simülatörü kurup uçma pratiği bile yaptım. Ama bizim Freedom 20 ne yazık ki hiç havalanmadı. Ha havalansa öyle akrobatik hareketler falan yapacak değildi, en fazla şöyle bir şey. Doktora bitip Amerika'dan dönerken bir arkadaşa bıraktık modeli çöpe gitmesin diye, ama onun da pek ilgilendiğini sanmıyorum. Üzgünüm tahta parçaları. O kutuya bir gün uçarsınız diye kondunuz biliyorum.


Türkiye'ye dönünce dedim ki bu işin uçma kısmı değil, yapma kısmı ilgimi çekiyor benim. Gerçekten de öyleydi. Sıfırdan sadece bir plana bakarak bir model uçak yapmak istedim, "scratch building" dediklerinden. Gelmiş geçmiş en estetik eliptik kanatlara sahip Supermarine Spitfire'ın bir planını buldum internetten, balsa tahtalar aldım, kanatlarını, gövdesini yaptım. Çok güzel oldular, bakmaya doyamazsın. Her gün ince ince tekrar tekrar törpülerdim o kanatları. O kadar narinler ki, dokunmaya kıyamazsın. Sonra yurt dışından uçmak için değil, sergilenmek için üretilmiş balsa kitler sipariş ettim; birinci dünya savaşının gözdesi bir üç kanatlı Fokker DR-1, şirin mi şirin bir Cessna 150, bir de F-16. Birini açıp yapmaya başladım, ama yarım kaldı. Öbürlerinin kutuları açılmadı. Plastik model yapmaya heves ettim. Bir Westland Wessex arama kurtarma helikopteri aldım. Turuncu detayları var, en sevdiğim renk. Çok güzel, ama bir o kadar da incelikli, yapması zor bir kit. Parçaları ayrıldı, planları tekrar tekrar çalışıldı, yapım klavuzu defalarca okundu, ama hiç başlanamadı. Sonra taa çocukluğuma dönüp bir karton gemi modeli aldım. Ama çocuk işi değil. Çok ciddi, bilmem kaç parçalı, inanılmaz detaylı bir model. İlk 20, 30 parçasından sonra bir parçayı kaybettim ve rafa kaldırdım.


Ara ara internetten modelcilik sitelerine girerim. Model mağazalarında gezinirim. Amerika'dan gelirken getirdiğim eski dergilere bakarım. Evde yarım kalmış modellere göz atarım. Büyük kitapçılara gittiğimde, kitaplarla değil, oyuncak kısımlarındaki modellerle ilgilenirim. Benim bir hobim olacaksa bu model yapmak olmalı. Orası kesin. Belki bir gün olur.

2 hafta kadar önce Sivrihisar'daydık. Daha önce de hava gösterileri izlemiştim. Bu da fena değildi. Üçüncüsü düzenlemiş bu sene, ben ilk ikisini görmedim. 2 günlük bir etkinlik. Epey kalabalıktı, park yerleri dolmuş taşmıştı. Özellikle iki uçaktan etkilenmemek elde değilidi. Birisi Ferocious Frankie. Kendisi bir P51-D Mustang. İkinci dünya savaşında Amerika'nın akıllara zarar uçağı. Mükemmel bir profili vardır. Yerdeyken burnunu öyle bir havaya kaldırır ki, yerde böyle ise havada nasıldır dersiniz. Bir Pixar artisti zamanda 80 yıl geriye gitmiş de çizmiş gibidir. Gözünüzü alamazsınız. Bir makine nasıl hem bu kadar güzel hem de teknik olarak bu kadar üstün olabilir dersiniz.


Ferocious Frankie şu anda uçabilen 90 kadar Mustang'den bir tanesi. Red Bull Air Race şampiyonu Nigel Lamb'in de uçağı olmuş zamanında. Sonra satışa çıkınca Ali İsmet Öztürk alıp Sivrihisar'daki müzeye getirmiş. İkametgahı Sivrihisar olan ve ara sıra hangarından çıkıp sivri zirvelerde turlayan bir P51-D var. Akıl alır gibi değil. Gösteriye giderken bir Mustang'in uçacağını biliyordum, ama bir Türk'e ait olduğunu bilmiyordum. Frankie, Amerika'nın bir başka ikinci dünya savaşı uçağı olan T-6 Texan ile beraber havalandı. Çirkin kafesli kanopisiyle hemen tanınıyor Texan. Kusura bakmasın ama, Mustang nerde o nerde. Bir süre beraber uçtular. Texan inince meydan Frankie'ye kaldı. V-12 pistonlu motorunu dinlemek nasıl bir keyif. Size doğru yaklaşırken öyle bir ıslık sesi çıkarıyor ve üstünüzden geçip gittikten sonra öyle bir homurdanıyor ki, hayran olmamak mümkün değil. Performansının bir örneği burada. Ne zarif dönüşler, ne güzel bir süzülüş, nasıl gerçek bir ses. 1:30'daki manevraya aşığım. Ben de istiyorum, çok istiyorum. Ama aklınıza 1940'ların Fransa'sı, Almanya'sı geliyor. Mustang'lerden bombalar yağıyor ve insanlar o ıslık sesinden nefret ediyor. Evet bunlar yakıp yıkan, mahveden, taş üstünde taş koymayan, insan öldüren müdendislik harikaları. Öyleler ne yazık ki.


Günün ve gösterinin son uçağı bir F-16. Ama sıradan bir F-16 değil, Solo Türk. Daha önce de canlı izlemiştim Solo Türk'ü. F-16 son derece estetik bir uçak. Çok çok kibar. Kanatlarının gövdesine birleşirken yaptığı kıvrımlar, tek motorunun eliptik hava alığı, balon kanopisi, hepsi çok güzeller. Uçsun diye değil, insanlar seyretsin diye yapılmış. Sadece aerodinamik kaygılarla ortaya çıkamaz bu eser. Ama Solo Türk ayrı bir güzel, çünkü mükemmel bir dış deseni var. Grafik sanatçısı ve akademisyen Murat Dorkip'in başarılı tasarımı.


Konya'daki üssünden kalkıp gelmesi uzun sürmüyor. Kendisi ile ilk yakın temasa kadar size doğru neyin geldiği ile ilgili bir fikriniz yok, zaten sesini de duymuyorsunuz. Ama başınızın hemen üstünden geçip giderken havayı öyle bir yırtışı var ki. Çatır çatır. Aman Allah'ım. Böyle bir kütle nasıl bu şekilde hareket eder? Newton görse ne derdi? Sizi korkutmak için bomba taşımasına gerek yok. Her geçişinde aynı şaşkınlık, gücü karşısında aynı akıl yetmezliği. Ağzınızı açık bırakıp uzaklaşıp küçülürken ve sesi azalırken keyiflenip afterburner'ının kızıllığına dalıyorsunuz. İşte günümüzün ölüm makinesi de bu. Daha gelişmişleri de var. Böyle bir silah nasıl durdurulur? Bu güzellik nasıl öldürmeye uçar? Solo Türk'ün gösterisini izlemek güzel, ama dinlemek değil. "Ve şimdi sağınızdan geliyoooor. Yıldızını parlatarak, güneşi yakarak geliyoooor. Dosta güven veren, düşmana koku salaaan, semalardan süzüleeeen. Açıııııl gökyüzü, fatihin geliyooooor ... ". Bu şairane cümleler normal bir ses tonuyla da değil, tuhaf vurgularla. Beni yakalayamıyor bu sunum.

Seneye Eylül'de Sivrihisar'da görüşmek üzere.

Okulun İlk Günü - 2018 (13.09.2018)

Bu sene de gene bir Perşembe günü açıldı bizim kızların okulu. Artık ikisi de liseli. Zeynep ablasından liseli olma tiyoları aldı. Öğretmenler nasıl, lise binası neye benziyor, dersler zor mu, oğlanlar çok mu gıcık, vesaire. Memleketin ekonomik durumu pek iyi olduğundan olsa gerek, lise üniformalarını değiştirmeye karar vermiş okul yönetimi. Yeni bir kaç parça kıyafet aldık. Elif 11. sınıf oldu. Bizim zamanımızda olsa lise son derdik, ama şimdi lise 3, daha 4'ü var bunun. Gene de üniversite sınavına hazırlık telaşı başladı. Dershaneler kapandıktan sonra okullara entegre oldular "kurs" adı altında. Elif de kendi okulundaki kursa yazıldı. Okul haricinde haftada 3 gün de ona da gidecek. Hayırlı bir sene olması dileğiyle.

Değişim (28.08.2018)

Geçenlerde bir arkadaş,
Sen çok değiştin dedi.
Şaşırdım.
En çok korktuğum,
Köşe bucak kaçtığım,
İsteyip de yapamadığım şey değişmek.

Keşke iyiye doğru değişsek,
Ama sormadım öyle mi diye.
Korkarım ki diğerine.

New Research Paper (21.06.2018)

This is the third paper published from Ali's PhD work. It combines the techniques mentioned in the earlier two papers with an incompressible, unsteady multiphase Navier-Stokes solver. It is based on high-order nodal discontinuous Galerkin finite element discretization. Interface is tracked with level set formulation on adaptive unstructured meshes. Implicit systems arising from the semi-explicit time discretization are solved with a p-multigrid preconditioned conjugate gradient method to minimize the memory requirements and increase the run-time performance. With the proposed method it is possible to capture the interface topology accurately with good mass conservation even in relatively coarse grids. Efficiency and high-order accuracy of the method are confirmed using test problems of sloshing, Rayleigh–Taylor instability and dam break. Full paper can be accessed here.

New Research Paper (18.04.2018)

This paper, published recently in the Journal of Rail and Rapid Transit, is the outcome of Dr. Gencer Koc's PhD. work. Prof. Albayrak and I were the advisors of Gencer. This is the second paper we published from Gencer's work. The idea here is to use artificial neural networks to predict time dependent air speeds developing inside metro stations, which is important due to safety and comfort concerns. Three artificial neural networks are used, each trained for the most basic configuration of a single train moving in a single tunnel. The first two are trained to provide the maximum and time averaged values of the induced air speeds while the train is moving inside the approach tunnel of the station. The third one is used to simulate the time-dependent air speed variation during train stoppage and departure. Typical structures of a metro system such as staircases and ventilation shafts are introduced into the solution using simple analytical relations based on loss coefficients. The developed approach is tested using two different metro stations that are currently in operation in Turkey. The results show that the time variation of the air speed predicted by the developed model is, in general, in good agreement with the results of the Subway Environmental Simulation (SES) software, although further studies are necessary to model the acceleration and deceleration of trains more realistically. Full paper can be accessed here.

New Research Paper (15.02.2018)

This paper, published recently in the Journal of Spacecraft and Rockets, is the outcome of the masters thesis of my student Erdem Dikbaş. Dr. Özgür Uğraş Baran was his co-advisor. The paper is about grid fins, which are unconventional control devices used for aerodynamic control of missiles. We proposed a new idea called "Unit Grid Fin (UGF)" for easy parametrization and fast numerical simulation of missiles with grid fins. The long term goal is to develop a quick prediction tool that can generate aerodynamic force and moment databases necessary for preliminary designs. Such tools exist for missiles with conventional planar fins, but not for those with grid fins. We were able to show that, although requiring much less computational resources and time compared to a full CFD solution, the UGF approach provides acceptable results. The body interference correction to account for the effects of missile fuselage turns out to be critical in the performance of the proposed method, and we showed the deficiency of a simple potential flow based approach. The full article can be accessed here.

365 Güneş (01.01.2018)

Bir yıl daha bitti,
Koskoca yıldı, geçti gitti.
365 sabahı vardı, uyandırmadı,
365 güneş battı, hiç dokunmadı.

Ne yalan söyleyeyim, bir ara içim bir kıpırdadı,
Gel gör sadece Ankara ayazıymış, olmadı.
Halbuki ışıkları kapatıp 10'dan geriye de saydıydım,
Ama tutmadı.
Dün gece rüyamda öldüğümü gördüm,
Sabah kalktığımda hiç dokunmadı.