Haklıyım, Haklısın, Haklı (20.12.2012)

İki gün önce ODTÜ karıştı. Büyük kızımın saat 6'da biten antrenmanını bekliyorduk küçük kızımla ofiste. Dışardan sesler gelince ve kızım "Baba bugün başbakan gelecekmiş kampüse, onun için bizi erken bıraktılar" deyince ancak anlayabildim ne olup bittiğini. Birkaç gündür kampüste sağda solda gördüğüm "İstemiyoruz seni ODTÜ'de" afişlerinin 5 yıl öncesinden kalma değil de, bugünkü bir şey için olduğunu anladım. Meğer bir uydu fırlatılıyormuş, başbakan da Teknokent'e gelip konuşma yapacakmış.

Bunu öğrenince bir saat erken gitmeye karar verdim kızımı okulundan almaya. G Blok üst otoparkına çıktık, ama boğazımız yanmaya başladı. Bir ambülans bekliyor tam otoparkın önünde, etraftan da silah sesleri (meğer gaz bombasıymış) ve bağrışmalar geliyor. Arabaya bindik 10 metre ilerledik, yol kapalı, barikat kurmuşlar, ateş yakmışlar. Birileri geri dönmemizi istedi, döndük. ODTÜ Kent'in oradan kızımın okuluna gideyim dedim, ama orayı da polis kapatmış. Yol kenarına park edip yürümeyi düşündüm, polis izin vermedi. Arabayı da orada bırakmamamı, camlarının kırılabileceğini söyledi. Gene geri dönüp rektörlüğün önünden gittim kızımın okuluna. Neyse ki okul Bilkent çıkışına çok yakın olduğu için kızımı aldıktan sonra başımıza birşey gelmeden çıkabildik kampüsten.

Biraz önce 3 öğrenci geldi ofisime. "Şiddet varsa, polis varsa ders yok. Ders vermiyoruz, derslere girmiyoruz, ODTÜ'ye sahip çıkıyoruz" yazan bir el ilanı bıraktılar ve destek vermemi istediler. 5 dakika sohbet etmeye çalıştım kendileri ile, ama seslerini yükseltmeye başladıkları için sohbeti yarım kesip odamdan çıkmalarını istemek zorunda kaldım. Kendilerine anlatmaya çalıştığım gayet bilindik ve basit bir şey idi; Herkes sizin gibi düşünmek zorunda değil. Başka düşünceleri de dinleyebilmelisiniz. Bir ülkenin başbakanının ülkesinde istediği yere gitmeye hakkı vardır, herkesin olduğu gibi. Sen fikirlerine karşısındır, yaptıklarını uygun bulmuyorsundur, kendince doğru olanı anlatmak istiyorsundur, eyvallah. Ama 3 gün önceden kampüsü "Gelme, seni kampüse sokmayız" afişleri ile doldurursan bu doğru bir davranış olmaz. Ya ne yapman gerekir? "Gelin, konuşmanızı yapın, biz de makul miktarda bir öğrenci grubu ile sizin geleceğiniz salonda veya önünde fikirlerimizi anlatmak istiyoruz. Ama gaz bombası yemek, şiddet görmek istemiyoruz". Eğer buna izin verilirse ne yapacaksan yaparsın. Eğer buna bile izin verilmiyorsa, hakkını alamadığını düşünsen de kampüs içinde ortalığı karıştıracak bir şey yapmazsın. Hakkının elinden alındığını başka türlü anlatabiliyorsan anlatırsın, ama kampüste olay çıkartmazsın. Belli ki onlar öyle düşünmüyorlar. Neden olmasın.

Gelen öğrenciler bana soruyorlar "Yani siz üniversitenin polis işgali altında olmasından rahatsız değilsiniz, üniversitenizi koruma ihtiyacı hissetmiyorsunuz?" O kadar şaşırdılar ki kendileri gibi düşünmediğimi fark edince. ODTÜ'de çalışan birinin bu tür protestolara ve eylemlere karşı olabileceği akıllarına bile gelmiyor. Ben üniversitenin polis işgali altında olduğunu düşünmedim o gün. Aksine bir grup öğrencinin işgali altında olduğunu düşündüm. Neden böyle? Gelen ziyaretçinin kara kaşını, kara gözünü çok sevdiğim için mi? Değil. Yıllar içerisinde bu tür eylemleri gördükçe bende oluşan algı bu. Arada sırada yemekhane önünde sinirli sinirli bağıran, istediğim kapıdan yemekhaneye girmeme engel olan, beni huzursuz eden ve bazen başka yerde yemek yememe sebep olan öğrenciler bende bu algıyı yaratmış. Başkalarına "Helal olsun şunlara, öğrencilik sadece ders çalışmakla olmaz, hakkını arayacaksın" diye düşündürtüyor olabilir, ama beni tegirgin ediyor bunlar. Bundan birkaç ay önce de bir grup öğrenci kampüste buluşup beraberce bir yerlere yürüyüp bir şeyleri protesto edecek oldular. Polis izin vermedi. Çatışma çıktı. Yollar kapandı, A1 girişindeki kulübe yandı, giriş çıkışı kontrol eden bariyerler, kameralar kırıldı. Hala yanık ve kırık duruyorlar. Kim haklıydı? Bilmiyorum. Ama eğer bir öğrenci olarak derdin üniversitene sahip çıkmaksa, işin buraya varması ihtimaline karşı yürüyüşüne kampüs dışında başla. Etrafa zarar verme, kırma dökme. "Ama orantısız güç kullanılıyor, protesto etme hakkım elimden alınıyor". Doğru olabilir, ama etraf kırılıp dökülünce, ofisimin dışından sesler yükselmeye başlayınca benim seni haklı bulmam mümkün değil. "O zaman polis izin versin, etrafı kırıp dökmeden yapalım protestomuzu". Keşke olsa, ama olmuyorsa, işi bu hale getirmeyeceksin. Protesto etmek senin hakkınsa, istediği yere gidip yumurta yemeden konuşma yapabilmek de siyasetçinin hakkı, huzurlu bir şekilde kampüste dolaşabilmek de benim hakkım. Eğer bunlar haksa, iki gün önce hakkım çiğnendi benim.

Bugün ofise gelen öğrencilerden bir tanesi söylediklerimden hoşnut olmadı ve diğerlerine "Nasıl düşündüğü belli, boşuna konuşuyorsun, gel gidelim" dedi. Kendisine konuşma şeklini beğenmediğimi, benim kendisinin büyüğü ve hocası olduğumu, saygızılık etmeye başladığını söyledim. Bir diğeri sesini yükseltmeye başlayınca odamdan çıkmalarını istedim. Çıktılar, sonra bir tanesi kapıdan kafasını geri uzattı ve "Biraz da özgürlük hakkında düşünün" diyerek gitti. Ben kendilerini odama buyur ettim, uzattıkları ilanı kabul ettim. Benim misafirimdiler. Ama ev sahibine nasıl davranmalarını gerektiğini bilemediler. Ben onlara aklımdakini anlatamadım. Dinlemediler. Onlar da bana anlatamadılar dertlerini. Nasıl beslendi benim algım bu olaydan? "Zaten konuşmayı beceremiyorlar, o yüzden bağırıp çağırıyorlar. Şiddet yanlısı bunlar, bir de üstüne saygısızlar". Peki düşüncelerinde haklılar mı? Daha oraya gelemedik ki. Sohbeti bitiremeden ayrıldık. Belki 2 saat de konuşsak birşey değişmeyecekti. Ama sohbet etmiş olacaktık, ne zarar gelir ki? Birbirimizi kesin daha iyi tanıyacaktık. Onlar hocalarından bir tanesinin akıl almaz bir şekilde kendilerinden farklı düşünebildiğine kısa bir süreliğine de olsa daha fazla şahit olacaklardı. Hocalarından bir tanesinin akademik faaliyetlerden başka bir derdi olmadığını, bu tür huzursuzlukları kampüsünde görmek istemediğini, anlaşılmaz bir şekilde bu tür sosyal olaylarla ilgilenmediğini, hak, hukuk, özgürlük kavramlarının nedense hiç gelişmediğini göreceklerdi.

Benim bugün son 3 saat dersim var. Tüm öğrencilerimi beklerim. Üniversitede ders olur, eğitim olur. Polisten şiddet görmek ders yapmamakla protesto edilmez. Bizim kuşağın tanık olmadığı, her günün o tip protestolarla geçtiği, üniversitede eğitim adına hiçbirşey yapılmadığı o bilindik zamanları, o günleri yaşayan neredeyse herkes kötü bir şekilde anıyor bugün. Peki kim haklıydı? Yok ki bunun bir cevabı. Bu dünyada haklının kim olduğuna hangi konuda %100 cevap verebiliyoruz ki bu konuda verelim. Bu dünyada güçlü var, haklı yok. "Tamam işte hocam, biz de onu söylüyoruz". Yok işte söyleyemiyorsun, sesini yükseltiyorsun, beni kızdıryorsun ve buraya bunları yazdırtıyorsun.

Macahel, Şavşat, Karagöl Gezisi (28.09.2012)

Bir gecikmiş yazı daha. Epey bir zaman önce yazmaya çalışmıştım bunu, ama bir türlü son haline getirip buraya koyamamıştım. 2008 yılında bir Doğu Karadeniz yaylaları gezisi anlatmıştım. Bu sene de Ağustos ayının son haftasında aynı firma ile Macahel, Şavşat, Karagöl turuna katıldık. Gene eşim ayarladı sağolsun herşeyi. Ben o kadar ilgisiz kaldım ki konuya son gece bavul hazırlarken eşim ne olur ne olmaz diye pasaportları da aldığını söyleyince şaşırdım, ne gerek var dedim. Meğer Artvin'e uçakla gitmenin yolu Gürcistan sınırının hemen diğer tarafındaki Batum Havalimanı'na inip oradan Havaş servisleri ile sınırı transit geçmekmiş. Ben son gece öğrendim böyle gidileceğini. İlk defa karayolu ile bir sınır geçtim hayatımda. Sınırları ve insanların toprakları sahiplenmelerini sevmediğimden bahsetmiştim daha önce. İki ülkenin bir dandik çizgi ile birinden ayrılmasını bu kadar yakından görünce bu fikrim daha da kuvvetlendi.



Bu seferki turun diğerine göre en farklı tarafı kızların da bizimle gelmesiydi. Kızlarla olmak ilkine göre çok daha keyifli yaptı tüm geziyi. Bizimkilerin maşallahları vardı, hiç eziyet etmediler bize. Saatler süren uzun yürüyüşleri, taşlık, kayalık dağlara tırmanışları, yağmurlarda çamurlara batmayı, şelalere inip çıkmayı hiç sorun etmediler. Hem bizi hem de turdaki diğer herkesi şaşırttılar. Tamam olmuş bunlar dedik. Aşağıdaki havalı resmi bu yolculukta çektirdik. THY uçaklarından birine binerken kapıda hostes bizi durdurdu ve pilotların bizim kızları kokpite davet ettiğini söyledi. Birkaç dakika sohbet ettiler içeride, sonra da anneleri bu fotoğrafı çekti.



Gezi çok güzeldi. Şimdi bu yazıyı yazarken farkediyorum ki gezileri güzel yapanlar insanlar ve hikayeleri. İlki de öyleydi, bu da. İlk gezide Çamlıhemşin'li bir rehberimiz vardı. Minibüs Ayder yaylasına gitmek için Çamlıhemşin'de babasının dükkanının önünden geçerken hemen atlayıp, elini öpüp bir hal hatır sorması, tanıdıklarla Lazca muhabbet etmesi, kendi hayatını, akrabalarını, anılarını anlatması güzel yapıyor geziyi. Turdaki tuhaf insanlar güzel yapıyor geziyi. Sabah bir türlü uyanamayan, tura zorla geldiği her halinden belli olan oğluna söz geçiremeyen annenin cep telefonunun hasbelkader çektiği bir dağ başındaki mola yerinde akrabasını arayıp oğlunun üniversite sınavında hangi bölümü kazandığını öğrendiğindeki heyecanı kalıyor insanın aklında.




Artvin Rize'den farklı. Laz değil Gürcü kökenli buradaki insanlar. Macahel'lilerin ana dili Gürcüce, kendi aralarında Gürcüce konuşuyorlar. Sadece bu bile seni bu dünyadan alıp götürüveriyor başka diyarlara. Bir dağı aşınca minibüs, rehber çook uzaktaki bir yaylayı gösterip, ben çocukluğumun 15 senesi her yaz o yaylaya gittim, o zaman bu yol yoktu diyor. Yağmur bastırınca planda olmayan bir şekilde yol üstünde rehberin bir akrabasının yayla evine konuk oluyorsun, sana sobada mısır közleyip, patates pişiriyorlar. Akşam yemeğinden sonra herkes bir köşede dinlenirken şoförümüz Fiko ve abisi birden ortaya atlıyor ve değme politikacıdan duyamayacağınız kelimelerle Macahel'in sorunlarını, oranın halkı olarak bunlarla nasıl mücadele etmeye çalıştıklarını ve biz turistlerden ne istediklerini anlatıyor. Ağzın açık dinliyor, bitince ayakta alkışlıyorsun.



Macahel, Artvin'in Gürcistan sınırında, Borçka ilçesine bağlı Camili merkez köyü ve etrafındaki 5 köye yöre halkının verdiği isim. Bize anlatılana göre bir zamanlar 18 köyden ibaretmiş Macahel. 1920'lerde Kars Antlaşması ile Rus sınırı çizilirken yapılan referandumda 6 köy Türkiye'de kalmayı seçmiş, diğerleri karşı tarafta kalmış. Bir ömür boyu kardeşler birbirini görememiş. Bilmiyorum her sınırda mı öyledir, ama eskiden sınıra doğru yüzünü dönüp bakmak, elini uzatmak yasakmış ve herkes buna çok dikkat edermiş. Her taraf dağ, bayır, orman olduğu halde kesinlikle sınır ihlali yapılmazmış. Bizi de rehberimiz sınıra doğru fotoğraf çekmememiz konusunda çok sıkı tembihlemişti. Gürcistan ancak son 20 küsür yıldır bağımsızlığını doğru dürüst yaşayabilen bir ülke. Bugün ilişkilerimiz iyiymiş. 1 TL verip, elini kolunu sallayarak sınır kapısını geçmek mümkün bugün.



O kadar zorlu bir coğrafya ki, Macahel'in köyleri bugün bile kışın bazen 6 ay kar altında, yolları kapalı, tüm ülkeyle bağlantısı kopuk bir şekilde yaşıyor. Doğu'da kalmadı böyle köy diye isyanda halkı. Kışın bir hasta olduğunda Artvin'e veya ilçelerine inmek mümkün olmadığı için jandarmaya haber veriyorlarmış. Onlar da kaymakam vasıtası ile Gürcistan'a geçmek için bir izin kağıdı düzenliyor ve o sayede hastaneye ulaşabiliyorlar. Bu işlem 1 günü buluyor. Hastane yolunda kaybettikleri yakınlarının hikayelerini anlatıyor insanlar muhabbet açılınca. Ama kabul ediyorlar ki Macahel'i güzel yapan da bu ulaşılmazlığı. Borçka-Macahel yolu 20 küsür yıldır inşaat halindeymiş. Hala bitmemiş, iş makineleri çalışıyor. Arıcılık yapanlar var. Kafkas arı ırkı dünyadaki en makbül 3 ırktan biriymiş ve dünyada sadece Macahel'de saf ırk olarak kalabilmiş, diğer yerlerde hep melezleşmiş. Macahel Unesco tarafından Biyosfer Rezervi ilan edilmiş birkaç sene önce. Türkiye'de bu ünvanı alan tek yer. Bununla birlikte popülerliği artmış ve yöre halkı hidroelektrik santrallerine (HES) karşı mücadelelerinde yol almaya başlamış. Bugün HES inşaatları hep durmuş vaziyette, ama şantiyeler duruyor ve halk tedirgin. TEMA Vakfı arıcılığı ilerletmek, kovan sayısını artırmak ve halkın bu işle geçinebilmesini sağlamak için çok hizmet etmiş.



Doğası mükemmel Macahel'in. Her yer dağ. Gözünüzü gönlünüzü yeşile doyuruyor. İnanılmaz büyük ağaçlar var. Bizim gittiğimiz zamanda da dereler akıyordu, ama birkaç ay daha erken gelseniz sular fışkırıyordu her yerden diye anlatıyorlar. Bir yayla yolunda tıngır mıngır ilerlerken şoför duruyor, benim en sevdiğim su budur buralarda diyor, inip 2 yudum içiyor ve devam ediyor yola. Tavsiye edilir, Macahel'i görün. Eğer cep telefonunuzu Ankara'da uçağa ilk binerken kapattıktan 1 hafta sonra tekrar Ankara'ya indiğinizde annenize "Geldik" demek için açmak, buraları o kadar çok unutmak istiyorsanız Macahel'e gitmeniz tavsiye olunur. Yemyeşil bir vadinin tepesinde, görünmeyen ama aşağıdan gürül gürül akan bir derenin sesiyle uykuya dalmak ve gecenin bir yarısı ayıları kaçırmak için çalınan çanların sesiyle uyanmak için bu gezi tavsiye edilir.



Dört sene önceki gezinin yol türküsü Gelevera Deresi idi. Bu seferki ise Üskürt Dağı (Ot Yesem Yaylalarda) oldu. Gezinin bir gecesi günün yorgunluğunu atarken hep birlikte Macahel Yaşlılar Korosu'nu anlatan Maçahela Şarkıları belgeselini izledik. Karadeniz'li olmak, Karadeniz'i sevmek, memleketini sevmek, güzel insan olmak, anlatacak birşeyi olmak ne güzel. Anlatacak şeyleri olan Osman, Özkan, Fiko ve Davut'a selam olsun.


Okulun İlk Günü - 2012 (28.09.2012)

Son birkaç aydır işler o kadar yoğun ki, bu senenin Okulun İlk Günü yazısını 2 hafta gecikmeli olarak yazabiliyorum. Bu sene başı biraz maceralı oldu. Bizim kızların gittiği okulda geçen senelerde ilk 3 sene aynı sınıfta, aynı öğretmen ile okunuyor, sonra sınıflar karılıyor ve 4. ve 5. sınıf farklı arkadaşlarla, farklı bir sınıf öğretmeni ile okunuyordu. Ama bu sene damdan düşen 4+4+4 sistemiyle işler değişti. 3. sınıfa geçen Zeynep'in hem sınıf arkadaşları hem de sınıf öğretmeni değişti. Daha önce de yazmıştım, bu ilkokul çocukları öğretmenlerine çok bağlı oluyorlar. Zeynep'in de hiç hoşuna gitmedi bu iş. Bir de üstüne tüm 3. sınıflar içindeki tek erkek öğretmenin olduğu sınıfa düştü bizimki kura çekiminde. Kızlar doğal olarak bayan öğretmenlerle daha iyi anlaşıyor. Ama sonra bir sorun çıkmadı, öğretmenini sevdi ve yeni sınıfına çabuk alıştı. Yeni sınıf öğretmeni çok uzun boylu ve bizim de akşamları evdeki geyik muhabbettimiz o gün öğretmeninin kaç santim daha uzadığı üzerine.

Elif için de beklenmedik yenilikler oldu. Normalde ilkokul 5 öğrencisi olması gereken Elif, 4+4+4 sistemiyle birlikte ortaokul 1 öğrencisi oluverdi. Artık tek bir sınıfta değil dersleri. Her ders için ayrı sınıflara gidiyorlar, gün içinde okulda ordan oraya taşınıp duruyorlar. Tabii onun tüm derslerine artık başka öğretmenler giriyor, sınıf öğretmeni diye birşey kalmadı.

Bu senenin son değişikliği de artık okul bitiminde servisle anneannelerine gitmiyorlar. ODTÜ içinde dolanan mavi ring otobüsüne binip benim ofisime geliyorlar. İlk günlerde bu onlar için büyük macera idi, şimdi alıştılar. Bir gün Makina Mühendisliği durağını kaçırıp bir sonraki durakta inmişler. Gelmeleri gereken saatte ofiste beklerken cep telefonum çalınca anladım bir terslik olduğunu. Elif o tanıdık, süper telaşlı sesiyle başka bir durakta indiklerini ve nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Kızım dedim, sen kimin telefonundan arıyorsun beni? Durakta bekleyen birinden telefonunu istemiş, onunla arıyor. O kişiye sormasını istedim nerede olduğunu, sonra arabayla gidip aldım. Bunun dışında sorun yok. Ama Perşembe günleri benim öğleden sonra dersim olduğu için ofise geldiklerinde beni bulamayacaklar, bakalım o zaman ne olacak? Zeynep'i oldukça telaşlandırıyor bu durum :-) Henüz öyle bir Perşembe yaşamadık, haftaya inşallah. Tabii onlara ofisin anahtarını, bizim kattaki bayanlar tuvaletinin anahtarını yaptırdım. Ofise atıştırmalık abur cubur ve içecek stokladık. Oyalanacakları eski bir bilgisayar ayarladım onlara ve ofisteki küçük masalardan birini üzerinde ödev yapabilecekleri daha büyükçe bir masa ile değiştirdim.

Aşağıda bu senenin "Bakın bakalım ne kadar değişmişler" fotoğrafı var. Önceki senelerle (2011, 2010, 2009, 2008) karşılaştırabilirsiniz.

Kemik Sızlatan SMS'ler (26.09.2012)

Dün radyoda hiç dinlemediğim kadar türkü dinledim. Neşet Ertaş vefat etti ve tüm radyolar yüklendi türküye. Türkü dinlemeyi sevdiğim halde çok fazla tanımıyordum kendisini. Ömrünü halk müziğine verdiğini, çok seveni olduğunu ve insanların kendisine, herkese nasip olmayan bir saygı duyduğunu biliyordum. Pek çok kıymetli kişinin vefatında olduğu gibi burada da yaşadığında olduğundan kat be kat fazla insan tanıdı kendisini.

Dün arabada türkülerini dinleye dinleye eve vardım. Gece saatlerinde bir SMS geldi Turkcell'den; "Türk Halk Müziğinin unutulmaz ozanı Neşet Ertaş'ı anıyoruz! 3 gün boyunca sizi arayanları Neşet Ertaş'ın unutulmaz eseri Neredesin Sen ile karşılamak için Neşet yazıp bu mesajı cevaplayabilirsiniz (1 TL)". "Oha!" dedim mesajı görünce. Eşim eve gelince ona da aynı mesajın geldiğinden bahsetti. Şaşırdık kaldık bu ölüden para kazanmaya çalışan seviyesizliğe. Kardeşim firma olarak çok zor durumdaysanız söyleyin aramızda yardım toplayalım, zekatımızı, sadakamızı falan gönderelim. Bu ne düşüncesizliktir yahu.

İlk SMS'den birkaç saat sonra Turkcell bir başka SMS ile özür diledi; "Bugün kaybettiğimiz ozanımız Neşet Ertaş ile ilgili gönderilen SMS için özür dileriz. SMS'i cevaplayarak servisten faydalananlardan hiçbir ücret alınmamaktadır". Özrü kabahatinden büyük. Gerizekalılar bu işi ücretsiz yapsalar problem olmayacak sanıyorlar. Ulan siz memleketin vicdan polisi misiniz, türküleri sevdirme derneği misiniz? Size mi soracak millet arayanları hangi melodi ile karşılayacağını, ölüsünü nasıl anacağını? Milyonlarca insana spam SMS göndermek midir "unutulmaz ozanınızın" ardından yapabileceğinizin en iyisi? Yazıklar olsun size.

Meraklı Gezgin Mars'ta (09.08.2012)

Bundan 1 yıl önce bahsetmiştim Mars'a giden Curiosity (Mars Science Lab) aracından. 26 Kasım 2011'de fırlatılmıştı. 254 gün boyunca 500 milyon kilometreden fazla yol katederek 3 gün önce Mars'ın Gale kraterine indi. Amerika'lılar hep olduğu gibi bu sefer de iniş anını bir Hollywood filmi tadında yaşadılar. Gerçekten etkileyici. NASA çalışanlarını en çok heyecanlandıran ilk defa denenen ve bir araba büyüklüğündeki Curiosity'yi çok yavaş bir şekilde Mars yüzeyine indiren uzay vinci teknolojisinin sorunsuz çalışması.

Bugüne kadar Mars yüzeyinde dolaşabilen 4 araç oldu. Aşağıdaki resimde bunların kopyaları dünyada yan yana getirilmiş karşılaştırabilmek için. En son gönderilen Curiosity en büyük olan. En küçük olan 1997 yılında gönderilen Mars Pathfinder. Diğeri 2004 yılında gönderilen ikiz araçlar Opportunity ve Spirit'in bir kopyası. Opportunity bugün hala kullanılıyor.



Curiosity'nin Mars'taki gezintisini, çektiği fotoğrafları ve yapacağı bilimsel çalışmaları aşağıdaki sayfalardan takip edebilirsiniz.
NASA Mars Science Laboratory (MSL)
Curiosity Twitter sayfası
Curiosity ile ilgili haber brifingleri

Brian Spalding's CFD (02.08.2012)

As I typically do on every summer, today I was again busy with the development of an educational CFD code. I was searching on the net an old paper about the implementation of the SIMPLE algorithm on colocated grids. I somehow ended up at the website of the PHOENICS software. I heard its name many times before, but I don't remember visiting its website. While reading about the techniques behind PHOENICS I learned that it was developed by Brian Spalding. Spalding is one of the pioneers of CFD, mainly through his work on the development of the SIMPLE algorithm, backbone of most of today's commercial CFD software and the k-epsilon turbulence model, by far the most popular RANS based model.

After reading about PHOENICS a little, I wanted to read more about Spalding and found a paper titled "Brian Spalding: CFD and Reality – A Personal Recollection". It was published in 2009 in a special issue of Int. J. of Heat and Mass Transfer honoring Prof. Spalding. The author is A. K. Runchal, a PhD student of Spalding at Imperial College (IC). The 11 page paper was very fun to read and also very educative. It is about the work of Spalding's group at IC in the second half of the 20th century. You can find information about the origins of the SIMPLE algorithm, original use of staggered grids, use of upwinding and failures due to its misuse, development of the k-epsilon turbulence model, how the original code of Fluent software is transferred from IC to Creare, which eventually became Fluent Corp. You can also read about Spalding's ambitious work on his so called "unified theory" and his initial efforts at his company CHAM about commercializing CFD. Strongly advised to anyone working in this field.

In the same special issue you can find another similar paper titled "A Tribute to D.B. Spalding and His Contributions in Science and Engineering". I haven't read this one yet. It is much longer than the first one, with 242 references, but it seems to be another good read about the history of CFD.

Project Euler (21.06.2012)

Dün bilgisayarımda uzun zamandır girmediğim klasörlerde öyle rastgele dolanıp vakit öldürüyordum. "Favorites" diye bir klasör buldum. Bilgisayarı yıllar önce ilk aldığımda Firefox kurana kadar birkaç gün kullandığım Internet Explorer'ın "Sık Kullanılanlar" klasörü imiş bu. İçinde oldukça enteresan sayfalar vardı. Birinin adını görünce hemen tanıdım. Project Euler bugün itibarı ile 389 matematik problemi sunuyor size. Bu problemleri nasıl çözdüğünüz önemli değil, isterseniz kağıt kalemle, isterseniz hesap makinesi ile. Ama esas beklediği bir bilgisayar programı yazarak çözmeniz. Uygun bir algoritma ile 1 dakikadan kısa sürede çözülebilecek problemler. Projenin ana amacı insanlara matematiği ve algoritmik düşünmeyi sevdirmek. Çok farklı zorlukta problemler var. İlk problemler kolay olsa da ilerledikçe işler zorlaşıyor. Bazı matematik terimlerini ve konularını öğrenmek için okuma yapmanız gerekiyor. Neyse ki Wikipedia imdada yetişiyor.

Yıllar önce bu sayfayı ilk bulduğumda projeye kayıt olmamışım ve hiç problem çözmemişim. Dün kayıt oldum ve ilk problemden başladım. "3 veya 5'in katı olan 1000'den küçük sayıların toplamı nedir?" Önce kağıt kalemle çözeyim dedim, ama çabuk sıkıldım. MATLAB'le 5 satırlık kodunu yazması 1 dakika sürdü. Cevabımı gönderdim, ama hatalı çıktı. Daha ilk problemde çuvalladım yani :-( Problemi tekrar okuyunca "1000'den küçük" ifadesini doğru kodlamadığımı fark ettim. İkinci gönderdiğim cevap doğruydu. Bir problemi doğru cevaplayınca o probleme ait forum sayfalarına girip başkalarının nasıl çözdüğünü görebiliyor ve tartışmaları okuyabiliyorsunuz. İnsanlar kendi kodlarını paylaşıyorlar ve başkalarının çözümleri üzerine yorum yapıyorlar. Bir satırlık çözüm de var, 20 satırlık olan da. Hayatımda hiç duymadığım dillerde yazılmış kodlar var. Assembly dilinde olanlar çok etkileyici ve anlaşılmaz. MATLAB ile yazılmış bir çözüm görmedim hiç ve şaşırdım. Matematikçiler arasında çok popüler değil herhalde MATLAB. Birkaç Mathematica çözümü vardı ama.

İkinci problem şöyle idi; "4 milyondan küçük sayıları içeren Fibonacci serisindeki tek sayıların toplamı nedir?". Bu da ekstra okuma yapmadan MATLAB ile kolayca kodlanan bir soru idi. İlk iki problemi projeye kaydolduktan hemen sonra dün çözmüştüm. Üçüncü problem ile bugün epeyce uğraştım, zorlandım. Problem şöyle; "13195 sayısının asal çarpanları 5, 7, 13 ve 29'dur. 600851475143 sayısının en büyük asal çarpanı nedir?" Önce MATLAB'in asal sayılarla ilgili ne gibi hazır fonksiyonları var diye araştırdım. Bulduklarımla problemin cevabını elde edemedim. Bazı fonksiyonlar problemde geçen çok büyük sayıyla işlem yapamadı, hata verdi. "Brute force" olarak tabir edilen en basit şekilde tüm olasılıkları deneyerek ilerlemeye çalışınca çok uzun süreler alan bir kod çıktı ortaya. Alternatif yollar denedim, epey uğraştım, oldu zannettim, ama bulduğum cevap hatalıydı. Wikipedia'da asal sayılarla ilgili biraz okuma yaptım, koda geri döndüm değişiklikler yaptım gene olmadı. Bir miktar deneme yanılma ile doğru cevaba ulaştım sonunda, ama hiç sinmedi içime. Problemin forum sayfasında başkalarının neler yaptıklarını okuyunca olup biten kafamda anca tam olarak şekillendi. Forumlardan başka bir de her problem için proje ekibinin hazırladığı 1-2 sayfalık çözüm ve tartışma PDF'i var. Onlar da okuması keyifli ve öğretici yazılar.

Üç problem bitti, kaldı 386. Tabii yeni problemler de ekleniyor ara ara. Bakalım ben ne kadar ilerleyebileceğim. En fazla çözülen problem 221060 kişinin çözdüğü ilk problem. En az çözülebilen ise sadece 109 kişinin çözdüğü 361. problem. Ben bir açıp bakayım dedim, çok korkunçtu, hemen kapattım. Projeye kaydolunca başkalarının performansı ve kendi performansınız ile ilgili basit istatistiklere de ulaşabiliyorsunuz. Tavsiye ederim, programlamayı seviyorsanız keyifli bir meşgale.

Düzülke (08.05.2012)

CERN'de ilk LHC deneyinin yapılacağı zamanlardı. En dandik magazin gazetelerinde bile parçacık fiziği haberleri çıkıyordu. Parçacık çarpıştırıcılarda neler olup bittiğini merak ettim. İşin ucu Einstein'a varıyordu. Kütüphaneye gidip görelilik kuramı ile ilgili kitapları karıştırdım, ama kitap okuyamayan biri olan benim için çok uzun ve karmaşıktı çoğu. "1905: Einstein, The Standard of Greatness" kitabı ilgimi çekti. Bilimin muhteşem yılı kabul edilen ve Einstein'ın birbirinden ilginç ve önemli 5 makalesini yayınladığı 1905 yılına nasıl gelindiğinden, makalelerin detaylarından ve bilimi nasıl etkilediklerinden bahsediyordu. Okuması kolaydı, bana göreydi. Einstein'la ilgili her kitap gibi bu da "Ömrünün son yıllarını evrendeki tüm kuvvetleri kapsayacak büyük birleşik teori (grand unified theory) çalışmalarına adadı, ama başarılı olamadı" diye bitiyordu. Kitap hoşuma gidince konu ile ilgili okumaya devam ettim ve Brian Greene'in "Evrenin Zarafeti - Süper Sicimler, Gizli Boyutlar ve Nihai Kuram Arayışı" kitabını aldım. Sicim teorisinin anlatıldığı kısımlarda Düzülke diye çok enteresan ve mutlaka okunması gereken bir kitaptan bahsediyordu.



Düzülke - Boyutların Öyküsü (Flatland - A Romance of Many Dimensions) E. A. Abbott'un 1884 yılında yazdığı tuhaf bir kitap. Benim okuduğum Ayraç Yayınları'ndan çıkmış. Uzun zamandır yatağın başucunda duruyordu, nihayet geçen gün okuyabildim. Abbott İngiliz bir eğitmen ve din bilimci. Kitabını "A Square" takma ismi ile yayınlamış. Kitabın kahramanı Düzülke'de yaşayan bir Kare. Düzülke, içinde çizgilerin, üçgenlerin, karelerin, çokgenlerin ve çemberlerin yaşadığı 2-boyutlu bir evren. Kitabın kahramanı Kare bizim 3-boyutlu evrenimizi görme şerefine nail olmuş, yaşayan tek Düzülke'li. Kare, kitabın ilk yarısında kendi evreninin bizimkinden nasıl farklı olduğunu anlatıyor. Düzülke'de yaşayanları ve oradaki hayatı detaylıca tasvir ediyor. Uygulanan katı kast sistemini, kadın-erkek farklılıklarını bizim dünyamıza ince göndermeler yaparak, eleştirel bir dille anlatıyor. Kitabın bana daha çok hitap eden ikinci yarısında ise farklı boyutlardaki yaşamlardan bahsediyor. Vermek istediği iki mesaj var. İlki insanların kendi kendilerine yarattıkları yapay ayrımcılık ve bunun tehlikeleri ile ilgili. Diğeri ise insanın sorgusuz sualsiz kabul ettiği kesin doğruların esasında sorgulanması gerektiği. Kare rüyasında gördüğü 1-boyutlu Çizgiülke insanlarına bir türlü kendi 2-boyutlu evrenini anlatamıyor. Ama uyandıktan sonra da 3-boyuttan gelen Küre'nin anlattığı evreni kabullenemiyor. Küre'nin kendisini 3-boyutta bir yolculuğa çıkarmasından sonra ise 4-, 5- ve daha fazla boyutun olmaması için hiçbir sebep olmadığını düşünmeye başlıyor ve hayatına hapishanede devam ediyor.

Düzülke artık telif hakkı olmayan bir kitap. İngilizce'sini internette pek çok yerde ücretsiz olarak okuyabilirsiniz. Ben Türkçe'sini okurken uzun tasvirlerde ve detaylarda epey sıkıldım, İngilizce'sini okumak daha keyifli olabilir belki. Einstein'in genel görelilik kuramını anlamaktaki en temel zorluk uzay ve zaman boyutlarının içiçe geçmesi. Evrenin gerçekte böyle olduğu, bizim de böyle algılamamız gerektiği, ama neredeyse tüm insanlığın bunun varlığından bile habersiz yaşayıp gittiği gerçeği bana inanılmaz geliyor. Kimbilir, henüz kimsenin haberdar olmadığı daha ne sırlar var evrende. Örneğin görelilik kuramından sonra ortaya çıkan ve günümüzde pek çok savunucusu olan sicim kuramı çok boyutluluğa dayanıyor. Belki bir gün sicim kuramını destekleyen deneyler yapılacak, ama biz evrenimizin 20-küsür-boyutlu olduğunu bilmeden, bilmeye gerek duymadan yaşamaya devam edeceğiz.

Not : Kamil Özden Einstein: Yaşamı ve Evreni adlı kitabı tavsiye etmiş ilgilenenlere.

İşin Güzel Tarafı (19.04.2012)

Bir TÜBİTAK projesinin en güzel tarafı ...

... arabayı kampüste bırakıp Kızılay dolmuşunu beklemek. Yıllardır binmediğin dolmuşta para üstünü alınca dolmuşun kaç lira olduğunu öğrenmek. Uzun zamandır gitmediğin Bakanlıklar'a yaklaşınca heyecanlanmak, nerede insem daha az yürürüm diye düşünmek. Sanki ilk defa Ankara'ya gelmiş gibi çoook uzun zamandır yürümediğin kaldırımlarda yürümek, başını nereye çevirsen "Burası böyle değildi, değişmiş" demek. Meclisin köşesini dönerken ortalığı birbirine katarak, düğün alayı gibi bağıra çağıra geçen başbakanın konvoyunun ardından gönlünce saydırmak. "Acaba öğle arası 12'de midir, 12:30'da mı?" diye telaş ederken son dakikada da olsa TÜBİTAK'a vaktinde yetişebilmek, proje sözleşmesini sorunsuzca teslim etmek. Dönerken daha önce hiç görmediğin TÜBİTAK Yayınları kitabevine girip kaliteli ve ucuz kitaplar arasından eşe, çocuklara ve babaya hediye almak. Öğle tatili olunca ipini koparan bakanlık memurunun kendini attığı Kızılay caddelerinde insan süzmek. Üst geçitlerin altından, alt geçitlerin üstünden yürümek. ODTÜ dolmuşlarına yakın telefon kulübelerini görünce Aytülü'yü hatırlamak. Çiçekçilerin yanından geçerken şaşırıp kalmak. "ODTÜ mü hocam?" diye sorup, gölgeye oturmak. Akşam anneyi ziyaret edince yüzünün nasıl yandığını anlatmak.

Recent Thesis Defenses (30.03.2012)

In the last couple of months 4 of my graduate students finished their masters studies and defended their work successfully. Mehmet Akgül is working at Roketsan Inc. His thesis is about static aeroelastic analysis of a generic slender missile using loosely coupled fluid structure interaction (FSI). To do this he coupled Fluent with ANSYS's structural solver. In our literature review we realized that FSI analysis of missiles is very rare and this study is one of the pioneering ones. In the figure given below canard deflection of a 2.75" missile is seen while performing a critical maneuvering with 15 degrees of canard elevator deflection and 10 degrees angle of attack in a freestream Mach number of 2. We oberseved that due to the deflection of canards and tails under aerodynamic loads, lift procuded by them reduces, stability of the missile decreases considerably and the center of pressure location changes.



H. Yiğit Akargün is also working at Roketsan Inc. In his thesis he developed a compressible Euler solver using Least Squares Finite Element Method (LSFEM). The motivation behind this study was to use LSFEM for compressible flows while performing h-type adaptive mesh refinement on unstructured grids, which, as far as we know, has not been done previously. In the figure given below supersonic flow enters a scramjet inlet with a Mach number of 2 and it is compressed through a 10 degrees ramp. The adapted 2D mesh in half of the flow domain and the resulting pressure distribution with several shock formations can be seen. For compressible flows such a mesh refinement is vital to properly capture shock waves. In his thesis Yigit worked with linear and quadratic 2D triangular elements and compared the accuracy of the solutions obtained with them. He also performed careful analyses to understand the affect of time step on the artificial dissipation generated by the LSFEM formulation.



Ahmet M. Ateş is working at Aselsan Inc. He was a student of Prof. Haluk Aksel and I was his co-advisor. His thesis was a continuation of our earlier microchannel heat exchanger research and he extended the previous work by comparing the flow and heat transfer characteristics of microchannel and metal foam heat sinks. Metal foams are porous structures with very unique structural and thermal properties. Their use in thermal management of electronic equipment is relatively new. Ahmet's motivation was to perform a direct experimental comparison of the classical microchannel cooling technology with the new metal foam one. He worked with EDM machined Aluminum microchannel heat sinks with channel widths in a range of 300 - 900 microns. He also used 92 % porous, open cell Aluminum metal foams with three different compression factors and three different ppi (porosity per inches) values, as seen below. Both the microchannel and the metal foam heat sinks are tested under the same conditions to remove a constant heat load of 60 W with volumetric flow rates in the range of 0,167 - 1.33 l/min. Important conclusion of this work is that if metal foams is to be used as high performance heat sinks, they should be compressed.



Finally, A. Gözde Ulu is also working at Aselsan Inc. In her thesis study Dr. Almıla Yazıcıoğlu helped us as the co-advisor. Gözde also worked on microchannel cooling technology and she performed experiments to understand how the flow and heat trasnfer characteristics change by the use of interrupted channels. She used same channel geometries as Ahmet and performed experiments using the heat exchangers shown below with uninterrupted, single-interrupted and multi-interrupted channels. She studied how the interruptions incresae the pressure drop along the heat sinks and how they improve the heat transfer rate. She showed that the interruption width is an important parameter in understanding the thermal behavior of interrupted channels correctly.

Paranın Gözü Nolsun? (18.01.2012)

Para insana neler yaptırıyor? Bana sınav sorusu hazırlatıyor, asistanıma kağıt zımbalatıyor, bölüm görevlisine zarf taşıtıyor, yemekhane görevlisine çorbanın içindekilerini saydırıyor, eşime dedikodu, kardeşime kardan adam yaptırıyor, abime 42 plakalı araba aldırıyor, ODTÜ GVO müdür yardımcısına "Karne Günü Uygulamalarımız" başlıklı eposta attırıyor, şarkıcıya sahnede maymunluk yaptırıyor, taksiciyi kırmızı ışıkta bekletiyor, doktora büfe arkasında sigara içiriyor.

Geçen gün küçük kızım kahvaltı masasında soruyor "Baba, büyük bir villa almak için ne kadar para gerekir?" "Sen git çoraplarını giy, ben bir düşüneyim" diyorum.